23 Kasım 2013 Cumartesi

095 24 Kasım 2013 Pazar 01:51 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER…..............Çocukluk zamanları

Çocukluk zamanları


"İlkokul öğretmenim Mihriban Aktarı'ya"

Bir köy çocuğu olarak doğdum.  İlkokul  ikiye kadar da köyde yaşadım. Bebekken dedemler, annemler elbirlik tarlada çalışırken, bana da ağaç altında bir cingen salıncağı kurulurmuş. Orada gölgede uyurmuşum. Biraz büyüdüğümde eşek sırtında tarlaya gittiğimi hatırlıyorum. Hatta hasat vakti geceleri tarlada kaldığımızı da.

O zamanlar öyle traktör, biçerdöğer, otomobil filan yok. Tarlada iş günler sürüyor. Mahsul toplanıp öküz arabalarıyla harman yerine taşınıyor. Bu kez de harmanda kalınıyor ailece. Çünkü önce arpa, sonra buğday, ardından mısır ve ayçiçeği. Hepsi birkaç ay içinde peşpeşe harmanda işlenip, çuvallanıyor. 

Satılacaklar kasabaya götürülüyor. Kışlıklarsa evin erzak ambarı bölümüne istif ediliyor. Ürünün sapları da ziyan edilmiyor tabi. Onlar da hayvanlar için samanlıklara  tıka basa iyice depiliyor.

Doğduğumda harman vaktiymiş. Bir sene sonra emekleyip tay tay dururken yine çardak altındaymışım. Sonraki yazlar o harman senin bu harman benim oynadığım, koşuşturduğum yıllardı. Harman yeri zaten köyün hemen altında bir düzlükteydi. Baharda herkes kendi yerini düzeltir, otlarını temizler, sular, çardağını kurar ve hasata hazırlardı. O zamanlardan hatırladıklarım; neşe içinde dövene binmek, sap saman üstünde yuvarlanıp oynamak ve geceleri çardakta uyumaktı. Biraz büyüyünce görevim harman dönen hayvanların buğday üstüne şey ettiklerini toplayıp gübre yığınına atmaktı.

Şimdi düşünüyorum da, o zamanlardan aklımda kalan bazı sahnelerin anısı hala yüreğimde. Mesela delikanlı bir büyüğümle sık sık değirmene giderdik. Buğday çuvalı enlemesine eşeğin çıplak sırtına yüklenir. Beni de üzerine oturturlardı. Benim ele avuca gelmez yaramazlıklarımdan mı , yoksa ısrarlı ağlamalarımdan mı bilinmez değirmene gidilecekse ben de olurdum aralarında. Büyüğüm dediysem halamoğlu da ya onbeş yaşında ya onyedi. Önümüzde arkamızda bizim gibi eşekleriyle değirmene giden, ya da dönen insanlar. Keçi yolu gibi bir patikadan, orman içinden döne kıvrıla sonunda sancakderesine ulaşırdık.

Değirmen suyun daraldığı loş, serin, yüksek ağaçlı, kayalık bir yerdeydi. O kendine has gürültüsünü hatırlıyorum; fışkıran suyun ve deli gibi dönen değirmen taşlarının. Yükümüzü indirir diğer gelenlerle birlikte sıramızı beklerdik. Bu arada azık torbası çıkar; ekmek, peynir, domates artık Allah ne verdiyse yenirdi hep beraber. Sanırım deredeki balıklar da ilgimi çekerdi ama en çok değirmencinin una bulanmış kaşları, değirmenin kokusu ve o koca taşların nasıl olup ta öyle fır fır döndüğünü merak ederdim.

Benim hayal meyal hatırladığım, ama rahmetli halamoğlunun anlatırken her seferinde kendisini gülmekten alamadığı bir anım daha var bu yolculuklardan. Unu yükleyip, yine ben üstünde o yaya giderken nasıl olduysa eşek ürkmüş çuval bir tarafa ben bir tarafa düşmüşüm. Neyse ki bir şey olmamış. Patika kenarında bir taşın üstüne oturmuşum. Bu arada o eşeği zapt etmeye çalışıyor. Bense başım ellerimin arasında, düşen un çuvalını yeniden yüklemeye uğraşan Mesut abime şöyle diyormuşum: "Olmadı ki, hiç bişey olmadı ki, bak başım burda." Çocuğun halini bir düşünün. Bir taraftan kan ter içinde kalmış uğraşıyor, öbür yanda başına gelene mi kızsın, bana mı gülsün.

Yaz sonuna doğru harmanlıklarda mısır kırılır, ayçiçek dövülür. Bizim köyde birlikte yapılan bu çeşit işlere "meci" denirdi. İmecenin bir başka söyleniş biçimi yani. Bilhassa akşam vakitleri ayışığı, lamba ya da löküs (gazyağı ile çalışan, pompalı bir çeşit aydınlatıcı) şavkında olanları hatırlıyorum. Çünkü çok eğlenceli ve renkliydiler. Bu ortamlar bilhassa köyün gençleri için arayıp da bulamadıkları şarkılı, manili birer eğlence vesilesiydiler. Oturdukları yerde hem konuşur, hem eğlenir, hem de çalışırlardı. Mısırsa birbirine sürterek, ayçiçekse kafaları sopayla dövülerek taneleri çıkartılırdı hep birlikte. Biz çocuklar da etraflarında koşturur, öbek öbek harman yerleri  arasında saklambaç oynardık. Bu arada akraba kadınlar birbirleriyle çene çalma fırsatı bulur, neneler çocuklara uydurup uydurup masal anlatırlardı. Çok zaman da masalın sonunu dinleyemeden dizlerinde uyumuş olurduk zaten.

Köyün iki tarafında yaz kış gürül gürül akan iki çeşme vardı. Eskiden evlerde şimdiki gibi su olmadığı için bu çeşmelerden genç kızlar bakraçlarla su taşırlardı. Genellikle iki ucu çentikli orta büyüklükte yaklaşık birbuçuk metre uzunluğunda bir sopayla taşınırdı bakırlar. Ama aslında bu işin görünen tarafıydı. Çünkü benim çocukluğumda köy çeşmeleri genç oğlanlarla kızların gözde mekanlarıydılar. Kızlar aralarında fısıldaşır, gülüşür, oğlanlar biraz uzaktan onları keserlerdi. Çocuklar içinse sadece farklı bir oyun yeriydi oralar. Akan suya başlarını sokar, ahırlarında yıkanır, birbirlerini ıslatırlardı. 

Harman sonrası yeni konukları olurdu buraların. Çeşmenin serin sularında bu defa kış için buğday yıkanır, kazanlarla bulgurluk, keşkeklik buğday kaynatılırdı. Haşlanmış hafif şişmiş yumuşak buğdayı avuç avuç yemeyi çok severdim. Kadınlar bizi kovalar, biz yine göz ile kaş arasında aşırmayı bilirdik. Çocukluk işte.

Bazen ayağımızda lastik ayakkabı, çok zaman da yalınayaktık. Şırıl şırıl akan serin sular, tepsiler kalburlar, bir tarafta kaynayan kazanlar, kış hazırlığı yapan kadınlar ve etrafında cıvıl cıvıl bizler. Hiç derdimiz, tasamız yok. Etrafımızda yaşanan hayat kavgasının, acıların farkında değiliz. Mevsimler değişiyor, mekanlar farklılaşıyor ama biz çocuklar daima orada olmaya devam ediyorduk. Yani sahne ne olursa olsun biz kendi renklerimizle oralardaydık.

Bugün kentlerde, apartmanlarda doğup büyüyen çocukların böyle anıları yok. Belki biz de onların yaşadıklarını görmedik, yaşamadık. Ama ben şahsen, fakir ama renkli geçen çocukluğumu kalbimin en ücra derinliklerinde özenle taşıyorum. Elbet her nesil kendisiyle birlikte götürüyor çocukluğunu. Bir kez daha yaşanması mümkün olmayan anılarını. Bu işin kaçınılmaz ve hüzünlü tarafı. Tabi ki yeni nesiller de yeni anılar yaşıyorlar kendi zamanlarında. Karşılaştırmak gereksiz ve bir o kadar da anlamsız. Ama anlatmak gerek yeni zamanlara eskileri. Tarlaları, harman yerlerini, köy çeşmelerini.

Belki yalınayaktık, varsa lastik ayakkabımız mutluyduk. Hele hele pazardan alınan yeni bir ayakkabı bizi adeta sevindirik yapardı. İki elimizle kucaklar, bir köşede onları defalarca göğsümüze bastırırdık. Bıraksalar neredeyse birlikte uyumak isterdik.Ama inanın o günkü duygularımı, sevinçlerimi, değil torunlarımın, çocuklarımın bile anlayabileceğini sanmıyorum. İnşallah şimdikiler de mutlu yaşarlar çocukluklarını. Dilerim en az bizimki kadar renkli geçsin yılları. Çünkü sonrasında, biliyorum onlar da anlatacaklar torunlarına bugünleri. 

22 Kasım 2013 Cuma

094 19 Kasım 2013 Salı 12:21:00 ŞİİR VE TÜRKÜ..............................Yalan dünya bizim olsa ne fayda

Yalan dünya bizim olsa ne fayda


Türküler bir avazdır. İçten, yürekten gelen. Anadolu insanının acısı, sevinci, sevdasıyla yüklüdürler. Şiirle söylenip sazın telleriyle dökülürler su gibi, ırmak gibi. Riyasız, hesapsız deyiverirler yüzüne yalan dünyanın.

“Vay dünya, dünya, yalansın dünya / Yalan ile yalan olansın dünya / Can ile cananı alansın dünya, alansın dünya / Aşk ile pervane dönersin dünya, yalansın dünya” (Sadık Doğanay) [1]

Bir şairin deyişiyle “şiirin hası” vardır türkülerde. “Şairim / Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak seslerinden tanırım” diyor şair/ressam Bedri rahmi Eyüboğlu.[2] Ama o bile “Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” demiş. Haklı, şu dizeye bir bakar mısınız. 

“Cahildim dünyanın rengine kandım / Hayale aldandım boşuna yandım” (Neşet Ertaş) [3]

Kaynak kişi, derleyen ve söyleyen bir usta, bozkırın tezenesi. Belli ki “Seni ilelebet benimsin sandım” dediği sevdiğinden çok canı yanmış. Dünya gibi, renkli, cazibeli ama bir o kadar da aldatıcı, yalan. O gün bu gündür ustanın sesi Kırşehirden böyle yankılanıyor. Hem sazının hem sözünün hakkını vererek. Söyleyin bir sevda bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ? “Gözyaşım sen oldun kahirim sensin / Evvelim sen oldun ahirim sensin.” 

Evet sevda derin, ama dünya da bir o kadar yalan. Neşet usta bir başka türküsünde “Alamadım eyvah muradım kaldı / Ben gidip ellere kalan dünyada / Ah yalan dünyada yalan dünyada / Yalandan yüzüme gülen dünyada” diyor bu yüzden. Muratlarını alamadığı bu dünyadan şikayeti var.

Bakın söz ve türkü ustası Pir Sultan Abdal [4] da bir taraftan “dünya bizim” derken “yalan dünya bizim olsa ne fayda ?” da diyebilenlerden. “Pir Sultan Abdal'ım çıktık oturduk / Kaza lokmasını burda yetirdik / Dünya bizim diye çektik getirdik / Yalan dünya bizim olsa ne fayda” 

Dünyanın yalanlığı genellikle “felek” tabiriyle anlatılır. Felek sözlükte “Dünya, alem, talih, baht” gibi anlamlara geliyor. Ancak Ziya Paşa’nın [5] deyimiyle onun meşrebi “döneklik” tir. Neşet ustada olduğu gibi renkli olmasına kapılmamak gerekir. Zira “Pek rengine aldanma felek eski felektir / Zîrâ feleğin meşreb-i nâsâzı dönektir”

Söz dünya ise, onun “felek” liğine dair söylenecek çok söz var. Musa Eroğlu [6] da böyle sazını sözünü esirgemeyenlerden. Hem güzel, hem derin. İşte buyrun:

“Bu Dünyanın Direği Yok / Merhameti Yüreği Yok / Kılavuzun Gereği Yok / Yolun Sonu Görünüyor”

Birdenbire ürperiyorsunuz. “Kılavuzun Gereği Yok / Yolun Sonu Görünüyor” diyen ses bir uyarı, bir çağrı gibi. Bir kere daha yalan dünyaya aldanmamak gerektiği anlatılıyor. Kimse dünyada kalıcı değil, baksanıza dünyanın bile direği yok. Boşlukta dönen bir gemi gibi. 

Anonim bir söz bu hali tasvir etmiş kendince “İbret gözüyle bakın dünya misafirhanedir / Bir mukim insan bulunmaz ne tuhaf bir hanedir.” İki kapılı, geçici bir misafirhaneye benzetilmiş dünya. Gelen gidiyor, kalanı yok, ne tuhaf bir hane ?

Söz bu noktaya gelince “Sultan-üş Şuara” en güzel anlatanlardan biridir faniliği. İnsanın bu tabii deveran karşısında acizliğini, çaresizliğini. “Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar; / Tek nokta seçemez dünyadan nazar. / Yerinde mi acep, ölü ve mezar? / Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz? / Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?”(Necip Fazıl Kısakürek) [7]

Üstad Çile adlı şiirinde de devam eder bu dünya tanımlamasına. Zordur onu anlamak, anlatabilmek ama o anlayıp, bir sonuca varabilenlerdendir. “Bu nasıl bir dünyâ, hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamânı vehim./ Bütün bir kâinat muşamba dekor,/ Bütün bir insanlık yalana teslim.” 

Anlamayanlara bu kez de anlayabileceği örnekler veriyor Pir Sultan Abdal, kendine hitap ederek. “Hüma kuşu suya düştü ölmedi, / Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı. / Dedim yâre gidem nasip olmadı, / Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.” 

Neticede "anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az" denilmiş, öyle değil mi ?

----------------------------
[1] Sadık DOĞANAY Zile'nin Yücepınar Köyü'nde1933 yılında doğmuştur. Sefil Kemterî diye bilinen büyük âşığın torunu, Sefil Edna'nın yeğenidir. Âşık geleneğinden gelen bir ailenin ferdidir. O, Zile'nin Veysel'idir. Çünkü Âşık Veysel gibi âmâdır. Birçok eseri TRT repertuarında yer almış, birçok sanatçı onun türkülerini söylemiştir. Otuz dört yıl önce 1979 yılının Ocak Ayı’nın 23. günü vefat etmiştir. 
[2] Bedri Rahmi Eyüboğlu 1913 yılında, Görele'de doğdu. İlk şiirlerini lise yıllarında yazdı. Trabzon Lisesi’nde okurken, öğrencisi, olduğu ünlü ressam Zeki Kocaemmi’nin yönlendirmesi sonunda, İstanbul'a giderek, Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. Mezun olduktan sonra Fransa'ya gitti. İki yıl, Paris'te eğitim gördü. Türkiye'ye döndükten sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'nin Resim Bölümü'nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. Eyüboğlu; resim çalışmaları ile 1969 yılında, Sao Paulo Bienali'nde onur madalyası kazandı. Çok sayıda öğrenci yetiştiren ve bir çocuk babası olan Eyüboğlu; 1975 yılında öldü. 1927’de başladığı resim öğretmenliğini ise ölümüne kadar sürdürmüş ve çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir.
[3] Neşet Ertaş 1938 yılında Çiçekdağı Kırşehirde doğmuş Türk ozanıdır. Abdal müzisyen olarak tarif edilir. Bozkırın Tezenesi olarak bilinen Kırşehir Abdallarındandır. Babası saz ustası Muharrem Ertaş, annesinin adı da Döne hanımdır. Çocukluğu köyde geçmiştir. Neşet Ertaş 1950 yılının sonlarında İstanbul'a gelip babası Muharrem Ertaş'a ait bir türkü olan Neden Garip Garip Ötersin Bülbül adı ile ilk plağını çıkarmıştır. Beğenilen bu plağı diğer plak ve kasetler izlemiştir. Daha sonra Ankaraya yerleşmiş ancak yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle Almanya'ya gitmiştir. Çocuklarının eğitimi ve sanatsal çalışmaları sebebiyle Almanya'da uzun bir süre kaldıktan sonra 2000 yılında tekrar Türkiye'ye dönerek İstanbul'da verdiği konserle sahne hayatına yeniden dönmüştür. Devlet sanatçılığı ünvanını reddetmiş, halkının sanatçısı olarak bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul etmiştir. Neşet Ertaş 25 Eylül 2012 Tarihinde izmir'de tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetmiştir.
[4] Pir Sultan Abdal, 16. yüzyılda yaşamış, Türk-Alevi halk şairi ve ozanıdır. Asıl adı Haydar'dır. Yaşamının büyük bölümü Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde geçti. Ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları arasındaki bir tarih olduğu sanılıyor.Pir Sultan Abdal, şiirlerinde Allah, İslam Peygamberi Muhammed, Ali, On İki İmam ve Ehl-i Beyt sevgisini sıkça işlemiştir. Ayrıca sosyal konulara da yer vermiş ve bunları birer sosyal uyarı niteliğinde işlemiştir. Çoğu şiirini nefes tarzında ilahilerle yazmıştır. Alevi bir şair olduğundan Hakk-Muhammed-Ali izinde yürümüştür. Alevi gelenekleri ile dergâh ortamında yetişmiştir. Dolayısıyla bir derviş olarak toplumu ilmiyle ve aklıyla bilgilendirmiştir. Tekke ve tasavvuf'un kalıplarını aşıp geniş bir halk kesimine seslenebildi. Medrese öğrenimini Erdebil'de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilenmemiştir. Pir Sultan Abdal, Aleviler arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan birisidir.
[5] Ziya Paşa, (d. 1825, İstanbul - ö. 17 Mayıs 1880, Adana) Türk yazar, şair ve devlet adamı. Asıl ismi "Abdülhamid Ziyaeddin" dir. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin en önemli devlet adamlarından birisidir ve en çok eser veren Tanzimat çağı yazarlarındandır. Şinasi ve Namık Kemal ile birlikte “batılılaşma” kavramını ilk defa ortaya atan Osmanlı aydınları arasında yer alır. Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılmış ve gazete çıkararak devrin hükümeti ile mücadele etmişti; yurda dönüşünde çeşitli valiliklerde bulunmuş ve son görev yeri olan Adana'da hayatını yitirmiştir.
[6] Musa Eroğlu 1944 yılında İçel'in Mut İlçesinde doğmuştur. Küçük yaşlarda müziğe ilgi duyarak bağlama çalmaya başlamış, Arif Sağ ve Muhlis Akarsu ile birlikte başladığı, daha sonra Yavuz Top’un da katılımı ile genişleyen "Muhabbet" seri albüm çalışmaları 1980 sonrasında Türk halk müziğinin geniş kitlelere yayılmasında önemli katkı sağlamıştır. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını alan Musa Eroğlu, müzik çalışmalarına devam etmekte ve Kültür Bakanlığı'nda Halk Kültürleri ve Oyunları konusunda uzman ve araştırmacı olarak görev yapmaktadır.
[7] Necip Fazıl Kısakürek, ünlü türk şair, yazar ve fikir adamı. Necip Fazıl, 1904 yılında istanbul'da doğmuş ve 1984 yılında yine istanbul'da ölmüştür. 2o yaşındayken yayınladığı "Kaldırımlar" adlı şiir kitabıyla tanınmıştır. Ancak Necip Fazıl'ın, 1934 yılında Abdulhakim Arvasi ile tanışması hayatındaki en büyük dönüm noktasıdır. Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır.

093 17 Kasım 2013 Pazar 07:28:00 NE DÜŞÜNÜYORUM ?.................Yine tarihi bir gün

Yine tarihi bir gün


Ülkemizin birliği, dirliği, düzenliği, insanımızın kardeşliği için dua edenler dün tarihi bir güne daha şahit oldular.

Adına ne derseniz deyin. Neredeyse asırlık bir yara artık kanamıyor.Her gün yüreğimiz şehit cenazeleriyle dağlanmıyor.Ne olacak bunun sonu kaygılarımız küllenmek üzere. Üstelik geleceğe dair güzel umutlarımız var artık.

Bu konuda hala endişe içinde olan, karamsar ve tepkili insanlarımı da anlıyorum. Vatanseverliklerinden de zerrece kuşkum yok. Biliyorum böyle derin ve adeta metastas yapmış bir sorunu çözmek, barışmak hiç kolay olmayacak. 

Ama, ben şahsen bu sürecin başarısı için dua ediyorum. Bu noktadan sonra da zaman içinde herşeyin normalleşeceğine inanıyorum. Biliyorum ki Diyarbakırlı kardeşim de benim gibi düşünüyor.Umutlarımın ve dualarımın karşılığı onlar. Ne Barzani, ne Öcalan ne de diğerleri. 

Unutmayalım ki yanlışlar sadece Hakkari'de, Diyarbakır'da olmadı, Ankara'da, Edirne'de, İzmir'de heryerde oldu, hala da var. Ülkemizi seviyorsak Türk, kürt, laz, çerkez demeden kimseyi ötekileştirmemeliyiz. Tabi bölünmeyi istemiyorsak.

Şuna inanıyorum "Bu ülkenin tapusu, senedi Çanakkalede, İstiklal savaşında imzalandı, bedeli de kanla ödendi." Görmek isteyen orada koyun koyuna yatan Diyarbekirli Hüso ile Karesi vilayetinden Mustafayı görebilir. Ben gördüm.

O yüzden bu ülkenin bölüneceğine, bayrağımızın ineceğine, cumhuriyetimizin kederleneceğine inanmıyorum. 

İki küs insanın bile barışması zor, bunca yıllık kavganın bitmesi elbet kolay değil. Sabır, dirayet ve yüce gönüllülük istiyor. Bilhassa anaların, babaların rabbine yönelen dualarının gücünü de unutmamak gerek. 


Çünkü Allah gözyaşlarıyla kendisine uzanan, barışla birbirlerine uzanan milletimizin ellerini boş çevirmeyecektir inşallah.

092 15 Kasım 2013 Cuma 22:15:00 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.............Merhaba !

Merhaba ! 


05.15'e ayarlı cep telefonumun alarmıyla uyandım. Biraz sonra da sabah ezanları okunmaya başladı. Pencereyi açtım, taze ve serin hava odaya doldu. Onunla birlikte evime dolan bir güzel nida: "essalatu hayrun minen nevm ! / essalatu hayrun minen nevm !" diyordu.

Okuyanın sesi hakikaten güzelmiş. Yanık tenli yanık sesli Bilal-i habeşi geldi aklıma. Bindörtyüz küsur sene önce bir Medine sabahında böyle okumuş olmalıydı. Peygamber efendimizin de beğendiği bu zarif çağrı "namaz uykudan daha hayırlıdır" diyordu.

Düşündüm. Hayat zor, sıkıntılar çok. Bakıyorum da pek çok kişi çevresindeki vefasızlıklardan, ihanetlerden şikayet ediyor. Sanal dünyada dönen özlü sözlerin çoğu "insanlık" özlemi ya da "sevgi ve dostluk" arayışlarını yansıtıyor. Günümüz insanı öylesine sitem dolu ve yaralı ki. İnsanoğlu bu kadar kalabalığın, türlü çeşit iletişim imkanının içinde bile kendini yalnız ve ötekileşmiş hissediyor. 

Bu yüzden bilenler kendilerine daima açık secde kapılarında sükun buluyorlar: "Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…/Yalnız seccâdemin yününde şefkat; / Beni kimsecikler okşamaz mâdem; /Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem! " (Zindandan Mehmed'e Mektup/Necip Fazıl Kısakürek)

Mü'minlerin alınlarını koydukları seccade onları şefkatle sarıp sarmalıyor. Yalnız olmadıklarını, sevildiklerini hatırlatıyor. Manen şarz ediyor adeta. Böylece doğan güneşi, yeni bir güne uyanan dünyayı, insanları coşkuyla selamlayabiliyorlar. 

"Merhaba doğan güneş / Merhaba koca dünya / Merhaba ey insanlık / Merhaba merhaba " (Merhaba/Mesut Özkan)

Muhammed İkbal'in deyişiyle "Aynı gökte uçarlar ama, kuzgunun dünyası başka, şahinin dünyası başkadır." Ne yazık ki nasibi olmayanlar bilemiyor, anlayamıyorlar bu çağrıyı. Keşke bilselerdi...

Anlayabilselerdi başlarını kaldırıp yeniden yeniden yürüyebilirlerdi hayata. Duyabilselerdi o sesi işte o zaman gerçek sevgiye de anlam vermiş olurlardı. "Yaşamının anlamı ne ? Sebepsiz mi doğuşun, yaşadıkların ? Mutluluk mu arıyorsun ? O halde yaratılış amacına odaklan !"

"Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi alem / Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem…"(Mehmet Akif Ersoy)

Doğru cevapları bulabilmek için doğru soruları sormalı. Ne diyor Veysel: "Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm aynı zamanda / İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece" (Aşık Veysel)

O zaman söyleyin bana "Yol mudur insanı yola getiren, yoksa insan mıdır yola gelen? Yol mudur insanı girdiği yolda tutan, yoksa insan mıdır yolda kalmaya karar veren? O halde yol mudur insan için var edilen, yoksa insan mıdır yol için var edilen? Amaç sadece yola girmek ve yolda olmak mıdır, yoksa bu yolla asıl ulaşılması gereken yere ulaşmak mıdır?"

Bakın bizim Yunus ne diyor ötelerden: "Yol odur ki doğru vara / Göz odur ki Hak'kı göre" Öyleyse sen sen ol "Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" (Bâki)

Acaba, yaratılış amacıyla mutlu olmak arasında nasıl bir bağlantı var ? Hem mutlu olmak hem de ebedi kurtuluş mümkün mü ?

Mutluluk öyle bir şey ki kişiden kişiye değişiyor. Kimine göre sağlık, kimine göre sevgi. Bazen bir gülümseme, bir kaç tatlı sözcük. Hatta evlat sahibi olmak, mürüvvet görmek, torun sevmek de mutluluk sebebi. 

Demek mutluluğun belli bir tarifi yok. Neden ? Çünkü mutluluk insanın içinde. Kimimiz farkındayız, kimimiz hala arıyoruz. En tuhafı çok zaman ne aradığımızın bile farkında olmamamız. Belki mutluyuz da haberimiz yok.

"Şimdi durup dururken kendimi neden daha iyi hissedeyim ki ?’’ demeyin. Her zaman her halin daha iyisi ve daha kötüsü vardır. Önemli olan, mevcut şartlarda mutlu olabilmek öyle değil mi ? 

