Memur olmak
"Memur olmak" tuhaf bir haldir. Bu konu sözkonusu olunca nedense hep "cücelerin hareket ettirdiği dev bir makine" gözümün önüne gelir.
Bir de HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE adlarında dört kişi
ile ilgili şu hikayeyi hatırlarım;
Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve HERKES BİRİSİNİN o işi yapacağından
emindi. BİRİSİ buna çok kızdı. Çünkü bu HERKES in işi idi. Gerçi işi
HERHANGİBİRİ de yapabilirdi ama HİÇKİMSE
yapmadı.
HERKES, HERHANGİBİRİ’nin o işi yapabileceğini düşünüyordu. Ama
HİÇKİMSE, HERKES’in o işi yapamayacağının farkında değildi. Sonunda,
HERHANGİBİRİ’nin yapabileceği o işi HİÇKİMSE yapmayınca HERKES, BİRİSİNi
suçladı...
Evet, sorumluluktan kaçınmak, göreve sahip çıkmamak, yapılması gereken
işlerin yapılmamasına da zemin hazırlıyor doğal olarak. ABD'li lider Martin
Luther King' in görev, sorumluluk ve iş anlayışına farklı bir söylemde
bulunduğu söylenir. ''Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo'nun resim yaptığı,
Beethoven'in beste yaptığı veya
Shakespeare'nin şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve
yerdeki herkes durup; 'Burada işini çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü
yaşıyormuş' desin.''
Dedim ya, bizim ülkemizde memur olmanın mayasında mı bir şeyler var
bilmem ama gördüğüm yaşadığım "görev ve sorumluluk" halleri tabi
bundan çok çok uzaktı. Bir kere bizde memur olan da memnun değildir olamayan
da. Sevenini görmedim, bırak git onu da yapmaz. Maaşını daima az bulur, yalnız
bu konu üzerine sarf ettiği mesai ise bayağı yekun tutar doğrusu.
Ne amirine yaranabilir, ne memuruna. Politikacı böcek sayar, onsuz
da iş göremez. Memursa onu içten içe hiç
saymaz, ama velinimetidir. Konuşmasına bakarsan torpile karşıdır, ne hikmetse
"valla yukardan bir telefon gelirse olur" lafının da mucididir
kendisi. Vatandaş devlet için vardır, o da cahildir zaten eğitilmelidir !
Böylece, memur olanın hemencecik huyu, hele makam sahibi ise yürüyüşü bile
değişir.
Gözü açıktır, uyaroğludur. Ne
ileri gider, ne de geri kalır daima uyar kalabalığa. Yalnız vücut çalımlarının
da kurdu olmuştur ha, fırsatını bulduğunda daha üst katlara sıçramayı daima
becerir. Hükümete kızgındır, bıraksalar neler yapar neler. Ama, ona göre büyük
işler nasılsa yürür elini sürmez, o küçük işlere bakar bütün azameti ve
cakasıyla. Devletin ondan haberi bile yoktur, ama devletlunun odasına desturla
girilir ancak.
Bundan onaltı yıl önce bir bakanlıkta daire başkanı olmuştum. Daha
göreve başladığımda sekreterime kapımın daima açık olmasını söyledim. Çünkü;
odama sekreterin odasından geçiliyordu, yani iç içe iki odaydı. Yoğun
çalışıyordum. Ama, makamın geleni gideni de çoktu doğrusu. Giriş odasını bu
duruma göre düzenledik. Sekreter bir taraftan not alıyor, bana iletiyor, bu
arada da gelenlerle ilgilenerek istirahat etmelerini sağlıyordu. Böylece, açık
kapıdan gelenler beni, ben de onları rahatlıkla görebiliyordum.
Amacım, odada çalışıyor ve meşgulsem bunu gelenlerin bizzat
kendilerinin görmesini sağlamaktı. Uygunsam masamdan kalkıp gelen misafiri
kendim alıyordum içeriye. Yoksam da zaten kapı açıktı ve makamda olmadığım
görülebiliyordu.
Bu yoğunluk ve açık kapı sistemi üç ay kadar böyle devam etmişti ki bir
gün bakanlığın Müsteşar Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı ve Personel Daire
Başkanı ziyaretime geldiler. İçeri aldım, oturduk. Hoşgeldiniz, hayırlı olsun,
ne içersiniz muhabbeti devam ederken içlerinden biri kalktı kapıyı kapatıp
tekrar oturdu. Ben de kalktım; bir taraftan çay kahve isteklerini sekretere
ilettim bir taraftan da ara kapıyı tekrar açtım ve yerime geçtim. Masama
otururken "kusura bakmayın benim prensibimdir; makam kapım daima açık
olur" demeyi de ihmal etmedim.
