30 Mayıs 2015 Cumartesi

231 30 Mayıs 2015 Cumartesi 14:30 KAYIP DEFTER'den...................Karışık duygular

Karışık duygular


Özal öldü !
Bu yılımıza Türkî Cumhuriyetlerden gelen yabancı öğrenciler damgasını vurmuş sayılabilirdi. Çok şükür ki geçen seneki gibi her gün her an kavga gürültü olay yok. Aksine, aramızdaki bu bizden yabancılar sayesinde günlerimiz oldukça renkli geçiyordu.

Ancak, bir sabah Orhan'ın radyo cızırtısıyla uyandık. Anormal birşeyler olduğu belliydi. Normalde o saatte kimse uyandırılmaktan hoşlanmazdı. Yine de okula gitmek için kalkıp hazırlanmak gerekirdi. Bunu bilirdik ama yine de zor olurdu. Sabahları Orhan'la Okan'ın birbirlerine sataşmalarına alışıktık. Ama, bu defa durum farklıydı galiba. Mehmet de kalkmış, ikisi pencerenin önündeki masada Orhan'ın radyosuna adeta kulaklarını yapıştırmış dikkatle spikerin sesini dinliyorlardı.

Hamit'in "Ne oluyoruz ya ?" deyip yatağında öte yana dönmesi bile dikkatlerini dağıtmamıştı. Uyanmıştım, doğrulup oturdum. Gerçekten de neler oluyordu ? Radyodaki ses sık sık 'Özal' diyordu. Tombik Hasan bile odada hafif bir deprem sarsıntısıyla uyanmış, ranzanın alt katında uyuyan Metin'i dürtükleyip duruyordu: "Lan Metin, Metin ! Kalksana lan Özal Ölmüş !.."

Levent abi de kalkmış Orhan'la Mehmet'in başına dikilmişti. "Ne olmuş ? Neden ölmüş ? Ne zaman ölmüş ?" deyip duruyordu. Orhan bir taraftan kulağı radyoda bir taraftan Levent abiye cevap yetiştirmeye çalışıyordu. "Bu sabah. Kalp krizinden. Hastaneye götürmüşler. Ama…"

Yatakta öylece oturuyordum. "Ölmüş mü ? Nasıl yani, Türkmenistan'a gitmemiş miydi ? Allah, Allah…" Gayriihtiyari aklım bu önemli olaya not düşer gibi bugünün ayın kaçı olduğuna takılmıştı. "Özal öldü, bugün Nisan ayının 17'si. Yıl 1993"

O gün kahvaltıda, okulda, yurtta konu Özal ve onun ölümüydü. Tonton Cumhurbaşkanı birden ölüvermişti işte. Herkesin bir şekilde bu olaydan etkilenmiş olduğunu görüyordum. Ona burun kıvıran ateşli muhaliflerin bile hakkında övgü yarışına girmiş olmaları ilginçti. Türkiye'ye kendi deyimiyle çağ atlatan, "enformasyon, transformasyon" gibi sözcüklerle içli dışlı yapan küçük dev adam ölmüştü. Onunla birlikte ülkemizin önemli bir dönemi daha sona ermişti.

O gün televizyonlar adeta "renkli" gözyaşları döküyordu. Ertesi günkü gazeteler yaşarken esirgedikleri pek çok ayrıntıyı, birer başarı öyküsü gibi çarşaf çarşaf anlatıyorlardı. Eskilerin dediği gibi bizde 'kör ölünce badem gözlü olurmuş.' Ülke toptan bir şeyin farkına varmıştı: "Özal büyük adamdı, büyük işler yaptı, Allah rahmet etsin." O gözündeki iri kara gözlükler, elindeki kalemi bize sallaya sallaya Türkiye'yi yeni bir elektronik çağına taşımıştı. Adeta bu ülkeyi dünyaya açan o dev adımları atan işte bu kısa boylu, tonton adamdı. O milletin adamıydı.

Satranç ve masa tenisi turnuvaları
Nisan ayının bir başka heyecanı yurtta ilk defa yapılan Satranç ve Masa tenisi turnuvalarıydı. Bunun için yeni seçilen öğrenci temsilcisi Selim abi başrollerdeydi. Bu turnuvaların yapılmasına çok önem verdiğini biliyorduk. Hatta seçim sırasında söz bile vermişti bunun için. Anlattığına göre bu konuda oldukça mesafe alınmış, idare ile de işbirliği içindeymişler. "Çok güzel şeyler olacak, çok…" diyordu.

