3 Ocak 2014 Cuma

116 03 Ocak 2014 Cuma 17;02 İŞ DOKTORU....................................Korkularla yüzleşmek

Korkularla yüzleşmek

İnsanların oldukça garip, tuhaf korkuları var. Bilim adamları bunların 90 tanesini tespit etmiş. Böylece uzun bir korku listesi çıkmış ortaya.

Yürüme ya da ayakta durma korkusu (Ambulofobi), sayılardan korkma (Aritmofobi), kitaplardan korkma (Bibliofobi), Zamanın geçmesinden ya da zamanın kendisinden korkma (Kronofobi) bunlardan birkaçı.

Mesela (Eleuterofobi) özgürlük korkusu oldukça ilginç. Kendinizi kapana kısılmış hissediyorsunuz ve bu hoşunuza gidiyor !.. Çok tuhaf değil mi ? Bu fobiye yakalanan insanlar özgürlüğün; daha fazla seçenek, yapılacak daha fazla iş, yaşayacak daha uzun bir hayat anlamına geldiğini düşünerek korkarlarmış.
Bir de şu korkuya bakınız. “Hippopotomonstroseskippedaliofobi”, yani uzun kelime korkusu. Adı bile korkuyu haklı kılıyor baksanıza.

Lakanofobi; sebze korkusu,  Lekofobi; beyaz renk korkusu, Linonofobi; ip ve  iplerden oluşan şeyler korkusu, Logofobi; kelime korkusu, Melanofobi; siyah renk korkusu, Melofobi; müzik korkusu, Metrofobi; şiir korkusu, Mnemofobi; hafıza korkusu, Mottefobi; böcek korkusu, Nebulafobi; sis korkusu, Nephofobi; bulut korkusu, Nomatofobi; isim korkusu, Oktafobi; sekiz sayısı korkusu…Liste böyle uzayıp gidiyor.

İş hayatını, çalışma ortamlarını etkileyen korkular da var tabi ki. Bunlardan bazıları bilgiden ve yeni olan şeylerden korkma şeklinde görülüyormuş. Epistemefobi korkusu olanlar bilgiden çekiniyorlarmış mesela. Gnosiofobikler yeni şeyler öğrenmekten korkarlarmış.

Ideofobikler özellikle yeni düşüncelerden, Neofobik ve Kainofobikler  ise sadece yeni bilgiden değil, karşılarına çıkabilecek herhangi/ tüm yeni şeylerden korkarlarmış.
Düşünmenin kendisinden (Phronemofobi) de korkulabiliyormuş. Tıpkı fikir korkusu gibi. Bu korku da bir şeylere çözüm getirmek için düşünmekten duyulan korkuymuş.

Çalışılan çevreden, verilen görevi yapamamaktan, topluluk içinde konuşamamaktan ya da diğer çalışanlarla sosyalleşememekten korkuyorsanız; siz genel olarak çalışmaktan korkan bir Ergasiofobik olabilirsiniz.
İş yaşamında bazıları da yazı yazma korkusu içinde olabiliyorlarmış. Grafofobik; iyi yazma yeteneğinden şüphe eden ve bu konuda başarısızlığa uğrayacağından korkan insanlara denirmiş.

Birlikte çalıştığınız bazı yöneticilerin kararsızlıklarını, karar vermeden durumu idare etmeye çalıştıklarını mutlaka görmüşsünüzdür. İşte bu karar verme korkusu (Deciofobi) aslında çok da sıra dışı bir korku değil. Bu tür korkuları olan kimseler, verdikleri kararların sonuçlarından çekindikleri için karar vermekten kaçınmaktaymışlar.
Son olarak bazı yöneticilerin masalarının neredeyse kendileri görünmeyecek kadar tepeleme kağıt, dosya vb. yığılı olduğu dikkatinizden kaçmamıştır.

Bazı makam masalarında ise tersine adeta kağıt cinsinden hiç bir şey bulunmaz, tertemizdir. Aslında bu birbirine zıt iki karakter de kâğıt müptelası ya da korkusu içindeymişler.

Bu hastalığa papyrofobya, kâğıttan ve kâğıtla ilgili her tür (dosya, kitap, yazı vs.) şeylere bağımlı/korkanlara da papyrofobik deniyormuş.

Bu korkulara bizim ülkemize ve insanımıza özgü korkular da ilave edilebilir.

