3 Eylül 2015 Perşembe

247 04 Eylül 2015 Cuma 00:45 ESKİMEYEN KELİMELER.................Nûr, Zulmet, İfrat, Tefrit

Nûr, Zulmet, İfrat, Tefrit

Nûr
Bir tür aydınlık, ışık, parıltı ve ziya. Aydınlık, bir yeri aydınlatan güç, ışık demek. Yani bir yüzeyin ya da ortamın ışıklı olması. 

Kolay anlaşılacak derecede açık ve vazıh olana da aydınlık deniliyor. Bir başka anlamı ise kötülükten uzak, temiz ve saf olma hali. 

İslami anlamda aydınlık ise, ilahi bir güç tarafından gönderildiğine inanılan parlaklık yani Nûr oluyor.

Nûr kelimesi esas itibariyle islam'i bir kavram. Kur'an'da beyan edilen Allah'ın 99 ismi'nden biri. Ayrıca Kur'an surelerinden birine de Nûr suresi adı verilmiş.

Çünkü, Nûr sûresi, bu sûredeki otuzbeşinci ayetten ismini almış. Bu ayet, Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğunu bildiriyor ve bu nuru bir misal vererek açıklıyor. [1]

“Nûr” kelimesi, karanlığın zıddı bir mânâ içeriyor. Bu anlamda Nûr aydınlık demek, zıddı ise zulmet yani karanlık oluyor. [2] Her iki kelime de Kur'ân'da hem asıl anlamında [3] hem de mecâzî olarak îmân ve küfür anlamında [4] kullanılmış.

Ayrıca hakkı temsil eden Nûr kelimesi Kur'ân'da tekil, bâtılı temsil eden zulmet kelimesi ise zulumat şeklinde çoğul olarak kullanılmış. Çünkü; îman ve hidâyet anlamındaki hak tek, küfür, şirk, nifak, isyân, sapıklık, cehalet, dalalet vs. şeklindeki bâtıl anlamında zulümat ise pek çoktur. 

Nûr hem kendini, hem de başkalarını gösterir. Meselâ, güneş ışığı hem güneşi, hem diğer varlıkları görmemizi sağlar. Yine göz nuru bize eşyayı gösterir. Akıl nuru ise, bizi eşyanın hakikatına ulaştırır.

Allah, Kur'ân ve Peygamber de, insanları, özellikle îman edip sâlih amel işleyip rızasına uyanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Buna mukabil tağutları, kâfirleri aydınlıktan karanlığa götürür.[5]


[1] Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misâli duvardaki bir hücredir: İçinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs, âdetâ inci gibi parlayan bir yıldız. Mübârek bir ağaçtan [alınan yağla], ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse [kendiliğinden âdetâ] aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nûr üstüne nûr. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir (hidayet buyurur). Allah insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.(Nûr, 24/35)
[2] Fâtır, 35/20
[3] En'âm, 6/1
[4] Bakara, 2/257; Ahzâb, 33/43
[5] Bakara, 2/257; Mâide, 5/16; İbrâhim, 14/1; Talak, 65/10-11

Zulmet
Nûr kelimesinin zıddı olan zulmet, karanlık demek. Işığı olmayan, bütünü veya bir parçası ışıktan yoksun olan, ışık olmama durumu anlamında.  

Yasalara, töreye uygun olmayan, gereğince anlaşılıp bilinemeyen, ne olacağı, sonu belli olmayan, karışık, üzüntü, sıkıntı, perişanlık vs. bütün bunlar da zulmet, yani Allah’ın nurundan mahrum olma hâli olarak sayılabilir. 

Zaten zulmet kelimesinin çoğul (zulümât ve envâr) olarak geçmesinin nedeni de bu çokluğu ve çeşitliliği. Meselâ, yokluk bir karanlıksa, küfür bir başka karanlık. Evham bir karanlıksa, cehalet başka bir karanlık.

Hak teâlâ (Allah-ü alem) nûr ile zulmeti, aydınlık ile karanlığı zikrettiği yerde, aydınlıktan ilmi, karanlıktan câhilliği murâd etmiş [1] olmalı.

Neticede küfür karanlıklara (zulümât), îman da aydınlığa (Nûr) benzetilmiş. Zira karanlık, gözün eşyayı görmesine engel olduğu gibi küfür ve isyân da kalp gözünün îman gerçeğini; hakkı ve doğruyu görmesine engel oluyor.

