1 Ekim 2015 Perşembe

249 01 Ekim 2015 Perşembe 21:00 ANKARA HASTALIKLARI............Ankara'yı didiklemek (8)

Ankara'yı didiklemek (8)


Takvimler 1 Ekimi gösteriyor. Pazartesi günü milyonlarca öğrenci için ders başı zili çalmıştı.

Bugünse Ankara'da TBMM'nin 25. dönem 2. Yasama yılı açılış töreni gerçekleşiyor.Türkiye siyasetinin en kısa dönem milletvekilleri törenin ardından 1 Kasım seçimleri için yeniden araziye çıkıyorlar.

Ne yazık ki ülkemizde hergün şehit haberleri almaya devam ediyoruz. Televizyonlar için iştah verici son dakika avazları bizim yüreklerimizi acıtıyor. Düşen her ateş düştüğü ocakları dağlıyor birer birer. 

Bir taraftan da onlarca göçmen sığınmacı kıyılarımıza vuruyor. Cansız günahsız bedenlerin görüntüsü taş kalpli dünyayı bile sarsıyor. Denizden yol bulamayan Suriyeli muhacirler tarihin en ilginç yürüyüşünü başlatıyorlar. Avrupa da korkuyor bu göç dalgalarından. 

Daha bir hafta öncesinde Mekke'den gelen bir vinç kazası haberi ile sarsılmıştık. Henüz onun şaşkınlığını atlatamadan,  yüzlerce hacının Mina'da ezildiği haberini aldık. Ölenlerin sayısı hala polemik konusu.  Dünya faizlerdeki bir puan oynamayı, borsalarındaki iniş çıkışları, Yunanistan'ın ekonomi üzerine etkilerini düşünürken İslam coğrafyası ateşler içinde. 

Çok şükür bayram bitti. Yolcular menzillerine vardı. Kanlı bayram görüntüleri olmadı derken...Bugün de Ankara'da bir otobüs durağa dalmış. Sonuç 12 ölü, bir o kadar da yaralı var !

Neler oluyor ?...Nedir bu üstümüze kabus gibi çöken karabulutlar ? Bütün bu olup bitenlerin anlamı ne ? 

Bugün sekizincisini yayınladığım 'Ankarayı didiklemek" başlıklı seri yazılarımı aslında daha baharın ilk günlerinde yazıp bitirmiştim. Amacım Ankara'nın temsil ettiği gücü ve ona arız olan hastalıkları gösterdiğim kadar; ona yapılan yersiz, haksız ve ölçüsüz eleştirilerin de yanlış olabileceğini anlatmaktı. İktidar, siyaset ve devlet işleri hakkında didiklemeye varan konuşmaların da muhasebesini yapabilmekti.

Yaşadıklarımız, ardı ardına gelen felaketler takat, mecal bırakmadı. Son bir yazı ile bu seriyi noktalamak istiyorum. Umarım bağışlarsınız.

"Allah aşkına Batı’dan bir şey almayalım artık. Biraz da biz Batı’ya, dünyaya, insanlığa bir şeyler sunalım." Şu cümledeki kıyama, feverana bakınız ! Kendisine yöneltilen ‘Batı’nın ahlakını da alalım’ mı diyorsunuz?' sorusunu adeta "Yeter artık !" inlemesiyle cevaplıyor. 

İki kişi. Biri gazeteci diğeri genç bir yazar. Yaptıkları mülakat artık edebiyatın, mizahın, hatta eleştirinin de üzerine çıkmış. Seviyesi ise maalesef tam bir siyasi/politik dedikodu düzeyinde. Hatta haddini hududunu da şaşıp din iman mevzularına dalmış vaziyette.

O kadar ki, üstüne üstüne gelen tarafgir sorular artık genç yazarımızı da rahatsız etmiş durumda. Zira gazetecinin son hamlesi yenilir yutulur cinsten değil: "İslam ahlakı, Batı’daki seküler ahlakın gerisine mi düştü? ‘Batı’nın ahlakını da alalım’ mı diyorsunuz?" 