Bu hali ben başlangıçta önemsememiştim, ama gözlerinden ve birbirlerine
bakışlarından onların önemsediği anlaşılıyordu. Oysa ben onları, onlar beni
daha yeni yeni tanıyorduk. Çaylar kahveler içilirken Teftiş Kurulu Başkanı
nihayet baklayı ağzından çıkardı. "Çok gençsiniz. İnşallah çok başarılı
olursunuz. Ancak, Daire Başkanlığı makamı devletin önemli bir makamıdır.
Ciddiyet gerektirir. Böyle devam edersiniz hem çabuk yorulursunuz hem de zaten
gelenden gidenden çalışamazsınız. Size saygı duyuyoruz ama usul böyle değildir.
Gelin bizleri de dolaşın. Göreceksiniz ki hiçbirimizin kapısı böyle açık olmaz.
Hatta yandan kapılarımız vardır. Görüşmek istemediğimiz zaman oradan çıkar
gideriz, sekreter de görevini yapar. Gene de siz bilirsiniz tabi"
Görünüşte nasihat eden, ama özünde hafiften tehdit eden bu sözler
karşısında bir an ben bile yanlış yapıp yapmadığımı düşündüm. Ama, hayır. Bir
yanlışlık vardı ama bende değil. Yine de dikine cevap vermemeliydim. Dakka bir
gol bir olmamalıydı. Şimdilik topu taca atmak en iyisiydi. "Bende kapalı alan fobisi var"
dedim gülerek. Onlar da anladılar tabi vaziyeti. Hep birlikte güldük. Ama bu
gülüş tarafların dişlerini sıkarak "Hıııı ?" demesi gibi olmuştu.
Tabi bu uygulamam sadece oradaki görevim sırasında değil ondan sonraki
bütün görevlerimde de aynen devam etti. Bu insanlar belki de bana doğru
bildikleri yanlışı dayatarak, doğru olanı sürdürme kararlılığı sağlamışlardı.
Böyle yaptığım için hiç de pişman olmadım. Ama, bu olayın bir de komik bir
tarafı varki onu da anlatmadan geçemiyeceğim.
Bakanlıktaki görevim sırasında bana gelenlerin artan yoğunluğuna çok da
akıl erdirebilmiş değildim. Çünkü; talepleri genellikle benim alanımla ilgili
değildi. Ben daha çok hesap kitap işleriyle meşguldüm. Peki o halde insanlar
neden bana geliyorlardı ? Benim yaptığım sadece onları ilgili birimlere
yönlendirmek oluyordu. Bazen de gelenlerin yoğunlaştığı konulardan sayın bakanı
bilgilendirmek. Bu kadar.
İşin komiği bana yönelmiş bu trafiğin yaptığım uygulama ile ilgisi
olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Demek ki sayın bakana yakınlığım
biliniyor, böylece insanlar bana daha rahat ulaşabiliyor ve takdir edilmiş
oluyordum. Bu sebeple de hafiften gurur yapmaya bile başlamıştım. Sonunda, bir
gün balon söndü. Meğer bu insanlar bana bakanlık zarflarındaki bir kaşe
sebebiyle geliyorlarmış ! Başında bulunduğum daire bakanlığıgelen-giden evrak
bölümünü de içerdiğinden; hareket gören bütün evraka "İdari ve Mali İşle
Daire başkanlığı" kaşesi basılıydı. Bu yüzden bakanlığın bütün işleri
benden geçiyor zannediliyormuş zahir.
Okuldan başlayarak çalışma hayatımın büyük bir bölümünde hep
"devlet kapısında işin yürümediği, vatandaşın horlandığı, bu gün git yarın
gel anlayışının hakim olduğu vs.
türünden şikayetler" duydum. Hatta devlet memurları için, "salla başı
al maaşı" türünden yakıştırmalar yapılırdı.

Artık günümüz devleti ve onun idari mekanizmaları da tıpkı özel sektör mantığıyla hareket ediyor.
Ne dersiniz ? Memur bu değişime gerçekten ayak uydurabildi mi ?
Yoksa kurnaz bir gülüşle şöyle mi diyor:
"Bu da gelir bu da geçer. Oo biz neler gördük neler." Yada kendince bildik bir söylemi mi tekrar ediyor ağzında: "Değişim
gereklidir. Değişim çok güzel bir şeydir/ama bana dokunursa fena yaparım
!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder