Beklenmeyen misafirler
Bir sabah okula gidiyoruz,
yurdun giriş kapısında onlarla karşılaştık. Yurda gelmiş bir turist kafilesi gibi duruyorlardı. Hepsi bizim
yaşlarda, kız erkek karışık sanırım 10-12 kişi kadardılar. Fötr şapkalı,
kendilerine benzer orta yaşlı bir adamın etrafına toplanmışlar, bir yandan
anlamadığımız bir dille konuşuyor, bir yandan da ürkek bakışlarla etrafa
bakınıyorlardı.
Yabancıydılar, bu çok belliydi
ve muhtemelen uzak bir yoldan gelmişlerdi. Çünkü çanta ve bavulları
yanıbaşlarındaydı ve adeta bir tepecik oluşturmuştu. İçlerinde sarışın uzun saçlı,
beyaz tenli mavi gözlü kızlar vardı. Şaşırmıştık, kimdi acaba bunlar,
nereden gelmişlerdi, bizim yurtta ne işleri vardı ?
Okula yetişmek için acele
ediyorduk, ama onlara bakmadan da edememiştik. Gözlerimiz karşılaştı bir çoğu
ile. Onlarda merakla bize bakıyorlardı. Bir an içimden "Siz de kimsiniz ?
Nerden geldiniz ?" diye sormak geçti, duraklamışım. Mehmedin
çekiştirmesiyle kendime geldim. "Hadi Süleyman, geç kalıyoruz."
Birlikte kapıdan çıktık, toprak yolda yürürken sabah serinliği yüzümüze
vuruyordu. Yine de "Ya Memet ! Kim ki bunlar, neden gelmişler ?" diye
sormaktan kendimi alamamıştım. Mehmet gayriihtiyarı arkaya doğru baktı, sonra
da omzunu silkerek yakalarını kaldırdı. "Ne bileyim oğlum, misafir
kalacaklar heralde" dedi öylesine. Montlarımıza gömülüp, ellerimiz cepte
okula doğru hızlandık.
Kazak, Türkmen, Azeri..daha da
geliyorlar
Okulda bir tevatür dolaşıyordu.
"Türki Cumhuriyetlerden binlerce öğrenci gelecekmiş." Gün boyu bu
söylentinin aslı esası nedir anlamaya çalıştı herkes. Hatta bu
"Türki" lafı üzerine her kafadan farklı bir sürü yorum geldi. Daha çok
Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülke adları geçiyordu.
Nihayet bir öğrenci Sosyal
Siyaset dersinde dayanamayıp "Hocam, duyduklarımız doğru mu, nedir bu işin
aslı ?" diye soruverdi. Meğer, Başbakan Demirel geçenlerde 10000 yabancı
öğrencinin Türkiye'de okuyacağını açıklamış. Aslında bu fikir Cumhurbaşkanı
Özal'ınmış. Daha çok o uğraşıyormuş sovyetlerden yeni kopmuş bu ülkelerle.
Gelenler de peyderpey ülkedeki bütün üniversitelere dağıtılacakmış. Öncelikle
bir yıl türkçe öğrenip sonra bölümlerine geçeceklermiş.
Hoca, anlaşılan bu işe
karşıymış ki verdi veriştirdi hükümete. Vay efendim zaten biz kendi
gençlerimize yeterli eğitim veremiyormuşuz, bu öğrencilerin masrafları da
hepimizin cebinden çıkacakmış, yarım yamalak türkçe ile nasıl ders dinleyeceklermiş,
üstelik bir sürü uyum sorunu çıkacakmış…falan, filan.
Benim aklım hala sabah gördüğüm
gruptaydı. Hiç öyle Kazak, Türkmen'e filan benzemiyorlardı. Onlar daha böyle
esmer, çekik gözlü olurlar değil mi ? Bunlar basbayağı bize benziyorlardı. Hatta
bizden bile daha beyaz tenli idiler. Mavi gözlü, sarışın Kırgız hiç
duymamıştım. Neyse, nasıl olsa öğrenecektik. Dersler bitti, okul dağıldı biz de
yurda döndük.
Bu sefer idarenin önü bir hayli
kalabalıktı. Hepsi çekik gözlü,
sarı kara gençlerdi bunlar. Onlar da gruplar halinde toplaşmışlar, ortalarına
aldıkları yurt idarecilerini dinlemeye çalışıyorlardı. Anlaşılan sözü edilen türki öğrenciler bunlardı.
Baktık, kültür merkezinin önünde Orhan'la Banu
onları seyrediyor, biz de yanlarına dikildik. "La oğlum, ne oluyo burda,
ne seyrediyosunuz, kim bunlar ?" Banu hafifçe kıkırdadı, Orhan'ın keyfi
yerindeydi "Hiç oğlum, dünyanın öte yakası bize gelmiş de ona bakıyoz
işte"
Yüzleri kıpkırmızı, ter içinde
kalmış Müdür, Müdür Yardımcıları ve Yönetim memurlarına takılıyor gözüm. İşaretle, çat
pat anlaşmaya, birşeyler anlatmaya çalışıyorlar. Bazen tansiyon yükseliyor,
kendi dillerinde bağrışıyorlar. Kendi aralarında gruplaşıp, hararetli hararetli
konuşuyorlar. Sonra, bir yönetim memuru elindeki listeyle kalabalıktan on kişi
alıp grubu bloklara doğru götürüyor.