Gerçekten de karşı taraf verdikçe daha fazlasını isteyen bir doymazlık içinde. 'Bu kadarı da fazla' dedirtecek bir haddi aşma söz konusu. Ancak, genç yazarımız yine de konu bütünlüğü adına "Batı’nın oyunu deyip geçemezsin. Önce bir aynaya bak, halini gör !" diyerek mevzuyu taca çıkarmaya çalışıyor. Nasıl olsa vur abalıya pirim yapıyor ya.

Ancak, karşısındaki maden bulmuşçasına kazmaya devam ediyor: "İslam bir kriz mi yaşıyor?" Aklınca islamofobia refleksine benzer bir yaklaşımla günümüzün tüm sorunlarını islama mal edecek. Neyse ki aldığı cevap akıllıca: "Hepimiz hacca gitmek isteriz, fakat hiçbirimiz Arabistan’da yaşamayı düşünmüyoruz. Ticari ve siyasal İslam’ın krizi bu. Kalplerde temiz bir inanç olarak yaşayan İslam’ın krizi değil." 

Genç yazarımızın İslamı, coğrafyaların ve güncel karmaşanın üstünde tutma gayreti takdire şayan. Ancak, topu tartışılabilecek bir alana, yani 'Ticari ve siyasal ' boyuta çekmek bu defa tam da muhatabı gibilerin beklediğini vermek anlamına geliyor ne yazık ki.

Nitekim, istediği oluyor. Gazeteci "İslam ülkelerinin durumu ne?" sorusuyla eski 'Atış serbest !' rahatlığını yeniden kazanıyor. "Katar’da, her Katar vatandaşı başına yıllık gelir 150 bin dolar. Etiyopya’da ise sadece 177 dolar. Yani, birinin bir günde kazandığını, öteki üç yılda bile kazanamıyor! Ayrı gezegenlerdeler sanki?! Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya, aynı zamanda emeğin en ucuz olduğu ülke! İslam, tüm dünyada adaletsizlerin, vicdansızların tahakküm aracı haline getirildi. Müslümanların asıl isyan etmesi gereken budur. ‘Batı’nın oyunu’ deyip geçemezsin. Önce bir aynaya bak, halini gör. Gözünün önünde, İslam adına fırıldak çevirenleri gör."

Genç yazarımız İslam dünyasındaki ekonomik dengesizlik ve adaletsizliklerden örnek verilerek 'Müslümanların asıl isyan etmesi gereken tahakküm budur' diyor özetle. Yani suçu batıda değil kendimizde ve bu vicdansızlıklarda arayalım diyor. 'Aynaya bak, halini gör !' demesi bundan. 

Ancak, sanırım 'isyan' sözcüğü gazeteciye yeni bir gol atma fırsatı gibi görünmüş olmalı ki soruyu hemen çakıyor. Muhtemelen kendince siyasal islam görüş ve uygulamalarını kasdederek: "İslam kalplerde kalmasın, sokakta da yaşansın fikrine katılmıyor musunuz?" diyor.

Genç yazarımız bu soruya: "Kalbinde inanç varsa, senin düşüncen, sözün, emeğin, eserin, sözün, tebessümün sokağı da memleketi de, hatta dünyayı aydınlatır. Vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaya varan dindarlık umurumda değil" diye cevap veriyor. 

Ona göre; 'Kalpteki iman doğal olarak etrafına yansır. Karşı olduğum şey hem dindar olup hem de vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaktır' diyor kısaca.

Görüyorsunuz ya konu bir çırpıda gelişmişlikten "din ve dindarlık" konusuna nasıl geliveriyor. Doğal olarak Türkiye'de itibari olarak artan dindarlığa karşılık az gelişmişliğin çelişkisi merak ediliyor. Gazetecinin "Türkiye dindarlaşmıyor mu peki ?"sorusu bu yüzden.

Cevap yine bir edebiyatçı gibi keskin, ama acemi bir politikacı gibi hesapsız: "Düşmanlıkların, ölümlerin, hırsızlıkların, korkunun, yalanların… artmasıyla birlikte yürüyen bir dindarlaşmaya inanmıyorum. Vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaya varan dindarlığa asla itibar etmiyorum. Umurumda değil."

Tabi konuyu getirip İslam'a dayamalarına engel olamazsanız, sadece Türkiye'de değil bütün İslam Dünyasındaki geri kalmışlığı da yükleyiveriyorlar sırtınıza. 

