29 Ocak 2021 Cuma

29 Ocak 2021 20:30 Cuma CORONA GÜNLERİ.....................................Yolculuk üzerine

Yolculuk notları 

İşte bir uzun yolculuk daha. Yine otobüsle, yine gündüz, yine iki yanda akıp giden manzaralar, köyler, şehirler. Her seferinde olduğu gibi yine hüzünle sevinç arasında karmaşık duygular.

 

Yolculuk baba evi, ana ocağından, kendi evimize Ankara'ya doğru. Nasıl her sılaya gidiş özlemle hasretle doluysa, her eve dönüş de sevinçle, umutla dolu oluyor. Geride bıraktıklarımızın burukluğu da, evimizde bizi bekleyenlerin sevgisi de yüreğimizde. Ne ondan ne bundan geçemediğimiz duygular onlar.

 

Bu defa yolculuğumuz Corona günlerinin kasvetli havasında gerçekleşiyor. Bir mecburiyetten çıktığımız yollar salgından dolayı belli bir tedirginlik içinde tüketildi. Yapmak zorunda olduğumuz işler aynı gerilmeyle ama kısa sürdü çok şükür.

 

Çok mu kötüydü, hayır. Aksine bu arada yıllardır görüşemediğimiz bazı akrabalarımızı bulduk tanıdık. Sarılamadık, yakınlaşamadık ama biraraya gelmiş olmak bile yetti. İnşallah hastalık bittiğinde yine ama bu sefer doya doya görüşmek üzere ayrıldık.

 

Şimdi daha mutlu ama yüreğimizin bir parçasını da arkada bırakmış gibi evimize dönüyoruz. İnsanın evi gibisi yok. Hiç kuşkusuz "evim evim güzel evim" diyeceğiz vardığımızda. Evimizin her köşesini gözlerimizle seveceğiz. Ama en önemlisi çocuklarımıza ve torunlarımıza kavuşacağız yeniden. Her gün görüntülü görüştük ama aynel yakin olmak öyle mi ya?

 

Memleketimizi, doğup büyüdüğümüz toprakları şimdilik inşallah yine geleceğiz diye geride bıraktık. Rahmetli ana babalarımızı hissettik evlerinde, eskiden olduğu gibi sanki sağmışlar da onları ziyaret etmiş gibi olduk. Gittikçe yabancılaştığımız sılamızdan 30 yıldır ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz şehre dönüyoruz. Arafta olmak böyle birşey işte.

 

Şu anda Bozüyük'teyiz. Dışarıda kar yağıyor. Bursa'dan bu tarafa özellikle de Mezitler'de yağış çoğaldı. Yolda çok güzel kar manzaraları gördük. Orman, dere, köyler hepsi beyaz bir örtünün altında o kadar güzel ki. Tabi sıcak otobüsün camından, rahat koltuğundan bize öyle görünüyor olabilir. Ancak yine de kar yeryüzüne yakışıyor, yolculuk da lapa lapa yağan karda çok hoş.

 

İşin gerçeği karı özlemişiz. Biz de tabiat da. Her inen kar tanesi toprağa beyaz bereket olarak düşmekte. Geline benzeyen ağaçlar, üzerine kar yorganı çekmiş tarlalar bu özlemin tadını en az bizim kadar doyasıya çıkarıyorlar.

 

Kar örtüsü köyleri de güzelleştiriyor. Hiç bir çirkinlik yok o tabloda. Bacası tüten her ev orada yaşayan insanları hatırlatıyor. Gözleri bulutlarda rahmet bekleyen, bereket dileyen toprak insanlarını düşündürüyor. Dilerim en az bizim kadar sıcak yuvalarında mutlu olsunlar. Onlar sayesinde ekmek bulabiliyoruz, etimiz onlardan geliyor, sütümüz yumurtamız da öyle.

 

Her geçtiğimiz köye bu duygularla içimden el sallıyor, sağlık ve bereketlerinin çok olmasını diliyorum. Yediğim elmanın o gördüğüm ağaçtan gelmediğini kim iddia edebilir ki. Salatamdaki marul ya da soğan şu tarladan geliyor olabilir. Rabbimize hamd olsun,bizi aç, susuz ve açıkta bırakmıyor.


Yolculuk düşünceleri

“Yolculuk” kavramı oldukça ilginç bir kavram. Pek çok farklı yönde ve boyutta anlam derinlikleri var. Düz anlamı ulaşım manasında. Bir ülke içinde, kentler arasında ya da ülkeler arasında gidiş gelişler demek. Herhangi bir taşıtla bir yere gidip gelme ve gezi amaçlı seyahatler de bu kapsamda. Tabi ki eğlence, turizm ve tatilin yanı sıra dini, kültürel ve eğitsel amaçlı yolculuklar da.

"Dünya bir kitaptır. Yolculuğa çıkmayanlar bunun yalnızca bir sayfasını okuyabilirler" demiş ünlü Hristiyan düşünür Augustinus. Kendisi 354 – 430 yılları arasında yaşamış. Aziz Augustinius olarak biliniyor. Bir teolog olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarından.

Yolculuğu ifade etmek için bir yabancıya ihtiyaç yok. Bizim kültürümüzde de yol ve yolculuk sıkça karşımıza çıkıyor. Hiç bir yol yoktur ki sonu olmasın!” demiş meselâ Hafız. “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer…” demiş Fatih Sultan Mehmet.

Ancak sözünün devamında”..Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin” de demiş İstanbul’un Fatihi çağ kapatıp çağ kapatan Sultan Mehmet. Buradaki “yol” bildiğimiz yol değil. Bu yol, hem insanın kendisine hem de ülkülerine nizam veren bir istikamet.

“Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın”demiş Şeyh Edebalı. Yolun sadece ileriye giden bir çizgi olmadığını, onun bir evveli ve kökleri olduğunun da unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor. Bu bir “devamlılık” vurgusu, yolculuğun bir başka boyutu.

Mevlana “Fikir ona derler ki, bir yol açsın yol ona derler ki, bir gerçeğe ulaşsın”derken yolun ve yolculuğu “fikir” kavramıyla eşleştirmiş. “Yol odur ki doğru vara/Göz odur ki, hakkı göre/Er odur ki alçakta dura/Yüceden bakan göz değil” diyerek adeta tarif etmiş Yunus Emre. Şeyh Şadi Şirazi “Ben doğru yolda kaybolmuş kişi görmedim” diyerek yolun “sırat-ı müstakim”le bağlantısını kurmuş.“Cehennemde olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz/Bu yol ki "hak" yoludur dönmek bilmez yürürüz” dizesi de istiklal marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy'dan.

“Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız. Yolu bulmalı, yol olmalıyız”sözleri Ömer Tuğrul İnançer'e ait. İstikametin nihayetinde bir yol ve yolculuktan ibaret olduğunu özetliyor. Ama Şeyh Sadi'den de keskin bir uyarı var: “Eğer tuttuğun yol, Allah'tan başkasına gidiyorsa, yarın seccadeni cehenneme sererler.”

Yol kadar “yol arkadaşlığı” da önemli. Hz. Mevlana bunun için “Sen "gel" de yeter ki. Yola yük olmam. Yol olur gelirim” demiş olmalı. “Bir insanı tanımak için, kendisiyle yol arkadaşlığı etmelidir” demiş Şinasi. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da “Yol arkadaşı yoksa yol neye yarar” şeklinde bir ifadesi var. Bu o kadar önemli ki Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen; hem yolunu kaybedersin, hem dostunu…”demiş üstad N. F. Kısakürek. Mevlana”Dost ise, düşünme ver ömrünü gitsin. Dost değilse. Hiç bekletme yol ver gitsin” derken hiç kuşkusuz yol arkadaşlarını iyi seç anlamında bir nasihatte bulunuyor. 

Hz. Mevlana “Kar taneleri ne güzel anlatıyor, birbirine zarar vermeden de yol alabilmenin mümkün olduğunu”derken yolda yürümenin adab ve ahlakını anlatmış.Yusuf Has Hacib“Yola çıkan insan yol üstünde evini yapmaz; göç eden kimse de eşyasını evde bırakmaz...” demiş yol halinde olan insan için. “Tam teslim ol; tıpkı toprağın çiftçiye teslim olduğu gibi. Zira "aşk deryası" nda teslimiyet yelkenini açmadan yol alınmaz” sözleri de Mevlana'ya bir süre yol arkadaşlığı eden Şems-i Tebrizi'den. Ölüme giderken dahi “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan..”diyen Pir Sultan Abdal da yola ve yolculuğa sadakatin altını çiziyor.

Ömer Hayyam yolların çeşitliliğini ve insanın yollarla imtihanını şöyle ifade etmiş: “Herkes gönlünce bir yol arıyor kendine. Ama bir gün, bir ses haykıracak göklerden; "Herkesin yolu kendine varır, arama başka yerde." N.Fazıl Kısakürek “Yollar bir yumaktır, uzun dolaşık” demiş bu yüzden. “Herkes bir yol tutmuş gidiyor, Allah'a gitmeyen yol neye yarar” diyen Hz. Mevlana da aydınlığa çıkan anayolu bir kere daha hatırlatmış insanoğluna.