Örneğin; haksızlıktan, adaletsizlikten korkmak; amirinden, arkadaşından korkmak; iş sahipleri ve vatandaştan korkmak; eşinden, komşusundan korkmak; trafikten, hastaneden korkmak; ebeveyninden, öğretmeninden korkmak; aldatılmaktan, ihanetten korkmak; öcüden, dış güçlerden korkmak gibi.

Korku duygusu, bir tehdit algısı ile tetiklenen rahatsız edici ve olumsuz bir his olarak tanımlanıyor. Algılanan tehdit karşısında, insan aklı ve vücudu yaşamsal bir “kavga” veriyor ve “kaçma” tepkisi gösteriyormuş.

Bazı psikologlar korkunun temel ya da doğuştan gelen küçük duygu dizilerinden birisi olduğunu ileri sürmüşler. Bu dizi aynı zamanda sevinç, üzüntü ve öfke gibi duyguları da içermekteymiş. Şayet korku, belirli türde duygusal bir durum veya dış tehdit oluşmadan meydana gelirse, bu takdirde sorun artık anksiyete [1] olarak nitelendirilmeliymiş.
Her korku bir hastalık demek değil tabi ki. Bunların çoğu yaşamın doğal parçaları, kişiliklerin rengi ve uzantısı haller. Herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çeşitli korkulara kapılabilir. Bu anlamda korku evrensel bir duygu.

Neticede insan da bir makina değil. -Hoş makinalar da arızalanır ya.- Elbet insan ruhunun ve bedeninin de arızaları olabiliyor.

Bunlar da aynen onlar gibi bazen fabrikasyon hataları, çokça da yanlış kullanım ya da zorlanmalar sebebiyle ortaya çıkıyorlar. Ancak ciddi şekilde psikosomatik [2] alanla ilgili olanlar da yok değil.

Talebeyken öğretmenler odasına, müdür odasına girmeye korkardım. Bir gün kapı önünde kalakaldım. Ne girebiliyor, ne de geri dönebiliyordum. Bu korkumu yenmeliydim ama nasıl ? Öfkelenmişim, sağ elimle sol bileğimi kaldırıp kapıya vurdurdum. İçerden kalın bir "Gir !" sesi geldi. Artık kaçamazdım, çaresiz kapıyı açıp girdim.

İçerde babacan bir müdür yardımcısı vardı, hiç te korkulacak bir durum olmadı, işimi gördüm ve çıktım. Dışarda durdum, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Ama gözlerimi açtığımda artık gülüyordum, çünkü başarmıştım. O gün bu gündür korkularımın üstüne gitmeyi o olayla hatırlarım. Her zaman işe yaradı.

Korkuların çoğu ruhumuzdaki gölgelerin, karanlıkların eseri. İnanç, azim ve başarının aydınlığı karşısında kaybolup gidiyorlar. Önemli olan bu tip arızaların farkında olabilmek. Gerektiğinde de bunlarla yüzleşmekten, üzerine gitmekten kaçınmamak.


[1] Anksiyete veya endişe, canlılarca deneyimlenen kaygı, korku, gerilim, sıkıntı halidir. Canlıların dış ortama uyum çabasında koruyucu bir tepkidir. Denetim dışına çıkıp kişinin işlevselliğini aksattığında Anksiyete bozuklukları olarak incelenir. Anksiyete psikiyatride bir grup hastalığın genel adıdır.
[2] Psikosomatik',psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklara verilen genel addır. Ruh anlamına gelen "psyche" ile beden anlamına gelen "soma" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Psikolojik sıkıntılar ve duygular özellikle içe dönük insanlarda vücudu etkilemeye başlar. Kişi davranışlarını ve hareketlerini kısmen kontrol edemez ve organlarında bazı rahatsızlıklar görülebilir. Kişinin muhakkak bir doktora görünüp ilaç tedavisine başlaması gerekir.



1 Ocak 2014 Çarşamba

115 01Ocak 2014 Çarşamba 21;55 ANKARA HASTALIKLARI..............İktidar Oyunu

İktidar oyunu [1]


Türkiye için iktidar Ankara demektir. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan bu ülkenin bir numaralı kenti İstanbul olmasına karşılık başkentin bu konumu siyasal gücünden gelir.

Siyaset ve politika adeta Ankara ile özdeşleşmiştir. Neden ? Çünkü devlet işleri ve gücü orada yoğunlaşmıştır.

Siyaset kelimesinin Arapça "Seyis" yani "At Bakıcısı" kelimesinden türediğini düşünürsek, onun iktidar gücüyle ilgisini daha iyi anlayabiliriz.

Şahsen ben siyaset ile politika kelimelerini aynı anlamda kullanmamaya çalışırım. Nedeni, ağırlıklı olarak siyasetin devlet işlerini, politikanın ise iktidar gücüne ulaşmadan önceki halleri çağrıştırmasından.


Sözlük anlamı itibariyle iktidar; yönetme gücü demek. İster krallıkla, ister demokrasiyle olsun, bir toplum ve onun sahip olduğu kaynaklar üzerinde tasarruf etme anlamına geliyor.

Bu anlamda hükmetmek ve yönetmek öyle cazip bir güç ki, adeta insanlık tarihi iktidarı ele geçirmek için çıkan çatışmalardan oluşmuş gibi görünüyor.

Bu hırsa kapılanlar akıllara durgunluk veren kanlı oyunların içerisine girebiliyorlar. O yüzden bu tür oyunlar sadece kendilerinin değil, aynı zamanda ülkelerin de kaderini belirleyebiliyor.

Başka ulusların tarihinden örnek vermeye lüzum yok, bizim tarihimiz; iktidar sahipleri ile ona sahip olmaya çalışanlar arasındaki çatışmalar açısından oldukça zengin. Öyle görünüyor ki bu mücadeleler, hem kendileri, hem de talip oldukları devlet gücü üzerinde ağır hasarlara yol açmış. Yine de Osmanlı'dan günümüze yaşanan bu iktidar oyunlarında aktörler, mekanlar, zamanlar değişmiş, ancak mücadele hiç değişmemiş.

Osmanlı’da şehzadeler Fatih Sultan Mehmet’e kadar günümüz siyasi partileri gibiydi. Her şehzade padişah olacak şekilde yetişir, böylece siyaset, idare ve iktidarı uygulamalı olarak öğrenirlerdi. Tabi, doğal olarak ikbali ona bağlı etrafındakilerle birlikte kaçınılmaz bir iktidar mücadelesinin içinde bulurlardı kendilerini. Bu yöntem işte tam da bu nedenle acı bir geleneğe, devlet için kardeş katline yol açmıştır.

Hızla büyüyüp güçlenen, bir anda beylik katından devlet katına yükselen Osmanlı tahtı ve çevresinde oluşmaya başlayan asker/sivil bürokrasi giderek herkes için çekici hale gelmiş olmalı. Çünkü bu cazibeyi doğrulayan ilk isyan Çandarlı Halil Paşa ile başlıyor.

Çandarlı ki o, II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaklaşık 15 yıl Osmanlı sadrazamlığı yapmış önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’ni kuran birkaç ailenin birinden, Çandaroğullarından geliyordu.

Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı tahtına geçmesine sürekli muhalefet etmiş, hatta İstanbul’un fethi konusunda Fatih’in başarısız olması için düşmanla işbirliği bile yapmaktan çekinmemiştir.

Diğer yandan İstanbul kuşatması Sultan Mehmet için kendisine direnen Osmanlı asker bürokrasisi karşısında bir tür var olma, yok olma mücadelesidir. Bu savaşın İstanbul kadar kendisinin de kaderini belirleyeceğinin farkındadır genç sultan. “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” sözünü bir de bu açıdan görmek lazımdır örneğin. Belki de bu yüzden ümitsizliğe kapılan askeri son büyük saldırı için bizzat kendisi yüreklendirmiştir.

Neticede iktidar gücünün kimde olduğu, kimle ve nasıl paylaşılacağı konusundaki belirsizlik İstanbul’un fethiyle sona ermiştir. Ama hırsı Çandarlı Halil Paşa’yı idama götürmüş, onunla birlikte bu iktidar oyununu oynayan bürokrasinin de yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Çok değil bir nesil sonra  aynı sadaret makamına Çandarlı’nın oğlu İbrahim Paşa getirilecektir. Bu olay, iktidar mücadelesinin devam ettiğini, Fatih’in yerine şehzade Cem’in değil de Beyazıt’ın geçmesiyle birlikte bürokrasinin rövanşı aldığını göstermektedir.

Fatih'in ardından Kanuni, Beyazıt, IV. Murat gibi padişahların dönemi de iktidar mücadeleleriyle doludur. Bunu kurmaca olmasına karşılık, günümüz “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden de görebiliyoruz. Zamanın başkenti İstanbul’da yaşanan bu siyasi çalkantıların, darbelerin ve kanlı olayların odak noktası nedense hep Yeniçeri Ocağı olmaktadır. O fitne ocağı da nihayet tarihte Vaka-i Hayriye adıyla bilinen kanlı bir darbeyle II.Mahmut tarafından söndürülür

Ancak, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması siyasi muhalefeti yok etmez, belki değişip farklılaşmasına neden olur.  O kadar ki Vaka-i Hayriyeden sonra tüm Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyaseti bu Yeniçeri Ocağından dönüşen “İstemezük” kimlikli muhalefet tarafından şekillendirilmiştir.

Bazıları tarihimizin aslında bir darbeler tarihi olduğunu öne sürmektedir. Çünkü ocak kaldırılmış olsa da, artık siyasi genlerimize işlemiş saraydaki/meclisteki ordu korkusu geçmemiştir.

Siyasi hayatımızdaki İttihat ve Terakki, Kuvayi Milliye, CHP, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, Ergenekon vb. zincir halkaları bu gölgelerin devamı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Hem de yeni yeni siyasi mobing uygulamalarıyla zenginleşerek.

Yeni bir gelişme olduğunda, farklı bir fikir ortaya atıldığında, onun bilinen alışılagelmiş düşünce kalıplarına, örneğin dini geleneğe, laikliğe, Atatürkçü düşünceye, demokratik, sosyalist veya liberal kültüre uygun olup olmadığına bakarak sorgulayıp, kabullenmek veya reddetmek türünden davranışlar geliştirilmiştir.

Yerine göre korku dağları yükseltilmiş, zamanı gelince tanklar yürütülmüştür. Muhtıraların şekli değişmiş, bildiri olup internet sitelerinden yayınlanmıştır. Kasetler, telefon dinlemeleri çıkmıştır boy boy, çeşit çeşit. Medya savcı olmuştur, mahkemeler mübaşir. Resmi tarih de bu alanda adeta bir tür yüksek mahkeme gibi kullanılmıştır.

Anlaşılıyor ki, bizdeki iktidar çekişmeleri hiç te yeni değil. Yirminci yüzyılın hemen başında İkinci Abdülhamid'in hal'inden başlayarak bu ülke çok büyük bedellerin ödendiği iktidar oyunlarına sahne olmuştur. Koca bir imparatorluğun, on yıl gibi kısa bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesi başarılmıştır.

Ve aynı zincirin acı dolu halkaları; 27 Mayıs, 12 eylül darbeleri gelmiştir yirmi yıl arayla. Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilallerin izleri bugün hala üzerimizde. 12 Mart, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası/bildirisi gibi versiyonlar da hep bu siyasi depremlerin artçıları gibi yaşandı.

Belki Osmanlı’daki mücadeleler sadece iktidar hırsıyla sınırlıydı ve bedeli başlarıydı. Ancak bugün yaşanan çekişmelerin pek çoğunu ne yazık ki sadece insanî zaaflarla izah etmek zor. Ülkenin ileri gitmesini sakıncalı bulan odakların rüzgârıyla yelken şişiren, memleket hayrına işlere ideolojik saiklerle engel olanlar bu kadar masum değil. Üstelik, yargının dolambaçlı labirentlerinde kayboluyorlar.

İktidar oyununda yer alan sert çizgili güçlü yüzlerde; ihtiras, öfke, korku, kibir, ihanet, servet toplama, şatafat, zevk-sefa merakı, iş bilmezlik, saflık, bilgisizlik gibi renk renk çizgi var. Ama sebep ve gerekçe ne olursa olsun, dün de bugün de büyük işlere, önemli adımlara engel olanlar tarih önünde mahkûm olmaya devam edecekler.

Yine de dikkatli olmak lazım, baksanıza İstanbul’un fethi gibi ihtişamlı bir zafer bile neredeyse böyle bir çekişmeye kurban gidecekmiş.

Dün İstanbul, bugün Ankara iktidar oyunlarının sahnelendiği hastalıklı mekanlar. Yüzlerce kez sahnelenen "İktidar Oyunu" her geçen gün, ilave olan yeni aktörler ve yeni senaryolarla hala devam ediyor.

Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Ergenekon, Gezi ve 17 Aralık operasyonlarının da bu şeytan izinin devamı olup olmadıklarını elbet bir gün tarih yazacak. Ancak bunca tecrübeden sonra, millet olarak iktidar yolunda sergilenen bu tür oyunları önceden sezebilmek, olayları doğru okuyup kimin yanında sağlam duracağımıza karar vermek elimizde.


[1] Avni Özgürel, Gazeteci, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İktidar Oyunu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Haziran 2009

114 31 Aralık 2013 Salı 16;47 NE DÜŞÜNÜYORUM ?.........................Yeni bir yılın eşiğinde


Bir varmış bir yokmuş...


Akşam torunuma bir masal okudum. Bitirdiğimde mümkün olsa bu masalı koca koca adamlara, lanet-dua kavgası yapan büyüklere duyurabilseydim diye düşündüm. Dayanamayıp paylaşıyorum.

Su arayan aslan ile bir ayı pınar başında karşılaşmışlar. Aslan: "Sen dur bakalım! Su benim hakkım, ben içeceğim" demiş. Ayı homurdanmış: "Ben de çok susadım. Önce ben içeceğim.

Başlamışlar tartışmaya. Aslan "Ben ormanlar kralıyım. Tabi ki öncelik benim" derken, "Ama suyu ben buldum. O benim hakkım." diyormuş ayı.

Birbiriyle böyle kavga ederken aslanın gözü havada uçuşan büyük kuşlara takılmış. Bunlar akbabalarmış.

"Hey baksana! Şu başımızın üzerinde dönüp duran kuşlar akbaba mı?" Ayı başını kaldırıp gökyüzüne bakmış: "Evet, demiş. Akbabalar."

Leş avcıları onların kavga edip ikisinin de ölmesini bekliyormuş. Bunu anlayınca ayı demiş ki: "Ey aslan kardeş, buyur önce sen iç!" "Ben beklerim ayı kardeş, sen de içebilirsin!" demiş aslan.

Her iki hayvan da birbirleriyle savaşmaktan vazgeçip, anlaşmışlar. Suyu birlikte içmişler. Akbabalar bakmışlar ki, bu ikisi kavga etmiyor, bir müddet sonra çekip gitmişler.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Bak kardeş ! İnatçı keçilere davul zurna bile az, ama, ister aslan ister ayı, anlayana da sivrisinek saz, görüyorsun değil mi ?

Böyle giderse...


Endişeli gözlerle sorabilirsiniz. "Bu kavga böyle devam ederse, ne olur bu işin sonu ?"

Ben politikadan anlamam. Ne başbakanın bildiklerini bilebilirim, ne de o cemaate mensubum. Gelecekten de -haşa-haber verecek değilim. Bu meselenin hakikatini, sonrasını elbette ki Allah bilir.

Ancak böyle bir kavgadan yara bere almadan çıkmak ne yazık ki imkansız. Bu hale sevinen de ben olmayacağım, sen olmayacaksın, biz olmayacağız, onu da biliyorum.

Kazanan, hiç kuşkusuz bu ateşi alevlendiren, kavgayı fişekleyen, sonra da gölgelerde ellerini ovuşturanlar olacak.

Ey kavga edenler ! Kristal kase kırıldıktan sonra onun değerini anlasanız da geçmiş ola. İsteseniz de olmamış gibi davranamazsınız. Ne yazık ki artık hiç bir şey eskisi gibi olamayacaktır.Tıpkı şu hikayede olduğu gibi:

Yaşlı bir adam her gün bir kuyunun başına gider ve oradan çıkan yılana süt götürürmüş. Yılan da bu iyiliğe altınla karşılık verirmiş. Bu dostluk böyle yıllar boyu devam etmiş.

Günlerden bir gün adam hastalanmış. Hasta yatağından çıkamaz olmuş. Oğluna durumu anlatmış ve yılana yiyecek götürmesini, vereceği altını da getirmesini söylemiş. Oğlan babasının sözüne uyarak yılana yiyecek götürmüş, yılan da ona bir altın bırakıp gitmiş.

Oğlan bunu görünce "demek yılanın yuvası altın dolu, onu öldüreyim, altınların hepsi benim olur!” diye düşünmüş. Yerden bir taş alıp yılana saldırmış. Yılanın kuyruğu kopmuş, ama bu arada yılan da oğlanı sokmuş.