Gerçekten de turnuvaların yapıldığı bir hafta boyunca yurtta adeta bir şenlik havası esti. Biz bile seçmelere katıldık. Ben bu turnuva sayesinde satrancı sevdim, merakım o günlerden geliyor. Mehmet zaten benim gölgem gibi başımdan ayrılmıyordu. Levent ve Hamit abiler de neredeyse bir ay boyunca bir masa tenisi muhabbeti içinde karagöz hacivat rekabeti yaşıyorlardı. Odamızın lorel-Hardy'si tombik Hasan'la çöp adam Metin'se hem satranç hem de masa tenisi turnuvalarında en renkli taraftarlarımızdılar.

Ben ancak beş oyunla çeyrek finale kadar çıkabildim. Levent abi daha şanslıydı, o yarı final oynadı. Hamit abiyse daha ilk seçmelerde elenmişti. Her iki turnuvada da yabancı öğrencilerin başarısı açıktı. Hem yoğun katılım hem de sonuçlarda bu görülebiliyordu. Özellikle satrançta çok bariz üstünlükleri vardı. Nitekim turnuvada Kırgız bir çocuk şampiyon olmuş, üçüncüsü bir Özbek, beşincisi Kazak ve altıncısı da bir Ahıska'lı olmuştu. Masa tenisi ikincisi ise bir Azeri öğrenciydi. Şampiyonsa beklendiği gibi A Blok öğrencilerinden Timur'un oda arkadaşı Namık'tan başkası değildi. 

Bu dalda seyircinin favorisi istisnasız Gagavuz öğrencilerdi. Sevimli halleri, özellikle de güzel kızlarının coşkulu tezahüratları onların maçlarını en fazla seyredilen müsabakalar haline getirmişti. Dereceye giremediler ama çeyrek final yarışmaları dahil hemen hemen her aşamada vardılar. Karadenizliyi andıran konuşmaları ve sempatik tavırlarıyla seyircinin daha baştan gönüllerini kazanmışlardı. Bu yüzden, Levent abi gibi çeyrek finale kadar gelen Dimitri'ye özel bir centilmenlik kupası verildi.

Baharla birlikte bu turnuvalar yurda canlılık, renklilik ve ılık bir hava getirmişti. Turnuvanın sonunda gerçekleşen müzik konseri ise bu günlerin coşkusunu gerçek şölene dönüştürmüştü. Uzun zamandır bu gösteriye hazırlanan grup çalıp söyledikleri parçalarla gönülleri fethettiler. Konsere Müdür bey çocuklarıyla birlikte katılmıştı. Biz de oda olarak Mehmet hariç tam kadro oradaydık. Mehmet'in pek böyle ortamlarla başı hoş değildi. O gürültülü pop ve rock müzikten daha çok Türk sanat müziği dinlemeyi seviyordu.

Yurt şenleniyor
 Konser akşamı kantin oldukça sakindi. Karşıt gruplar ortada gözükmüyor, diğer öğrenciler de yemeklerini yiyip çıkıyorlardı. Ancak, gördük ki konser salonu hınca hınç dolmuş. Müdür bey ve ailesi girdiğinde biz de duvar kenarında ayakta sıralanan öğrenciler arasındaydık. Sahne ışıklandırılmış orkestra hazırlığını tamamlamıştı. Biz müdür beyin konuşacağını sandık, ama o istemedi.

Konser başladı. Grup ilk başta doğal bir heyecan içindeydiler. Ancak ikinci şarkıdan sonra açıldılar. Gayet de güzel gidiyorlardı. Şarkılara zaman zaman öğrenciler de hep bir ağızdan katılıyorlardı. Tabi ki yeri geldiğinde alkış ve tezahüratla destek vererek. Herşey çok güzel, renkli ve uyumluydu.

Orkestra bayağı iyi görünüyordu. Solistleri Nermin de çok güzel söylüyordu doğrusu. Fark ettim ki Müdür bey de şarkılara tempo tutuyordu. Hepimiz artık bu yurttaki gerginlikleri arkada bırakmak istiyorduk. Unutmak ve bir daha yaşamamak. Kendimizi tatlı bir müzik rüzgarının esintisine kaptırmıştık.

Yurtta yapılan satranç ve masa tenisi turnuvaları ile konserden daha önce yine bir ilk gerçekleşmiş ve parkeleri onarılan salon basket oynayan gençlerin ısrarlı talepleri sonucu bir basketbol şampiyonasına sahne olmuştu. Öğrenci temsilcisi Selim'de öğrencilerin taleplerini hararetle destekliyordu. Ayrıca, biz de dahil, o ve onun etrafındaki öğrenciler bu etkinliğin organizasyonunda yer alacaktık.

İdarenin de desteğiyle gereken izinler alınmış, basketbol turnuvası 1993 gençlik haftası etkinlikleri kapsamında programa girmişti. Ramazan bayramından sonra başlayan oyunlar tam on iki gün boyunca sürdü. Yurtta bizim takımla birlikte dördü kız, on üçü erkek 17 takım yarıştı. Türkî öğrenciler bile aralarında iki takım oluşturmuşlardı.

Bir taraftan dersler, öbür yandan yurtta baharla başlayan canlılığa ayak uydurarak oyunlara aktif katkı verdik. Sadece içinde olduğum takımla oyunlarda değil,  organizasyon içinde de vardık. Levent ve  Hamit abiler başta olmak üzere Selim abiyle birlikte sürekli koşuşturduk. Herşey çok güzeldi, ancak final gecesi iki sürprizle daha karşılaşacaktık.

Final gecesi sürprizleri
Müdür bey yanında Bosnalı bir misafirle birlikte geceye katılmıştı. Zayıf uzun boylu hafif sakallı biriydi. Öğretmenmiş. Kültürlü biri olduğu hali tavrından belliydi. O günlerde Bosna savaşı halen devam ediyordu, fakat neler olup bittiğini çok iyi bildiğimiz söylenemezdi. Sadece orada bütün dünyanın gözünü kapattığı  bir katliam ya  şandığının farkındaydık. Müdür bey basketbol şenliğinden önce misafirini mikrofona çağırdığında tüm salon adeta derin bir sessizliğe bürünmüştü.

Bosnalı Misafir tercüme edilen konuşmasını işte böyle bir ortamda yaptı. Çok hüzünlü bir konuşmaydı.  Misafir gençlerden büyük ilgi görmüş, tepki görmesi bir yana konuşması sık sık coşkulu bir alkış tufanıyla kesilmişti. Bense gözlerimin sulandığını hatırlıyorum. Adeta oradaki insanların acısını, mücadelesini yüreğimde hissetmiştim. Konuşma bittiğinde salon ayaktaydı. Uzun bir süre misafir alkış, ıslık ve Bosna'ya destek sloganları arasında  selamlandı. O ise, zaman zaman elini kalbine bastırarak karşılık veriyordu gençlere. Uzaktı ama, ağladığından emindim.

Sonrasında hepimiz önce yarı final, sonra da final karşılaşmasını devam eden büyük bir coşkuyla seyrettik. Dikkat ettim, ortamda herhangi bir güvenlik sorunu görünmüyordu. Salon bir o yana bir bu yana koşan 12 kişiyle birlikteydi. Olanca güçleriyle takımlarını alkışlayıp destekliyorlardı. 

Nihayet final maçı da sona ermiş ve kazanan takım omuzlara alınmıştı. Heyecan yatışıp, ortada sadece iki takım oyuncuları kalınca ödül zamanının geldiği anlaşıldı. Bizim takım üçüncü olmuştu. Takımlar ödüllerini almak üzere salonun ortasında yanyana dizildiler. 

Mikrofon müdür beyin elindeydi. Önce bizlere, sonra tribünlere baktı ve o sözcükler dudaklarından dökülüverdiler adeta: "Gençler !...Birlikte çok şey başardık, ancak daha en az onun kadar zorlu bir işimiz daha var. O da bu başarıyı sürdürebilmek. Bu huzurumuzu, bu tadımızı, bu  sevincimizi çoğaltabilmek. Onun için size ünlü bir siyah liderin sözleriyle sesleneceğim. 

Bir rüyam var !.. 
Siyahla beyazın birlikte yaşadıkları bir rüya bu. İnsanın insanı hor görmediği, itmediği, nefret etmediği bir dünya. Farklılıkların zayıflık değil zenginlik sayıldığı bir ülke. Kardeşin kardeşe düşmediği, el ele verip yükseldiği bir vatan. 