Yolculuğun bir başka anlamı da “zaman” bağlamında. Gidiş gelişlerde yolda geçen süre, zaman alan bir süreç ya da ömür çizgisi yolculuk olarak nitelendirilebiliyor. Bu yüzden çok defa “ömür” anlamında da kullanılmış yolculuk. Şair Abdurrrahim Karakoç “Zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun” diyerek ömür yolculuğunun tenakuzlarını saymış kısa bir cümlede. O meşhur türküde “Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece/Bilmiyorum ne haldeyim/Gidiyorum gündüz gece”derken Aşık Veysel de aynı zaman tünelini anlatmaya çalışmış.

Mevlana“Başarı bir seyahattir, hedef değil. Mutluluk, gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil. Yolun sonunda olsa, ona varıldığında yol bitmiş ve vakit de geçmiş olurdu. Mutlu olmanın zamanı ise bugündür, yarın değil” derken yolun ve yolculuğun bizatihi kendisine ve "mutluluk" denilen duyguya dikkat çekiyor. Tıpkı “Ey yolcu! Kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş” sözleriyle "kalbe"vurgu yaptığı gibi. Eğer kalp söz konusu ise Dadaloğlu'nun “Gönülden gönüle yol gider derler. Onu sürmeğe bir hoşca can gerek” dizesini de burada anmak gerek.

Aslında hepimiz doğduktan sonra ölüme doğru giden bir yolculuğun yolcularız. Manzara değişiyor, günler geçiyor, zaman akıyor ve yolculuk devam ediyor. “Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin/İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler/Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin/Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler” dizelerinde yolculuğunun yalnızlığını ve yanlışlığını dile getirmiş Kaldırımlar şiirinde Necip Fazıl Kısakürek. Nihayet “Su testisi, su yolunda kırılır” şeklinde bir Türk Atasözümüz de var yanlış yollarda gidenler için. 

27 Ocak 2021 Çarşamba

25 Ocak 2021 23:30 Çarşamba CORONA GÜNLERİ...............................Bizde iniş, dünyada tırmanış

İnişe doğru

Corona günlerinin 321.ncisindeyiz. Türkiye’de salgının en tepe noktası günlük 33.198 vaka ile 8 Aralıkta yaşanmıştı. O günden bu yana 49 gün geçti. Vaka sayıları düşe düşe 25 Ocakta 5.642’ye kadar geriledi. Önce 14 Aralıkta 30 binin (29.617), 21 Aralıkta 20 binin (19.103), 27 Aralıkta 15 binin (14.205), 9 Ocakta 10 binin (9.537), 19 Ocakta 7 binin (6.818), 22 Ocakta 6 binin (5.967) altına düştü.

 

Bu süreçteki “eşik” 17 Aralıkta 27.515 idi. Bu noktadan sonra iniş iyice belirginleşti. Eşik yani “Threshold”; pistin, uçağın inişi için kullanılacak kısmının başlangıcına deniyor. O günden sonra 21 Aralıkta 19.103, 28 Aralıkta 15.197, 10 Ocakta 9.138, 16 Ocakta 7.550, 20 Ocakta 6.289 ve nihayet 25 Ocakta 5.642’ye düşmüş oldu.

 

Vefatlarda tepe noktası günlük 257 ölümle 28 Aralıkta görüldü. O günden bu yana da 29 gün geçti. O noktadan sonra vefat sayıları da sürekli düşerek 25 Ocakta 137’ye kadar geriledi. Önce 3 Ocakta 200’ün (193), 10 Ocakta 180’in (176), 15 Ocakta 170’in (169), 20 Ocakta 160’ın (159),22 Ocakta 150’nin (149), 25 Ocakta da 140’ın (137) altına düşmüş oldu. Bu konuda da eşik 30 Aralıktaki 254 sayısıydı.

Türkiye’de vakalardan semptom gösterip tedaviye alınanların en tepe noktası günlük 7.381 hasta ile 24 Kasımda görülmüştü. O günden bu yana 63 gün geçti. Bu sayı da düşe düşe 25 Ocakta 671’e kadar geriledi. Önce 10 Aralıkta 6 binin (5.918), 16 Aralıkta 5 binin (4.893), 20 Aralıkta 4 binin (3.546), 27 Aralıkta 3 binin (2.806), 1 Ocakta 2 binin (1.908), 12 Ocakta binin (983), 17 Ocakta dokuzyüzün (803), 18 Ocakta sekizyüzün (749), 24 Ocakta da yediyüzün (684) altına düştü. Buradaki eşiğin de 27 Aralıkta (2.806) olduğunu söyleyebiliriz.

Tabloyu netleştiren bir diğer eşik süreci de ağır hasta sayılarında yaşandı. Ülkemizdeki ağır hastaların en tepe noktası günlük 5.988 hasta ile 15 Aralıkta görülmüştü. O günden bu yana 41 gün geçmiş bulunuyor. Bu sayı da düşe düşe 25 Ocakta 1.808’e kadar geriledi. Önce 23 Aralıkta 5 binin (4.901), 31 Aralıkta 4 binin (3.918), 9 Ocakta 3 binin (2.903), 23 Ocakta binin (1.962), 25 Ocakta da bindokuzyüzün (1.808) altına düştü. Buradaki eşiğin de 9 Ocakta (2.903) olduğunu söyleyebiliriz.

 

Son iki günün verilerini de değerlendirerek bulunduğumuz noktayı netleştirmiş olalım. Dün 25 Ocakta toplam Test Sayısı 28.648.193, Toplam Vaka Sayısı 2.435.247, Toplam Vefat Sayısı 25.210, Hastalarda Zatürre Oranı %4,7, Ağır Hasta Sayısı 1.808, Toplam İyileşen Hasta Sayısı 2.314.403, Bugünkü Hasta Sayısı 671, Bugünkü Test Sayısı 151.109, Bugünkü Vefat Sayısı 137, Bugünkü İyileşen Sayısı 6.682 olarak kayıtlara geçmişti.

 

Bu gün yani 26 Ocak itibariyle toplam Test Sayısı 28.828.496, Toplam Vaka Sayısı 2.442.350, Toplam Vefat Sayısı 25.344, Hastalarda Zatürre Oranı %4,7, Ağır Hasta Sayısı 1.791, Toplam İyileşen Hasta Sayısı 2.322.511, Bugünkü Hasta Sayısı 681, Bugünkü Test Sayısı 180.303, Bugünkü Vefat Sayısı 134 ve Bugünkü İyileşen Sayısı 8.108 oldu.   

Dünya hala tırmanışta

 

Dünya Corona günlerinin 13.ncü ayını bitirdi hala zirvelerde. Salgının en tepe noktası günlük 898.893 vaka ile 20 Ocakta yaşanmıştı. O günden bu yana 7 gün geçti. Günlük vaka sayıları ancak 23 Ocakta 600.790’a kadar gerilemiş. Oysa 30 Aralıkta bile 444.437 idi.

 

8 Kasımdan bu yana 80 gün boyunca hep zirveler yaparak ilerliyor. İlk zirve 28 Kasımda 779.837 idi. 5 Aralıkta 886.721 oldu. 20 Aralıkta 858.626, 10 Ocakta 870.814 ve 20 Ocakta da 898.893 ile tüm zamanların zirvesine ulaşmış.  

 

7 günlük ortalamanın 624.369 olduğu dikkate alınırsa 23 Ocaktaki 600.790 sayısı çok küçük bir azalma Fakat bu azalma 8 Kasımdan (675.737) itibaren kabaran dalganın henüz bitmediğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Zira 19 Kasımdan (605.126) bu yana ortalama 500 bin ile 700 bin arasında seyretmiş. Yani dünya için henüz tırmanış bitmiş değil.

 

Vefatlarda tepe noktası günlük 16.284 ölümle 22 Ocakta görülmüş. O günden bu yana henüz 5 gün geçti. 23 Ocakta henüz 15.846 idi. Görünen o ki 23 Ekimden (6.512) beri 96 gündür Özellikle 6 Ocaktan bu yana 7 günlük ortalamalar hiç 12.500’ün altına düşmemiş, 23 Ocakta da 13.872 olarak hesaplanmış.

 

Dünyada virüs bulaşan insan sayısı bugün itibariyle 100 milyonu (100.270.602) geçti. Bu nüfusa göre 1 milyon kişiden 12.895’i demek. Salgında ölenler de bugün itibariyle 2 milyonu (2.157.355) aşmış durumda. Oran %2,15, yani hastalanan 1 milyon kişiden 21.515 kişi ölmüş.

Vaka ve ölüm sayılarında (25.484.820-425.208) ABD hala 1 numara. Günlük vaka 151.616, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 77.331      . İkinci sırada Hindistan (10.689.527-153.724) var. Günlük vaka 12.689, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 7.857. Üçüncü sırada Brezilya (8.933.356-218.878) var. Günlük vaka 61.963, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 42.271. Dördüncü Rusya (3.716.228-69.391) görünüyor. Günlük vaka 17.982, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 25.324.    

İngiltere beşinci sırada (3.689.746-100.162) görünüyor. Günlük vaka 20.088, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 55.539. Ardından Fransa (3.070.458-73.725)geliyor 6.ncı olarak. Günlük vaka 21.860, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 45.776. Yedinci İspanya(2.629.817-56.794). Günlük vaka 36.435, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 55.834.

Onun da ardından sekizinci sırada İtalya (2.485.956-86.422) geliyor. Günlük vaka 10.584, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 41.265. Türkiye bu sıralamada 9.ncu (2.442.350-25.344) durumda. Günlük vaka 7.103, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 29.371. 10.ncu sırada Almanya (2.164.043-53.619) geliyor. Günlük vaka 9.387, 1 milyon kişi başına vaka sayısı 26.026.    