İsterseniz şöyle bir geriye bakıp düşünelim ve aklımıza güzel anılarımızı getirelim. Nedense hatırıma Nida Ateş'in buğulu sesinden bir türkü düştü: "Ömür Bahçasının Gülü Solmadan / Uyan Gel Gözlerim Gafletten Uyan / Ecel Bir Gün Bize Haydı Demeden / Uyan Gel Gözlerim Gafletten Uyan" (Sivas Divriği/ Aşık Ali Metin )

Evet, doğru; pek çok güzel anı var belleğimizde. Ama geçmişle mutlu olmak nerde görülmüş. Anılar geride kalan zamanı hatırlatmaktan başka işe yaramıyor. Ağır ağır çıktığımız ömür merdivenlerini. Şair bu hali ne de güzel tasvir etmiş: "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak" (Ahmet Haşim)

Hüzünlü değil mi ? Peki bir de ’’En önemli an şu an, En önemli yer burası, En önemli kişi de yakınımdaki" diye düşünsek. Ne geçmiş, ne de yarın için ömür tüketmesek. Yüzümüzde gülümseme, içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarsak. Şayet böyle mutluluğu hissedebiliyorsak, o zaman onu bir serap gibi kaybolmadan içimize sindirebilsek. 

Kovabilsek içimizdeki kasaveti, olumsuz her şeyi. Unutmasak sadece bir hayatımız var ve tekrarı olmayacak. Anlayabilsek, bugün olmazsa o mutlu yarınlar hiç gelmeyecek. Hayalle, hep yarınları bekleyerek geçip gidecek bu güzelim günler. Fark edemeyeceğiz o "hiçbir hayale sığmayacak gerçeği". 

"Her gün yüzlerce hayal kurarsın / ve hiç biri gerçek olmaz; /ama bir gün bir gerçek yaşarsın / hiçbir hayale sığmaz…" (Paul Auster)

Demek bir yanda hüzün, bir yanda hayal olacak. Korkacağız ama umudumuz da olacak. Hayat böyle. Tek kanatla uçulabilir mi ? Gam da olacak, kasavet te. Sevinç de olacak coşku da. Mutsuzluk olmasa mutluluğu anlayabilir miydik söyleyin. 

"Bu dünyanın ötesini / Gördüm diyen yalan söyler / Baştan uca sefâsını / Sürdüm diyen yalan söyler " (Hataî) 

O halde mutluluğu dahi dışarda aramamalı. İçimize bakmalı. Bu daha kolay. Mesela her sabah penceremizi “Hayyalel Felah” sedasına açmakla başlayabiliriz. Mesela beş vakit “Haydin Kurtuluşa” çağrısına kulak verebiliriz. Yani 3 Şubat 1932’de Kadir gecesinde Ayasofya Camii’nden okunan Türkçe ezanda bile tercüme edilemeden bırakılan "Hayyalel felah!" sedasına. 

Yarın sabah inşallah derin bir nefes alalım ve ‘’bu sabah da kutlu bir çağrıyla uyandırıldım. Ne mutlu ki bana bugünü yaşamak lütfedildi’’ diye düşünelim. Geçmişin güzel anıları aklımızda, geleceğimizin umutları kalbimizde, yüzümüzde bir gülümseme, şükredelim. Hem mutluluk yoluna, hem de ebedi kurtuluşa giden yola çıktık demektir.


Kişi kendisi için istediğini sevdikleriyle de paylaşmalı. Bağışlayın, ben de düşüncelerimi paylaştım işte. Merhaba !..

091 12 Kasım 2013 Salı 18:30:00 ANKARA HASTALIKLARI.................Altın pencereli ev

Altın pencereli ev


Ankara'yı düşününce hep aklıma Orhan Veli'ye ait şu dize gelir:

"Gemliğe doğru / denizi göreceksin; sakın şaşırma"

Bursa'dan İstanbul yönüne gidenler bilir. Gemliğe doğru yolculuk ederken yeşil, güzel bir tabiatın içinden geçersiniz. 

Anadolunun bu manzaralarına alışıksınızdır. Uzayan, kıvrılan yollar farklı değildir diğerlerinden. Engürücük köyünü geçtikten sonra hafif bir tepeyi tırmanırken koca bir tabelada bu sözü görür yine de ayamazsınız. Tepeyi aşıp birdenbire denizle karşılaşınca da "aaa! deniz! " dersiniz herkes gibi. Sanki boyut değiştirmiş gibi olursunuz. Artık Gemlik körfezi alabildiğince gözlerinizin önünde, ayaklarınızın altındadır. 

Ankara da dışardan bakan için çok farklı görünür. Bildiğinizi sanırsınız, nihayet her yol oraya çıkmaktadır. Belki de "Bekle beni Ankara !" rüyası içindesinizdir. İşte böyle yoldaki işaretler bile sizi uyandıramamıştır. İster bürokrat olun, ister politikacı, oraya yaklaşan daima finişe doğru son deparını atan sporcu gibidir. Bir sürü uğraşmış, mücadele vermiş, para ve enerji harcamış ama artık yolun sonuna gelmiştir. Nihayet şu tepeyi aşınca denizi görecektir. Neye şaşırsın ki ? Aklı fikri oraya varmaktır. Son bir gayretle canını dişine takar ve o son yokuşu tırmanmaya koyulur. İçinde coşkulu bir sevinç, içi içine sığmaz; kazanacaktır.

İşte Ankara ! Yüksek binalar, bakanlıklar, insanlar, arabalar...Ankara kalesi, Eski meclis, Ulus, Sıhhıye. Heryerden görülebilen adeta bulutlar içinde Kocatepe. Karşısında bir tepede Anıtkabir. Şehrin ortası Kızılay ve bir zamanların gökdelen binası. Ve işte Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi. Aynı Gemlik körfezindeki deniz gibi. Her şey ne kadar güzel, ne kadar etkileyici değil mi ?

Ankara'nın ertesi sabahı ve günleri birbiri ardınca akar. Etrafınızda birbirinden şık, traşlı takım elbiseli beyler, bakımlı hanımlar yoğun bir koşuşturmaca içinde. "Günaydın, selamlar, nasılsınız sayın….Teşekkür ederim sayın…,siz ? İyi günler dilerim" nakarat halinde. Caddelerde, bakanlık koridorlarında, görkemli makam odaları önünde yığın yığın insan.

Memur şehri derler ya Ankara için öyledir, hissettirir kendini. Tabi ki Keçiören, Ulus, Mamak öyle değildir ama Kızılay'da yürüyorsanız etrafınızda gördüğünüz herkesi öğle tatilinde yürüyüşe çıkmış memur zannedebilirsiniz. 
….
Artık siz de Ankara'da yaşıyor, Ankara'yı biliyorsunuz. Nedense sihir kaybolmuş, makyaj akmış gibi. Gördüğünüz yüksek binalar içinde küçük küçük odalar, oralarda yaşayan birilerini tanıdınız. Büyük binalar içinde ezilen kaybolan insanlar gördünüz. Kapalı kapılar ardından kulağınıza kadar gelen sesler sanki sizi şaşırttı. Nasıl diyorlar, "bizans entrikası" mıydı ? Nedir bu harıl harıl kaynayan kulis kazanları. Çalan her telefon, yapılan konuşmalar sanki hep aynı gibi. "Kim nereye gelecek.., beyefendi saygılar sunarım..., ne demek abi emrin olur..., estağfurullah ricamız olur…, o filancaymış, feşmekanın adamıymış zaten…" 

Kulağınızı tıkasanız da duyuyorsunuz. Bu sesler adeta beyninizde dönüp duruyor, kurtulamıyorsunuz. Sanki hep birlikte bir Ankara marotonu koşuluyor da duyduğunuz, gördüğünüz şeyler o yarıştan. Atılan çelmelerden gelen kemik kırılma sesleri, tokur tokur bir yerlere yığılmalar, ayak oyunları, vücut çalımları, bir tarafta kahkahalar öbür yanda yenilen kazıklardan göğe yükselen ahlar. 

Daha geçen gün bir hastaneye gittim. Şehrin her yerinden görülebilen görkemli bir üniversite binası. Yanına gidip içine girince göründüğünden daha da büyük olduğunu anlıyorsunuz. Bölümler, katlar, koridorlar o kadar çok ki. İnsanlar banko önlerine yığılmışlar, koridorlar insan seli bir o yana bir bu yana akıyor adeta. Asansörler var, ama nedense kullanamıyorsunuz. Mecburen merdivenlerden bilmem kaç kat, sonra bir koridor, tekrar merdiven. Labirent gibi uzun, dönen, kıvrılan bitmeyen koridorlardan geçip nihayet aradığım yeri bulabildim. Ameliyat olacak bir hastam var ve kan vereceğim. 

