7 Ağustos 2020 Cuma

07 Ağustos 2020 Cuma 13:30 CORONA GÜNLERİ................................Bir zamana yolculuk güncesi

35 yıl öncesine seyahat
Bayram bitti, çocuklarımız gitti bizde kendimizi yollara vurduk. Allah nasip ederse üç günlük bir gezi ayarladık ödül olarak. Rotamız Çanakkale üzerinden Trakya. Tekirdağ-Kırklareli ve Edirneye gideceğiz. Şu anda ilk günümüz bitti. Kırklareli öğretmenevindeyiz.
Kırklareli bizim 35 sene önce görev yaptığımız bir yer. O zaman zirai donatımda çalışıyordum ve 1983 yılının mayıs ayında buraya muhasebeci(şef) olarak terfien atanmıştım. Üç yıldan fazla kaldık Kavaklı beldesindeki fabrikada. Zor günler çetin yıllardı yaşadığımız. 2 ve 3 yaşında çocuklarımız vardı. Kasım 1985 te de üçüncü çocuğumuz Hilal doğdu burada. 1986 yılı eylülünde de yine terfien bu defa müdür yardımcısı olarak Ankara genel müdürlüğe geçmiştik. Kırklarelinde bizde iz bırakmış hatıralar var. Ama 35 yıldır çok istediğimiz halde bir türlü gelip görememiştik. Niyetimiz buraları bir kez daha görmek, bulabildiğimiz dostlarımızı ziyaret etmek.

