Tarım ve hayvancılık(IV)
Bu
hafta da Susurluğun ‘GZFT.09-TARIM
VE HAYVANCILIK’ sektörü alanında karşı karşıya olduğu ‘tehdit’lere
bakarak amaç ve stratejilerimiz istikametinde yeni hedefler belirlemeye
çalışacağız. Bu alanda önümüzdeki dönemde ilçemiz için tehdit oluşturabilecek
önemli bazı riskler var elbette. Bu anlamda karşımıza çıkabilecek ‘Tehdit’ler: ‘THD.09.1-Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma
riski’,’THD.09.2-Sığır ithalatı’,’THD.09.3-Sularda meydana gelen kirlenmeler’,’THD.09.4-Kuraklık’,
‘THD.09.5-Maliyetlerin yüksek olması’,’THD.09.6-Bitki ve hayvan hastalıkları’,’THD.09.7-İnsanları
etkileyen salgın hastalıklar’,’THD.09.8-Satış yapılan piyasalardaki taleplerin
düşmesi’ ve ‘THD.09.9-Çalışacak insan gücünün azalması’ gibi görünüyor.
Gelecekte’AMAÇ.1-BÖLGESİNDE YÜKSELEN, ÖNE ÇIKAN GELİŞMİŞ BİR
SUSURLUK’arzu ediyorsak’StrA.1.3-Cazibe merkezi olma’ stratejik amacımız çerçevesinde ‘Str.1.3.2-Konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını
değerlendirmek’ stratejimizi uygularsak
karşılaşabileceğimiz tehditlerin bazılarından fazla zarar görmeyebiliriz. Bu
tehditlerin en başında Sanayi, enerji ve lojistik yatırımlarının plansız
gerçekleşmesiyle ‘THD.09.1-Tarım
arazilerinin amaç dışı kullanılma riski’ geliyor. Hızlı nüfus artışı ve buna
bağlı olarak yaygınlaşan plansız kentleşme ve sanayileşme tarım arazilerinin
marjinal kullanım sınırlarının daralmasına neden olmuş durumda. Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma
riski günümüzde sadece ilçemiz için değil ülkemiz için de ciddi bir risk.
Ülkemizde sadece 2000-2009 yılları arasında işlenen tarım alanlarında % 7,9
oranında bir azalma olmuş. Verimli tarım topraklarının yenilenemeyen bir kaynak
olduğu halde sanayi, konut, turizm gibi tarım dışı amaçlarla kullanılması tarım
açısından çözümü güç problemler meydana getiriyor. Özellikle meralarda kaçak
yapılaşma ve mera dışı amaçlarla kullanım mera hayvancılığını sona erdirmek
üzere. Bu bakımdan en önemli doğal kaynaklardan biri olan tarım arazilerinin
bilinçli bir şekilde kullanılması sürdürülebilirlik açısından da önemli. Mutlak
tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım
arazileri dışında kalan tarım arazileri; toprak koruma projelerine uyulması
kaydı ile valilikler tarafından tarım dışı kullanımlara tahsis edilebiliyor.
Ancak Tarım dışı amaçlı arazi kullanımı öncelikle marjinal tarım arazileri
içerisinden veya arazi kullanma kabiliyet sınıfı VIII. sınıf olan arazilerden
karşılanıyor. Bu sınıf arazilerden karşılanamaması halinde VII., VI., V., IV.
ve III. sınıf kuru tarım arazilerine bakılıyor. Ancak, bu durumda VII. sınıftan
III. sınıfına doğru bir öncelik sırası gözetilmesi zorunlu. Öte yandan yapısı
itibariyle çoğaltılamaz nitelikte olan tarım arazilerinin amaç dışında
kullanılması yerine temel ihtiyaçların kaynağı olması itibariyle niteliklerinin
iyileştirilerek rasyonel bir şekilde kullanılması sağlanmalı. Bunun için
sürdürülebilir tarım politikaları gerekiyor. Zira tarımsal yapının
etkinleştirilmesi ve tarım sektörünün rekabet edebilirliği sektörün doğal
kaynakları olan toprak, su ve bitki örtüsünün sürdürülebilirliği çerçevesinde
korunması ile mümkün. Bu arada Beş Yıllık Kalkınma Planları çerçevesinde
tarımsal üretimin ana kaynağı olan tarım arazilerinin verimli bir şekilde
kullanımına yönelik önlemler almak da şart. Ama öncelikle ‘HDF.1.3.2.31-Tarım arazilerinin amaç dışı
kullanılma riskine karşı daima fayda-zarar dengesini gözetmek’ gerekiyor. Bu özen gelecek yatırımları seçme
ve yönlendirme şansımızı arttırırken, bizi olumsuz etkileyebilecek tercihlerin
de önüne geçebilir. Kaldı ki ‘Bozulmamış doğal çevre’ değerlerimiz ve ‘çevre
duyarlığımız’ da bizi bu süreçte yalnız
bırakmayacaktır.

Öte
yandan bazı tehditler ‘AMAÇ.2-KALKINMAYI
BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK’’ için ‘StrA.2.1-Değerlere dayanmak’ stratejik amacımız ve ‘Str.2.1.1-Daha fazla değer üretme, Daha adil
paylaşma ve Değerleri koruyup geliştirme’ stratejimizle ilişkili. Örneğin ‘THD.09.9-Çalışacak insan gücünün azalması’ böyle bir tehdit.