Bazıları gidenleri kolundan, montundan çekip
göndermemeye çalışıyor. Sanırım beraber olmak istiyorlar, ayrılmaktan
hoşlanmamış gibiler. Ama yapacak bir şey yok,
görevliler ellerindeki listeye göre hareket ediyorlar. Bire bir de
anlaşamıyorlar zaten. Kalabalık böyle gitgide azalıyor.
Bu arada ayaküstü
bildiklerimizi anlatıveriyoruz birbirimize. Gelenler Kazakistan, Kırgızistan ve
Türkmenistan'danmışlar. Gündüz de gelenler olmuş. Onarlı gruplar halinde birer
ikişer katlardaki boş odalara yerleştiriliyorlarmış. Daha da geleceklermiş,
Azerbaycandan, Özbekistandan, hatta Moğolistandan bile. Türkiyeye geleceklerin hepsi 10000 kişiymiş.
Sabah Moldavyadan da gelenler olmuş.
"Neresi lan orası ?" dedim merakla. Banu bilmiş
bir tavırla cevapladı sorumu "Avrupa'da, Karadeniz kıyısında küçük bir
ülke." Mehmet araya girdi "Sabah bizim gördüklerimiz onlardı
demek." Merak ettiğim soru cevaplanmıştı ama, kendi kendime "Allah
Allah, onlar da mı Türkiymiş ?" diye mırıldandım.
Odamıza çıkmadan kantine girip
yemeğimizi yedik. Levent'le Hamit bize yemek kuyruğunda katıldı. Banu'yla Hale de yanımızdaydılar. Yemekten sonra çaylarımızı da
Okan getirdi, aynı masada gırgır şamata bir hayli vakit geçirdik. Konu daha çok
kantinin yeni hali ve yurtta değişen şeylerdi. Yapılan hizmetler herkesi
şaşırtmıştı ama, memnun da etmişti.
Levent oturduğu yerden beyaz
önlük giyen Palabıyık ustaya takılmadan edemiyordu "Usta ! Valla çok
yakışmış, yalnız bir eksiği var." Usta bir taraftan kuyruktakilere kepçe
kepçe yemek dolduruyor, bir taraftan Levent'e laf yetiştiriyordu "Neymiş o ?" Levent iki eliyle
boğazında kelebek işareti yapıp "Papyonun yok ustam, papyonun."
Palabıyık usta biraz kızıyor, yanakları al al kepçe göstererek "Sana
burdan bir çakarsam, görürsün papyonu, mapyonu ükela !" Bu sefer o da
dahil hep birlikte gülüyoruz bu atışmaya.
Bir ara Selim abi geçiyor önümüzden elinde
tepsisiyle. Durup bakıyor neşemize, sonra da "Keyfiniz yerinde.
Allah tadınızı bozmasın gençler !" diyor o da gülerek. Bu sefer "Aminnn !" diyoruz hep birlikte, yüksek sesle.
Odamıza çıktığımızda
misafirlerimiz olduğunu görüyoruz. Bizden yeni öğrenciler Hasan ve Metin onlara
dolaplarını nasıl yerleştireceklerini gösteriyor. "Selamünaleyküm !" diyor
Hamit kalın sesiyle. Hasan dönüp "Aleykümselam" diyor, misafirlerse üç
kişi öyle ürkek bakıyorlar. Tanıyorum onları, sabahki Moldavya mı, Moldava mı
işte o gruptan. Mehmet her zamanki inceliği ile "Hoşgeldiniz, ben Mehmet
!" diyerek elini uzatıyor gülümseyerek.
Uzun boylu olan "Hoşgördük
be" diye cevap veriyor elini uzatırken. Şaşırıyoruz. "Ben Stefan
Topal, bu Dimitri, Dimitri Karaçoban, bu da
İvan Kazancı." Bu kez daha da şaşırıyoruz, "Nasıl yani şivesi farklı
ama türkçe konuşuyor bu. Sanki laz gibi mi desem trakyalı gibi mi. Ama o isimler ne öyle.
Yarısı türkçe yarısı rus gibi." İçimden bunlar geçiyor bir an. Biz de
kendimizi tanıtıp ellerini sıkıyoruz bir bir. Stefan aklımdan geçenleri okumuş
gibi gülerek devam ediyor "Gagauzlar lafederlär pak Türkçä, ölä, nicä lafedärmiş eski zamannarda
cümne insannar, angıları çekiler Türk halkından, Türk soyundan." (1)
Kimbilir nasıl baktık ki
Stefan'a gülerek omzuma vurup gürledi "Hayde, biz de türküz be. Hem da
Gagauzuz. Haçan yabancı saymayın ha. İvan sizle kalacak. İyi oğlandır,
sevesiniz oni." Önce birbirimize sonra
da İvan'a bakıyoruz hep birlikte. Sarışın, orta boylu, biraz narin, güleç yüzlü
bir cocuk İvan. Ürkek bir ses çıkıyor ağzından. "He ya, ben İvan, ben de
türk, sizin gibi yani" diyor kekeler gibi aceleyle. "Hiç de korkunç
değilmiş bu ya!" diyor Orhan. Bir kahkaha yükseliyor odadan. Onlar da
gülüyorlar bizimle, kaynaşıveriyoruz.