Tarifle geldiğim küçük bir bankonun önünde baktım ki oda yığılı insanla dolu. Bırakın hoşgeldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim hayalini, herhangi bir açıklama, bir yönlendirme bile yok. Bankonun arkasında bir bayan var, bilgisayarına gömülmüş. İnsanlar da onun önüne doluşmuş, ister istemez ben de o noktaya yöneldim. Hanımefendi nihayet "Buyrun" der gibi sert bir ifadeyle yüzüme baktı."Kan verecektim de.."diyebildim ürkek bir sesle. "Form yok" dedi, "bekleyin." Bu kadar. Neden yok, ne kadar bekleyeceğim belirsiz. Bu sorular kafamda bir kenara çekildim. Gözüm orada. Etrafıma baktım aynı yerde iki küçük oda ve önünde bekleşen insanlar var. Orası ne, kapalı kapının arkasında ne var, niçin bekliyorlar ? Yine cevapsız bir sürü soru. 

Bir müddet sonra anladım ki form dolduranlar oradaki görevlilerin kontrolünden geçiyorlar. Kan vermeye uygun olanlar elleri kan malzemeleri dolu olarak odadan çıkıyor. Bu kez de içeriye doğru kıvrılan bir koridordan başka bir salona gönderiliyorlar. Hem önümde hem de orada yığılma var. Birisi, sanırım başhemşire gibi, bekleşen insanlara çıkışıyor "Lüfen burada bekleyip yolu kapatmayalım." İnsanlar yol veriyorlar, arkasından yine toplaşmalar oluyor çaresiz. 

Yapacak bir şey yok, etrafımı gözlemliyorum. Zaten beklemek yeterince can sıkıcı, birde kafamdan geçenler: "Neden ? Odanın birisinde niye görevli yok ? Form nasıl olmaz ?" İçimdeki sorular da böyle birbiri üstüne yığılıyor. Bu arada görevli çekmecesinden boş form çıkarıyor, kapışıyoruz. Sinirliyim ama bu halimize de gülesim geliyor. Form, uzun bir liste, doldurmaya odaklanıyorum. Öbür yandan da görevli ile hayali bir atışma içindeyim. "Yok dediniz ama varmış, neden ? Verseydiniz de beklediğimiz zamanı form doldurmakta kullansaydık ya. Sonra neden burada bir sıra sistemi yok ? İnsanların birbiri üstünde beklemesi hoşunuza mı gidiyor ?" 

Benim kadar sabırlı olamayanlar da var tabi ki. İkide bir gelip geçerken "Lütfen burayı boşaltın, yolu kapatıyorsunuz" diye söylenen bayana birisi patlıyor: "Bizi buraya yığan sizziniz, neden burada görevli yok ?" Eliyle boş ikinci odayı gösteriyor. Kadın celalleniyor "İzinli olamaz mı yani ?" Adam da ısrarlı "İzinliyse yerine başka görevli verin." Tartışma iyice kızışıyor: "İşimizi nasıl yapacağımıza siz karışamazsınız. Hastalanmış rapor almış." "geçmiş olsun, başka görevliniz yoksa siz oturun o zaman. Bu insanları böyle bekletmeye hakkınız yok." Kadın bakıyor ki karşısındaki gittikçe dikleniyor, olay büyüyecek, "sizinle muhatap olacak değilim" diye sesini yükseltiyor ve kaçarcasına kayboluyor oradan.

Formu veriyorum, görevli biraz tırsmış gibi, eli çabuklaşıyor. Bilgisayarda birkaç tık tıktan sonra yine bekleyin diyor, sizi çağıracaklar. Biraz sonra hem banko görevlisinin yanına hem de boş odaya birer bayan daha gelip oturuyor. Kadınların suratı beş karış, her ne olduysa bundan hiç hoşlanmamışa benziyorlar. 

Yine bilgisayarda birkaç tık tık, sonra tansiyonumuz ölçülüyor. Nihayet sert bir şekilde elimize torbalar tutuşturulup gönderiliyoruz kan verme salonuna. Böylece o kapalı odaların ne işe yaradığını da öğrenmiş oluyoruz. Tabi orada da bir yığılma var, karşılıklı sekiz koltuk kalkanların yerine sırası gelenler yatırılıyor. Neyse ki bana bakan sağlık görevlisi nazik biriymiş, güzel konuşuyor canımı da acıtmıyor. Yaklaşık yarım saat hem kan veriyorum hem de etrafımı gözlemliyorum. 

Arada bayılacak gibi olanlar, burnu kanayanlar oluyor. Toplaşıp gereken yapılıyor. Ama bunun dışında muhabbetleri sıradan şeyler. Geçen gün üşümüşler, birinin çocuğu hastaymış, nöbetleri oluyormuş bazen, ad vermeden şifreli birilerini çekiştiriyorlar. Bu arada torbam doluyor, iğneyi kolundan çıkarıyorlar ve biraz daha dinleniyorum. Elime bir meyve suyu bir de kek verip kaldırıyorlar. Bol sıvı tüketmeli, uzun boylu ayakta kalmamalıymışım. 

Çıkarken demin beklediğim odada kalabalığın azaldığını görüyorum. Demek ki dört kişi çalışınca durum normale dönüyormuş. Koridora dönüp en kısa yoldan binadan çıkıyorum. Biraz başım dönüyor, dışarda bir bank bulup oturuyorum. Etrafımda sigara içen görevliler var, yanlarına çay da almışlar muhabbet ediyorlar. İçerde olanlar aklıma geliyor, gülümsüyorum ama orada durup muhabbetlerini dinlemek de içimden gelmiyor. Daha fazla sinirlenmek istemiyorum. Yolumun üzerinde bir park var, orada dinlenirim.

Parka kadar yürüyünce yeniden başım dönüyor, hemen bir banka oturuyorum. Böyle olmayacak, yarım saat kadar burada dinlenmeliyim. Eskiden böyle olmazdım ama demek ki yaşlanmışım. Akşam saati, gelip geçen çok. Trafik gürültüsü uğultu halinde. Sıhhıye Ankara'nın göbeği, 1990'lı yıllara kadar buralar duman altıydı. İnsanlar hava kirliliği nedeniyle maske takmadan gezemezlerdi. Şimdi öyle bir şey yok, ama trafik gürültüsü hep var. Bir bakıma şehrin fon müziği gibi. Seyyar çaycıdan bir bardak çay ve ılık su alıyor, gözlerim etrafta düşüncelerim Ankara üzerinde dalıp gidiyorum.

Ey Ankara ! sen neden böylesin ? Bu muhteşem binaları, hastaneleri insanlar için yapıyorsun, ama o insanlar buralarda yine de eziyet çekiyorlar. Bu modern beton mağaralar kapısı kapalı odalarda yaşayan görevliler için mi ? Memur olmayı, devlette çalışmayı hep kendine yontan bu zihniyet neden değişmiyor ? Devletin imkanlarını sadece kendisi için sanan ben merkezci bu anlayış ne zaman adam olacak ? Sabah kapısı kapalı odalarına girip, sıkıştırılmadıkça da oralardan günyüzüne çıkmayan bu görevliler diğer insanları nasıl görüyorlar ? Kim kimin için var acaba ? Bu arada vatandaş memnuniyeti nerede kaldı ?

Hastane ya da adliye koridorları, emniyet, valilik, kaymakamlık hiç fark etmez. Adlarının Adalet sarayı, Hükümet konağı, belediye sarayı olduğuna bakmayın. Bina dediğin betondan, demirden, granit karolardan ibaret. İçine bakmalı, hem başına hem de ayağına. Görevlileri nasıl ? İnsan değilse ha taş ha adam ne fark eder ki. Onlar yerine göre meslek kibiri, yerine göre kurum enaniyeti, hatta devleti öne süren önemi kendinden menkul "memur" larsa yapacak pek bir şey yok. Bunların hemen hemen hepsi vatandaşı adeta "sen nerden çıktın, niye geldin, biz böyle iyiydik" tavrıyla karşılarlar.  

Büyük binaların var Ankara. Geniş mermer salonların, granit koridorların var, her yerin ışıl ışıl. Hatta binaların geceleri de göz alıcı renklerle donanmış. Ancak insanlığın kapalı kapıların ardında kaybolmuş. Sanki karanlık basmış içini. Ankara'nın, yollarının, binalarının mimarlarını bilirim, ama bu tarafının, hangi düşüncenin eseri olduğunu hala öğrenemedim?

Birden ürperdim, içimde bir şeyler koptu, üşüdüm, geldiğim yeri özledim sanki. Burası hayal ettiğimden çok farklıymış dedim içimden. Yine de kafamda cevap bulmayan o kadar çok soru vardı ki. "Ama nasıl olur ? Neden ? Farkında olmadan başka bir boyuta mı geçtik ?.." Kalktım sıcak evime doğru, yani yine Ankara'nın hayhuyuna, kalabalığına doğru karıştım gittim.

Bir zamanlar ilkokulda bir hikaye okumuştuk. Her akşam günbatımını izleyen küçük bir çocuk, karşı tepelerdeki bir evin pencerelerine bakarmış. Çünkü o evin pencereleri altın gibi parlıyormuş. Çocuk böyle altın pencereleri olan bir evde yaşayan insanların çok zengin ve mutlu olduklarını düşünmüş. Merak içinde bir akşam yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş sonunda karşıdaki tepeye ulaşmış. Eve ulaşınca bir de ne görsün! Evin pencereleri altından değil, sıradan pencereler. Şaşkınlık içinde oturup karşıya bakmış. Şimdi de karşı tepedeki kendi evinin pencereleri altın gibi parlıyormuş...Demek ki asıl altın pencereli ev kendi eviymiş. 

Hikayenin sonunda çocuk, pencerelerin altın olmadığını, sadece güneşin camdaki yansıması olduğunu anlamış mıdır bilmiyorum. Ama bu hikaye bana; gelişmenin, çağdaşlığın, refahın ve mutluluğun büyük binalarda, modern teknolojilerde ve iktidar gücünde değil "insanlıkta" olduğunu hatırlatıyor.


Ankara şu ana kadar bunu anlamış gözükmüyor. Böyle olduğu sürece de burada "denizi gören herkes şaşırmaya devam edecek".

090 06 Kasım 2013 Çarşamba 08:00:00 ESKİMEYEN KELİMELER......Ehliyet / Liyakat / Kariyer / Adalet

Ehliyet


Sözlükte "yetki; elverişli, lâyık ve yeterli olmak" anlamlarına gelen ehliyet; bir iş ve konuda ehil olma, yeterlilik ve onu yapabilecek kapasiteye sahiplik manalarına gelmektedir.
Sürücü belgesi olarak kullandığımız belgeye de “ehliyet” denilmesi tesadüf değildir.
İster devlet yönetiminde, isterseniz herhangi bir kurumun idaresinde liyakat ve ehliyete riayet edilmiyorsa, adalet, hak ve hukuk gibi temel ahlaki değerlere riayet edilmiyorsa orada itimat sarsılır. 

Güvenin sarsıldığı yerde de verimlilik düşer. Güvene dayalı olmayan bir kurumun temelleri sarsılıyor demektir. Göz boyama ve kuru reklâm ile bir yere varılamaz. Çünkü insanları sürekli kandırmak mümkün değildir.

Kriterlerin adamına göre uygulandığı, çifte standartların hüküm sürdüğü kurumların yöneticileri bilmelidirler ki neticede kaybedenler, mağdur edilen fertlerden ziyade küçük hesaplar peşindeki kurum ve toplumlardır.

Ehliyet, fıkıh terimi olarak, kişinin dinî ve hukukî hükümlere muhatap olmaya elverişli oluşunu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, insanların leh ve aleyhindeki hak ve sorumluluklara muhatap olabilmesi halidir. İnsanın bu hitaba ehil ve muhatap oluşu da, akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunmasıyladır.

Bu anlamda ehliyet; kişinin haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve borçlanmaya elverişliliği demek olduğundan, cenin safhasından itibaren aklî ve bedenî gelişimine paralel olarak parça parça kazanılır ve rüşt ile tamamlanır. Kişinin aklî ve bedenî gelişimine uygun olarak, önce lehindeki haklara, sonra aleyhindeki haklara sahip olur, daha sonra bazı muamele ve tasarruflarının sahih olmasına; en son olarak da hukukî ve cezaî müeyyide ve mesuliyete ehil hale gelir. 

Hukuk dilinde ehliyet iki ana gruba ayrılır: Vücup ehliyeti, edâ ehliyeti. 

Vücup ehliyeti, haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme ehliyetidir. Bu ehliyet, insanın var olmasıyla gerçekleşir ve ölünceye kadar devam eder. Bu ehliyete zimmet adı da verilmektedir. Vücup ehliyeti ceninde nakıs olarak mevcuttur; ana karnındaki cenin bu ehliyet ile sadece menfaatine olan ve kabule ihtiyaç duymayan miras, vasiyet, vakıfta lehtar olmak gibi bazı hakları kazanır. Sağ olarak doğmasıyla bu ehliyete tamamen sahip olur.

Edâ ehliyeti, muamelat ehliyeti demek olup, kişinin dinî ve hukukî hak ve borçları bizzat kullanmaya ehil oluşunu ifade etmektedir. Bu ehliyetin esasını akıl oluşturmaktadır. Akıl noksan olursa edâ ehliyeti noksan olur, akıl kemale ererse, ehliyet de kamil olur. Akıl bulunmadığı zaman edâ ehliyeti sabit olmaz.


Kaynak : DİB ve muhtelif

---------------

Liyakat


Liyakat'in sözlük karşılığı bir işi yapabilmeye layık olma, işi hakkıyla yapabilme, işin ehli olma olarak açıklanabilir.

Özellikle yönetici atamalarında liyakat ve ehliyet kavramları daha bir önem arz eder, sanki yönetici vasfıymış gibi de algılanır. Aslında her iş için liyakat ve ehliyet şarttır. 

Liyakat birey olarak yapılan işlerde de çok önemlidir, fakat yönetici konumundaki kişiler için olmazsa olmazlardandır. Çünkü yönetici karar veren, yön veren, aldığı kararlarla önemli sonuçlar ortaya çıkaran kişidir.

Bir toplumda sevginin yaygınlaşması, adaletin gerçekleşmesi ve haksız güç kullanımının ortadan kalkması ancak o toplumda yönetimin faziletli insanların elinde [1] bulunmasıyla mümkün olur. Onun için Fârâbî şöyle der: "Bir faziletli insan öldüğü veya öldürüldüğü zaman insanlar ona ağlamasın; asıl onu kaybeden ülke halkına ağlasın!"

Günümüzde herkes kendini her işe ehil görme gibi bir tutum içerisine girmiştir. Kimse ben bu işi yapamam demiyor, “En iyi ben yaparım” diyor. Oysa ki, bunun değerlendirmesini yapacak olanlar işin muhataplarıdır. Özellikle devlet işlerinde muhatap halktır.

Yönetici, çalıştığı kurumun lideridir, lider olma zorunluluğu vardır. Kurumun çalışanlarına rehberlik yapabilecek donanımda iş hakimiyeti lider yöneticiliğin olmazsa olmazlarındandır. Lider yönetici yönettiği kitle karşısında zayıf görünmemelidir. İletişim becerisi ile, problemlere çözüm önerileri ile yönetici net, kararlı ve sonuç odaklı olmalıdır. Lider yönetici yönettiği kitlenin tamamı tarafından kabullenilmelidir.

Kurumların yöneticisi zayıf iradeli, her şeye “evet” diyen, işleri yöneten değil işin yönettiği, hitap ettiği kitle karşısında ne dediği anlaşılmayan karakterde olursa o kurumda işler nasıl yürür? Yöneticinin mesajları net olmalı, çalışanları tarafından “ bilge kişi” olmayı başaracak donanıma sahip olmalıdır.

Ayrıca yönetici özel yaşantısı ile de örnek olmalıdır. Çünkü yönetici kurumun dışa dönük çehresidir. Kurumu tanımayanlar, yöneticiye göre değerlendirmelerde bulunurlar. Yöneticinin özel hayatı toplumun inanç algısına aykırı olmamalı, söyledikleri ile yaptıkları uyum içinde olmalıdır.

Fârâbî, ideal bir devlet adamında [2] bulunması gereken başlıca nitelikleri şöyle sıralar: “Beden sağlığı ve kusursuzluğu, anlama ve kavrama üstünlüğü, güçlü hâfıza, güçlü zekâ, etkili hitâbet, öğrenme sevgisi ve yeteneği, mideye  ve kadına düşkün olmama, doğruluk sevgisi, cömertlik ve ikram sevgisi, gönül zenginliği ve tok gözlülük, adalet sevgisi, azim ve kararlılık.” [3]

Benzer şartlar Gazzâlî tarafından da sıralanmıştır. [4]Ayrıca Gazzâlî'ye göre siyasette liyakat kaygısını en çok duyması gereken kişi, bu görevi üstlenecek olandır. Çünkü siyasî makamda bulunan kimse, kontrolü elinde tutmak ve genel düzeni sağlamak için, başka mesleklerde bulunanlara hâkim olması; insanları, dünya ve âhirette [5] kendilerini mutlu kılacak en doğru yola yöneltmesi gereken insandır. Bu yüzden siyaset mesleği, şerefli olduğu kadar da tehlikelidir.

Kaynak : DİB ve muhtelif
---------------
[1] Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz buyuruyor ki; “ Şüphesiz Allah, emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.(nisa 58)”
[2] Hz. Peygamber, "İş, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekle" (Buhârî, "İlim", 13; "İmâre", 170) buyurmuştur. Bu hadiste "iş" anlamına gelen emr kelimesi, öncelikle devlet işi yani idarî ve siyasî görev olarak düşünülmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de devlet adamları için "ülü'l-emr" (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59). Yukarıdaki hadis, siyasette ehliyetin önemini açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple İslâm bilginleri, eserlerinde siyasî ve idarî görevlere getirilecek kişilerde aranması gereken niteliklere geniş yer vermişlerdir.
[3] el-Medînetü'l-fâzıla, s. 88-90
[4] et-Tibrü'l-mesbûk, s. 53
[5] Nitekim Hz. Peygamber, "On kişi üzerinde bile olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adaleti sayesinde kurtulur veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur!" (Dârimî, "Siyer", 72; Müsned, II, 431; V, 267) buyurmuştur.