Günümüzde çiftçiler sosyal ve ekonomik gerekçeler ile tarımsal faaliyetten
giderek uzaklaşıyorlar. Tarım ve Orman Bakanlığı, üretim planlaması ile
tarımsal ürünlerdeki arz-talep dengesini sağlamak ve diğer tarımsal
iyileştirmeleri gerçekleştirmek için belirlenen bütçe çerçevesinde çeşitli
destekleme araçları ile üreticileri yönlendiriyor. Ancak tarımsal faaliyeti ek
gelir olarak gören çiftçilerin üretim kararlarında desteklemelerin önemi azalmakta
ve tarımı yönlendirmek güçleşmekte. Çünkü kırsal nüfusun azaltılması yönünde
yarım asırdır sürdürülen politikalar sonuç olarak bu sektörde çalışacak insan gücünün azalmasına yol
açmış bulunuyor. Böyle bir ortamda verimi, üretimi ve çiftçi gelirini artıran
destekleme politikaları son derece değerli olmakla birlikte insan odaklı
politikaların geliştirilmesi de giderek önem kazanmakta. Örneğin bu bağlamda
Tarımda Ziraat mühendislerimizin, Hayvancılıkta da Veteriner hekimlerin sahaya
inmesi ve üretim faaliyeti içinde aktif olarak yer almaları çok çok önemli.
Tarım ilçe Müdürlüğünde çalışan ziraat
mühendisi ve veterinerlerin masada oturup evrak işleriyle uğraşmaları insan
odaklı bir uygulama değil. Aynı zamanda tarım ve hayvancılık sektöründe zayıf
bir yön olarak ortaya çıkıyor. Örneğin Susurluk Gıda Tarım Ve Hayvancılık İlçe
Müdürlüğümüzde; 7 Ziraat Mühendisi, 1 Gıda Mühendisi, 9 Veteriner Hekim, 8
Ziraat Teknisyeni/Teknikeri, 5 Veteriner Sağlık Teknisyeni/Teknikeri, 1 Çevre
Sağlık Teknikeri, 2 İdari Personel ve 3 işçi olmak üzere 36 kişi çalışıyor.
Onların arazilerde, köylerde, çiftçilerle ve hayvancılıkla uğraşan
üreticilerimizle omuz omuza uyum içerisinde çalışması lazım. Evrak işleri
Ziraat odasınca veya düz memurlar eliyle de yapılabilir. Öte yandan çalışacak
insan gücünün azalmakta olduğu bir ortamda çiftçilerimizin ihtiyacı olan ‘bilgi
ve danışmanlık desteği’nin önemi de gün geçtikçe artıyor. Hiç olmazsa tarama
halinde yapılacak bilgilendirme, kurs ve seminerlerle bu görev daha etkin
sürdürülebilir. Bu nedenlerle ‘HDF.2.1.1.05-Üretimde
çalışacak insan gücünün niceliğine değil niteliğinin arttırılmasına odaklanmak’ öncelikli
hedefimiz olmalı. İkinci olarak ‘HDF.2.1.1.06--Çiftçilerimizin
ihtiyacı bilgi ve danışmanlık desteğini en etkin şekilde vermek’ hedefiyle hareket
etmek gerekiyor. Üçüncü olarak da ‘HDF.2.1.1.07-
İlçede görevli Ziraat mühendisi ve veterinerlerden daha verimli yararlanmak’ hedefi insan
odaklı bir üretim faaliyeti için son derece isabetli olur. Böylece niteliğin ve
verimin arttırılması suretiyle üretimde çalışacak insan gücünün azalması
riskine karşı azami ölçüde direnç göstermek mümkün olabilir.
Bazı
tehditler ‘StrA.2.3-Üretkenlik ve
Rekabetçilik’ stratejik amacımız ve ‘Str.2.3.1-Rekabetçiliği benimseme’ stratejimizle ilişkili görünüyor. Örneğin ‘THD.09.2-Sığır ithalatı’,’THD.09.8-Satış
yapılan piyasalardaki taleplerin düşmesi’ böyle tehditler. Türkiye canlı
hayvan ithalatına 2010 yılında başladı. 2008'de çiğ süt fiyatının düşürülmesi
sonucunda başlayan kriz nedeniyle 1 milyon baş süt ineği kesildi. Hayvan
varlığının azalması nedeniyle 2009'da kırmızı et fiyatının yükselmesi ile
sütteki kriz kırmızı ette de yaşanmaya başlandı. Hükümet, krizi önlemek ve et
fiyatını düşürmek için ithalata kapıları açtı. Aynı zamanda sıfır faizli kredi
vererek yeni işletmelerin kurulmasını teşvik etti. Fakat içerde hayvan olmadığı
için verilen kredi ve desteklerle hayvan ithal edildi. 2010'da başlayan ithalat
özellikle 2011 ve 2012'de çok yoğun olarak devam etti. 2017 programındaki
verilere göre, Türkiye, 2011'de 470 bin796 baş canlı sığır ithalatı yaptı.
2012'de 471 bin 571 baş, 2013'te 193 bin 807 baş sığır ithal edildi. 2014'te
ithalatta ciddi bir düşüş oldu. Sığır
ithalatı 49 bin 714 başa geriledi. Fakat 2015'te ithalat tekrar arttı ve
202 bin 789 başa ulaştı. Türkiye'nin sığır ithalatı 2016'da 400 bin baş,
2017'de 490 bin baş dolayında tahmin edilmişti. Et ve Süt Kurumu’nun 2019
Sektör Değerlendirme Raporuna göre, 2018 yılında 55 bin 752 ton kırmızı et
ithal eden Türkiye, 2019'da 765 bin 768 baş canlı hayvan ve 5 bin 36 ton
kırmızı et ithalatı yaptı. Yapılan kırmızı et ithalatının tamamı büyükbaş hayvan
eti. Küçükbaş hayvan eti ithalatı 2019’da hiç yapılmadı. Hayvan ithalatında en
dikkat çekici gelişme ise damızlık ve kasaplık hayvan ithalatındaki düşüş. 2018
yılında 116 bin baş damızlık sığır ithal edilirken 2019’da damızlık büyükbaş
hayvan ithalatı yüzde 85,8 oranında düşüşle 16 bin 426 baş oldu. Kasaplık sığır
ithalatı ise 2018 yılına göre yüzde 94,8 oranında azalarak 132 bin 844 baştan,
6 bin 863 başa düştü. Aynı dönemde damızlık küçükbaş hayvan ithalatı ise 185
bin 610 baştan 77 bin 867 başa geriledi. 2018’de 239 bin 897 damızlık olmayan
küçükbaş hayvan ithalatı yapılırken, 2019’da damızlık olmayan küçükbaş hayvan
ithalatı hiç yapılmadı. Buna göre canlı hayvan ve kırmızı et ithalatında düşüş
var. Ancak, buna rağmen ithalat yüksek. 2018’de ithalattaki patlama dikkate
alındığında biraz frene basıldığında ithalat düştü. Geçen yıla göre ithalatın
düşmesi yanıltıcı olmamalı. 2019’daki canlı hayvan ve kırmızı et ithalatına 710
milyon 202 bin dolar ödenmiş. Buna karşılık yapılan ihracat sadece 35 milyon
144 bin dolar. Bu tabloda bazı çarpıklıklar var. Zaman zaman artan Sığır
ithalatı yerli hayvancılığımız için önemli bir tehdit. İthalatla hayvancılık
üretiminde kalite ve üretim yeterliliğinin sağlanmasının amaçlandığı ifade
ediliyor. Oysa ithalat hayvancılığı desteklemekten çok fiyat istikrarına
yarıyor. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel daha doğru politikalarla
değerlendirildiği taktirde ithalat tamamen sıfırlanabilir ve ihracatta büyük
artış sağlanabilir. Örneğin İthalata ödenen 710 milyon dolar yerli besiciye,
üreticiye verilse; Türkiye hem kendine yeterli ülke olur hem de 1980 öncesi
olduğu gibi, Ortadoğu’nun kırmızı et ve canlı hayvan tedarikçisi olabilir.
Aslında temel çözüm üretimi güçlendirmekten geçiyor. O halde, ‘HDF.2.3.1.18-Sığır ithalatı riskine karşı bilinçli
işletmeler, rasyonel destekleme kullanımı, daha verimli üretim ve rekabetçi bir
anlayışla güçlenmek’ daha isabetli bir yol. Bu hedef aynı zamanda
ithalata karşı yerel düzeyde bir direnç de oluşturacaktır.
Tarım
ve Hayvancılık sektöründe de zaman zaman konjonktürel olarak Satış yapılan piyasalardaki taleplerin
düşmesi yaşanabiliyor. Bu tip geçici durumlara karşı dayanıklı olmak,
rekabet ortamında ayakta kalabilmek güçlü bir regülasyonla mümkün. Ancak bu
önlemi sadece zaten kırılgan bir sektöre yüklemek de haksızlık olur. Çünkü bu
noktada sermayesi güçlü, daha kurumsal yapılara ihtiyaç var. Örneğin ürünlerin
sağlıkla saklanabileceği lisanslı depolar, işleme paketleme tesisleri, soğuk
hava depoları ve entegre tesisler gibi kurumsal yapılar işin içine girmeli.
Ancak bunlar da başlı başına yatırım konusu; Lojistik, tarım ve hayvancılık ürünlerine
dayalı sanayi ve ticaret sektörleriyle ilgili tesisler. O halde ‘HDF.2.3.1.19-Piyasalardaki talep dalgalanmalarına
karşı; destekleme, sigorta, sanayi, ticaret ve lojistik hizmetleriyle
entegrasyona gitmek’ hedefiyle hareket etmek çok yararlı olabilir.
‘THD.09.4-Kuraklık’,’Pahalı sulama’,’THD.09.6-Bitki ve hayvan hastalıkları’,’THD.09.7-İnsanları
etkileyen salgın hastalıklar’,’Seçilen büyükbaş hayvan ırkı konusundaki
sorunlar’,’Meraların değerini bilmemek ve bu meralardan yeteri kadar
yararlanamamak’ gibi tehditlere karşı ‘StrA.2.4-Özgün, ileri ve Güçlü olmak’ stratejik amacımız
ve ‘Str.2.4.1-Özgün bir model
ortaya koyma’ stratejimizle mücadele edebiliriz. Örneğin
suya artık bir mücevher gözüyle bakmamız lazım. Çünkü artık su kısıtı yaşayan
ülkeler arasındayız ancak yarın kuraklık yaşayan ülkeler arasına girebiliriz.
Bu nedenle tasarruf, verimli kullanım gibi önlemlerin sadece evlerde, iş
yerlerinde değil, tarım ve hayvancılıkta da alınması gerekiyor. Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklıktan daha
farklı. Çünkü tarımsal üretimde yağışların bitki büyüme dönemlerine göre
düzenli düşmesi gerekir. Kök bölgesinde yağışın istenen oranda bulunması
gerekir. Bu olmazsa tarımsal kuraklık var demek. Tarım sektöründe olanlar ve
çiftçilerimiz bunu en çok hissedenler. 10 yıl önce, 20 yıl önce 1 Ekim'de
tarlaya tohum atılırken, son yıllarda 15 gün sonra, belki bir ay sonra
ekilebiliyor. Çünkü yağışlar artık 15 günlük, 20 günlük ya da bir aylık
gecikmelerle düşüyor. Öte yandan Türkiye yağış azlığı olan bir ülke ama yeraltı
su potansiyeli açısından baktığımızda bunu depolayan doğal sistemler mevcut.
Meselâ Konya ili yarı kurak bir bölge olmasına rağmen yeraltı su potansiyeli
ile sulu tarım yapılan kapalı bir havza. Bu rezervler şimdiye kadar
depolanmıyordu. Ancak Tarım ve Orman Bakanlığının Kuraklık Eylem Planı'na göre,
2023 yılına kadar 150 yeraltı barajı yapılması öngörülüyor. Su sıkıntısı yaşanmaması
için yatırımlar kadar tasarruf da önemli. Bu eylem planı suyun daha tasarruflu
kullanılmasına da yardımcı olacak. Damla sulamanın yaygınlaştırılması da etkin
tasarruf yöntemlerinden biri. Böylece yüzde 40 tasarruf sağlanacak ve kurak
bölgelerin tarıma kazandırılması da mümkün olacak. İlçemiz genelde sulu tarım
yapılan bir havzada yer alıyor. Ancak bu hiç kuraklık olmayacak da demek değil.
Bu sebeple öncelikle suyu israf eden, toprağı verimsizleştiren salma
geleneğinden kesinlikle vazgeçmek gerekiyor. Bu arada geleceğe yönelik ‘HDF.2.4.1.14-Kuraklık tehlikesine karşı
kullanılabilecek yeraltı suyu depolama tesislerini yatırım programına aldırmak’ hedefi tedbirli
davranmak adına çok uygun olur. Ayrıca uygun arazilerde salma su geleneğinden
vazgeçilerek ‘HDF.2.4.1.15-Tarımsal üretimde
damla sulamanın yaygınlaştırılmasını sağlamak’ hedefi hem suyun
tasarruflu kullanımına hem de verimlilik artışına fayda sağlayacaktır.
Gelecekte
tarım ve hayvancılıkta bir başka tehdit de arazilerin yüksek maliyetle sulanmasında
yaşanacak. Pahalı sulama tarımsal
üretim açısından oldukça hassas bir nokta. Ürün maliyetlerinde giderek ağırlığı
artıyor. Susurluk dere havzası sulu tarım açısından mümbit bir alan. Ayrıca
ilçemizin Merkez Sulaması, Çataldağ Göleti, Gürece Sulaması, Söve ve Karapürçek
Göletleri gibi tarımsal sulama tesisleri bulunuyor. Yine de suyun
fiyatlandırılması, toplumun ekonomik, çevresel ve sosyal hedeflerini dengeleyen
bir mekanizma. Bir bakıma suyu israf etmemeyi, verimli ve tasarruflu kullanmayı
güvenceye alıyor. Kuşkusuz su fiyatı ödeme gücünü de dikkate almalı. Fakat
etkin bir sulama yönetimi için gerekli işletme, bakım ve yönetim giderleri kadar
sulanacak alana verilecek suyun miktarı üzerinde de önemle durulması gerekiyor.
Yine genel su dağıtım şebekelerindeki sızıntılar, kaçak ve kayıpların önlenmesi
de şart. Öte yandan bütün önemine karşın suyu doğru kullanmadığımız ve
koruyamadığımız bir gerçek. Kaldı ki sulama suyu fiyatının ucuz olması
bilinçsiz kullanıma ve drenaj sorunlarına da neden olabiliyor. Bu itibarla
öncelikle etkin sulama sistemleri ve yöntemlerinin kullanılması gerekiyor.
Meselâ su azlığı bulunan bölgelerde ısrarla su yoğunluklu ürün yetiştirme
çabasından kaçınılmalı. Yetiştirilecek ürünler ve sulama yöntemleri konusunda
birlik ve çiftçilerin eğitim programlarıyla desteklenmesi tarımsal su
verimliliğini artırabilir. Arıtılmış atık su, gri su ve toplanan yağmur suyu
gibi alternatif su kaynaklarının daha fazla kullanımı teşvik edilebilir.
Maliyetlerin düşürülebilmesi için sulama alanlarının kapalı sisteme alınması
bir başka çözüm yolu. Böylece önemli bir maliyet oluşturan mazot ve elektrik
tüketimi olmadan çiftçilerimiz vanayı açtıklarında tarla ve arazilerini
sulayabilirler. Bu sebeple Tarımsal üretimde ileri ve güçlü olmak için örneğin;
‘HDF.2.4.1.16-Çiftçiye havzaya,
ürüne ve en uygun maliyete göre sulama seçenekleri sağlamak’ şeklinde özgün bir
model ortaya koyabiliriz.
Üretilen
bitki ve hayvanlarda görülen ‘Hastalıklar’ da dikkate alınması gereken
olumsuzluklar. Üretimin temel prensibi, eldeki potansiyelden mümkün olan en
yüksek verimi almak. Ancak üreticilerin ve yetkililerin bütün önlem ve
çabalarına rağmen, hastalık ve zararlıların tarımsal üretimde neden olduğu kaybın
önüne geçilemiyor. Zirai hastalıkların her yıl dünya genelinde verdiği zarar,
toplam üretimin neredeyse %15’ine denk düşüyor. Hastalıklardan kurtulmayı
başaran ürünleri ise bir başka tehlike bekliyor: zararlılar. Tüm dünyada
zararlıların yol açtığı üretim kaybının her yıl %9 ila %21 arasında değiştiği
tahmin ediliyor. Türkiye’de yetiştirilen kültür bitkilerini tehdit eden 500’den
fazla hastalık, bakteri, fungus, virüs ve parazit zararlı bulunuyor. Bunlardan
35-50-tür ekonomik önem taşımaktadır. Bunların toplam tarım üretimine zararı,
yıllık üretimin neredeyse %40’ına ulaşıyor. Bulaşma riskini azaltmak için
ekilebilir arazilerin bir kısmının her yıl nadasa bırakıldığı da hesaba
katılınca, mevcut üretim potansiyelinin önemlice bir kısmından verimli bir şekilde
yararlanılamadığı ortaya çıkıyor. Zirai hastalıklarla mücadelede ilk adım, bazı
zararlı üretim alışkanlıklarının terk edilmesiyle atılabilir. Çünkü
sorgulanmaksızın yüzyıllardır uygulanan bazı yöntemler, aslında büyük kayıplara
ve risklere yol açabiliyor. Örneğin dallara vurarak meyve toplama, dallarda
yaralar açarak hastalık bulaşma riskini artırıyor. Dolayısıyla bazen basit bir
anlayış değişikliği, mesela münavebe yöntemi ya da değişik ürünler yetiştirme
yolunu tercih etmek etkin bir çözüm olabilir. Geleneksel olarak zararlılarla
mücadelede ilk akla gelen kimyasal ilaçlama yöntemi ise, dikkatli
kullanılmadığında yarardan çok zarar getiren bir uygulama. Zirai mücadele ancak
gerektiğinde yapılmalı. Tarımsal savaş nihayetinde hastalık ve zararlıların
etkisi ile meydana gelecek olan kayıpların önlenmesi demek. Hastalıklar, bir
bitkinin herhangi bir organında ve herhangi bir gelişme döneminde etkili
olabilir. Verimi düşürür ve bazı bitkilerin niteliğini olumsuz yönde etkiler. Hatta
bazı hastalıklar, bazı kültür bitkilerinin belirli yerlerde yetişmesine tamamen
engel olabilir. Öte yandan hayvansal ürünlerin insan beslenmesindeki
tartışılmaz yeri hayvan sağlığının önemini de arttırıyor. Hayvancılık zaten her
yönüyle stratejik bir sektör. Zira hayvan sağlığı tesis edilemediğinde
hayvancılık sektöründe ciddi verim kayıpları oluştuğu gibi insan sağlığı da
bundan olumsuz etkileniyor. Bu yüzden Tarım bakanlığınca, hayvan
hastalıklarının kontrol altına alınabilmesi, eradikasyonunun sağlanması
amacıyla birçok proje yürütülmekte. Bunların arasında hayvan hastalıkları ile
mücadele yanında, hayvanların kimliklendirilmesi ve kayıt altına alınması,
hayvan hareketlerinin kontrolü, halk sağlığı ve hayvan refahının sağlanması,
hastalıkların teşhis ve tedavi hizmetleri ile sağlıklı hayvansal ürün elde
edilmesine yönelik çalışmalar da var. Bu çerçevede şayet ‘StrA.2.4-Özgün, ileri ve Güçlü olmak’ stratejik amacımız
varsa ve ‘Str.2.4.1-Özgün bir model
ortaya koyma’ stratejisi izleyeceksek önümüze
koyacağımız hedeflerin de bu istikamette olması gerekiyor. Bu sebeple bitki ve
hayvanlarda görülen hastalıklar konusunda esas itibariyle Bakanlığın uygulama
ve tedbirlerine riayet edilmesini sağlamakla birlikte ‘HDF.2.4.1.17-Bitki ve hayvan hastalıklarıyla
mücadelede üniversite destekli doğal yöntemlerden yararlanmak’ de yararlı
olabilir.

Bulaşıcı
hastalık nedeni mikro canlılar yerkürede bilinen en eski canlılar. Birçok yaşam
zincirinde yer alıyorlar ve yalnızca binde birinin diğer canlılar için patojen
olduğu kabul ediliyor. Böyle mikro canlılar ile insan veya hayvan arasında
karşılıklı bir etkileşim söz konusu. İnsanları etkileyen böyle salgın
hastalıklar için örnek olarak sığır vebası, şap, tüberküloz, kuş gribi ve korona
türü virüsleri gösterebiliriz. Bu tür salgınlar neticesinde geçmişte yaşanan
ölümler nedeniyle toprağı süremeyen çiftçilerin tarımdan elde ettikleri
gelirleri azalmış, hayvanlardan sağlanan et, süt, yoğurt, peynir gibi gıda
maddeleri azaldığından büyük fiyat artışları yaşanmıştı. Başta et ve süt olmak
üzere ciddi verim düşüklüğü yaşanırken, çok sayıda genç hayvan ölümü
gerçekleşmişti. Neticede hastalığın yayılması sektörü olumsuz etkilerken tarım
sektöründe yaşanan bu olumsuzlukları ekonomileri de derinden etkilediği
görülmüştü. Bilim insanları, ormanların ve biyo çeşitliliğin azalması sonucu
covid-19 gibi yeni ölümcül pandemilerin ortaya çıkabileceği uyarısı yapıyorlar.
Buna göre ormanların hızla yok edilmesi, tarım alanlarının kontrolsüz şekilde
genişletilmesi, uzak bölgelere madenler inşa edilmesi, vahşi hayvanların gıda,
geleneksel tıp veya egzotik ev hayvanları olarak istismar edilmeleri,
hastalıkların vahşi yaşamdan insanlara doğrudan geçişine yol açıyor. Bunun
sonucunda da her yıl dünya nüfusunu etkileyecek beş ya da altı yeni pandeminin
ortaya çıkabileceği belirtiliyor. Kuşkusuz bulaşıcı ve salgın hastalık çıkmadan
önce ve çıktıktan sonra yapılacak birçok farklı mücadele var. Bunun için her
şeyden evvel Tarım Bakanlığının Bulaşıcı
ve Salgın Hastalıkların önlenmesine ilişkin yönetmelik hükümlerinin yerine
getirilmesine odaklanılmalı. Bu çerçevede: ‘HDF.2.4.1.18-Yönetmelik gereği Hayvan Sağlığı Zabıtası Komisyonunun
Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklar konusunda aldığı kararlara uyulmasını sağlamak’ öncelikli hedef
konumunda. Dolayısıyla Bulaşıcı ve Salgın Hastalık ‘Kriz Yönetim Merkezleri’ ve
‘Komisyon’ tarafından yapılan duyurular, açıklamalar TV, radyo vs. iletişim
araçlarından takip edilerek herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli.