İlk gün oldukça yoğun geçti. Sabah 08.30 da körfezden yola çıktık. Çanakkale üzerinden lapsekiye oradan Feribot la Geliboluya geçtik. Tekirdağ Marmara ereğlisinde yazlığında bulunan yaşlı ilkokul öğretmenimi ziyaret ettik önce. Çok memnun oldu tabi. Bir saat kadar görüştük konuştuk. Duasını aldık bol bol. Sonra da oğlumuz bizi Çorluda bırakıp İstanbula geçti.
Oradan yaklaşık 45 dakika mesafede Lüleburgaz vardı hedefimizde. Otogardan alıp evlerine götürdü bir akrabamız. Meğer onlarda da bir aile büyüğümüz ve iki çocuğu bayram için bir araya gelmişler. Derken burada görev yapan bir astsubay delikanlı da eşi ve çocuğu ile gelince bizim ziyaret tam bir susurluklular buluşmasına dönüştü. Sağolsunlar yemek çıkardılar, çay içildi, sohbet muhabbet derken saat 22'yi buldu. Öğretmen evine geldiğimizde saat 23'tü.
Yarın sabah inşallah şimdi kırklareli üniversite yerleşkesi olan Kavaklı daki eski fabrikaya gideceğiz.
Geçmiş zaman olur ki
Saat 19.15 biraz sonra Edirneye hareket edeceğiz. Bir günlük Kırklareli nostaljimiz sona erdi. 35 yıl sonra bir çok eski dostu gördük, görüştük. Ölenler olmuş onları da rahmetle andık.
Hiç birşey değişmeden durmuyor. Şehir değişmiş, caddeler farklılaşmış, yeni binalar doldurmuş her yanı. İnsanlar da yaşlanmışlar. Ya da bize öyle geldi.
Kırklarelinde tam 8 saati dolu dolu geçirdik. Sabah kahvaltımızı bir çorbacıda oldu. Sonra çarşamba pazarını dolaştık. Valiliğin karşısında çerezcilik yapan bir abimizi soruştururken iki eski mesai arkadaşımızı da bulmuş olduk. Derken eskiden ailece görüştüğümüz bir başka dostumuz da çıka geldi. Üstelik kendisi Düzce'de yaşıyormuş. Bayram ziyareti için kırklarelindeymiş. Nasibe bakın.
Oradan çerezci hacı abi bizi eski fabrikaya götürüp bırakıverdi sağolsun. 3,5 yıl çalıştığım, yaşadığımız yerleri gördük yeniden. Şimdi kırklareli üniversitesinin iki yüksek okulu bir Fakültesi var orada. Benim odam öğrenci işleri bürosu olmuş, servis de dekan odası. Lojmanlar aynen duruyor. Yalnız misafirhanemiz atıl duruyor. Bahçedeki fidanlar şimdi koca koca ağaç olmuşlar. Hele lojmanımızın önünde bir ıhlamur o kadar büyümüş ki balkon ve pencereler görünmüyor. Arkada bizim bahçe yaptığımız yerler yine aynı. Sebze bostan yeşilliği halinde. Cimcime ile kartopunun nesli de epey çoğalmış. En az 3 köpek, 7 yavru saydım.
Kavaklıya gittiğimizde ilk önce "ekmekçi İbrahim abiyi" aradık. Sağmış, fırın işini bırakmış oğluna market açmış kendisi de arılarıyla meşgul oluyormuş. Sonra bir eski çalışanı bulduk, konuşkan biri. "seyit amca" yı sorduk onlar vefat etmiş. Haber verdiler, oğlu geldi yanımıza. Tarladaymış. Aldı bizi eve götürdü. O eve bir kaç defa gitmiştik, tanıdım. Hemen hemen aynı çok değişmemiş. Sağolsunlar bizimle ilgilendiler, muhabbet edip ayrıldık. Kavaklıdan çıktığımızda saat 18'di.
Şoföre sorduk: "kırklarelinde ne yenir?" "Köfte" dedi. Nerede yiyebileceğimizi de tarif etti. Belediyenin yakınındaki BİRTAT lokantasının köftesi gerçekten güzelmiş, yanında getirdikleri piyaz ve yoğurt da öyle.
Edirne'ye geldiğimizde akşam ezanları okunuyordu. Traky. Ün. Uygulama oteli otogara çok yakın rektörlükteymiş. Geldik yerleştik. Kısa bir süre çay içmek için yakındaki bir cafeye gittik geldik. Bu arada iki gece kalacağımız da netleşti. İnşallah cuma sabahı yola çıkacağız.
Allah nasip ederse yarın tam gün Edirne deyiz. Bakalım Edirne bize neler gösterecek.
Edirne'de zaman