Baba oğlunun gelmediğini görünce hasta yatağından güçlükle kalkarak kuyunun başına gitmiş ve sormuş: "Yılan kardeş burada neler oldu?" Yılan da olup biteni anlatmış. Adam oğlunun suçlu olduğunu anlamış ve ondan gözyaşları içinde af dileyerek "Yılan kardeş olan olmuş, gel yine eskisi gibi dost olalım!" diye yalvarmış.

Ama yılan adama: "Sende evlat, bende kuyruk acısı olduktan sonra biz artık eskisi gibi dost olamayız!" demiş.

"Zararın neresinden dönülse kardır" derler değil mi ? "Görünen köy kılavuz istemez" de denmiştir. Keşke bu hikayeler yerine ulaşsa, kalpleri yumuşatsa ve mü'minin ferasetini arttırsa. İbret alınsa ve kavgayı bırakıp herkes hizmetine baksa.  Ne diyelim ? İnşallah. 

Yıldönümü


Yılbaşı kutlamam. O güne dair özel şeyler yapmam. Hiç bir zaman da farklı anlamlar yüklemedim. Ancak bu, yeni bir yıla girerken sevdiklerime, dost, arkadaş ve yakınlarıma iyi dileklerimi sunmama da mani değil.

Her sabah günaydın, hayırlı sabahlar demez miyiz sevdiklerimize.

Selamünaleyküm, iyi günler, hayırlı akşamlar dilemez miyiz dünyaya. İşte öyle bir şey benim için bu gün, daha fazla değil.

Bir yılı daha geride bıraktık. Sardık sarmaladık kaldırdık arşive. Bir hatıra defteri gibi anahtarını da yanına koyarak. İyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla ömrümüzden bir yıl daha kaydı aslında. Gençler içinse bir yıl daha yaklaşıldı hayallere.

Hep umut içindeyiz; acılar bitsin, sevinçler çoğalsın, sağlık olsun, mutlu olsun tüm insanlar. Bunun neresi kötü.

Her insanın dünyaya gözünü açtığı kültür, inanç ve coğrafya onun seçimi değil. Bu kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye değiştiği gibi, nesilden nesile, bir evden ötekine de değişebiliyor. Yüce yaradan öyle takdir etmiş, kime ne ? 

Bir çok şeyi genlerden devralıyor, geleneksel olarak devam ettiriyoruz. Kimse kimsenin herhangi bir şeyi algılayış, yaşayış ve önemseyişini küçümseyemez, saygısızlık edemez. Benim inancım bana, diğerininki de kendisine. Hepsi saygıya ve hoşgörüye layık. Ne bir fazla ne de eksik.

Bana göre yılbaşı denilen şey tamamen itibari bir şey. Hadi göreceli diyelim. Her şey gibi ne anlam, ne değer yüklerseniz o olur.

Mesela baş meridyen denilen, boylamı 0° olarak tanımlanan başlangıç merdiyeninin Londra'nın Greenwich kasabasından geçtiği kabul edilmiş. O bir şey mi ? Nasrettin hoca merhum dünyanın merkezi eşeğimin sol arka ayağının bastığı yerdir demiş. İsterseniz ölçebilirsiniz.

Yine Miladi takvim 0'la başlıyor. Hz. İsa peygamberin doğum günü esas alınmış. Öncesini M.Ö, sonrasını da M.S olarak öğrendik. Peki Hz. İsa'nın doğum gününü kim biliyor ? Doğu ve güney doğu asya halklarının yılları domuz, kedi, ayı, kaplan, fare bilumum hayvan isimleriyle adlandırdıklarını da biliyoruz. Gülmeyin, onlar da size gülebilir. Yargılayamayız, o zaman bizi de birileri yargılayabilir. Dünyanın hali böyle, kabul edeceğiz.

Bakın, bu sabah saatlerinden itibaren dünya yeni yıla girmeye başladı. 24 saat boyunca dünya üzerindeki her nokta, her saniye 2013'ü bitirip 2014'e girecek. Kavga etmeye gerek yok, dünyada herkese, her inanca yer var.

Rabbim bizi yanıltmasın, inancını kültürünü yaşayan ama diğerlerine de saygı ve sevgiyle bakanlardan eylesin.

2014 yılı hepimiz için, ülkemiz için, hatta tüm insanlık için hayırlara vesile olsun inşallah.