Günâh işleyen kimsenin kalbini zulmet kaplar, kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid'at ve dalâlete (sapıklığa) düşer. Zulmeti şiddetlendikçe, yüzünde de belli olur. Herkes bunu görmeye başlar. [2]

Bu anlamda Kur'ân'a uymayan her şey; küfür, şirk, nifak, isyân, dalalet, cehâlet, zulüm ve günah olan söz, fiil ve davranışlar karanlıktır. Kâfirler, münafıklar ve zalimler karanlık yoldadır. Âhirette de karanlıklar içinde kalacaklardır. [3]


[1] Nitekim Allahü teâlâ; "Onları karanlıktan aydınlığa çıkarırız" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
[2] Onun içindir ki, bid'at ehlinin ve bozuk fırkalara mensûb kişilerin, zındıkların, kâfirlerin yüzünde aslâ nûr yoktur. (İmâm-ı Kastalânî)
[3] (Hadîd, 57/13; Müslim, Birr, 56-57).

İfrat
Sözlüğe göre ifrat "söz veya işte haddi aşmak, aşırı gitmek" anlamına geliyor. Herhangi bir konuda ölçüyü aşma, çok ileri gitme, normali aşma, aşırılık ve taşkınlık ifrata düşme demek.

İfrat ve tefrit iki karşıt kelime, çizginin aşırı iki ucunu temsil ediyorlar. Buna göre İfrat aşırı tarafında, tefrit ise bu çizginin yetersiz ucundalar.

Her ikisi de ahlâkî anlamda, davranışların kaynağı olan yeteneklerin işleyişinde itidal noktasından sapma anlamına geliyor.

Yani ifrat, söz ve fiillerde ileri gitme, tefrit de gevşek ve ihmalkâr davranma, çabuklukta çok geri kalma demek. İki aşırı ucun orta noktası ise itidâl kelimesiyle tanımlanıyor.

Bu yüzden Kur'ân ve Sünnette ifrat ve tefrit yasaklanmış, dengeli davranılması istenmiş. [1]

Zira, kainattaki her şey Allah’ın varlığına ve birliğine işaret etmek için tasarlanıp dizayn edilmiş. İnsana da bu tasarı ve dizaynı okuyup anlayacak bir akıl ve kalp verilmiş. İnsanın fıtratındaki bu özelliğe dikkatle bakıldığında, insanın o delilleri okumak ve anlamak için vazifelendirildiği aşikar.

Şayet insan bu delilleri görmezden gelip okumaz ve bu delillere karşı lakayt kalırsa işte o tefrit oluyor. O delilleri başka maksat ve ideolojiler için kötüye tevil edip, manüple ederse o zaman da ifrata düşüyor.

İfrat ve tefritin bir çok türü sayılabilir. Mesela bir adama gücünden fazla iş vermek ifrat iken, işsiz ve atıl bırakmak da bir tefrit hali. Doğru olan, elbette kaldıracağı ve yapabileceği bir iş verip, hem aşırı yükten hem de tembellikten onu muhafaza etmek. 


[1] Bir âyette "...Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işi aşırılık olan kimseye itaat etme" (Kehf, 18/28.) buyrulmuş.

Tefrit
İfrat kelimesinin zıddı, yani gevşek ve ihmalkâr davranmak demek.

Sözlükte, herhangi bir konuda geride kalma, yeterli ölçüde olamamak anlamında kullanılmış.

İfrat nasıl ki bir söz ya da eylemde aşırıya gitmek, ortalamayı ters yönde aşmak, haddi aşmaksa, tefrit de onun tam karşıtı ortalamanın altında kalma anlamına geliyor. 

Misal; gereğinden fazla yemek yemek ifrat, gereğinden az yemek tefrit olarak değerlendirilebilir.

Kur’ân ve Sünnette her ikisi de yasaklanmış olduğundan ifrat ve tefritten kaçınmak için her zaman orta yolu bulmak fazilet olarak tavsiye edilmiş.

Örneğin, pek çok âyette israf ve cimrilik yasaklanarak harcamalarda dengeli olmak emrediliyor.[1] Çünkü; israf, ifrat hâlini, cimrilik ise tefrit hâlini temsil ediyor. Pek tabi ki bu ikisinin ortası dengeli olmak oluyor.

Güzel olan tabi ki orta yolda olmak. Zira insan orta yolu hem benimseyebilir hem de takat ve güç yetirebilir. Ama ifrat ve tefrit öyle değil.

Vasat, yani ifrat ve tefrite gitmemek, orta yolda olmak aslında kainatla uyum ve ahenk kurmak demek. Zira çevremizdeki her şey bir denge ve ahenk üzerine yaratılmış. İnsan bu ahenk ve dengeye ancak itidalli davranma sayesinde uyum sağlayabilir. 

Bunun dışına çıkmak, yani ifrat ve tefrite gitmek uyumsuzluk ve dengesizliktir ki, bu da bir çeşit isyan ve zulümdür.


[1] (İsrâ, 17/26, 27, 29; A'râf, 7/31)