Şu anda Edirne'de Meriç nehri üzerindeki tarihi köprünün yanındayız. Köprünün sol tarafında, nehrin karşı kıyısında Edirne belediyesinin bir çay bahçesi var. Edirne bayağı sıcak, sabah 30 dereceydi muhtemelen şimdi 33-34 derece. Burası gölge, üstelik esiyor.
Buradan kalktığımızda Edirne nin meşhur ciğercisine gideceğiz. Daha sonra tarihi Ali Paşa çarşısında yine Edirnenin meşhur renkli kokulu mum sabunlarından alacağız hatıra olarak. Bir de badem ezmesi ve peynir düşünüyoruz yerinden bulabilirsek. İkindi namazını da tarihi camilerden birinde kılarız inşallah. Dükkanları dolaşırız. Akşam namazından sonra misafirhane döneriz diye düşünüyorum.
Sabah Edirne merkeze bir taksiyle geldik. Tavsiye üzerine saraçlar caddesinde İmren kahvaltı evinde kahvaltı ettik. Sonra da yolumuzun üzerinde tarihi Ali Paşa çarşısını gezdik.
Dışarısı çok sıcaktı bir an evvel Selimiye camisine ulaşmaya çalıştık. Hamd olsun öğle namazımızı orada kılmak nasip oldu. Cami gerçekten de muhteşem bir eser. Bana göre fazla olarak bir de zarif ve güzel. İçinde namaz kılarken, bakarken insan osmanlıyı ve koca Sinanı hissediyor.
Nasıl yapmış, yapılmış? Bak burada eli var, burada gölgesi. Burada göz nuru dökülmüş, burada da duaya açılmış onca el. Burada hakkın divanına çıkmak, ibadet etmek ne hoş. Bir eserin neredeyse 600 yıldır böylesine ulu ve güzel kalması ne kadar hayranlık verici. Ne kadar gurur verici böyle eserlerin varisi olmak, böyle hissedebilmek.
Camiden çıkınca hemen avluda yan tarafta bulunan vakıf müzesini gezdik. Muhtemelen vaktiyle medreseydi. Avlulu ve çepeçevre küçük odalarla kare düzende bir yer. Sanırım eski camilerden çıkan objelerle meydana getirilmiş. Bir de mimar Sinanın hayat hikayesi kendi ağzından yazılmış panolara. Güzeldi. Aslında bana kalsa burada gezilecek görülecek pek çok müze var ama hanım pek sevmiyor. Onun sevdiği yerler tarihi çarşılar.
O yüzden önce Arasta çarşısını sonra da Bedesten çarşısını gezip bir şeyler aldık. Sonra da yine saraçlar caddesine çıktık. Ciğer yemek için biraz daha acıkalım diye de bir taksiye binip doğru Meriç nehri kenarına geldik. Bu köprüden bir kaç yüz metre öncesinde Tunca nehri üzerinde yine bir tarihi köprü var. Aslına bakarsanız Edirne nereye bakarsanız bakın tarih dolu. Şehir merkezine yüksek bina yapılmasına müsaade edilmiyormuş bu yüzden. Bence çok isabetli.
Bir günde gezilecek, tamam gördük denilecek bir yer değil burası. Nihayetinde Osmanlı'ya istanbuldan önce başkentlik etmiş bir şehir.
Bir yolculuk hikayesi
Bugün artık dönüyoruz. Salı günü çıkmıştık yola. İlk gün Tekirdağ Marmara ereğlisi, Çorlu, Lüleburgazdaydık. Gece Kırklareline vardık ve orada kaldık. Ertesi gün çarşambaydı ve yoğun bir ziyaret programımız oldu. Akşam 19.30 da Edirneye gitmek üzere yola çıktık. Perşembe günü Edirneyi gezdik. Görülecek yerleri gördük. Yedik, içtik, alışveriş yaptık. Otobüs saati öyle gerektirdiği için bir gece daha kaldık misafirhanede. Sabah 9.30 otobüsüyle dönüyoruz. Şu anda Geliboludan lapsekiye geçtik Çanakkale yolundayız.
Edirne bazı yönlerden hayran bıraktı, bazı konularda da hayal kırıklığı oldu. Şunu söyleyebilirim ki oraya sadece Selimiye yi görmek için bile gidilebilir. Hemen karşısında meydanda eski ulu cami, biraz ilerde Lari camisi var. Sadece şehir merkezinde 5-6 tane öyle irili ufaklı tarihi cami gördüm. Yine tarihi Ali Paşa çarşısı, Bedesten çarşısı gibi Osmanlı yadigarı alışveriş mekanları eski canlılığında olmasa da gezmeye değerler.Tunca ve Meriç üzerindeki eski köprüler de öyle.
Özellikle ulu cami üzerinde biraz durmak gerek. 1414 yılında yapılmış. Banisi Osmanlı devletinin ikinci kurucusu sayılan sultan Çelebi Mehmet. Kendisi Bursa ulu camiyi yaptıran Yıldırım Beyazidin oğlu. Dönem aynı olunca Edirne ulu cami de Bursa'daki adaşını çok andırıyor. Büyük yazıları, süslemeleri, taş yapısı çok benzer. Fakat tabi Bursadaki ulu cami söz verilmiş 20 kubbeli cami yerine yapıldığı için bundan çok büyük. Yine de bu caminin Selimiyenin olmadığı, İstanbul henüz fethedilmediği için Edirnenin başkent olduğu yıllara ait olduğunu hatırlamalıyız. Yani ulu cami bir payitaht şehri camisi, onun baş eseriydi. Orada namaz kılarken dışarıdaki sıcağı, buradaki serinlik ve huzuru düşündüm. Allah banisine, mimarına, kalemkarlarına, usta ve işçilerine rahmet etsin.
Edirne tava ciğeri gerçekten meşhur olduğu kadar güzelmiş. Yanında istenirse manda ve koyun yoğurdu da veriyorlar. Onlar da nefisti. Meriç kıyısında küçük şirin tarihi bir binayı çay bahçesi yapmış Edirne belediyesi. Manzarası, havası, çayı güzeldi. Mutlu olduk, dinlendik. Şehir meydanında tam ulu caminin karşısındaki çay bahçesi de hoşumuza gitti. Taksicileri, küçük esnafını dürüst, konuşkan ve yardımsever bulduk.
Ama Edirne belediyesi bizden geçer not alamadı. Şehrin en meşhur alışveriş bölgesi olduğu söylenen Saraçlar caddesi bize sanki yarım kalmış, ya da bakımsız bırakılmış gibi geldi. Ciğercilerin bulunduğu ara sokaklar da öyle. Tuvaletler çok kötüydü. Hele de otogar sadece tuvaletleriyle değil her yeriyle leş gibiydi.
Edirneye has kokulu renkli mum sabun neredeyse bitmiş. İki dükkan gördük onlar da akşam üstü erkenden kapatmışlar. Gündüz biriyle konuşma fırsatı bulmuştuk, piyasanın çok kötü olduğundan şikayet etti bol bol. Bir an suçlu gibi hissettim kendimi, "Akşam üstü dönerken hatıra alalım, şimdi yük olmasın" dedim ama baktık ki erkenden kapatmış.
Şehir içi toplu taşıma otobüsün küçüğü minibüsün büyüğü araçlarla yapılıyor. Pis ve özensizdiler. Şoförler kendi üniversitelerini bilmiyor gibiydi. Kaldığımız misafirhane trakya üniversitesi uygulama oteliydi. Nedense hiç duymamışlardı. Rektörlüğü bile bilen olmadı. Koca üniversiteye fakülte deyip duruyorlar.
Edirne yeşil bir şehir. Yüksek binaya müsaade edilmiyormuş. Her yanında tarih var. Daha birçok eserler ortaya çıkarılmaya, restore edilmeye çalışılıyor. Misal eski saray öyle, Selimiye nin hemen önündeki han-çarşı kalıntıları öyle. Hatta pek çok eski ev harap viran vaziyette zamana direnmeye çalışıyor.
Allaha hamd olsun biz üç günlük planımızı gerçekleştirip yeniden Körfeze yazlığımıza dönüyoruz. Şu anda Çanakkale'yi geçtik Ezine ye doğru yol alıyor otobüsümüz. Epeydir şehirlerarası otobüse binmemiştik. Pandemi kurallarına uyuluyor. Sık sık kolonya döküyorlar. Ama kasaba otobüsleri gibi dur kalk dur kalk gidiyoruz.
Edirne den sonra Havsa vardı. Sonra Uzunköprü ardından Keşan. Trakya zengin çiftçi memleketi. Her taraf ekili arazi. Buğday hasadı bitmiş, şimdi ayçiçek var deniz gibi tarlalarda. Havsa Uzunköprü arasında çeltik ekili araziler gördük epey. Ara ara üzüm bağları da ilişti gözümüze.
Şu an peynir ilçesi, Yahya çavuşun memleketi Ezinedeyiz. İnebilseydik buradan Ezine keçi peyniri ve peynir helvası almak isterdim ama olmadı. Ezineyi geçince sola Bayamiçe yol dönüyor, kazdağlarının arkasına, Çan ve Yenice istikametine doğru. Oralar da güzeldir. Meyvalık ormanlık yerler. Ancak bizim yolumuz kazdağlarının önüne: küçükkuyu, altınoluk, akçay, Edremit ve Burhaniyeye doğru.

5 Ağustos 2020 Çarşamba

05 Ağustos 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı173..............................Susurluk Değerleri

Susurluk Değerleri
“Değerler” tabiatıyla insanın ürettiği ve taşıdığı kıymetler. Ne insan olmadan bir değerden söz edebiliriz, ne de herhangi bir değeri olmayan insanın kıymet i harbiyesi vardır. O kadar ki insan belli değerlerle ancak “eşref i mahlûkat” olabilmiştir diyebiliriz.  Bu yüzden bazen bizatihi bir “insan” da kendi başına bir değer olabiliyor. Tarihte kahramanlık göstermiş, ardında bir eser ya da kalıcı izler bırakmış şahsiyetler böyledir. Onlar yaşadığı toplumda öldükten sonra da daima hatırlanır ve yüceltilirler. Bu insan bazen bir sanatçı, kimi zaman bir idareci, hatta sıradan bir çiftçi bile olabilir. Onu kıymeti tükenmeyen bir değer yapan şey mesleği, konumu ya da zenginliği değildir. Hatta adı sanı bilinmediği halde toplum hafızasında hala büyük bir yeri olan insanlar da vardır. 
Yüzyıllar geçtiği halde üzerinden geçip durduğumuz zarif bir köprü, karşısına geçip ne güzel yapılmış dediğimiz bir ev, kim bilir kimin dokuduğu belli olmayan bir yün halı ya da kilim bile banisini gözümüzde ve gönlümüzde büyük yapar. Onlar yazdığı bir şiir, bestelediği bir eser, geriye bıraktığı bir vakıf, gelip geçen yolculara ikram ettiği bir bardak köpüklü ayranla unutulmamış, kültürümüzün bir parçası olmuşlardır. Susurluğun belki bu manada tarihinden gelen ulusal çapta meşhur bir değeri yok. Ancak; biraz hafızamızı zorlarsak “İğne Bey, Katrancı Mehmet Pehlivan, Ayrancı Şükrü ve Selahattin Altınbaş” ilçemiz için belki böyle değerlere örnek gösterilebilir.
Hiç kuşkusuz insanı değerli kılan manevi hasletler büyük ölçüde yaradılıştan geliyor ve dini inançlardan besleniyorlar. Ortak değerler de böylece toplum halinde yaşayan insanların kültürü haline gelmişler. İnsanı başkalarından ayırdığı gibi, toplulukları da diğerlerinden farklılaştırmışlar. Ancak bu farklılıklar ayrıştırıcı değil. Zannedildiğinin aksine insanları birbirine yakınlaştırıyorlar. Birbirlerini farklılıklarıyla tanıyıp kabul ederek sosyal ilişkileri kolaylaştırıyorlar. 
“Doğruluk”, “Dürüstlük”, “Çalışkanlık”, “Adalet”, “Emanete sadakat” ve “Güzel ahlak sahibi olmak” kişiyi değerli ve farklı kılan insanî vasıflar. Ancak bu değerler benimsenip yaygınlaştıkça; “Güvenli toplum”, “İyi insanlar yurdu”,  “Girişimcilik ruhu”, “Birlik ve beraberlik şuuru”, “Dayanışma ve yardımseverlik”, “Hoşgörü ve farklılıklara saygı duyma”, “Misafirperverlik”, “Sorumluluk ve sahip olunan Kültürel mirası yaşatmaya duyarlılık” ve “Çevreye saygı” gibi  toplumsal değerlere dönüşüyorlar. 
Susurluğu düşündüğümüzde bu gibi değerlere benzer bazı vasıfların halen yaşadığını görebiliyoruz. Meselâ bu yörenin insanı her şeyden önce “iyi” olarak bilinir ve hatırlanır. Halkımız kendi halinde, işinde gücünde insanlardır. İddiasız, hilesiz, yalansız, sessiz sedasız çalışırlar. Genellikle geleneklerine bağlı ve inançlı olduklarını söyleyebilirim. Aileyi yaşatan, evlatlarını yuvadan uçup gitme pahasına okutup adam etmeye çalışan bir fedakârlığa sahiptirler. Hele de konu vatansa her birinin birer arslana dönüşeceğinden de hiç kuşku yoktur.  Çünkü geçmişten bu yana insanımızda mevcut olan “Vatana sadakat” gibi daha birçok değerimiz toplumumuz içinde güçlü bir şekilde yaşıyor. 
Susurluk insanı kapısı gibi gönlü de açık “Misafirperver” insanlardır. Yüreği cebinden daha cömert; “Yardımsever” ve hamiyet sahibidirler. Bu vasıflara ister merkezde ister herhangi bir köyüne gidin yakından şahit olursunuz. “Susurluk vakfı aşevi”, “Susurluk ateşi” ya da “Üniversite öğrencilerini destekleme derneği” gibi sivil toplum kuruluşları böyle güçlü yardımlaşma duygularına örnek verilebilecek değerler. Günümüzde tek başına bir vakıf gibi çalışıp genç sporcular yetiştiren “Fehim hoca” kıymeti takdir edilmesi gereken ve hafızalarımızdan silinmeyecek bir başka değerimiz. Öte yandan Göbel’in “Katrancı Mehmet Pehlivan yağlı güreşleri”, Karapürçeğin “Rahvan at yarışları”, Çaylak mesire yeri “Motorkros”  yarışmaları spor ve alternatif turizm açısından devam ettirilmesi ve yaşatılması gereken değerler. 
Meselâ genç kızlarımızın, kadınlarımızın “el işi göz nuru” ürettiği şeyler. Ülkemizin her yöresinde vardır da bizde yok mudur; vardır elbette. 

Teşvik edilirse başka yerlerde rastladığımız pek çok el sanatının gün yüzüne çıkması mümkün olacaktır. “Marifet iltifata tabidir” denmiş; inanıyorum ki kızlarımız ve kadınlarımızın bu konuda diğerlerinden eksik kalır hiç bir yanı yoktur. Sadece imkân verilmesi gerekiyor. 
           Hiçbir değerimizi göz ardı etmeye, küçük görmeye hakkımız yok. Bana göre Susurluk için “süpürgecilik” bir markadır. Neredeyse hala süpürge kullanan bütün beldelere ulaşabiliyorlar. Yine, ilçemizden yetişen pek çok kıymetli “müzisyen” var. Onlar da büyük kentlerde ekmeklerinin peşinde icra i sanat ediyorlar. Selahattin Altınbaş gibi büyük bir bestekâr onların içinden çıkmadı mı? Kim ne derse desin, bunlar da Susurluğun değerleridir ve gelecekte de var olacaklar. 
Susurluğumuzun başka bazı yerler gibi hemen akla geliveren tarihi, arkeolojik ve kültürel zenginlikleri yok. Bu anlamda ziyaret edilebilecek ören yeri ve eserlere de sahip değil maalesef. Ancak bir yol üstü kasabası olarak çeşitli adlarla da olsa geçmişten bu yana bilinen kadim bir geçiş güzergâhı. Denizden Bandırma-Balıkesir yolu ile karadan İstanbul-Bursa yolu ile İzmir'e ulaşım hep bu noktadan geçmiş. Bu yüzden Egeyi Marmara’ya, Marmara’yı da İç Anadolu’ya bağlayan tarihi “Ulaşım güzergâhları üzerindeki Coğrafi konumu” buraya belli bir değer kazandırıyor. 
Ayrıca adı ‘Fırt’ da olsa, ‘Susığırlık’ da olsa, Susurluk geçmişten bu yana hemen herkesin yolunun düştüğü, soğuk ayranını içtiği bir nokta. Gelip geçen her yolcuda bıraktığı bir tat, bir iz mutlaka var. Bu bağlamda Susurluğa özgü bir süt ürünü ve markası olarak “Köpüklü Ayranı” artık bizimle bütünleşmiş, tarihi geçmişi olan önemli bir değerimiz. Ayran gibi, “Yörsan tava yoğurdu da kahvaltılık loru, peynir çeşitleri” de Susurluğun lezzetli ürünleri. 
Aynı şekilde gerek “kuzu etinde, gerekse sığır etinde” İstanbul pazarının başat tedarikçisi konumunda. Demek ki genel olarak hayvancılık ve bunun doğal sonucu olan “et ve süt ürünlerimiz” önemli bir zenginlik kaynağımız. Meyvecilik, yaş sebze ve zengin tarım ürünleri çeşitliliğini görebilmek için Çarşamba pazarını gelip gezmek yeter. Örneğin Dereköy’ün, Gürece’nin, Kurucaoluk’un “kuru fasulye”si ancak birbirlerine rakiptirler. 
“Çaylak suyu”nun tadını lezzetini ancak içenler bilebilir. Son yıllarda adı köpüklü ayranla birlikte anılan tava ekmek ve özel peynirli “tostunu” da unutmamak gerekiyor. Kısaca Susurluk bulunduğu yol üstü konumda; suyu, eti, sütü, ayranı, meyvesi, sebzesi ve zengin ürün çeşitliliği ile misafirleriyle yeniden kucaklaşmayı bekliyor.  
      Bu güne kadar Susurluk halkı ailesini geçindirmiş ama kendini aşıp ta büyüyememiş. Büyümeli miydi? Böyle “doğal” kalması daha mı iyi oldu? Elbette ki bir taraftan farklı ekonomik faaliyetler, ticari yatırımlar, Üniversite kurulması ve yeni konut alanları gibi konularda çabalar devam edecek. Bunlar önemli ve ihmal edilmemeli. Fakat 2020'lerin Türkiye'sinde Susurluğun da kendine özgü yaşayan değerlerini öne çıkarıp parlatmayı başarabilmesi gerekiyor. 
Susurluğun ne yazık ki bir Göynük, bir Taraklı, bir Nallıhan, bir Beypazarı, bir Ayaş ya da Foça gibi tarihi ve kültürel açıdan öne çıkarılabilecek mukayeseli bir üstünlüğü bulunmuyor. Bir ‘Cittaslow’ olarak değerlendirilebilecek yavaşlığı da yok. Elbette ki yaşanmış, halen varlığını sürdüren ve gelecekte de hatırlanacak bazı değerleri var. Bu değerlerin bazıları ulusal düzeyde biliniyor. Ama çoğu burada yaşamış ve yaşamakta olanların hayatında bir tür kimlik çizgileri gibi duruyor. Başkaları için bir kıymet ifade edebilmesi için üzerinde çalışılması, bir bakıma restore edilmeleri gerekiyor. 
Örneğin Susurluk’ta eski İnebey İlkokulu bir “etnografya müzesi” haline getirilebilir. Yörenin tarihi, kültürü, otantik objeleri burada toplanıp sergilenebilir. İnanıyorum ki böylece Susurluğa farklı ve kalıcı bir eser kazandırılmış olacaktır. Zira bugün Susurluk deyince birilerinin aklına başka şeyler geliyor. Bu algı, zihinlerimizi işgal eden medyatik kirlilikle ilgili bir durum. Oysaki bir zamanlar Susurluk denince ilk akla gelen şeyler; “tahta sandalye ve at arabası” üretimiydi. 
Susurluk bir dönem ülkemizin tahta sandalye üretim merkeziydi. Yine, motorlu taşıt araçlarının çıkmasıyla giderek önemini kaybeden at arabası yapımı eskiden yörede yalnızca Susurluk'ta yapılmaktaydı. Bitti mi? Bence bitmedi; şimdilerde Bozcaada gibi turistik yerlerde gittikçe artan bir trend var. Lokantalarda, çay bahçelerinde sadece ahşap masa ve sandalye kullanıyorlar. Büyük oteller, rezidanslar bahçelerinde çiçeklendirilmiş küçük at arabaları bulunduruyorlar. Susurluk bu değerini yeniden canlandırabilir mi? Evet, neden olmasın?
Günümüzde “Susurluk Şeker Fabrikası”, “Yörsan”, “Dört Mevsim Entegre et”, “Fide” ve “Has tavuk” gibi tesis ve markalar Susurluk için birer değer durumundalar. Bazıları konjonktürel olarak sarsılmış gibi olsa da marka değerleri hala yüksek. “İstanbul’a ve limanlara yakınlık, güçlü ulaşım ağları” ile “nispeten bakir kalmış bir bölge“ olarak Susurluk orta vadede kendisine yer arayan Sanayi ve lojistik yatırımcıları için oldukça cazip fırsatlar sunuyor. Ayrıca ilçemizin sahip olduğu “Rüzgâr”, “Güneş” ve “Jeotermal” kaynaklar de başlı başına önemli bir potansiyel. Hem enerji sektörü hem de termal turizm için değerliler. 
Susurluğun bulunduğu “bozulmamış doğal çevre” başlı başına bir değer. Bir tarafında “Çataldağ” diğer yanda Keltepe yükseltileri arasında kıvrılıp giden “Susurluk ırmağı”nın geçtiği yemyeşil bir vadide yer alıyor. “Çaylak mesire yeri” gibi güzel bir dinlenme yerine sahip. Ki, bu doğallık, güzellik ve yeşillik her yerde bulunabilen şeyler değil. Bunlar Susurluk için aklıma geliveren, zihin açma kabilinden bazı örnekler. 
Bugün için aklımızda kalması gereken şey şu: ‘Değerler önemlidir. Değerler ilkeler ve gelecek vizyonu için sağlam bir temel oluştururlar. Hareket stratejileri için de dayanak noktasıdırlar.’ Onları yeniden keşfetmek, seçip ayıklamak ve gelecek için kazanmak zorundayız. Bu zamanda mukayeseli üstünlüklerimizi bilmeden, onları öne çıkarmadan fark edilemeyiz.