Bu on ülkenin ölüm sayıları sıralaması da şöyle oluyor: 1.nci yine ABD(425.208),2.nci Brezilya (218.878), 3.ncü Hindistan (153.724), 4.ncü İngiltere (100.162), 5.nci İtalya (86.422), 6.ncı Fransa (73.725), 7.nci Rusya (69.391), 8.nci İspanya (56.794), 9.ncu Almanya (53.619) ve 10.ncu Türkiye (25.344).    

Ölüm oranlarına göre sıralama şu şekilde değişiyor:1.İtalya 0,0348, 2.İngiltere 0,0271, 3.Almanya 0,0248, 4.Brezilya 0,0245, 5.Fransa 0,0240, 6.İspanya 0,0216, 7.Rusya 0,0187, 8.ABD 0,0167, 9.Hindistan 0,0144 ve 10.ncu yine Türkiye 0,0104.

Günlük vaka sayılarına göre ilk 10 şöyle oluşmuş: 1.ABD 151.616, 2.Brezilya 61.963, 3.İspanya 36.435, 4.Fransa 21.860, 5.İngiltere 20.088, 6.Rusya 17.982, 7. Hindistan 12.689, 8.İtalya 10.584, 9. Almanya 9.387 ve yine 10.ncu Türkiye 7.103.

1 milyon kişi başına vaka sayıları itibariyle de ilk 10 şöyle görünüyor: 1.ABD 77.331, 2. İspanya 55.834, 3.İngiltere 55.539, 4.Fransa 45.776, 5.Brezilya 42.271, 6.İtalya 41.265, 7.Türkiye 29.371, 8.Almanya 26.026, 9.Rusya 25.324, 10.Hindistan 7.857.                        

26 Ocak 2021 Salı

27 Ocak 2021 Çarşamba 10:30 SİTE YÖNETİMİ.....................................Orjan Ne olacak? Ne olmayacak?

Orjan Ne olacak? Ne olmayacak?

7 yıl sonra Orjan’ın ‘50. Yılını’ göreceğiz. Elbette 2028’de zihnimizdeki endişelerin, belirsizliklerin dağılmasını, bahtımızın açık hale gelmesini istiyor ve diliyoruz. Ancak, bunlar kendiliğinden olmayacak. Bugünden yarına hemen olabilecek şeyler de değil. Bir yol çatırığındayız, hangi yöne gidersek gidelim yolculuk çetin ve engebeli. Kaybedilen fırsatlar ve zaman aleyhimize işlemiş. Mevcut olumsuzluklar ayağımıza dolanmış görünüyor. 

Hiç olmazsa şimdi doğru, isabetli ve etkin kararlar alabilelim. Şunu unutmamalıyız önemli bir meseleyi ya da yatırımı gündeme koymanın hazırlığı en az bir yıl, karar vermek iki yıl, uygulamaya geçmek ise üç yıl alır. Bizim genel kurullarımızda bu konuda oldukça kötü bir sicilimiz var. Üye sayımız fazla, homojenlik yok ve uzun bir gündem listesini etkin bir şekilde görüşüp karar verebilmek maalesef mümkün olmuyor, olamıyor. 

Kuşkusuz güvenlik konusunda, sosyal yaşamımızda, üst yapı düzenlemelerinde ve alt yapımızda gittikçe çoğalan aksaklıklar var. Yönetimden bir site yönetimi bekliyoruz ve taleplerimizin karşılanması genellikle mümkün olmuyor. Özellikle “yönetim” anlayışı ile ilgili olarak gün geçtikçe çoğalan şikayetler başka rahatsızlıklara da yol açıyor. Örneğin komşuluk ilişkilerimiz bundan olumsuz etkileniyor, eleştiri ortamının seviyesi düşüyor ve gerginlik artıyor. Bu ortam aynı zamanda yönetimin de motivasyon ve istikrarını bozmakta.  

Böyle bir atmosferde ne ciddi altyapı yatırımlarına, ne de üst yapı iyileştirmelerine yeterince odaklanmak mümkün değil. Özellikle gençlere, çocuklara ve aileye yönelik uzun nefesli ve tatmin edici hizmetlerde yol alınamıyor. Mesela sokak hayvanları gibi hepimizin hassas olduğu bir konuda bile birbirini anlamayan dinlemeyen kakofonik bir durum var.

Şayet pandemi nedeniyle ötelenen genel kurulun yaklaştığı bir ortamda artık bu gidişatı değiştirmek istiyorsak öncelikle durup ta kendimize “Neredeyiz, nereye gitmeliyiz?” sorusunu yöneltmemiz gerekiyor. Bu noktada özellikle de Orjan’ın gelecekte neye benzeyeceği, ne olacağı ne olmayacağı konusunda bir yakınlaşmaya ihtiyaç var.

Görünen o ki Orjan artık bir kooperatif olma vasfını çoktan aşmış durumda. Artık bir “site”den bahsediyoruz. Herkes biliyor ki yapı kooperatifi olma misyonu sona ereli yıllar oldu. Kooperatif yasaya göre tüzük amaçları dışına çıkarak site yönetimiymiş gibi hareket ediyor. Öte yandan adındaki turizm kavramının da içini tam olarak doldurabilmiş değiliz. Durumumuz ne yandan bakarsanız bakın çarpık. Oysa gelecek gün gibi açık: Orjan bir site ve onun gerektirdiği bir yönetime doğru gidiyor. İstesek de istemesek de bu böyle.

Çünkü Orjan’ın ve çevresindeki sitelerin konumu artık bir “yazlık” yeri olmaktan çok “meskun mahal” yani Mahalleye doğru evrilmiş durumda. Zaten bu istikamette bazı girişim, talep ve oluşumlar da görüyor, duyuyoruz. Etrafımızdaki alt yapı faaliyetleri, yapılaşma kıpırtıları ve sosyal gelişmeleri de dikkate alacak olursak değişimin o yönde olduğunu açıkça görebiliriz. Ayrıca sosyal medya platformlarındaki talep ve tartışmaların adı konulmasa da içeriği böyle. Haliyle üye beklentileri doğal bir gelişme çizgisi içinde “site yönetimi” özellikli konulara yoğunlaşınca da kooperatif birçok konuda yetersiz kalıyor.

Etrafımıza bir bakalım. İşleyen aktif bir havaalanına yakınız. Çanakkale-Balıkesir-İzmir karayoluna kıyımızdan geçen sahil yoluyla ulaşabiliyoruz. Konumumuz Altınoluktan Artur’a kadar körfez yoğunlaşmasının bir parçası. Yakınındaki Akçay, Zeytinli, Ören, Öğretmenevleri ve İskele mahallesinin gelişim süreci eninde sonunda bizi de kendine benzetecek. Doğal gazın gelmesi, deniz kirliliğinin sona ermesi ve yıl boyunca kalanların sayısının giderek artması burayı bir yazlık olmaktan çıkaracak.

Hatta bugün şikayet ettiğimiz sorunlar çözüldükçe bu süreç daha da hızlanacak. Neden? Çünkü insanlar böyle bir konumda yaz tatilinden daha fazla yaşamak isteyecekler. Alım satım hızlanacak ve Orjan’ın üye yapısı giderek daha fazla kozmopolitleşecek. Değişik şehirlerden, farklı gelir gruplarından, hayat tarzları birbirine benzemeyen, tanış olmayan kimseler bir araya gelecek. Bu homojen olmayan barınma biçimi; büyük şehirlerdeki site yaşamına benzeyecek. Talepler beklentiler de o yönde olacak tabi ki.

Çok yakında elektronik tanıma sistemli kapımızın, tel örgülü duvarlarımızın, “yabancılar giriyor” şikayetlerimizin de bir anlamı kalmayacak. Çünkü gidiş bir site yönetimine doğru. Eninde sonunda bu olacak. Geciktiğimiz her yıl bize katlamalı maliyetler olarak dönebilir. Zaman da bir maliyet sonuçta. Geçiş sürecinin en az beş yıl alabileceğini hesap edersek ıskaladığımız her genel kurul Orjan’ın geleceğe uyumunu daha da zorlaştıracak demektir. 

Bu öngörümün isabeti karşımıza çıkacak dev rakamlı; kanalizasyon sistemi inşaatı, su şebekesinin yenilenmesi ve tümüyle bozulan üst yapının (Yollar, oto parklar, kaldırımlar) elden geçirilmesi maliyetleriyle karşı karşıya geldiğimizde daha iyi anlaşılacaktır. Üstüne yan ve orta refüjler, yeşil alanlar, spor tesisleri, yüzme havuzu ve eski gazino alanıyla ilgi masraflar da ilave ilave gelecek elbette.

Üyelerin talepleri olan diğer sosyo kültürel beklenti ve hizmetleri saymadım bile. Misal; sokak hayvanlarıyla ilgili Orjan yönetimin olumsuz cevabını hatırlayınız. Ya da ayyuka çıkan güvenlik şikayetlerinin neden bir türlü çözülemediğini. Sorun bir anlayış farkı mı sanıyorsunuz? Kısmen belki, ama temel neden site yönetiminden talep edilmesi normal ve karşılanabilecek hizmetlerin bir yapı kooperatifinden istenmesi olabilir mi?  

Hatırlayınız başlangıçta konut yapımında herkesin plana uyması temel kural değil miydi? Hatta bir kontrol mühendisimiz bile vardı bir vakitler? 40 yıl sonra durum ne? Herkesin kendi bildiğince evini yapıp ettiği, sonra da devletle birebir muhatap olup yaptıklarını yasallaştırdığı bir zamana geldik. Yapı kooperatifi nerede burada?

Madem öyle, konut malikleri olarak kendi adalarımızı da yönetebiliriz. 634 sayılı Kat Malikleri Kanununa göre bir yönetim planı hazırlanır, oluşan site yönetimi mekanizması çok daha demokratik biçimde kademeli olarak gereken kararları alıp uygulayabilir. Böylece kooperatif üyesi olarak değil de konut malikleri olarak önce kendi adalarımızdan başlayarak sitemizin yönetimine daha etkin katılabiliriz.

Genel alanların hizmetleri ve büyük alt yapı yatırımları da olması gerektiği gibi belediyeye, Baskiye, doğal gaz idaresine, elektrik dağıtım şirketine, DSİ’ye ve Büyükşehir gibi kamu kuruluşlarına kalır. Ya da onlarla iletişim ve işbirliği yaparak çözebiliriz. Şu anda tıpkı elektrik sisteminin devrinde olduğu gibi bu hamleyi yapmakta geciktiğimiz her yıl alt yapı ve üst yapı yenilenmesi maliyetleriyle katlamalı olarak karşı karşıya kalacağız.

Hala aymayanlara haber veriyorum: Kanalizasyon işinde, su şebekesinin yenilenmesinde, yollar, otoparklar ve kaldırımlar konusunda ne kadar gecikirsek o kadar yükümüzü arttırmış oluruz. Şu anda karar versek; en iyi şartlarda Baski bile yapsa bize fatura edecektir. Ancak elektrik sisteminin devrinde olduğu gibi bari sonunda yapılacak sistemi tümüyle devretmeyi başarabilsek.

Özetle Orjan’ın geleceği sözde değil gerçek anlamda 634 sayılı Kat Malikleri Kanununa göre bir site olmaktır. Birinci gündem maddemiz de bu dönüşümü başarabilmek.

Ben de kalemimle, tecrübem ve yüreğimle böyle bir yürüyüşe hazırım. Bu yürüyüşte suni ayrılıklara, laf üretmeye, sadece eleştiriye ve sen ben kavgasına yer yok, olmamalı. En başta bu hareketin önderlerine, yönetime aday olanlara böyle bir vazife düşüyor. Bırakın birileri alıştığı minval vıdı vıdı etmeye devam etsin. Siz inançla yola çıkmaya, ayrıştırmaya değil birleştirmeye gayret ediniz. Birileri aramızı ayırmak istese de siz aksine toparlayıcı olunuz, istikametinizi de bozmayınız. Bunun için kalbinizde husumet bulunmamalı. O duyguyu silip atmalısınız kalbinizden ve dilinizden.

Hep birlikte Orjan’ın geleceğine doğru yönelelim. Biliniz ki hiç bir ‘alacakaranlık’ kalıcı değildir. Bakın! bir şeyler yapmaya niyet edenler için şafak sökmekte bile. 

27 Ocak 2021 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı198.................................Tarım ve hayvancılık(IV)

Tarım ve hayvancılık(IV)

Bu hafta da Susurluğun ‘GZFT.09-TARIM VE HAYVANCILIK’ sektörü alanında karşı karşıya olduğu ‘tehdit’lere bakarak amaç ve stratejilerimiz istikametinde yeni hedefler belirlemeye çalışacağız. Bu alanda önümüzdeki dönemde ilçemiz için tehdit oluşturabilecek önemli bazı riskler var elbette. Bu anlamda karşımıza çıkabilecek ‘Tehdit’ler: ‘THD.09.1-Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma riski’,’THD.09.2-Sığır ithalatı’,’THD.09.3-Sularda meydana gelen kirlenmeler’,’THD.09.4-Kuraklık’, ‘THD.09.5-Maliyetlerin yüksek olması’,’THD.09.6-Bitki ve hayvan hastalıkları’,’THD.09.7-İnsanları etkileyen salgın hastalıklar’,’THD.09.8-Satış yapılan piyasalardaki taleplerin düşmesi’ ve ‘THD.09.9-Çalışacak insan gücünün azalması’ gibi görünüyor.

Gelecekte’AMAÇ.1-BÖLGESİNDE YÜKSELEN, ÖNE ÇIKAN GELİŞMİŞ BİR SUSURLUK’arzu ediyorsak’StrA.1.3-Cazibe merkezi olma’ stratejik amacımız çerçevesinde ‘Str.1.3.2-Konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını değerlendirmek’ stratejimizi uygularsak karşılaşabileceğimiz tehditlerin bazılarından fazla zarar görmeyebiliriz. Bu tehditlerin en başında Sanayi, enerji ve lojistik yatırımlarının plansız gerçekleşmesiyle ‘THD.09.1-Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma riski’ geliyor.  Hızlı nüfus artışı ve buna bağlı olarak yaygınlaşan plansız kentleşme ve sanayileşme tarım arazilerinin marjinal kullanım sınırlarının daralmasına neden olmuş durumda. Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma riski günümüzde sadece ilçemiz için değil ülkemiz için de ciddi bir risk. Ülkemizde sadece 2000-2009 yılları arasında işlenen tarım alanlarında % 7,9 oranında bir azalma olmuş. Verimli tarım topraklarının yenilenemeyen bir kaynak olduğu halde sanayi, konut, turizm gibi tarım dışı amaçlarla kullanılması tarım açısından çözümü güç problemler meydana getiriyor. Özellikle meralarda kaçak yapılaşma ve mera dışı amaçlarla kullanım mera hayvancılığını sona erdirmek üzere. Bu bakımdan en önemli doğal kaynaklardan biri olan tarım arazilerinin bilinçli bir şekilde kullanılması sürdürülebilirlik açısından da önemli. Mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazileri dışında kalan tarım arazileri; toprak koruma projelerine uyulması kaydı ile valilikler tarafından tarım dışı kullanımlara tahsis edilebiliyor. Ancak Tarım dışı amaçlı arazi kullanımı öncelikle marjinal tarım arazileri içerisinden veya arazi kullanma kabiliyet sınıfı VIII. sınıf olan arazilerden karşılanıyor. Bu sınıf arazilerden karşılanamaması halinde VII., VI., V., IV. ve III. sınıf kuru tarım arazilerine bakılıyor. Ancak, bu durumda VII. sınıftan III. sınıfına doğru bir öncelik sırası gözetilmesi zorunlu. Öte yandan yapısı itibariyle çoğaltılamaz nitelikte olan tarım arazilerinin amaç dışında kullanılması yerine temel ihtiyaçların kaynağı olması itibariyle niteliklerinin iyileştirilerek rasyonel bir şekilde kullanılması sağlanmalı. Bunun için sürdürülebilir tarım politikaları gerekiyor. Zira tarımsal yapının etkinleştirilmesi ve tarım sektörünün rekabet edebilirliği sektörün doğal kaynakları olan toprak, su ve bitki örtüsünün sürdürülebilirliği çerçevesinde korunması ile mümkün. Bu arada Beş Yıllık Kalkınma Planları çerçevesinde tarımsal üretimin ana kaynağı olan tarım arazilerinin verimli bir şekilde kullanımına yönelik önlemler almak da şart. Ama öncelikle ‘HDF.1.3.2.31-Tarım arazilerinin amaç dışı kullanılma riskine karşı daima fayda-zarar dengesini gözetmek’ gerekiyor. Bu özen gelecek yatırımları seçme ve yönlendirme şansımızı arttırırken, bizi olumsuz etkileyebilecek tercihlerin de önüne geçebilir. Kaldı ki ‘Bozulmamış doğal çevre’ değerlerimiz ve ‘çevre duyarlığımız’  da bizi bu süreçte yalnız bırakmayacaktır.

Öte yandan bazı tehditler ‘AMAÇ.2-KALKINMAYI BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK’’ için ‘StrA.2.1-Değerlere dayanmak’ stratejik amacımız ve ‘Str.2.1.1-Daha fazla değer üretme, Daha adil paylaşma ve Değerleri koruyup geliştirme’ stratejimizle ilişkili. Örneğin ‘THD.09.9-Çalışacak insan gücünün azalması’ böyle bir tehdit. Günümüzde çiftçiler sosyal ve ekonomik gerekçeler ile tarımsal faaliyetten giderek uzaklaşıyorlar. Tarım ve Orman Bakanlığı, üretim planlaması ile tarımsal ürünlerdeki arz-talep dengesini sağlamak ve diğer tarımsal iyileştirmeleri gerçekleştirmek için belirlenen bütçe çerçevesinde çeşitli destekleme araçları ile üreticileri yönlendiriyor. Ancak tarımsal faaliyeti ek gelir olarak gören çiftçilerin üretim kararlarında desteklemelerin önemi azalmakta ve tarımı yönlendirmek güçleşmekte. Çünkü kırsal nüfusun azaltılması yönünde yarım asırdır sürdürülen politikalar sonuç olarak bu sektörde çalışacak insan gücünün azalmasına yol açmış bulunuyor. Böyle bir ortamda verimi, üretimi ve çiftçi gelirini artıran destekleme politikaları son derece değerli olmakla birlikte insan odaklı politikaların geliştirilmesi de giderek önem kazanmakta. Örneğin bu bağlamda Tarımda Ziraat mühendislerimizin, Hayvancılıkta da Veteriner hekimlerin sahaya inmesi ve üretim faaliyeti içinde aktif olarak yer almaları çok çok önemli. Tarım ilçe Müdürlüğünde çalışan ziraat mühendisi ve veterinerlerin masada oturup evrak işleriyle uğraşmaları insan odaklı bir uygulama değil. Aynı zamanda tarım ve hayvancılık sektöründe zayıf bir yön olarak ortaya çıkıyor. Örneğin Susurluk Gıda Tarım Ve Hayvancılık İlçe Müdürlüğümüzde; 7 Ziraat Mühendisi, 1 Gıda Mühendisi, 9 Veteriner Hekim, 8 Ziraat Teknisyeni/Teknikeri, 5 Veteriner Sağlık Teknisyeni/Teknikeri, 1 Çevre Sağlık Teknikeri, 2 İdari Personel ve 3 işçi olmak üzere 36 kişi çalışıyor. Onların arazilerde, köylerde, çiftçilerle ve hayvancılıkla uğraşan üreticilerimizle omuz omuza uyum içerisinde çalışması lazım. Evrak işleri Ziraat odasınca veya düz memurlar eliyle de yapılabilir. Öte yandan çalışacak insan gücünün azalmakta olduğu bir ortamda çiftçilerimizin ihtiyacı olan ‘bilgi ve danışmanlık desteği’nin önemi de gün geçtikçe artıyor. Hiç olmazsa tarama halinde yapılacak bilgilendirme, kurs ve seminerlerle bu görev daha etkin sürdürülebilir. Bu nedenlerle ‘HDF.2.1.1.05-Üretimde çalışacak insan gücünün niceliğine değil niteliğinin arttırılmasına odaklanmak’ öncelikli hedefimiz olmalı. İkinci olarak ‘HDF.2.1.1.06--Çiftçilerimizin ihtiyacı bilgi ve danışmanlık desteğini en etkin şekilde vermek’  hedefiyle hareket etmek gerekiyor. Üçüncü olarak da ‘HDF.2.1.1.07- İlçede görevli Ziraat mühendisi ve veterinerlerden daha verimli yararlanmak’ hedefi insan odaklı bir üretim faaliyeti için son derece isabetli olur. Böylece niteliğin ve verimin arttırılması suretiyle üretimde çalışacak insan gücünün azalması riskine karşı azami ölçüde direnç göstermek mümkün olabilir.

Bazı tehditler ‘StrA.2.3-Üretkenlik ve Rekabetçilik’ stratejik amacımız ve ‘Str.2.3.1-Rekabetçiliği benimseme’ stratejimizle ilişkili görünüyor. Örneğin ‘THD.09.2-Sığır ithalatı’,’THD.09.8-Satış yapılan piyasalardaki taleplerin düşmesi’ böyle tehditler. Türkiye canlı hayvan ithalatına 2010 yılında başladı. 2008'de çiğ süt fiyatının düşürülmesi sonucunda başlayan kriz nedeniyle 1 milyon baş süt ineği kesildi. Hayvan varlığının azalması nedeniyle 2009'da kırmızı et fiyatının yükselmesi ile sütteki kriz kırmızı ette de yaşanmaya başlandı. Hükümet, krizi önlemek ve et fiyatını düşürmek için ithalata kapıları açtı. Aynı zamanda sıfır faizli kredi vererek yeni işletmelerin kurulmasını teşvik etti. Fakat içerde hayvan olmadığı için verilen kredi ve desteklerle hayvan ithal edildi. 2010'da başlayan ithalat özellikle 2011 ve 2012'de çok yoğun olarak devam etti. 2017 programındaki verilere göre, Türkiye, 2011'de 470 bin796 baş canlı sığır ithalatı yaptı. 2012'de 471 bin 571 baş, 2013'te 193 bin 807 baş sığır ithal edildi. 2014'te ithalatta ciddi bir düşüş oldu. Sığır ithalatı 49 bin 714 başa geriledi. Fakat 2015'te ithalat tekrar arttı ve 202 bin 789 başa ulaştı. Türkiye'nin sığır ithalatı 2016'da 400 bin baş, 2017'de 490 bin baş dolayında tahmin edilmişti. Et ve Süt Kurumu’nun 2019 Sektör Değerlendirme Raporuna göre, 2018 yılında 55 bin 752 ton kırmızı et ithal eden Türkiye, 2019'da 765 bin 768 baş canlı hayvan ve 5 bin 36 ton kırmızı et ithalatı yaptı. Yapılan kırmızı et ithalatının tamamı büyükbaş hayvan eti. Küçükbaş hayvan eti ithalatı 2019’da hiç yapılmadı. Hayvan ithalatında en dikkat çekici gelişme ise damızlık ve kasaplık hayvan ithalatındaki düşüş. 2018 yılında 116 bin baş damızlık sığır ithal edilirken 2019’da damızlık büyükbaş hayvan ithalatı yüzde 85,8 oranında düşüşle 16 bin 426 baş oldu. Kasaplık sığır ithalatı ise 2018 yılına göre yüzde 94,8 oranında azalarak 132 bin 844 baştan, 6 bin 863 başa düştü. Aynı dönemde damızlık küçükbaş hayvan ithalatı ise 185 bin 610 baştan 77 bin 867 başa geriledi. 2018’de 239 bin 897 damızlık olmayan küçükbaş hayvan ithalatı yapılırken, 2019’da damızlık olmayan küçükbaş hayvan ithalatı hiç yapılmadı. Buna göre canlı hayvan ve kırmızı et ithalatında düşüş var. Ancak, buna rağmen ithalat yüksek. 2018’de ithalattaki patlama dikkate alındığında biraz frene basıldığında ithalat düştü. Geçen yıla göre ithalatın düşmesi yanıltıcı olmamalı. 2019’daki canlı hayvan ve kırmızı et ithalatına 710 milyon 202 bin dolar ödenmiş. Buna karşılık yapılan ihracat sadece 35 milyon 144 bin dolar. Bu tabloda bazı çarpıklıklar var. Zaman zaman artan Sığır ithalatı yerli hayvancılığımız için önemli bir tehdit. İthalatla hayvancılık üretiminde kalite ve üretim yeterliliğinin sağlanmasının amaçlandığı ifade ediliyor. Oysa ithalat hayvancılığı desteklemekten çok fiyat istikrarına yarıyor. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel daha doğru politikalarla değerlendirildiği taktirde ithalat tamamen sıfırlanabilir ve ihracatta büyük artış sağlanabilir. Örneğin İthalata ödenen 710 milyon dolar yerli besiciye, üreticiye verilse; Türkiye hem kendine yeterli ülke olur hem de 1980 öncesi olduğu gibi, Ortadoğu’nun kırmızı et ve canlı hayvan tedarikçisi olabilir. Aslında temel çözüm üretimi güçlendirmekten geçiyor. O halde, ‘HDF.2.3.1.18-Sığır ithalatı riskine karşı bilinçli işletmeler, rasyonel destekleme kullanımı, daha verimli üretim ve rekabetçi bir anlayışla güçlenmek’ daha isabetli bir yol. Bu hedef aynı zamanda ithalata karşı yerel düzeyde bir direnç de oluşturacaktır.

Tarım ve Hayvancılık sektöründe de zaman zaman konjonktürel olarak Satış yapılan piyasalardaki taleplerin düşmesi yaşanabiliyor. Bu tip geçici durumlara karşı dayanıklı olmak, rekabet ortamında ayakta kalabilmek güçlü bir regülasyonla mümkün. Ancak bu önlemi sadece zaten kırılgan bir sektöre yüklemek de haksızlık olur. Çünkü bu noktada sermayesi güçlü, daha kurumsal yapılara ihtiyaç var. Örneğin ürünlerin sağlıkla saklanabileceği lisanslı depolar, işleme paketleme tesisleri, soğuk hava depoları ve entegre tesisler gibi kurumsal yapılar işin içine girmeli. Ancak bunlar da başlı başına yatırım konusu; Lojistik, tarım ve hayvancılık ürünlerine dayalı sanayi ve ticaret sektörleriyle ilgili tesisler. O halde ‘HDF.2.3.1.19-Piyasalardaki talep dalgalanmalarına karşı; destekleme, sigorta, sanayi, ticaret ve lojistik hizmetleriyle entegrasyona gitmek’ hedefiyle hareket etmek çok yararlı olabilir.