Siz öyle söylemeseniz bile 'İslam dünyası çağın gerisinde kaldı diyorsunuz' hükmünü dayatıyorlar sinsice. Üstelik "Bu eski bir tespit değil mi?" diye de istihza ederek. 

Cevap biraz mahçup, çokça da artistik geliyor maalesef "Üzgünüm, Dünyanın başrolünde Müslümanlar var diyebilmeyi çok isterdim."

Ama bir önerisi de var genç yazarımızın: "Sanayi ve bilim çağlarını ıskaladık. Şimdi yeni bir çağın eşiğindeyiz. Gelişmiş toplumlar, tabiatla uyumlu bir teknolojiye yöneliyor. Güneş enerjisini, rüzgar enerjisini depolayıp iletmeyi mümkün kılan sistemler üzerinde çalışıyorlar. Bu yeni çağı da yakalayamazsak, büsbütün köleleşeceğiz."

Eh konu artık en zevkli bölüme, iktidara politik muhalefet kısmına gelmiş durumda. Soru yine gıdıklıyor: "Bu iktidar döneminde, düşünce üretimi azaldı mı?" 

El cevap dünden teşne: "Hem de nasıl. Bugün, çoğunluk düşünmüyor, rasyonalizasyon yapıyor. Yani olayları, durumları mantığa bürüyor, tutarlı gösteriyor. Rasyonalizasyon, demagojiyle birlikte yürür." Aferinnn...Böylece sadece iktidar değil onları destekleyen, oy veren milyonları da rasyonalizasyon, demogoji ile suçlamış oluyorsun, aferin.

Orada da kalmamışsın: "Düşünmenin bir yolu da, fikrimizin, kanaatimizin aksi yönünde kanıtlar aramaktır. Bu, cesaret gerektirir. Böylece tüm doğruları, tüm iyilikleri, tüm güzellikleri kendimizde; tüm yanlışları, kötülükleri, çirkinlikleri başkasında görme çılgınlığından kurtuluruz." Yani sayende bir çılgınlığımız eksikti, o da oldu.

Genç yazarımızın bu çok taraflı ateşi gazeteciyi de dağıtıyor. Neredeyse ayakta bir şey kalmadı çünkü. "Çözüm ne peki? Bilim ve sanat mı?" sorusu bundan dolayı olmalı.

Verilen örnek ilginç: "Son halife Abdülmecit Efendi yetkin bir ressamdı. ‘Sarayda Beethoven’ gibi tabloları çok meşhurdur. Bakın, halife diyorum, ressam diyorum. Bugün ise Tanzimat’ın da gerisine düşüldü." Tabi konu sanata uzandığında tanzimattan bahsedilmesi gazeteciye de garip geliyor. "Tanzimat’ı olumlu mu kabul ediyorsunuz?"

Cevap yine birikmiş bir öfke seli halinde: "Elbette. Tanzimat aydınını yerden yere vurduk. Onu taklitçi ilan ettik. Hacivat aydın, bopstil, Frenk şebeği diye yaftaladık. Osmanlı nüfusu 13 milyon iken, Paris’e giden diyelim 13 kişiyle alay etmek kolaydı. 

Halbuki, hepsi de dindar çocuklar olan Tanzimat aydınları, bize çok basit bir şey söylüyorlardı: 'Sistem kurmalıyız. Demokratlaşmalıyız. Batı ilerliyor. Bunu görmezden gelemeyiz…' 

Bugün, 75 milyon nüfusun 10 milyonunda pasaport var. Kıyas, reflekstir. Londra’daki yeşil alanları (bu arada, Londra dünyanın en büyük kent ormanıdır), trafik düzenini, mimari dokuyu gören her vatandaşımız; bizim durumumuzun içler acısı olduğunu söylüyor. Yani artık her evde bir Tanzimat aydını var!"

Tanzimattan bahsetmek, doğal olarak o gün dilimizde bugün zihnimizdeki bir deyişi hatırlatıyor hemen. Belki biraz da geyik olsun diye soruyor olabilir: "Tanzimat Fermanı, halk arasında “Artık gavura gavur denmeyecek” şeklinde yorumlanmıştır. Bu tepkiyi nasıl anlamalı?"

Cevap bu defa oldukça sağduyulu: "İnsanlara “Gavur” demek bir kazanım mı, iyi bir şey mi? Tanzimat Fermanı, tek sayfalık bir metindir. İçinde ‘gavur’ kelimesi geçmez. Okumadan nasıl yargılayabiliriz? Ahmet Mithat, Recaizade, Namık Kemal… hepsi de aslan gibi adamlardı. Saygıdeğer münevverlerdi. Okuyan bir toplum olsun, eşitlik olsun, geri kalmayalım derdindeydiler."

Ancak, dönüp dönüp her konuda kendimize suçlamalar yöneltmek de bir alışkanlık olmuş bu entellektüelimizde: "Milyonlarca insan, dönüp bu insanlarla alay etti. 200 yıldır da alay ediliyor. İşte, geldiğimiz yer ortada."

Gazeteci bu. Muhatabının üstüne gidecek zaaf noktasını hemen görüyor tabi: "Her evde bir Tanzimat aydını bulunması neye yol açacak sizce?" 

Genç yazarımız cevabına önce oldukça iyimser ve umutlu başlıyor: "Çocuklarımızın dünyası, bizimkinden daha geniş olacak. Onlar, işlerini yaparken, eser verirken dünya standardını tutturacaklar." Buraya kadar gayet iyi, ama sonrası yine bildiğiniz gibi: "Akılsız, düşüncesiz, asalak olmayacaklar. Dinî inançları da onların hayatına zarafet ve bilgelik katacak. Bugünün dinci talancılarına da, bizzat kendi çocukları en gür şekilde 'Yeter!..' diyecek."

Neyse, biz konumuza dönelim yine. Gazeteci soruyor "Ne olmalı peki ?" Genç yazarımız bu soruya başka bir soruyla cevap veriyor: "Ben size sorayım: Bugün diyelim bir İspanyol, Japon veya Rus’un, yani bir yabancının örnek almak, ona benzemek isteyeceği bir Müslüman imgesi var mı? Yani, ‘Müslüman’ denince akla harika bir insan geliyor mu?" Tabi ki aldığı karşılık: "Pek sanmıyorum. Bu ne manaya geliyor?" şeklinde oluyor.

Genç yazarımız pası alıp gole gitmenin coşkusu içinde sıralıyor: "İslam, tüm bu sultanlar, krallar, büyük ustalar, kefen giyenler, yalakalar, silahlı radikaller… yüzünden cazibesini kaybediyor. Eleştirmeyenler, soru sormayanlar yüzünden. Bilgisizlik, bağnazlık ve açgözlülük yüzünden." 

Bu kadar celallik gazeteciyi bile ürkütüyor olmalı ki: "Bağnazlık yalnızca dine mi özgü ?" diye konuyu yumuşatmaya çalışıyor.

İşte üflendiğinde nihayet küllerin altında görünen şey. Elenip elenip kalan cevher. Ortadan, daha doğru ve itiraz edilmesi kolay olmayan cevap bundan sonra çıkıyor meydana; "Tabii ki hayır. Bir başkası mutlu olacak diye ödü kopan herkes bağnazdır, yobazdır. Tek fikir, tek tutum, tek renk, tek önder, tek yol… diyen ve espri yeteneği sıfır kimseler…"

Ben genel olarak özellikle bu bölümdeki cevaplardan  öfkeli bir İslamcı genç yazar gördüm. 'Bir yabancının örnek almak, ona benzemek isteyeceği bir Müslüman', 'Müslüman denince akla gelen harika insan' arayışı ve bunu vurgulayış biçimi içinde böyle bir samimiyet olduğunu gösteriyor.

Her ne kadar  'sultanlar, krallar, büyük ustalar, kefen giyenler' diye gaza gelmiş göndermeleri de olsa bu üstü kapalı dokundurmalar taşıdığı içten duygular karşısında fazla rahatsız edici değil. Ancak; '…yalakalar, silahlı radikaller… eleştirmeyenler, soru sormayanlar.., Bilgisizlik, bağnazlık ve açgözlülük' suçlamaları hepsi birden oldukça ağır hakaretler. 

Bereket ki, gazetecinin de uyarısıyla son cümlede bu vasıfların özellikle bağnazlık paydasında herkese genellenmesi suretiyle durum toparlanıyor.