Yeni, yeni sorunlar
Bugünlerde yurtta gündem gelen
yeni misafirler. Artık, attığımız her adımda etrafta acemice dolaşan
"türki" lere rastlıyoruz.
Gelenlerin de ardı arkası kesilmiyor. Söylenenlere bakılırsa bizim yurda
600 kişi verilmiş. Bunların daha yarısı gelmiş, yarısı da gelecekmiş. Hem de
adını bile bilmediğimiz, duymadığımız yerlerden.
Çoğu müslüman ama içlerinde
bizim gagauzlar gibi hristiyan olanlar da varmış. Hatta geçen gün on tane moğol
öğrenci gelmiş diyorlar, onlar da budistmiş. Nahçıvan, Ahıska, Karatay, Altay Yakut türklerinden ve daha pek çok akraba topluluklarından da öğrenci bekleniyormuş.
Görüyoruz, sabahları belediye
otobüsleriyle hep birlikte Tömer'e gidiyorlar. Bir yıl böyle türkçe kursu
göreceklermiş. Müdür beye görevlilerle birlikte sürekli onlarla ilgilenirken
rastlıyoruz. Duyduğumuza göre hiç paraları yokmuş. Müdür bey de belediye ile görüşüp
otobüslerden ücretsiz yararlanmalarını sağlamış. Ayrıca yurt işletmecisinden de
isim yazdırarak yemek yiyorlarmış. Bursları çıkınca kapatılmak üzere.
Bu olay, yurttaki dengeleri de
etkilemiş görünüyordu. Daha önceki ideolojik gruplaşmalara, şimdi de "türki"
gruplaşmaları eklenmişti. Özellikle Azeriler rahat durmuyorlardı çünkü. Yurttaki bir
grupla etkileşim halinde oldukları belliydi. Kaldıkları bloklarda da sık sık
problem çıkıyordu. Öbür türkilerde de
farklı sorunlar yaşanıyordu. Bazı ülke öğrencileri sanki birbirlerine düşman gibiydiler.
Gruplar halinde geziyorlardı. Duyduğumuza göre bunların ülke olarak da araları
pek iyi değilmiş.
Bazı öğrencilerin içki
içtikleri, yurda geç geldikleri ve kız yurtlarındaki arkadaşlarıyla görüşmek
istedikleri konuşuluyordu. Meğer Rusya'da ve onun eski peyklerinde öğrenci
yurtları kız erkek karışık olurmuş. Onlar da böyle olsun isterlermiş. Geçen
gün, bir kazak öğrencinin kız bloklarından birinden sarkıtılan çarşaflara
tutunarak üçüncü kata çıktığı dedikodusu yayıldı etrafa. Ben ihtimal vermedim
ama Orhan Banu'dan dinlemiş, Müdür bey olay üzerine o blokta soruşturma yapmış.
İki hafta önce bizim katta bir
gürültü koptu. Stefan ve İvan odadaydılar. Sesler üzerine fırlayıp çıktılar.
Biz de arkalarından ne oluyor diye baktık. Meğer odanın birinde iki Gagavuz
öğrencinin dolabında domuz konservesi, salam filan gibi şeyler varmış. Koku
üzerine sormuşlar, onlar da bizimkilere ikram etmeye çalışmış.
Kıyamet kopmuş
tabi, meğer aileleri çocuklarına erzak olarak yanlarına koymuşlar. Nerden
bilsinler böyle olacağını. Bizimkiler her haltı yerler ama, konu domuza gelince
dindar kesilirler ya, o hesap. Nerdeyse kavga çıkmak üzereydi, yetiştik
ayırdık. Kemal abi de gürültüye geldi, anlayıp dinledik. Gülelim mi ağlayalım
mı, tuhaf bir durumdu. Neyse gagauzlara Stefan aracılığıyla durumu anlattık,
bizimkilere de "Sizin anneniz hiç yanınıza yolluk koymuyor mu ? Hiç mi
sucuk, pastırma getirmediniz ? Bunlar hristiyan kardeşim, ne bekliyordunuz.
Anlayışlı olun biraz ya !" deyip sakinleştirdik.
Takip eden hafta bütün
gagauzlar sabah akşam o konserveleri, salamları yemekten bir hal oldular.
Sonunda bitti de hem onlar rahatladı hem biz.
-----------------------------
(1) "Gagauzlar, eski zamanlardan beri temiz Türkçe konuşurlar; ki, diğer Türk halkından ve soyundan olanlar gibi."