Bölgedeki hastalıkların daima takip edilmesi, sürünün sağlık durumunun
yapılacak kontrollerle tespit, kayıt ve izlenmesi son derece önemli. ‘HDF.2.4.1.19-Tescili yapılmayan hayvanların tescil
ve kayıt altına alınmasını sağlayarak hayvan sigortasının yapılmasını
özendirmek’ hedefi bu nedenle stratejik bir konumda. Bu
bağlamda hastalıkların durumuna göre sürünün mümkün olduğu kadar kapalı
tutulması ya da kapalı bakım ve beslemede yeterli hava ventilasyonu için
düzenlemeler yapılması gerekebilir. Yine hayvan altlıklarının özellikle kapalı
sistemlerde uzun süre bekletilmemesi, hayvanların meraya kademeli olarak
çıkarılması öneriliyor. Bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar için yapılan
kontrol programı çerçevesinde ‘HDF.2.4.1.20-Gerekli
aşıların aksatılmadan ve belli bir program dahilinde yapılmasını sağlamak’ da aksatılmamalı.
Buzağı dünyaya gelir gelmez, yapılacak aşılar belli ama yine de işletmelerden ya
da aşı probleminden kaynaklanan bazı sorunlar olabiliyor. Ayrıca yetersiz
beslenen hayvanlar her türlü enfeksiyona açık hale geldikleri için ‘Bulaşıcı ve
Salgın Hastalık’ ile mücadelede hayvanların hastalıklara karşı dirençli
olmaları çok önemli. Bunun için ‘HDF.2.4.1.21-Bulaşıcı
ve Salgın Hastalıkla mücadelede hayvanların yeterli, dengeli ve sağlıklı
beslenmelerine azami özen gösterilmesini sağlamak’ gerekiyor. Hasta
ve hastalıktan şüpheli hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrılması için
Yönetmelik gereği tecrit uygulanması söz konusu. Bu kapsamda hastalık çıkan
veya şüpheli olan çiftlik, aynı yönetmelik gereği kordon ve karantinaya
alınıyor ve hayvan yetiştiricilerinin uymaları gereken hususlara harfiyen
uymaları sağlanıyor. Mesela ‘HDF.2.4.1.22-Hayvan
ölülerinin usulüne uygun yok edilmesi, gömüldükleri alanın yer altı su
kaynaklarına ve meralara yakın olmamasını sağlamak’ dikkat edilmesi gereken önemli bir konu. Bu itibarla çiftlikte
çalışan personelin, yetiştiricilerin,
kooperatiflerin ve Birlik üyelerinin; hastalıkta ve hastalık çıkmadan önce
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın hayvan yetiştiriciliği, sağlığı ve
nakilleri konusunda yayınlanan kanun, yönetmelik, tebliğ ve uyulması gereken
kurallar hakkında bilgilendirilmeleri zorunlu. Bunun için her yıl uygulamaya
konulan ‘Hayvan Hastalıklarıyla Mücadele Programı’ hakkında bilgilendirme
toplantıları düzenlenmeli, Kamuoyu ve hayvan yetiştiricileri ortaya çıkan
Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklar ve alınan tedbirler hakkında aydınlatılmalı. Bu
meyanda halka ve yetiştiricilere yönelik bilgilendirici ve eğitici seminer,
kurs ve konferansların düzenlenmesi faydalı olur. İşte bu stratejik konu da ‘HDF.2.4.1.23-Bakanlığın hayvan yetiştiriciliği,
sağlığı ve nakilleri konusundaki düzenlemeleri hakkında bilgilendirici ve eğitici etkinlikler düzenlemek’ hedefi ile ilgili.
Hayvancılık
konusundaki deneyimler seçilen büyükbaş
hayvan ırkı konusunda
da bir sorun olduğuna işaret ediyor. Bölgemizde yetiştirilen holstein cinsi
hayvan nihayetinde bir süt ırkı. Doğrudur, çok süt veriyor ancak yavru sayısı
az ve hastalıklara dayanıklı değil. Bir holstein ırkı yavru ne kadar yem
verilirse verilsin 300 kilogram civarında oluyor. Fakat semental gibi başka
bazı ırklar daha uzun ömürlü ve dayanıklılar. Ayrıca 20-25 kilo civarında süt
verirken, 8-10 buzağı, 400 kilogram civarında et alınabiliyor. Bu yüzden; durumun gözden geçirilerek; ‘HDF.2.4.1.24-Yöremizde yetiştirilecek büyükbaş
hayvan ırkı konusunda daha isabetli seçimler yapmak’ durumundayız.
Hayvancılıkta
bir diğer önemli konu bölgemizde bulunan meraların değerini bilememek ve bu
meralardan yeteri kadar yararlanamamak. Sadece Göbel bölgesinde 4000 dönüme
yakın mera var ama verim ömrü çok kısa. Bu bağlamda ‘HDF.2.4.1.25-Mevcut meralarımızı koruma ve daha
verimli yararlanmak üzere ıslah, bakım ve sulanmalarını başarmak’ hedefi
istikametinde çaba göstermemiz gerekiyor. Böylece mevcut meralarımızı
koruyabilir, ıslah edip sulayarak yıl içerisinde hayvancıya olan katkısını
arttırabiliriz.