Bir rüyam var !.. "

Şaşırmıştık. Ödül konuşması yapacağını sanıyorduk. O ise çok farklı şeylerden bahsediyordu. Bir süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştık. Müdür bey kelimelerin üstüne basa basa tam da yüreklerimize dokunuyordu. Daha ilk cümleleri bitmeden salon bir kez daha havalanmıştı. Sanki konuşan o değildi, hepimizin yüreğinden geçenler onun ağzından dile geliyordu. Bana öyle geldi ki seslenişi sadece bu yurtta olup bitenler için değil, ülke geleceği içindi. Bosna'da yaşananlar üstüne yurdumuz için Allah'a bir yakarış gibiydi. Bu yüzden 'Bir rüyam var !' hitabının etkisi hala kulaklarımda çınlamaktadır. Etkisi o kadar büyük oldu ki, konuşma bittiğinde salon yıkılıyordu adeta.

Kupa ve kırmızı şeritli madalyonlar işte bu coşku içinde alındı.  Ardından, müdür bey ve Bosnalı misafirle birlikte bol bol hatıra fotoğrafı çektirildi. Kareye giren herkesin yüzü gülüyordu. Ardından, müdür bey beraberindekilerle birlikte salondan çıktı. Bizse biraz daha anın keyfini çıkarmaya kararlıydık. Arkadaşlarımızın yanına salona indik, kucaklaştık ve bir sürü fotoğraf çektirdik. Gerçekten de bu gece ve sürprizleri unutamayacağımız anılar arasına girmişti.

Bahar güneşi içimizi ısıtmaya devam ediyordu. Şimdi de sırada  satranç, masa tenisi ve Futbol turnuvası vardı.

Futbol takımlarının sayısı şimdiden onikiyi bulmuştu. Biz de bu defa Orhan ve Hamit abinin oynadığı mavi kanatlar takımının taraftarıydık. Geçen yaz yurdun futbol sahası bir traktörle sürülmüştü. İşin başında Müdür bey ve Kemal abi olmasa o zaman kesin bir maraza çıkabilirdi. Kemal abi bizi sahayı Mayıs ayının sonuna doğru yapılacak futbol maçlarına yetiştirileceğini söyleyerek yatıştırmıştı. Aklımız bu işe pek yatmamıştı ama yapılacak bir şey de yoktu. Şimdi işte o sahada takımlar bulabildikleri her boşlukta top oynuyorlardı. 

Geçen yıl bazı maçlar yapılmıştı ama bu yıl iş büyüktü. Turnuvaya yirmiye yakın futbol takımının katılacağı ve iki hafta boyu devam edeceği tahmin ediliyordu. İkinci haftanın sonunda Cumartesi günü çeyrek final karşılaşmaları yapılacak. Kazanan takımlar Pazar günü yarı final ve final mücadelesi vereceklerdi. Oluşan takımların herbiri kendine özel bir ad koymuş iddialı bir şekilde turnuvaya hazırlanıyordu.

Deniz Gezmiş gecesi
Mayıs ayının ilk haftasıydı, birden yurtta "Deniz Gezmiş gecesi" yapılacakmış diye bir şayia yayıldı. Böyle bir şeyin fısıltısı bile kulakların dikilmesine yetmişti. Odada bu konu birkaç defa konuşuldu. Levent ve Hamit abiler bu bahaneyle yurtta olay çıkabileceğini savunuyorlardı. Kemal abi, Okan,  ben ve  Mehmet "Olsun, o da olsun. Bu yurtta mevlid okundu, ezanla teravih kılındı, 8 mart kadınlar günü, hatta Nazım sergisi bile yapıldı. Olay oldu mu, hayır ! Niye Deniz Gezmiş'i anma gecesi olmasın ki ?" diyorduk. 

Levent ve Hamit abiler ikna olmamıştı. Bir akşam Kemal abi ve Selim abiyle birlikte kantinde gördük onları. Hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Etraflarında bir gurup meraklı öğrenci birikmişti. Biz sokulmadık, yalnız Orhan her zamanki muzip haliyle gurubun içine dalmış biraz sonra da arkamızdan yetişmişti. "Korkmayın len, bir şey olmeycek." Merakla yüzüne baktık. Devam etti: "Selim abi Levent ve Hamit abilerle Müdür beye gidip görüşmüşler. Timur da yanlarındaymış. Müdür bey geceyi düzenlemek isteyen öğrencilerle E blok temsilcisini de çağırmış görüşmeye. Selim abi de desteklemiş. Neticeyi kelam bu gecenin sorunsuz geçmesi konusunda anlaşmışlar gari. Yani, Deniz Gezmiş gecesi 6 Mayıs günü spor salonunda yapılacakmış. Hatta Müdür bey de katılacakmış geceye."

Levent ve Hamit abilerse epey geç vakit geldiler odaya. Ertesi gün ve sonraki günler onları biraz daha rahatlamış gördük. Yeniden kendi gündemimize dönmüştük. Mavi kanatlar takımı olarak oldukça iddialıydık. Çalışmalar giderek yoğunlaşıyordu. Orhan'la Hamit abi her gün spora çıkıyor, geldiklerinde oda olarak onların beslenmesi ve dinlenmesi için elimizden geleni yapıyorduk. Kemal abi tabi ki turnuvanın baş hakemi ve koordinatörü durumundaydı. Bir yandan takımların çalışmalarını takip ediyor, diğer yandan da organizasyon için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Ona bakarak biz de herşeyin iyi olacağına inanmıştık.

Bu arada Deniz Gezmiş gecesini unutmuş gibiydik. Yalnız o gün jandarma tarafından alınan tedbirler nedeniyle  geceyi hatırladık. Kantin boş sayılabilecek bir tenhalıktaydı. Sanırım öğrenci çoğunluğu da bizim gibi düşünmüş ve ortalıkta olmamayı tercih etmişti. O akşam hep birlikte odadaydık. Yalnız Okan yoktu. O geceye katılmak istemişti. Biz de "Aman dikkat et, tek parça dön" filan gibi esprilerle onu yolcu etmiştik. Bir taraftan muhabbetimize devam ediyor, diğer yandan Allah ne verdiyse ortaya çıkarıp birlikte yiyip içiyorduk. Dillendirmiyorduk ama, eminim hepimizin aklı Okan'da ve gecede kalmıştı.

Orhan arada bir pencereden dışarı bakıyor ve "Asayiş berkemal arkedeşler" diye bize tekmil veriyordu. Nihayet Okan geldiğinde aslında daha o kapıdan girerken hepimiz onun gülümseyen yüzünde rahatlamıştık. Anlattığına göre herhangi bir sorun yaşanmamış. Müdür beyle öğrenci temsilcisi de oradaymış. Bildik konuşmalar yapılmış,  şiirler okunmuş, sloganlar atılmış. Yalnız, piyesin ortasında ortaya çıkan bir tabanca heyecan yapmış biraz . Neyse ki tabancanın görünmesi, duyulan silah sesi ve ardından sahnenin kararması hepsi hepsi birkaç saniye sürmüş. Sonrasında da herşey böyle bir gecede olabilecek doğallıktaymış. Yalnız katılanların çoğunun yurt öğrencisi olmadığını da ekledi Okan. Bu konuda tecrübeliydi o, inandık.

Bu defa Levent abi pencereden dışarı baktı uzun uzun. Geri döndüğünde "Geçmiş olsun. O misafirler de gitti, bu iş de burada bitti. Hadi uyuyalım artık." Elbirliği dağılan ortalığı topladık, Mehmet bardakları yıkamaya götürdü. Hasanla Metin kap kacağı topladılar. Ben de etrafı süpürdüm. Yarım saat içinde herkes eşofmanını giymiş, odanın ışıkları söndürülmüştü.

Uyumadan önce düşündüğüm en son şey yirmi bir sene önce darağacına giden üç gencin neden öldükleriydi. Sanki bütün o yıllardaki olup bitenlerin dertlisi bendim. Keşke ölmeselerdi, keşke inancından düşüncesinden ötürü hiç kimse suçlanmasaydı. Keşke gençler silaha et uzatmasa, şiddete başvurmasalardı. Keşke yetmişli yıllar ve aradan geçen yirmi yıl herkes için öğretici olsaydı. Bir daha o günlere dönmemeye vesile olsaydı. Keşke…Keşke..Keş… Ke…

Arama var !
Keşkeler arasında dalmış uyumuşum. Takip eden birkaç gün gecenin yurttaki yankısı devam etti. Kimi eleştirdi, kimi "Ne olmuş yani, oldu bitti işte. Herkesin kendine göre önemsediği, değer verdiği özel günler ve insanlar var. Yarın da bir başkası Mehmet Akifi anmak isteyecek.  Olmasın mı ?" Hafta sonuna gelmeden de bütün bu artçı konuşmalar bitti, unutuldu. Gündem yine futbol ve yaklaşan turnuvaydı. Öğrenciler sahadaki son çalışmaları görmüşler, zeminin belediyeden gelen silindirle ezildiğini, çim ekildiğini ve her gün sulandığını birbirlerine anlatıp duruyorlardı.

Bütün bu muhabbetlerin odak noktası elbette ki kantindi. Yenilenen onarılan güzelleştirilen iç düzeni, iki etkinlik salonu, masa tenisi ve pastane salonlarıyla kantin adeta yurdun beyoğlusu, kızılayı, bağdat caddesi durumundaydı. İçindeki manavından gazete satıcısına kadar beş ayrı işletmecisi ile adeta bir çarşı oluşmuştu. Öğrenciler de bu yenilik ve gelişmelerin farkındaydılar. Zaten herşey günbegün gözleri önünde meydana gelmişti. Burada sohbet, muhabbet bir başkaydı. Geçmişin ürkütücü binası bugünün sıcak ve renkli mekanına dönüşmüştü. Bambaşka bir kantindi artık burası. Mevsim bahardı ve öğrenciler dışarıya da yayılmış bu ortamın keyfini çıkarıyordu.

Ama, bir şey güzel gidiyorsa bir yandan da korkmak lazım galiba. Sabaha karşı büyük bir uğultu ile uyandık. Bütün ışıklar yakılmış, açılan oda ve dolap kapıları olağanüstü bir hali duyuruyordu. Yaklaşan sesleri duyuyor, yine de ağırlaşan göz kapaklarımızı açamıyorduk. Oda kapımız sert bir hareketle açıldı, kaba bir ses "Beyler kalkın bakalım ! Arama var, kimlikleri görelim" deyince hepimiz yataklarımızdan fırladık. Anlaşılan, yine geçen seneki gibi bir baskına uğramıştık.

Küçücük odada uykulu gözler, sağa sola yalpa yapan vücutlar, emir veren polis ve asker birbirine karışmıştı. Zavallı tombik Hasan havlusunu kapmış yüzünü yıkamak için odadan çıkmaya çalışıyor, askerse önüne geçmiş "Kimliğin ?" diye soruyordu. Bir dolabına, bir bavuluna saldıran Hasan iyice şaşırmıştı. "Valla abi, ben bu yurdun öğrencisiyim. İsterseniz bu arkadaşlara sorun, aynı odada kalıyoruz. Metin söylesene oğlum !" 

Bir türlü kimliğini bulamayan Hasan'ın dolabı alt üst edildi, kendisi de ite kaka götürüldü. Giderken iri iri açılmış yaşlı gözlerini, korkudan beti benzi sararmış yüzünü, neredeyse tekerlenerek götürülüşünü unutamam. Herkes kendi telaşına düşmüş kimlikler elde dolaplarını gösteriyordu. Kimsenin Hasan'ı düşünecek ne hali, ne de aklı kalmıştı. "Levent abi! Süleyman ! Orhan abi yardım edin ne olur !"  diye diye gitti.

Odamızda başka sorun yoktu. İşleri bitince "çıkmayın !" diyerek odanın kapısını üstümüze kapattılar. O zaman ancak birbirimize bakabildik. Saç baş dağılmış, kapakları açık kalmış dolaplarımız da en az bizim kadar perişan bırakılmıştı. Bir taraftan dolaplarımızı toplamaya, bir taraftan da durumu yorumlamaya çalışıyorduk. Pencereden dışarı bakan Hamit "en az dörtyüz beşyüz kişi var. Yurdun girişi cemse, otobüs dolu. Bütün bloklar kuşatılmış. Saat dört, gitmeleri daha en az  üç dört saati bulur" dedi hiddetle.

Levent abi "Mutlaka geceyle ilgilidir" diye yorum yaptı. "Bir sürü yabancı varmış. Acaba bir eylem hazırlığı mı vardı ? İstihbarat kesin haber almıştır" şeklinde karşılık verdi Hamit. Mehmet endişe ile bana yaklaşmıştı: "Süleyman ne olacak şimdi ?   Yurtta ne güzel herşey yoluna girmişti. Bu baskın da nerden çıktı ? Yeniden eski günlere mi döneceğiz sence ?" Yok canım öyle şey olmaz demek istedim, ama olmadı. Yalnızca  "bilemiyorum Mehmet, inşallah dönmeyiz" anlamında dudaklarım kıvrılabildi.

Levent'e döndüm "Abi Hasan'a ne olacak ?" "Merak etmeyin, bir şey olmaz. İdareye sorarlar, onlar da öğrencimizdir der, gönderirler" dedi.  "Bir kartını bulamadı salak !" dedi Metin. Herkes hayretle baktı ona. Okan sert çıktı "Öyle söyleme, o sen de olabilirdin pekala. Korktu işte çocuk, eli ayağı dolaştı birbirine. Dua et de dönüp gelsin. Sen hiç gözaltı oldun mu ?" Metin sindi, kısa çöp bedeni iyice ufaldı, yüzü toprak rengine döndü.
 
Bir saat sonra Hasan kapıdan top gibi içeri girdi. İri cüssesiyle hemen ranzasına tırmanıp kendini yatağına attı, perişandı. Başına toplandık: "Ne oldu ? Nasıl bıraktılar seni ? Neden gelmişler, ne arıyorlar ? Kimleri gözaltına almışlar ? Anlatsana…" sorular peşpeşe geliyordu. Hasan kendine gelmiş, durumu telafi edercesine önemli bilgiler veren biri gibi takırdamaya başlamıştı.

"Ya valla billa benim bir suçum, kabahatim yok. Kartımı memlekette unutmuşum. Ama uyku sersemi hatırlayıp anlatamadım. Zaten laf da dinlemediler, alıp götürdüler beni. Alacağınız olsun ama, hiç biriniz yardım etmediniz bana. Sağ olsun Müdür bey kurtardı beni." Herkes kısa bir an Metine doğru baktı. Hasan'sa durmuyordu: "Bizi kantine götürdüler. Belki otuz kırk kişi vardık. Çoğu yurt öğrencisi değilmiş. Galiba İzmir'den Ankara'ya yasa dışı bir yürüyüş mü ne varmış, bunlar da o gruptanmışlar. Ühhüü..Bir sürü bildiri ve afiş bulunmuş bi de."

Yutkundu, Metin bir bardak su verdi arkadaşına. Kabahatini örtmek ister gibiydi. Hasan Okan'a bakarak devam etti:  "Halil abi de vardı, o da uyku semesi kartını bulup gösterememiş biliyon mu ? Hatta Timur bile oradaydı. Galiba emniyet güçlerine direnmiş, karşı gelmiş onlara. Onları da Müdür bey kurtardı. Bütün topladıkları kitapları, dergileri kantinde yığdılar. Neredeyse bir cemse malzeme götürdüler, yasak yayınmış onlar."

Artık dışarda sabah aydınlığı çıkmış, sesler gittikçe azalmıştı. Bir süre sonra onca asker polis, onlarla cemse ve otobüslerle yurttan gürültüyle hareket etti. Blokların bütün ışıkları hala yanıyordu. Son kalanlar da selam, komut ve topuk sesleri arasında çıkıp gittiklerinde operasyon tam üçbuçuk saat sürmüştü.

Pencereden dışarı bakıyorum... Karışık duygular içindeyim. Zavallı yurdum sabahın ilk ışıklarında yaralanmış, örselenmiş  ama yıkılmamış bir kaleye benziyor. Son aylarda burada o kadar güzel şeyler oldu ki. O kadar mutlu olduk ki... Bazen yüreğimi yakan bir haber ya da olay işittiğimde, yaşadığımda korkuyorum. Ya bütün bu güzel şeyler aynı bu bahar gibi gelip geçici ise. Ya yeniden güzü, kışı göreceksek.  Gelecek bahar aynı güzellikleri yaşayamazasak…

Gayriihtiyari dua ediyorum: "İnşallah, binbir zorlukla onarılan bu huzur ortamımız bozulmaz. İnşallah eski günlere dönmeyiz. Yaşadığımız bahar yeniden kışa dönmez. Allahım !. fırsat verme ya rabbim…"

(Devam Edecek)