‘THD.09.4-Kuraklık’,’Pahalı sulama’,’THD.09.6-Bitki ve hayvan hastalıkları’,’THD.09.7-İnsanları etkileyen salgın hastalıklar’,’Seçilen büyükbaş hayvan ırkı konusundaki sorunlar’,’Meraların değerini bilmemek ve bu meralardan yeteri kadar yararlanamamak’ gibi tehditlere karşı ‘StrA.2.4-Özgün, ileri ve Güçlü olmak’ stratejik amacımız ve ‘Str.2.4.1-Özgün bir model ortaya koyma’ stratejimizle mücadele edebiliriz. Örneğin suya artık bir mücevher gözüyle bakmamız lazım. Çünkü artık su kısıtı yaşayan ülkeler arasındayız ancak yarın kuraklık yaşayan ülkeler arasına girebiliriz. Bu nedenle tasarruf, verimli kullanım gibi önlemlerin sadece evlerde, iş yerlerinde değil, tarım ve hayvancılıkta da alınması gerekiyor. Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklıktan daha farklı. Çünkü tarımsal üretimde yağışların bitki büyüme dönemlerine göre düzenli düşmesi gerekir. Kök bölgesinde yağışın istenen oranda bulunması gerekir. Bu olmazsa tarımsal kuraklık var demek. Tarım sektöründe olanlar ve çiftçilerimiz bunu en çok hissedenler. 10 yıl önce, 20 yıl önce 1 Ekim'de tarlaya tohum atılırken, son yıllarda 15 gün sonra, belki bir ay sonra ekilebiliyor. Çünkü yağışlar artık 15 günlük, 20 günlük ya da bir aylık gecikmelerle düşüyor. Öte yandan Türkiye yağış azlığı olan bir ülke ama yeraltı su potansiyeli açısından baktığımızda bunu depolayan doğal sistemler mevcut. Meselâ Konya ili yarı kurak bir bölge olmasına rağmen yeraltı su potansiyeli ile sulu tarım yapılan kapalı bir havza. Bu rezervler şimdiye kadar depolanmıyordu. Ancak Tarım ve Orman Bakanlığının Kuraklık Eylem Planı'na göre, 2023 yılına kadar 150 yeraltı barajı yapılması öngörülüyor. Su sıkıntısı yaşanmaması için yatırımlar kadar tasarruf da önemli. Bu eylem planı suyun daha tasarruflu kullanılmasına da yardımcı olacak. Damla sulamanın yaygınlaştırılması da etkin tasarruf yöntemlerinden biri. Böylece yüzde 40 tasarruf sağlanacak ve kurak bölgelerin tarıma kazandırılması da mümkün olacak. İlçemiz genelde sulu tarım yapılan bir havzada yer alıyor. Ancak bu hiç kuraklık olmayacak da demek değil. Bu sebeple öncelikle suyu israf eden, toprağı verimsizleştiren salma geleneğinden kesinlikle vazgeçmek gerekiyor. Bu arada geleceğe yönelik ‘HDF.2.4.1.14-Kuraklık tehlikesine karşı kullanılabilecek yeraltı suyu depolama tesislerini yatırım programına aldırmak’ hedefi tedbirli davranmak adına çok uygun olur. Ayrıca uygun arazilerde salma su geleneğinden vazgeçilerek ‘HDF.2.4.1.15-Tarımsal üretimde damla sulamanın yaygınlaştırılmasını sağlamak’ hedefi hem suyun tasarruflu kullanımına hem de verimlilik artışına fayda sağlayacaktır.

Gelecekte tarım ve hayvancılıkta bir başka tehdit de arazilerin yüksek maliyetle sulanmasında yaşanacak. Pahalı sulama tarımsal üretim açısından oldukça hassas bir nokta. Ürün maliyetlerinde giderek ağırlığı artıyor. Susurluk dere havzası sulu tarım açısından mümbit bir alan. Ayrıca ilçemizin Merkez Sulaması, Çataldağ Göleti, Gürece Sulaması, Söve ve Karapürçek Göletleri gibi tarımsal sulama tesisleri bulunuyor. Yine de suyun fiyatlandırılması, toplumun ekonomik, çevresel ve sosyal hedeflerini dengeleyen bir mekanizma. Bir bakıma suyu israf etmemeyi, verimli ve tasarruflu kullanmayı güvenceye alıyor. Kuşkusuz su fiyatı ödeme gücünü de dikkate almalı. Fakat etkin bir sulama yönetimi için gerekli işletme, bakım ve yönetim giderleri kadar sulanacak alana verilecek suyun miktarı üzerinde de önemle durulması gerekiyor. Yine genel su dağıtım şebekelerindeki sızıntılar, kaçak ve kayıpların önlenmesi de şart. Öte yandan bütün önemine karşın suyu doğru kullanmadığımız ve koruyamadığımız bir gerçek. Kaldı ki sulama suyu fiyatının ucuz olması bilinçsiz kullanıma ve drenaj sorunlarına da neden olabiliyor. Bu itibarla öncelikle etkin sulama sistemleri ve yöntemlerinin kullanılması gerekiyor. Meselâ su azlığı bulunan bölgelerde ısrarla su yoğunluklu ürün yetiştirme çabasından kaçınılmalı. Yetiştirilecek ürünler ve sulama yöntemleri konusunda birlik ve çiftçilerin eğitim programlarıyla desteklenmesi tarımsal su verimliliğini artırabilir. Arıtılmış atık su, gri su ve toplanan yağmur suyu gibi alternatif su kaynaklarının daha fazla kullanımı teşvik edilebilir. Maliyetlerin düşürülebilmesi için sulama alanlarının kapalı sisteme alınması bir başka çözüm yolu. Böylece önemli bir maliyet oluşturan mazot ve elektrik tüketimi olmadan çiftçilerimiz vanayı açtıklarında tarla ve arazilerini sulayabilirler. Bu sebeple Tarımsal üretimde ileri ve güçlü olmak için örneğin; ‘HDF.2.4.1.16-Çiftçiye havzaya, ürüne ve en uygun maliyete göre sulama seçenekleri sağlamak’ şeklinde özgün bir model ortaya koyabiliriz.

Üretilen bitki ve hayvanlarda görülen ‘Hastalıklar’ da dikkate alınması gereken olumsuzluklar. Üretimin temel prensibi, eldeki potansiyelden mümkün olan en yüksek verimi almak. Ancak üreticilerin ve yetkililerin bütün önlem ve çabalarına rağmen, hastalık ve zararlıların tarımsal üretimde neden olduğu kaybın önüne geçilemiyor. Zirai hastalıkların her yıl dünya genelinde verdiği zarar, toplam üretimin neredeyse %15’ine denk düşüyor. Hastalıklardan kurtulmayı başaran ürünleri ise bir başka tehlike bekliyor: zararlılar. Tüm dünyada zararlıların yol açtığı üretim kaybının her yıl %9 ila %21 arasında değiştiği tahmin ediliyor. Türkiye’de yetiştirilen kültür bitkilerini tehdit eden 500’den fazla hastalık, bakteri, fungus, virüs ve parazit zararlı bulunuyor. Bunlardan 35-50-tür ekonomik önem taşımaktadır. Bunların toplam tarım üretimine zararı, yıllık üretimin neredeyse %40’ına ulaşıyor. Bulaşma riskini azaltmak için ekilebilir arazilerin bir kısmının her yıl nadasa bırakıldığı da hesaba katılınca, mevcut üretim potansiyelinin önemlice bir kısmından verimli bir şekilde yararlanılamadığı ortaya çıkıyor. Zirai hastalıklarla mücadelede ilk adım, bazı zararlı üretim alışkanlıklarının terk edilmesiyle atılabilir. Çünkü sorgulanmaksızın yüzyıllardır uygulanan bazı yöntemler, aslında büyük kayıplara ve risklere yol açabiliyor. Örneğin dallara vurarak meyve toplama, dallarda yaralar açarak hastalık bulaşma riskini artırıyor. Dolayısıyla bazen basit bir anlayış değişikliği, mesela münavebe yöntemi ya da değişik ürünler yetiştirme yolunu tercih etmek etkin bir çözüm olabilir. Geleneksel olarak zararlılarla mücadelede ilk akla gelen kimyasal ilaçlama yöntemi ise, dikkatli kullanılmadığında yarardan çok zarar getiren bir uygulama. Zirai mücadele ancak gerektiğinde yapılmalı. Tarımsal savaş nihayetinde hastalık ve zararlıların etkisi ile meydana gelecek olan kayıpların önlenmesi demek. Hastalıklar, bir bitkinin herhangi bir organında ve herhangi bir gelişme döneminde etkili olabilir. Verimi düşürür ve bazı bitkilerin niteliğini olumsuz yönde etkiler. Hatta bazı hastalıklar, bazı kültür bitkilerinin belirli yerlerde yetişmesine tamamen engel olabilir. Öte yandan hayvansal ürünlerin insan beslenmesindeki tartışılmaz yeri hayvan sağlığının önemini de arttırıyor. Hayvancılık zaten her yönüyle stratejik bir sektör. Zira hayvan sağlığı tesis edilemediğinde hayvancılık sektöründe ciddi verim kayıpları oluştuğu gibi insan sağlığı da bundan olumsuz etkileniyor. Bu yüzden Tarım bakanlığınca, hayvan hastalıklarının kontrol altına alınabilmesi, eradikasyonunun sağlanması amacıyla birçok proje yürütülmekte. Bunların arasında hayvan hastalıkları ile mücadele yanında, hayvanların kimliklendirilmesi ve kayıt altına alınması, hayvan hareketlerinin kontrolü, halk sağlığı ve hayvan refahının sağlanması, hastalıkların teşhis ve tedavi hizmetleri ile sağlıklı hayvansal ürün elde edilmesine yönelik çalışmalar da var. Bu çerçevede şayet ‘StrA.2.4-Özgün, ileri ve Güçlü olmak’ stratejik amacımız varsa ve ‘Str.2.4.1-Özgün bir model ortaya koyma’ stratejisi izleyeceksek önümüze koyacağımız hedeflerin de bu istikamette olması gerekiyor. Bu sebeple bitki ve hayvanlarda görülen hastalıklar konusunda esas itibariyle Bakanlığın uygulama ve tedbirlerine riayet edilmesini sağlamakla birlikte ‘HDF.2.4.1.17-Bitki ve hayvan hastalıklarıyla mücadelede üniversite destekli doğal yöntemlerden yararlanmak’ de yararlı olabilir.