‘‘AMAÇ.3-İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK’’ arzu ediyor ve bu
konuda ‘StrA.3.1-Sürdürülebilir
kalkınmayı başarmak’ gibi bir stratejik amacımız varsa; bu konuda
en öncelikli stratejimiz ‘Str.3.1.1-Amaç
ve güç birliği yapma’ olmalı. Çünkü her hayırlı ve zor işin gereği
bu. Mesela şöyle düşünelim; ‘THD.09.3-Sularda
meydana gelen kirlenmeler’ geleceğimiz için bir tehdit mi, evet. Hatta hava, toprak ve sularda meydana gelen
kirlenmeler tarım ve hayvancılıkta da ciddi sorun mu, evet. Zira kıtlığın ve açlığın dünyayı tehdit ettiği
21. yüzyılda, en önemli stratejik kaynaklar; toprak ve su kaynakları. Ancak ne
yazık ki tarımsal kirleticiler, sanayi atıkları ve evsel atıkların yanı sıra su
kullanımındaki plansızlık ve aşırılık, mevcut olanı korumaya ve ekosistemin
sürdürülebilirliğine dönük çözümleri zorlaştırıyor. 2030 yılında Türkiye’nin su
kıtlığı yasayan bir ülke durumuna gelmesi muhtemel. Oysa Tarımsal üretimin
sürdürülebilirliği her şeyden önce toprak ve su kaynaklarının kirlenmemesine
bağlı. Toprak ve su kirliliği, hangi tarımsal politika uygulanırsa uygulansın
tarımsal üretimin, bırakın ilerlemesini günümüzdeki düzeyini bile
koruyamayarak, gerilemesine neden olabilir. Kirlilik bu şekilde devam ederse
üreteme sorunu ile karşı karşıya kalınacağı gibi besin güvenliğimiz de tehdit
altında. Kuşkusuz bugün için oldukça verimli ve sulanabilir topraklara sahibiz.
Ancak Yanlış sulama ve gübre kullanımı tekniklerinden dolayı toprakta tuzlanma
riski de büyüyor. Bölgemiz şu ana kadar yoğun bir sanayileşme görmedi. Doğal
olarak hava, toprak ve sularda meydana gelen kirlenme henüz alarm seviyesinde
değil. Ancak, ilçemizin içinden geçen Susurluk deresinde ve diğer su
kaynaklarımızda gözle görülür kirlenmeler de yok değil. En güçlü yanlarımızdan
biri olan sulanabilir arazi varlığımız kirliliğin artması ölçüsünde olumsuz
etkilenecek. Bu sebeple konunun giderek artan bir sorun olarak gündemimizde yer
almasından daha tabii bir şey olamaz. Peki, o halde Susurluk sürdürülebilir bir
kalkınmayı amaçlar ve bunun için güç birliği yaparsa buna karşı bir sonuç
alamaz mı? Alır, hem de pekâlâ başarılı olur. Kaldı ki bu hem mevcut
zayıflıklarımızı güçlendirmek hem de karşımıza çıkabilecek tehdit ve risklere
karşı da en etkili yol. Bu manada öncelikli hedefimiz; ‘HDF.3.1.1.07-Hava, toprak ve sularda meydana gelen
kirlenmeye karşı ortak bir bilinçle hareket etmek’ olmalı. İkinci
olarak; ‘HDF.3.1.1.08-Toprak
Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliğinden etkin bir şekilde yararlanmak’ bir hedef olarak
önümüzde durmalı. Toprak Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliğinden haberdar olmamız
gerekiyor. Çünkü bu yönetmelik 2005’ten beri yürürlükte ve içeriğinde bize
yardımcı olacak hükümler var. Öte yandan bugünkü yasalarla kurumlar, havzada
kendi alanlarında, birbirlerinden ayrı ve halktan uzak bir şekilde iyileştirme
amaçlı çeşitli çalışmalar yapmaktalar. Bu durumda kaynak yönetimi havza bazlı
bir bütünlük içinde yürütülemiyor. Köylünün katılımı sağlanmadığı için de
yatırımlarda kaynak israfı oluyor ve sürdürülebilir bir havza yönetimine
geçilemiyor. Hâlbuki havza yönetiminde her hâlükârda katılımcılık mutlaka
sağlanmalı. Su kaynaklarının korunması için zabıta, su polisi gibi önlemler
ancak şekilsel bir koruma sağlar. Gerçek anlamda havzanın korunması ancak
sürdürülebilir havza yönetim planları yapılması ve katılımcı bir uygulama ile mümkün.
Bu itibarla ‘HDF.3.1.1.09-Su kirliliğine
karşı köylünün etkin katılımını sağlayan sürdürülebilir havza yönetim planları
yapmak ve uygulamak’ gibi ideal bir hedefimiz olmalı.
Son
olarak eğer ‘StrA.3.2-Büyümüş, müreffeh ve
itibarlı olmak’ gibi bir stratejik amacımız varsa; bu konuda
en öncelikli stratejilerimizden biri ‘Str.3.2.1-Sürekli değişim-dönüşüm ve gelişim’ olmalı. Bu meyanda
‘THD.09.5-Maliyetlerin yüksek
olması’ sakınılması gereken önemli
bir tehdit. Bu risk bazı konularda ulusal çapta yaşanan enflasyon, kur artışı
ve girdilerin pahalanması nedeniyle bize yansıyor. İşin bu tarafı dış çevreden
yönelen tehditlerle ilgili. Beslenme alanındaki üretim, tüketim ve bu iki
unsurun paylaşım dengesizlikleri dünyanın büyük bir bölümünü rahatsız edecek
boyutlara ulaşmış durumda. Gıda üretimi ana bileşenlerinin, yani toprak, su,
güneş ve insanın birlikte mevcut olduğu ülkelerde dahi beslenme ile ilgili
üretim sorunu ve buna bağlı olarak da açlık sorunu yaşanmakta. Bu manada; üretimde
Maliyetlerin yüksek olması gerçekten
de önemli bir sıkıntı. Zira üretmemek, üretememek ya da pahalıya üretmek,
üretimle ilgili sorunun başlangıcı. Belli bir mal veya hizmetin sağlanma
maliyetini bulmak için akla gelen ilk hesaplama yöntemi üretim faktörlerinin
miktarı ile piyasa fiyatının çarpımı sonucunda elde edilen tutarı bulmaktır.
Ancak tarımsal alanda maliyete etki eden birçok üretim vasıtası mevcut. Tarımda
maliyetleri oluşturan unsurlar esas itibariyle 5 sınıfa ayrılmış. Bunlar: 1.
Arazi kirası, 2. İşçilik giderleri, 3. Cari giderler, 4. Amortismanlar ve 5.
Faiz’. Bu sebeple ‘HDF.3.2.1.03-Maliyetleri
düşürmek için çaba gösterilmesini, düşürülemiyorsa verime odaklanılmasını
sağlamak’ başlangıç hedefimiz olmalı. Kuşkusuz işletmeci
açısından tarladan elde ettiği üründen sağlanan net kazanç çok önemli. Zirai
alanda girdi maliyetine etki eden temel unsurlar; mazot, gübre, ilaç ve tohum.
Bu alandaki üretimin her aşamasında kullanılan mazotun toplam maliyet içindeki
payının azaltılması halinde gübreleme, ilaçlama ve tohum atma maliyeti de
azaltılabilir. Bu noktada üretim girdileri içinde en çok gider payı alan dizel
yakıtına alternatif olabilen biyodizelin kullanılması gündeme geliyor. Bu
meyanda bir yılda devletin çiftçilere sadece mazot desteği olarak ödenen
bedelin karşılığı olarak 100.000 adet biyodizel üretim makinesi alınabileceğine
dikkat çekmek isterim. O halde bu noktada yapılabilecek en uygun şey akaryakıta
alternatif ucuz ürünlerin üretimine yönelmek olurdu. Bu açıdan tarım ve
hayvancılık sektöründe ‘HDF.3.2.1.04-Biyodizel
üretimi ve kullanılması yönünde yerel projeler geliştirmek’ maliyetleri
düşürmek noktasında önümüzü açabilir. Muhtemeldir ki enerji tarımının
yaygınlaşması, çiftçilere alım garantisinin verilmesi, dizel yakıtlarda
biyodizel oranının yükseltilmesi çiftçilerin üretim maliyetlerinin düşmesine ve
zincirleme birçok olumlu etkiye yol açacaktır. Bu olumlu etkiler; kırsal
kesimin gelir düzeyinin artması sonucu alım gücünün yükselmesi, köyden şehre
göçün yavaşlatılması, hızlı şehirleşme sorunlarının hafiflemesi, tarım
ürünlerinin maliyetlerinin düşmesi, ucuz tarım ürünlerinin tüm sosyal gruplarda
beslenme imkânlarını artırması, yerli yağ üretim sanayinin gelişmesi, yerli
üründen biyodizel üretim sanayinin gelişmesi, sanayi sektöründe yeni istihdam
alanlarının sağlanması, ithalatın azalması ve çevresel sorunların hafiflemesi
olarak özetlenebilir. Bütün bunlar ülke ekonomisine ve sosyoekonomik yapısına olumlu
katkı sağlayacaktır.
Türkiye'de
kırsal nüfusun genel nüfustaki, tarım sektörünün GSMH’daki, tarım sektöründe
istihdam edilenlerin genel istihdamdaki payının azalma eğilimi göstermesine
rağmen, bu kesimin toplam nüfus içindeki payı hâlâ göz ardı edilmeyecek kadar
önemli. Bu nedenle tarım sektöründeki sorunların tespiti ve bu sorunların
çözümüne yönelik önlemler alınması ülkenin sosyoekonomik yapısında olumlu
değişmeler adına önem taşıyor. Örneğin günümüzde yürütülen destekleme
projelerinin hedefleri arasında çiftçi kayıt sisteminin hayata geçirilmesi,
verimliliğin arttırılması, tarımda modernizasyon ve köyden şehre göçün
önlenmesi bulunuyor. Türk çiftçisinin desteklenmesi için başta sosyal amaçlı
doğrudan gelir desteği olmak üzere üretime yönelik hayvancılık, alternatif ürün
destekleri, prim ve bitkisel üretim, sertifikalı tohumluk kullanımı ve
meyvecilik desteklemeleri ana başlıkları altında 50’ye yakın destekleme projesi
bulunmakta. Bu projeler, hayvancılıkta baş hesabıyla yapılan damızlık düve,
suni tohumlama, buzağı aşı desteği, küçükbaş hayvan ıslahı, hayvan kimlik
sistemi, litre hesabıyla yapılan süt teşvik primi, kg hesabıyla yapılan
sertifikalı yem bitkisi tohum üretimi, tiftik üretim desteği, adet hesabıyla yapılan
arıcılık ve gıda güvenliği uygulaması ile ilgili. Buna göre Türkiye’de yapılan
tarımsal üretimin neredeyse tamamında destekleme yoluna başvurulduğu
görülmektedir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konularda da ‘sürdürülebilirlik’
çok önemli. Tabiri caizse Türk gibi başlayıp Alman gibi devam etmeli, Japon
gibi bitirebilmeliyiz.
İnanıyorum ki gelecek yolculuğumuzda KALKINMAYI BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK ile İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK vizyonumuza
yaklaştığımız her an yukarda ele alınan pek çok tehdit ve risklere karşı daha
güçlü durabiliriz. Sürdürülebilir kalkınmayı başarmak uzun soluklu bir
yürüyüştür. Amaç ve güç birliği yapmayla başlar ama sözünün eri olmakla, dava
adamı olmakla ve omuz omuza yürümekle gerçekleşebilir.
yyalcin3@gmail.com