Söz beklendiği gibi dönüp dolaşıp DAIŞ belasına geliyor: "IŞİD gibi örgütlere nasıl bakıyorsunuz ?" 

Eskiden 'El kaide', ondan önce 'Hamas', bir evveli 'Hizbullah', bir dönem 'İslamcılar', 'Şeriatçılar', 'İrtica', çok daha daha önceleri 'Humeyni' vs.…İslamı ve Müslümanları didiklemek üzere gündemde tutulan "öcü" listesi. Zamana, arkasındaki güçlere ve adamına göre  uzayıp gidiyor. Şimdi de bunlar: "Ne diyorsunuz !?.."

O diyememiş ama ben diyeceğim; sözde uygar ve çağdaş batı cehenneme çevirdiği, ardında bataklık ya da enkaz bıraktığı coğrafyalarda ektiğini biçiyor. Gizli eller ve entrikalarla yönetiyor, hem onlara hem muhaliflerine silah satıyor, el altından örgütler peydahlıyor dünyanın gözü önünde karşılığı yine o ülkelerin kaynaklarından olmak üzere bombalıyor, taş üstünde taş bırakmıyor. Geride kalan acı, gözyaşı ve kan ortamında türeyen canlı bombalara da "terörist" diyor. İşte böyle bir şeytan döngüsü var ortada. Başka ne denilebilir ki ?

Ama genç yazarımız gaza gelmiş bir defa, saydırıyor. "Cennete gitmek için, dünyayı cehenneme çeviriyorlar. Halbuki bir insanın öldürülmesi, bir gencin katil olması, tüm insanlığın ortak kaybıdır. Zulmediyorlar. Hurilere kavuşacaklarını umuyorlar belki. Normal bir adamın kız vermeyeceği tipte birine, Allah huri vermez." 

Cümlenin ilk kısmı 'hırsızın hiç mi kabahati yok' sorusunu düşündürüyor, son kısmı ise tamamen magaziner.  En doğru ve haklı kelimeler ortada. Evet, bir insanın öldürülmesi, bir gencin katil olması, tüm insanlığın ortak kaybıdır, nokta. Başka söze hacet yok.  

Ama, bu evrensel dersi ne katiller, caniler, zalimler ne de batılı çağdaş kafalar anlar. Acı bizim, inilti, isyan, pişmanlık ve yakarış yine müslümana düşmüş durumda.

'Cennete, kapıyı kırarak giremeyiz' ne kadar çarpıcı, artistik bir cümle. Tam da yetenekli bir yazar işi. Silaha, şiddete karşı insancıl bir genç müslüman aydın o. Daha önce de  ‘Şimdi o silahı yavaşça yere bırak’ başlıklı bir yazı yazmıştı. 

Ama sorular, onu kışkırtıcı tarzda düzenlenmiş. Peşpeşe geliyor: "Şehit olmak için İslamcı örgütlere katılan gençler var. Siz, Şimdi ne diyorsunuz?"

Neyse ki genç yazarımız bu noktada çerçevelenip asılacak kadar güzel şeyler söylemiş cevap olarak: "Şehitlik hayattan yana olmaktır. Kur’an’da 'Size saldıranlar, sizi öldürenler, kadınları ve çocukları ezenler, sizi yurtlarınızdan sürenler…'e karşı direnmekten söz ediliyor. Durduk yerde savaş çıkarmak deliliktir. Bu, zekat verebilmek için hırsızlık yapmaya benzer. Cennete, kapıyı kırarak giremeyiz. Şehit, bizim yaşamamızda onun fedakarlığının payı olan kişidir. Çanakkale şehitleri gibi. Doğum yaparken ölen anne gibi."

Bu sözlere noktasına, virgülüne dokunmadan aynen katılıyorum. Mü'minin savaşı Kur'anda tanımlanmış. Yine de 'Haddi aşmayın' deniliyor. Genç yazarımız bu soruya da diğerleri gibi saldırgan bir tarzda cevap verseydi, yine de haklı olurdu ama Bosna'ya, Afganistana, Çeçenistana savaşmaya giden gençlerimizi düşünür, incinebilirdim. Müslümanın ne ezilmesi, ne de direnişi anlaşılamadığı için üzülürdüm.