Bulaşıcı hastalık nedeni mikro canlılar yerkürede bilinen en eski canlılar. Birçok yaşam zincirinde yer alıyorlar ve yalnızca binde birinin diğer canlılar için patojen olduğu kabul ediliyor. Böyle mikro canlılar ile insan veya hayvan arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusu. İnsanları etkileyen böyle salgın hastalıklar için örnek olarak sığır vebası, şap, tüberküloz, kuş gribi ve korona türü virüsleri gösterebiliriz. Bu tür salgınlar neticesinde geçmişte yaşanan ölümler nedeniyle toprağı süremeyen çiftçilerin tarımdan elde ettikleri gelirleri azalmış, hayvanlardan sağlanan et, süt, yoğurt, peynir gibi gıda maddeleri azaldığından büyük fiyat artışları yaşanmıştı. Başta et ve süt olmak üzere ciddi verim düşüklüğü yaşanırken, çok sayıda genç hayvan ölümü gerçekleşmişti. Neticede hastalığın yayılması sektörü olumsuz etkilerken tarım sektöründe yaşanan bu olumsuzlukları ekonomileri de derinden etkilediği görülmüştü. Bilim insanları, ormanların ve biyo çeşitliliğin azalması sonucu covid-19 gibi yeni ölümcül pandemilerin ortaya çıkabileceği uyarısı yapıyorlar. Buna göre ormanların hızla yok edilmesi, tarım alanlarının kontrolsüz şekilde genişletilmesi, uzak bölgelere madenler inşa edilmesi, vahşi hayvanların gıda, geleneksel tıp veya egzotik ev hayvanları olarak istismar edilmeleri, hastalıkların vahşi yaşamdan insanlara doğrudan geçişine yol açıyor. Bunun sonucunda da her yıl dünya nüfusunu etkileyecek beş ya da altı yeni pandeminin ortaya çıkabileceği belirtiliyor. Kuşkusuz bulaşıcı ve salgın hastalık çıkmadan önce ve çıktıktan sonra yapılacak birçok farklı mücadele var. Bunun için her şeyden evvel Tarım Bakanlığının Bulaşıcı ve Salgın Hastalıkların önlenmesine ilişkin yönetmelik hükümlerinin yerine getirilmesine odaklanılmalı. Bu çerçevede: ‘HDF.2.4.1.18-Yönetmelik gereği Hayvan Sağlığı Zabıtası Komisyonunun Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklar konusunda aldığı kararlara uyulmasını sağlamak’ öncelikli hedef konumunda. Dolayısıyla Bulaşıcı ve Salgın Hastalık ‘Kriz Yönetim Merkezleri’ ve ‘Komisyon’ tarafından yapılan duyurular, açıklamalar TV, radyo vs. iletişim araçlarından takip edilerek herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Bölgedeki hastalıkların daima takip edilmesi, sürünün sağlık durumunun yapılacak kontrollerle tespit, kayıt ve izlenmesi son derece önemli. ‘HDF.2.4.1.19-Tescili yapılmayan hayvanların tescil ve kayıt altına alınmasını sağlayarak hayvan sigortasının yapılmasını özendirmek’ hedefi bu nedenle stratejik bir konumda. Bu bağlamda hastalıkların durumuna göre sürünün mümkün olduğu kadar kapalı tutulması ya da kapalı bakım ve beslemede yeterli hava ventilasyonu için düzenlemeler yapılması gerekebilir. Yine hayvan altlıklarının özellikle kapalı sistemlerde uzun süre bekletilmemesi, hayvanların meraya kademeli olarak çıkarılması öneriliyor. Bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar için yapılan kontrol programı çerçevesinde ‘HDF.2.4.1.20-Gerekli aşıların aksatılmadan ve belli bir program dahilinde yapılmasını sağlamak’ da aksatılmamalı. Buzağı dünyaya gelir gelmez, yapılacak aşılar belli ama yine de işletmelerden ya da aşı probleminden kaynaklanan bazı sorunlar olabiliyor. Ayrıca yetersiz beslenen hayvanlar her türlü enfeksiyona açık hale geldikleri için ‘Bulaşıcı ve Salgın Hastalık’ ile mücadelede hayvanların hastalıklara karşı dirençli olmaları çok önemli. Bunun için ‘HDF.2.4.1.21-Bulaşıcı ve Salgın Hastalıkla mücadelede hayvanların yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenmelerine azami özen gösterilmesini sağlamak’ gerekiyor. Hasta ve hastalıktan şüpheli hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrılması için Yönetmelik gereği tecrit uygulanması söz konusu. Bu kapsamda hastalık çıkan veya şüpheli olan çiftlik, aynı yönetmelik gereği kordon ve karantinaya alınıyor ve hayvan yetiştiricilerinin uymaları gereken hususlara harfiyen uymaları sağlanıyor. Mesela ‘HDF.2.4.1.22-Hayvan ölülerinin usulüne uygun yok edilmesi, gömüldükleri alanın yer altı su kaynaklarına ve meralara yakın olmamasını sağlamak’ dikkat edilmesi gereken önemli bir konu. Bu itibarla çiftlikte çalışan personelin,  yetiştiricilerin, kooperatiflerin ve Birlik üyelerinin; hastalıkta ve hastalık çıkmadan önce Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın hayvan yetiştiriciliği, sağlığı ve nakilleri konusunda yayınlanan kanun, yönetmelik, tebliğ ve uyulması gereken kurallar hakkında bilgilendirilmeleri zorunlu. Bunun için her yıl uygulamaya konulan ‘Hayvan Hastalıklarıyla Mücadele Programı’ hakkında bilgilendirme toplantıları düzenlenmeli, Kamuoyu ve hayvan yetiştiricileri ortaya çıkan Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklar ve alınan tedbirler hakkında aydınlatılmalı. Bu meyanda halka ve yetiştiricilere yönelik bilgilendirici ve eğitici seminer, kurs ve konferansların düzenlenmesi faydalı olur. İşte bu stratejik konu da ‘HDF.2.4.1.23-Bakanlığın hayvan yetiştiriciliği, sağlığı ve nakilleri konusundaki düzenlemeleri hakkında bilgilendirici ve eğitici etkinlikler düzenlemek’ hedefi ile ilgili.

Hayvancılık konusundaki deneyimler seçilen büyükbaş hayvan ırkı konusunda da bir sorun olduğuna işaret ediyor. Bölgemizde yetiştirilen holstein cinsi hayvan nihayetinde bir süt ırkı. Doğrudur, çok süt veriyor ancak yavru sayısı az ve hastalıklara dayanıklı değil. Bir holstein ırkı yavru ne kadar yem verilirse verilsin 300 kilogram civarında oluyor. Fakat semental gibi başka bazı ırklar daha uzun ömürlü ve dayanıklılar. Ayrıca 20-25 kilo civarında süt verirken, 8-10 buzağı, 400 kilogram civarında et alınabiliyor.  Bu yüzden; durumun gözden geçirilerek; ‘HDF.2.4.1.24-Yöremizde yetiştirilecek büyükbaş hayvan ırkı konusunda daha isabetli seçimler yapmak’ durumundayız.

Hayvancılıkta bir diğer önemli konu bölgemizde bulunan meraların değerini bilememek ve bu meralardan yeteri kadar yararlanamamak. Sadece Göbel bölgesinde 4000 dönüme yakın mera var ama verim ömrü çok kısa. Bu bağlamda ‘HDF.2.4.1.25-Mevcut meralarımızı koruma ve daha verimli yararlanmak üzere ıslah, bakım ve sulanmalarını başarmak’ hedefi istikametinde çaba göstermemiz gerekiyor. Böylece mevcut meralarımızı koruyabilir, ıslah edip sulayarak yıl içerisinde hayvancıya olan katkısını arttırabiliriz.