3 Ağustos 2020 Pazartesi

03 Ağustos 2020 Pazartesi 23:00 CORONA GÜNLERİ...........................Kurban Bayramı

Pandemide kurban

Bugün bayramın 2.nci günü. Kurban etimizi ancak akşam saatlerinde alabildik. Bunun sebebi bulunduğumuz ilçede pandemi sebebiyle kurban kesiminde farklı bir yöntem izlenmesi. Daha önceki yıllarda şehrin içinde muhtelif kesim yerleri bulunuyordu. Bu sene onlara izin vermemişler. Kesim yerine gitmemiz istenmediği için vekaletlerimizi de peşinen aldılar.

Kurbanlar Balıkesir'de entegre bir tesiste kesilmiş. Etler dağıtım yerine kasalar içinde soğutucu donanımı olan tırlarda geldi. Üstelik bir gece de dinlendirilmişti. Bizi daha önceden mesajla bilgilendirdikleri için o saatte belirtilen yerden gittik aldık. Ne izdiham oldu, ne de karışıklık.

Hava sıcak, sabah bile sahilde 32 dereceydi. İkindi üzeri 40 dereceyi gördük. Bu sıcakta etler bozulabileceği için hızlı bir şekilde verilecek yerlere dağıttık. Allah kabul etsin. Çocuklarımıza vereceklerimizi ayarladık ve kalanını da kendi ihtiyacımız için ayırıp buzdolabına yerleştirdik. Yarın bir kısmı taşınabilir bir buzluk içinde Ankara'ya gidecek.

Pandemide bayramlaşma

Bugün 2 Ağustos; Corona günlerinin 146, Kurban bayramının da 3.ncü günü. En yakın akrabalarımıza bile bayramlaşmak için gidemediğimiz bir bayram geçiriyoruz. Ama her şeyde olduğu gibi bazen pandemide de istisnalar oluyor. Tedbirimizi alıp, virüse "pardon" dediğimiz anlar. Tam 35 yıl öncesinde birlikte çalıştığımız bir arkadaşla görüşmeye gittik bugün. 1983-85 yıllarında Kırklareli Zirai Donatım fabrikasındaydık. Kendisi Çorumlu, Tekirdağ'da oturuyor. Ancak bu yıl Akçay'da yazlık almışlar. Face'ten bulmuş beni. Hastaymış, görüşmek istedi. Ben de eşimle istisna bir bayram ziyareti yaptık evlerine.

Eşi de altı yıl önce emekli olmuş. Çok memnun oldular ziyaretimize. Sosyal mesafeye riayet ederek, tokalaşmadan evlerinin balkonunda oturduk. 35 yıl dile kolay. Hatıralar da var ama geçen yılların hikayesi de bir o kadar farklı ve önemli. 18.30'da oturduk, kalktığımızda saat 20.30 idi. İki saat ne kadar da çabuk geçmiş. Oysa anlatacak daha neler kaldı neler. O genel müdürlükten askerlik dönüşü muğber olarak Kırklareli'ne gelmişti. İki yıl kadar birlikte çalışmıştık. Eşi Gümrükte çalışıyordu ve çocukları küçüktü. Doğal olarak sorunlu gelmiş, orada da devam etmişti. Sonunda o Edirneye, ben de Ankara'ya Genel Müdürlüğe geçmiş, o günden bu yana da görüşmemiştik.

Bayramlar ziyaret ve görüşme vesilesi aynı zamanda. 35 yıl öncesinin, birlikte çalışmış olmanın bir hatırı var. Farklı yer ve zamanlardan gelip bir noktada hayatlarımız kesişmiş. Sonra da yine yollar ayrılmış ve hayatlar devam etmiş farklı kulvarlarda. Köprülerin altından çok sular geçmiş tabi. Ama eski arkadaşlar, anılar, zorluklar, hoşluklar, sonrasında yaşananlar anlatılmak isteniyor. Anlatılsın ki unutulmasın, konuşulsun ki sohpet olsun, muhabbet olsun arada. Erisin geçen zaman karıştırılırken çaylar, temize çekilsin böylelikle bir yerlerde kalmış müsveddeler.

Bugün kızımız, eşi ve küçük torunumuz Ankara'ya döndüler. Sabah 9 gibi çıkmışlardı. Biz ziyaretteyken Ankara'ya vardıklarını haber verdiler. Büyük kızım, oğlum ve onlar bizim evde bir araya gelmişler. Çok memnun olduk tabi. Görüntülü görüştük. Yalnız iki yaşındaki torunumuzun "Ben sizi görmek istiyorum" demesi bizi duygulandırdı. Görüntülü konuşmak da önemli ama yavrucuk bizim kucağımıza gelmek, kendini sevdirmek ve dokunmak istiyor. Haklı ama yapacak bir şey yok. Babaanne/Anneanne çok yoruldu bu yıl. Biraz kendi halinde dinlensin ki sonbaharda, kışta yine birlikte olalım kuzucuklarımızla.


Bu bayram da geçti gitti

Bayram 4.ncü gününü tamam etti, teşrik tekbirleriyle birlikte geçti gitti. Nedense haftanın son günü pazar akşamları, bayramların son günleri, hatta günün kızıla dönen gün batımı anlarında bir hüzün çöker üzerime. Sanırım bu duygu bana yatılı okulda kaldığım günlerden hatıra. 

Tatil dönüşü akşam üstü nefes nefese lise yokuşunu çıkarken aynı "garip"liği yaşardım. Yıllık izin bitip de çanta bavul çocuk kalabalığıyla dönerken o hercümerç içinde bile kendimi yapayalnız, dokunsan ağlayacak durumda bulurdum nedense. Sonraları bu halin elindekini yitirmiş herkeste aşağı yukarı aynı olduğunu fark ettim. İnsanlar tıpkı vefat etmiş bir insanı toprağa verirken hissettiğim gibi, aynı duygularla yalnızlaşıyorlarmış anladım.

Geçen kurban bayramı annem sağdı, her bayram gelip elini öptüğümüz babamız da 2006 yılında elimizden kayıp gitmiş, yeni bayrama erememişti. Bu bayram da bir "corona" gulgulesi içinde yitip gitti elimizden. Bir sonraki bayrama kim ere kim kala? Allahın verdiği her can bir emanet gibi vakti saati gelince sahibine teslim ediliyor. 

Bakan Kocanın açıkladığı bilgiye göre; bugün itibariyle  son 24 saatte 19 kişi daha virüs nedeniyle vefat etmiş. 147 günlük can kaybımız maalesef 5 bin 747 olmuş durumda. Bu insanların önemli bir kısmı geçen bayram hayattaydılar ama bugün yoklar. Tıpkı bayramın son günü gibi elimizden kayıp gittiler. Allah bütün ölenlerimize rahmet etsin.

Biz kaldık, daha yaşayacak imtihanlarımız var. Onlar bu dünyanın ağırlıklarından kurtulup "Hakka kavuştular". Onları bilemeyiz ama üzülmek de, kendini garip ve yalnız hissetmek de bize göre duygular. İşte bayramın son günü, akşam kızıllığında elimizden şeker alınmış çocuk gibi bir hüzün hali yaşamamız da bundan.

Allah beterinden korusun. 5 aydır bir "Pandemi" imtihanı yaşıyoruz. Bakan Koca didinip duruyor:  "Bayram kutlamalarında, tatil yerlerinde, salgın faktörü ne yazık ki yeterince dikkate alınmadı. Daha önce, bazı illerle sınırlı olan vaka artışlarının önümüzdeki günlerde ülke geneline yayılmasından ENDİŞE duyuyoruz. TEDBİRDE GÜÇ BİRLİĞİNE ihtiyacımız var!" Adam daha ne desin, ne yapsın? Tablo meydanda bir aydır patinaj yapıp duruyoruz.

3 Ağustos Türkiye Günlük Korona Tablosu'na göre; son 24 saatte 995 kişiye daha Kovid-19 tanısı konulmuş. Bu sayı yapılan 41 bin 301 testten çıkıyor. Yani  her yüz kişiden 2,4'ü Covid-19 virüsü taşımakta. Bu oran neredeyse ulusal kimliğimiz gibi, bir türlü daha aşağıya inemedik. Bereket çok iyi iş çıkaran donanımlı bir sağlık sistemimiz var ve bunun sonucu olarak 217 bin 497 kişi iyileşmiş. Bunlar da toplam vaka sayısı olan 233 bin 851'in %93'ü ediyor. Demek ki pozitif olan her 100 kişiden 2 ya da 3'ü ölmüş, 93'ü taburcu olmuş, 4'ü ya da 5'i ise hastanelerde tedavi görmekte.