Kariyer


Kariyerin sözlük anlamı "bireyin, yaşamının üretken yıllarını kullanarak geliştirdiği ve genelde çalışma hayatının sonuna dek sürdürdüğü iş ya da pozisyon" olarak tanımlanmaktadır. 

Kariyer yapmak; ihtisas yapmak, bir alanda uzmanlaşmaktır. Kariyer, işimizi yaparken koyduğumuz hedefler doğrultusunda deneyim kazanırken, gerekli eğitimleri alıp, mesleki ve bireysel açıdan kendimizi gerçekleştirme sürecimizdir.

Kariyer; hedeflerinizin, yapmak istediklerinizin toplamıdır. iş hayatında, en yakından, en uzak noktaya kadar belirlenen amaçların bütünü kişinin kariyeridir. Kariyer; çalışmalar yanında alıınan eğitimler, kendini kişisel ve mesleki olarak geliştirme sürecinin tamamıdır. Kariyer; sonu olan bir süreç değildir. Tüm iş hayatı boyunca yapılanlar ve planlamalar bu sürece dâhildir.

Kariyer, seçilen bir iş yolunda ilerlemek ve bunun sonucunda daha fazla deney ve yetenek kazanmak, daha fazla sorumluluk üstlenmek, daha fazla saygınlık elde [1] etmektir. Diğer yandan kariyer, kişinin çalışma hayatında, işe ilişkin tecrübeleri, aktivitesi ve hiyerarşik pozisyonunu gösteren bir bileşke anlamını da taşımaktadır. Bireyler bir pozisyonda, yararlı tecrübelerini biriktirirler, daha sonra yeteneklerini geliştirip daha üst bir pozisyona geçerler.

Kariyer planlaması iş hayatına atıldıktan sonra başlamamalıdır. Aksine lise yıllarından itibaren kendine uygun meslek ve üniversiteyi seçip bu yıllarda yapılandırmaya başlanması gereken bir süreçtir. Planlama yapmak, sürecin ilk adımıdır.

Bugün “dün”ün yarınıdır. Bir şeyler yapmak için yarını beklerseniz bugünü harcamış olursunuz. Bugünü harcamak, israf etmek yani çöpe atmak demektir.

Günümüzde yetişkin personel ve nitelikli insan gücünü tutabilmek ciddi bir sorundur. Bugün nitelikli işgücü, ancak gelişmeye açık bir kariyer yönetimi ile tutulabilmektedir. Onun içindir ki, tüm profesyonel organizasyonlar ciddi bir şekilde çalışanları için kariyer programları ve uygulamaları düzenlemektedir.

Genel olarak kariyer planının bireyler için şirketler tarafından yapılacağı beklenir. Ancak şirketlerde yapılan, var olan pozisyonların kariyer planıdır. Kişinin hayalleri, yetenekleri, ilgi alanları, yaşam değerleri ve beklentileri dikkate alınmamaktadır. Bu da kişilerin kendilerini pasif hissetmelerine, yaratıcılıklarının azalmasına ve mutsuz bireyler haline gelmelerine neden olmaktadır. Bunun sonucu da özel ve sosyal yaşama yansımaktadır.

Görev kişinin kendine düşmektedir, kişi kariyer planını kendi yapacaktır. Kariyerimiz yaşam kalitemizin [2] en önemli belirleyicilerinden biridir. Kişisel kariyer planım var diyebilmek bir ayrıcalıktır.

Kaynak : Muhtelif
---------------
[1] Kariyer, günlük yaşamada genellikle sadece “bir iş” olarak algılanabilmektedir. Oysa kariyer sadece olanaklar, ilerleme ve başarılarla ilişkili bir iş veya istihdamı içermez. Bu tip tanımlamalar, kariyere yönelik sadece geleneksel yaklaşımları yansıtmaktadır. Daha az ve geleneksel diğer kariyer tanımlamaları da vardır. Örneğin Arthur vd.’ne göre kariyer, bireyin yaşamı boyunca ardışık iş deneyimleridir. Tanım, “ilerleme “ açısından incelendiğinde “iş” ve “zaman” gibi iki temel boyutu içermektedir.
[2] Kariyer, insanın istek, hedef ve davranışları ile ortaya çıkan, yaşam boyu devam eden iş hayatının itici gücü olmalıdır. Seçimler yapılarak, gelişerek belirlenen bir iş yolculuğunda ilerlemektir. Amaç, başarılı olmak, daha fazla para kazanmak, daha çok sorumluluk üstlenmek, daha fazla statü, güç ve saygınlık elde etmektir.


Adalet


Adalet kavramı sözlükte, insaflı ve doğru olmak, doğru davranmak, eşit olmak, eşit tutmak, her şeye hakkını vermek, düzeltmek, mutedil olmak, her şeyi yerli yerinde yapmak, istikamet ve hakkaniyet anlamlarına gelmektedir.

Dini bir terim olarak Adalet ise; hak yol üzere dosdoğru olmak, dini yükümlülükleri yerine getirmek, davranışlarda ölçülü olmak, insanlarla ilişkilerde hakkaniyete riayet etmek, insafı davranmak, haksızlık etmemek, haklıya hakkını vermek, düzeltmek, her şeyi yerli yerinde yapmak anlamlarına gelir. 

Adaletin zıddı ise zulümdür. Yüce Allah, Kur’an’da; mü’minlerin her konuda adil olmasını emretmektedir. [1]

Peygamberimiz son derece âdil ve insaf sahibiydi. Hayatının her döneminde adalet ve doğruluktan ayrılmamış bu ilkeleri toplumda hakim kılmak için mücadele vermiştir. Onun adaletini yalnız Müslümanlar değil, düşmanları bile kabul etmişti. En zor olaylarda kabileler onun hakemliğine başvurmuşlar ve verdiği kararlarına saygı göstermişlerdir. Peygamberimiz insanlar arasında ayrım yapmaz, eşit davranırdı. [2]  Hayatı boyunca hiç kimseye farklı davranmamış, kuralları ve kanunları herkese eşit uygulamıştır. [3] Ona göre zengin, yoksul, büyük, küçük herkes eşitti.

İslâm dini, hangi durum da olursa olsun, adaletten ayrılmamayı tavsiye [4] eder. Müslim-gayr-i müslim, yabancı-tanıdık ayrımı yapmaksızın adaletin uygulanmasını ister. Hz. Pey gamber (s.a.s.), önceki toplumlardan bazılarının helâkine, zengin-fakir, asil-garib gibi ayrımlarla adaletten ayrılmalarının yol açtığını, bu bakımdan adaletten ayrılmamak gerektiğini belirtmişlerdir. [5]

Adalet, bireysel ve toplumsal hayatta istikrar, güvence ve huzurun ana şartı, ahiret mutluluğunun temel sebebidir. Toplumun mutlu, siyasi, iktisadi ve hukuki bakımdan istikrarlı olabilmesi ve gelişmesi adaletin kurumsallaşmasına, bireysel ve toplumsal bazda yaygınlaşmasına bağlıdır. Bunun için “adalet mülkün temelidir” denilmiştir.

Kaynak : DİB ve muhtelif
---------------
[1] (Mâide, 5/8), yine yüce Allah Kur’an’da: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor!” (Nisa, 4/58) buyurarak adalet ve doğruluğu  öğütlemektedir.
[2] Bedir savaşında alınan esirler arasında Peygamberimizin henüz Müslüman olmayan amcası Abbas da vardı. Esirler fidye vererek esirlikten kurtuluyorlardı. Ensardan bazıları Abbas’ın Peygamberimizin amcası olduğunu öğrenince, onun affedilmesini istemişlerdi. Peygamberimiz: “Hayır öyle bir şey olamaz. Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin bir dirhemi bile afolunmaz.” (Buhârî “Meğazi”, 9) buyurmuştu.
[3] Bir keresinde soylu bir kadın hırsızlık yapmış, kadının yakınları Hz. Peygamber’den cezada indirim yapmasını talep etmişler; bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): “bu suçu kızım Fatıma dahi işlese gereğini yaparım (cezasında bir değişiklik yapmam)”(Buharî, “Hudûd”,12) şeklinde karşılık vermiştir
[4] Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şâhitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun...” (Ni sâ, 4/135) ve “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun...” (Mâide, 5/8)
[5]  Müslim, “Hu dûd”, 2

089 04 Kasım 2013 Pazartesi 09:30 İŞ DOKTORU.............................."...mış gibi" yapmak


"...mış gibi" yapmak

İş hayatında sevmediğim, rahatsız olduğum davranışlardan birisi de isteneni yapıyormuş gibi görünüp, vaziyeti idare etmekti. 

Hiç böyle yapmadım, yapamadım. Ama böyleleriyle çok karşılaştım. Sadece yönetici düzeyinde değil çalışanlar arasında da oldukça yaygın. Kendince akıllıca, ama gerçekte sinsi bir kurnazlık türü bu.