‘‘AMAÇ.3-İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK’’ arzu ediyor ve bu konuda ‘StrA.3.1-Sürdürülebilir kalkınmayı başarmak’ gibi bir stratejik amacımız varsa; bu konuda en öncelikli stratejimiz ‘Str.3.1.1-Amaç ve güç birliği yapma’ olmalı. Çünkü her hayırlı ve zor işin gereği bu. Mesela şöyle düşünelim; ‘THD.09.3-Sularda meydana gelen kirlenmeler’ geleceğimiz için bir tehdit mi, evet. Hatta hava, toprak ve sularda meydana gelen kirlenmeler tarım ve hayvancılıkta da ciddi sorun mu, evet.  Zira kıtlığın ve açlığın dünyayı tehdit ettiği 21. yüzyılda, en önemli stratejik kaynaklar; toprak ve su kaynakları. Ancak ne yazık ki tarımsal kirleticiler, sanayi atıkları ve evsel atıkların yanı sıra su kullanımındaki plansızlık ve aşırılık, mevcut olanı korumaya ve ekosistemin sürdürülebilirliğine dönük çözümleri zorlaştırıyor. 2030 yılında Türkiye’nin su kıtlığı yasayan bir ülke durumuna gelmesi muhtemel. Oysa Tarımsal üretimin sürdürülebilirliği her şeyden önce toprak ve su kaynaklarının kirlenmemesine bağlı. Toprak ve su kirliliği, hangi tarımsal politika uygulanırsa uygulansın tarımsal üretimin, bırakın ilerlemesini günümüzdeki düzeyini bile koruyamayarak, gerilemesine neden olabilir. Kirlilik bu şekilde devam ederse üreteme sorunu ile karşı karşıya kalınacağı gibi besin güvenliğimiz de tehdit altında. Kuşkusuz bugün için oldukça verimli ve sulanabilir topraklara sahibiz. Ancak Yanlış sulama ve gübre kullanımı tekniklerinden dolayı toprakta tuzlanma riski de büyüyor. Bölgemiz şu ana kadar yoğun bir sanayileşme görmedi. Doğal olarak hava, toprak ve sularda meydana gelen kirlenme henüz alarm seviyesinde değil. Ancak, ilçemizin içinden geçen Susurluk deresinde ve diğer su kaynaklarımızda gözle görülür kirlenmeler de yok değil. En güçlü yanlarımızdan biri olan sulanabilir arazi varlığımız kirliliğin artması ölçüsünde olumsuz etkilenecek. Bu sebeple konunun giderek artan bir sorun olarak gündemimizde yer almasından daha tabii bir şey olamaz. Peki, o halde Susurluk sürdürülebilir bir kalkınmayı amaçlar ve bunun için güç birliği yaparsa buna karşı bir sonuç alamaz mı? Alır, hem de pekâlâ başarılı olur. Kaldı ki bu hem mevcut zayıflıklarımızı güçlendirmek hem de karşımıza çıkabilecek tehdit ve risklere karşı da en etkili yol. Bu manada öncelikli hedefimiz; ‘HDF.3.1.1.07-Hava, toprak ve sularda meydana gelen kirlenmeye karşı ortak bir bilinçle hareket etmek’  olmalı. İkinci olarak; ‘HDF.3.1.1.08-Toprak Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliğinden etkin bir şekilde yararlanmak’ bir hedef olarak önümüzde durmalı. Toprak Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliğinden haberdar olmamız gerekiyor. Çünkü bu yönetmelik 2005’ten beri yürürlükte ve içeriğinde bize yardımcı olacak hükümler var. Öte yandan bugünkü yasalarla kurumlar, havzada kendi alanlarında, birbirlerinden ayrı ve halktan uzak bir şekilde iyileştirme amaçlı çeşitli çalışmalar yapmaktalar. Bu durumda kaynak yönetimi havza bazlı bir bütünlük içinde yürütülemiyor. Köylünün katılımı sağlanmadığı için de yatırımlarda kaynak israfı oluyor ve sürdürülebilir bir havza yönetimine geçilemiyor. Hâlbuki havza yönetiminde her hâlükârda katılımcılık mutlaka sağlanmalı. Su kaynaklarının korunması için zabıta, su polisi gibi önlemler ancak şekilsel bir koruma sağlar. Gerçek anlamda havzanın korunması ancak sürdürülebilir havza yönetim planları yapılması ve katılımcı bir uygulama ile mümkün. Bu itibarla ‘HDF.3.1.1.09-Su kirliliğine karşı köylünün etkin katılımını sağlayan sürdürülebilir havza yönetim planları yapmak ve uygulamak’ gibi ideal bir hedefimiz olmalı.

Son olarak eğer ‘StrA.3.2-Büyümüş, müreffeh ve itibarlı olmak’ gibi bir stratejik amacımız varsa; bu konuda en öncelikli stratejilerimizden biri ‘Str.3.2.1-Sürekli değişim-dönüşüm ve gelişim’ olmalı. Bu meyanda ‘THD.09.5-Maliyetlerin yüksek olması’ sakınılması gereken önemli bir tehdit. Bu risk bazı konularda ulusal çapta yaşanan enflasyon, kur artışı ve girdilerin pahalanması nedeniyle bize yansıyor. İşin bu tarafı dış çevreden yönelen tehditlerle ilgili. Beslenme alanındaki üretim, tüketim ve bu iki unsurun paylaşım dengesizlikleri dünyanın büyük bir bölümünü rahatsız edecek boyutlara ulaşmış durumda. Gıda üretimi ana bileşenlerinin, yani toprak, su, güneş ve insanın birlikte mevcut olduğu ülkelerde dahi beslenme ile ilgili üretim sorunu ve buna bağlı olarak da açlık sorunu yaşanmakta. Bu manada; üretimde Maliyetlerin yüksek olması gerçekten de önemli bir sıkıntı. Zira üretmemek, üretememek ya da pahalıya üretmek, üretimle ilgili sorunun başlangıcı. Belli bir mal veya hizmetin sağlanma maliyetini bulmak için akla gelen ilk hesaplama yöntemi üretim faktörlerinin miktarı ile piyasa fiyatının çarpımı sonucunda elde edilen tutarı bulmaktır. Ancak tarımsal alanda maliyete etki eden birçok üretim vasıtası mevcut. Tarımda maliyetleri oluşturan unsurlar esas itibariyle 5 sınıfa ayrılmış. Bunlar: 1. Arazi kirası, 2. İşçilik giderleri, 3. Cari giderler, 4. Amortismanlar ve 5. Faiz’. Bu sebeple ‘HDF.3.2.1.03-Maliyetleri düşürmek için çaba gösterilmesini, düşürülemiyorsa verime odaklanılmasını sağlamak’ başlangıç hedefimiz olmalı. Kuşkusuz işletmeci açısından tarladan elde ettiği üründen sağlanan net kazanç çok önemli. Zirai alanda girdi maliyetine etki eden temel unsurlar; mazot, gübre, ilaç ve tohum. Bu alandaki üretimin her aşamasında kullanılan mazotun toplam maliyet içindeki payının azaltılması halinde gübreleme, ilaçlama ve tohum atma maliyeti de azaltılabilir. Bu noktada üretim girdileri içinde en çok gider payı alan dizel yakıtına alternatif olabilen biyodizelin kullanılması gündeme geliyor. Bu meyanda bir yılda devletin çiftçilere sadece mazot desteği olarak ödenen bedelin karşılığı olarak 100.000 adet biyodizel üretim makinesi alınabileceğine dikkat çekmek isterim. O halde bu noktada yapılabilecek en uygun şey akaryakıta alternatif ucuz ürünlerin üretimine yönelmek olurdu. Bu açıdan tarım ve hayvancılık sektöründe ‘HDF.3.2.1.04-Biyodizel üretimi ve kullanılması yönünde yerel projeler geliştirmek’ maliyetleri düşürmek noktasında önümüzü açabilir. Muhtemeldir ki enerji tarımının yaygınlaşması, çiftçilere alım garantisinin verilmesi, dizel yakıtlarda biyodizel oranının yükseltilmesi çiftçilerin üretim maliyetlerinin düşmesine ve zincirleme birçok olumlu etkiye yol açacaktır. Bu olumlu etkiler; kırsal kesimin gelir düzeyinin artması sonucu alım gücünün yükselmesi, köyden şehre göçün yavaşlatılması, hızlı şehirleşme sorunlarının hafiflemesi, tarım ürünlerinin maliyetlerinin düşmesi, ucuz tarım ürünlerinin tüm sosyal gruplarda beslenme imkânlarını artırması, yerli yağ üretim sanayinin gelişmesi, yerli üründen biyodizel üretim sanayinin gelişmesi, sanayi sektöründe yeni istihdam alanlarının sağlanması, ithalatın azalması ve çevresel sorunların hafiflemesi olarak özetlenebilir. Bütün bunlar ülke ekonomisine ve sosyoekonomik yapısına olumlu katkı sağlayacaktır.

Türkiye'de kırsal nüfusun genel nüfustaki, tarım sektörünün GSMH’daki, tarım sektöründe istihdam edilenlerin genel istihdamdaki payının azalma eğilimi göstermesine rağmen, bu kesimin toplam nüfus içindeki payı hâlâ göz ardı edilmeyecek kadar önemli. Bu nedenle tarım sektöründeki sorunların tespiti ve bu sorunların çözümüne yönelik önlemler alınması ülkenin sosyoekonomik yapısında olumlu değişmeler adına önem taşıyor. Örneğin günümüzde yürütülen destekleme projelerinin hedefleri arasında çiftçi kayıt sisteminin hayata geçirilmesi, verimliliğin arttırılması, tarımda modernizasyon ve köyden şehre göçün önlenmesi bulunuyor. Türk çiftçisinin desteklenmesi için başta sosyal amaçlı doğrudan gelir desteği olmak üzere üretime yönelik hayvancılık, alternatif ürün destekleri, prim ve bitkisel üretim, sertifikalı tohumluk kullanımı ve meyvecilik desteklemeleri ana başlıkları altında 50’ye yakın destekleme projesi bulunmakta. Bu projeler, hayvancılıkta baş hesabıyla yapılan damızlık düve, suni tohumlama, buzağı aşı desteği, küçükbaş hayvan ıslahı, hayvan kimlik sistemi, litre hesabıyla yapılan süt teşvik primi, kg hesabıyla yapılan sertifikalı yem bitkisi tohum üretimi, tiftik üretim desteği, adet hesabıyla yapılan arıcılık ve gıda güvenliği uygulaması ile ilgili. Buna göre Türkiye’de yapılan tarımsal üretimin neredeyse tamamında destekleme yoluna başvurulduğu görülmektedir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konularda da ‘sürdürülebilirlik’ çok önemli. Tabiri caizse Türk gibi başlayıp Alman gibi devam etmeli, Japon gibi bitirebilmeliyiz.

İnanıyorum ki gelecek yolculuğumuzda KALKINMAYI BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK ile İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK vizyonumuza yaklaştığımız her an yukarda ele alınan pek çok tehdit ve risklere karşı daha güçlü durabiliriz. Sürdürülebilir kalkınmayı başarmak uzun soluklu bir yürüyüştür. Amaç ve güç birliği yapmayla başlar ama sözünün eri olmakla, dava adamı olmakla ve omuz omuza yürümekle gerçekleşebilir.

yyalcin3@gmail.com