Aslında hepimiz yaşamımızda yerine göre uygun maskeler kullanırız. Aynı insan her durumda aynı hali tavrı göstermez. Mesela arkadaşken başka, sevgiliyken daha başka, baba vaziyetinde çok daha başkadır insan. Çalışma hayatında da öyle. Aynı kişi memurken farklıdır, şef olduğunda, müdür olduğunda daha farklı. Her ne kadar "göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün" dense de, bu tür "rol" kesmeler hayatın bir parçasıdır yani. Hani vardır ya beyaz yalanlar, onun gibi doğal ve zorunlu. 

Zaten bazılarına göre insanlar kendi başrolünü oynadıkları bir tiyatro eserini icra etmiyorlar mı ? Ömürler de böyle. Dünya sahnesinde farklı dekorlarda değişik roller oynayarak geçiyor ömrümüz.

Empati yapmak da "...mış gibi yapmanın" bir çeşidi. Hem kişisel dünyamızda, hem de sosyal hayatımızda çok zaman işe yarar. Kendimizi başkasının yerine koymak, o hal sanki bizim başımıza gelmiş gibi düşünmek daima faydalıdır. Kuşkusuz çalışırken de gelişen farklı senaryolara karşı empati yapmak, daha gerçekçi bir yol tutturmaya yardımcı olur.

Benim anlatmak istediğim "...mış gibi yapmak" iş hayatındaki bukalemunluklar. Vaziyeti idare ederek gerçekte çalışmamayı, adeta yaşam felsefesi haline getirmiş olanlar. Yapıyormuş gibi görünüp, aslında kendi kafasına göre yaşamaya devam edenler.

Çalışma dünyasında olumsuz algılandığı için saman altından su yürüterek yapılıyor bu çeşit işler. Zira neticede olumsuz sonuçları herkesi etkileyen bir davranış biçimi bu. Zaman zaman oynanan masum rollerin ötesinde, hain, hilebaz hatta bazen sahtekarlık düzeyinde olabiliyor. 

Geçmişte yaşanan siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle duruma göre hareket etmeyi adet haline getirmiş çok insan gördüm. Sanki gardroplarında maske kolleksiyonu vardı. Favoriler kısaltıp uzatılır, bıyıklar dil olup konuşurdu. Gelen iktidara, bakana ya da genel müdüre uygun davranış geliştiriliyordu. Bazen roller karışıyor, yanlış zamanda yanlış maskeler komik durumlara da yol açıyordu. Ama olsun. 

“Mış” gibi yapmak; ağlarken gülmeye, kasılarak yürürken birdenbire sürünmeye, korkarken atıp tutmaya ustalıkla geçebilen aktörlerce sürdürülebiliyordu. İçki masalarından abdestli namazlı hallere, sonra da gerdanı devire devire konuşmalara geçilebiliyordu rahatça. Aynı "değiştir" oyunundaki gibi. Şarkıdan şarkıya, türküden arabeske, poptan ilahiye değiştir babam değiştir.

Bu günden geriye baktığımızda şimdi pek komik, belki de traji komik geliyor değil mi bu haller. Ancak zamanın çok sık değişen, istikrarsız, oynak siyası ikliminde "mış gibi yaparak" ayakta kalmak bir maharetti. Bu davranış biçimini hayatının felsefesi haline getirenler için de oldukça normal.

Olumsuz anlamda “mış” gibi yapmanın alanı sadece siyasi iktidarlara uyum sağlamak değil elbette. Çalışırken etrafınıza dikkatlice bakarsanız sayarmış gibi yapan, ot yolarmış gibi davranan, ürünleri değil de ambalajları konuşan pek çok insan görebilirsiniz. En çok çalışan onlardır, yaptıkları şeyler çok önemlidir, hatta şirketi, devleti bile onlar kurtarmaktadır ! Çünkü öyle görünmek istemektedirler. Öyle bilinsin isterler. Maskelerinin altında içi boş bir teneke vardır aslında. O yüzden öne fırlarlar, sesleri herkesten fazla çıkar.

Benim dönemim kamu yönetiminde pek çok yeni yaklaşımın konuşulduğu, uygulanmaya çalışıldığı bir dönem oldu. Çünkü 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya dalgalar halinde ve büyük bir hızla değişti. Türkiye geriden gitti ama o da bu dönüşümlerden nasibini aldı neticede. Sadece siyasal değil, yönetsel, teknik ve mali anlamda da çok keskin farklılıklar yaşandı bu sürede. Elbette insan olarak çalışanlar, yöneticiler de etkilendi bu değişim dönüşümden. 

Devlet baba geleneğinden, hizmetkar devlete dönüşmek zordu mesela. En başta da "dövlet" üfürüğüyle şişirilmiş, büyük (!) makamların, küçük insanları için. Planlama modasının revaçta olduğu yıllar oldu, birbiri ardına barajların, yolların inşa edildiği dönemler. "Böyyük Türkiye !" sloganı geçerliydi. Sonra nasıl olduysa bir "verimlilik, etkinlik" rüzgarı esmeye başladı kamuda. Daha bunda ayamamışken bilgisayar dalgası gelip geçti üstümüzden. Tak, tak daktiloya alışmış parmaklar, tıkır tıkır klavye basmaya başladılar. 

Bu arada bilgisayarı masasının en mutena köşesinde bir vazo gibi, biblo gibi sergileyenler değişimi anlayamadılar. Her yazıda, her raporda tekrarladıkları "etkinlik, verimlilik, rasyonellik" kelimelerinin bir yaşam tarzı olduğunu fark edemediler. Oysa öyleymiş gibi davranıyorlardı. 

Sonuçta ne mi oldu ? Kaybolup gittiler ama, beraberlerinde kurumlarının, hatta ülkenin kaynaklarını, yıllarını da tüketerek. Onlara işaret veren, geliyorum diyen gelecek dank diye geldi sonrakilere. Ama onlar da yeni yeni çağdaş yaklaşımlarla uğraşıyorlardı. Proje yönetimi, Kalite yönetimi, stratejik yönetim, Performans yönetimi…Şaşkına dönmüşlerdi, hangi birisini yapacaklardı ?

En iyisi "...mış gibi yapmaktı". Eskileri tüketen formülü yeniden keşfetmişlerdi; "Evraka, buldum !" Gerçekte buldukları şey yine eskilerin dediği "idare-i maslahat" yada düpedüz "öğrenme, anlama, yapma, idare ediver gitsin" di.

Bir sürü para verdiler, bir sürü insan çalıştı. Sonunda bir kitap çıkardılar adı "Statejik Plan" dı. İçinde anlamadıkları vizyon, misyon, ilkeler, amaç, hedef, performans filan bazı şeyler vardı ama mühim değildi. Önemli olan yasaya uygun bir plan yapmış olmaktı. 

Kalite politikaları astılar duvarlarına. Ama yaptıklarının kaliteyle alakası var mıydı ? Durumları neydi, daha ne yapmaları gerekiyordu ? Bunları merak etmediler. 

Statejik Planı kütüphanelerinin en görünür yerine, boy sırası cicili bicili kitapların arasına koydular, ama okumadılar bile. Onun yerine toplantılarda hazırlanıp ellerine verilen tumturaklı konuşma metinlerini okudular. Konu "Stratejik yönetim" di. Ama içlerinden şöyle geçiyordu; "Şimdi sırası mı, yapılacak daha önemli işlerim var, ilgili birimler bakar nasıl olsa." 

Evet, etrafınıza, altınıza üstünüze yeniden bakın. Ha bire yazılar, raporlar yazan, sunumlar yapan, toplantılara katılan, böylece günün gerisinde kalmayan ama bunların bir tekini bile hayatına geçirememiş o kadar çok insan göreceksiniz ki.

Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir çok şeyi "...mış gibi yapmak" epey bir maharet ister. Tecrübe işidir yani. Herkes beceremez, her mış gibi yapan da izleyenlerde, gerçekten yapıyormuş izlenimi uyandıramaz. 

Bazen düşünürüm, yapmak zorunda oldukları işleri gerçekten inanarak, en iyisini yapmak için gayret gösterselerdi daha mı fazla enerji harcarlardı. En azından böyle yapmak için çaba gösterselerdi daha mı az saygın olurlardı ?

Kuşkusuz mış gibi davranmanın ülke kesesinden geçinmek gibi yanlış bir tarafı var. Etraflarına, kurumlarına, en kötüsü de gençlere zararlı oluyorlar. Ancak, hayatlarını "mış gibi yaparak" geçirenler aslında en fazla kendilerine kötülük etmiyorlar mı? Bir ömür, böyle kuyruklu yalanlar üzerine bina edilebilir mi ?


Mesela gerçek dostları olur mu böylelerinin ? Yoksa, yaşamları hakikatli olmadığı gibi dostları da mı hakikatli olmaz ? Belki dostları da "...mış gibi" yapıyorlardı kim bilir. Kel başa şimşir tarak yani.