Haberiniz var mı ? İnsanlık ölmüş !
İnsan,
büyük bulmaca.. Çözmeden öleceğim.. İnsan bulsam inan
ki, alnından öpeceğim...
Son yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de her
dört kişiden biri ruh hastasıymış. [1]
“Yok canım, neymiş o öyle ?” dediğinizi duyar gibiyim.
Durun, heyheylenmeyi
bırakıp önce bir sakinleşelim. Koltuğumuza yaslanıp bir an için gözlerimizi
kapatsak da olur. Şöyle ortalama bir günümüzü hatırlayalım.
Bir büyük şehirdesiniz, eşiniz de siz de
çalışıyorsunuz. Sabah nasıl kalktınız ? Mesela; ayarlanmış telefonunuzun aniden
çalmaya başlaması ile mi sıçrayıp uyandınız ? Neye uğradığınızı anlamadan robot
gibi banyoya yöneldiniz değil mi ? Daha uyanamamış bedeniniz sağa sola çarpmış,
siz zor bela gözünüzü açarken bir yandan da elleriniz alıştıkları işleri yapmıştır
eminim. Böylece el yüz yıkanmış, traş olunmuş, aceleyle gömlek gravat seçilip
kahvaltıya uzanmışsınızdır. O da varsa tabi…
Varmış, işte kahvaltı masası ortada. Eşiniz sizden
önce kalkmış, ama o da bir telaş içinde. Daha kendisi de hazırlanacak, çocukları
doyuracak, servise bindirecek, sonra da mesaiye yetişecek. Kahvaltı; bir bardak çay, birkaç zeytin, bir lokma
ekmek, azıcık peynir o kadar. Adeta yarı ayakta bir atıştırma bu. Çünkü aklınız peynirde gözünüz
saatte. Olmayacak, ceketi, paltoyu giyip kapıya yöneliyorsunuz. Sabahtan beri ağzınızdan
çıkan ilk laf şu oluyor: “Geç kaldım ya, hadi ben kaçtım !”
Ne o kahvaltıyı hazırlayan, evinizi çekip çeviren
eşinize bir teşekkür etmeyi akıl ettiniz, ne de çocuklarınızı öpmeyi. Çıkarken
bir iki dua mı ? O da ne ki ? Bir tebessüm bile yok beşuş suratınızda. “Allahaısmarladık”
bile demediniz ki tatlı bir “Selametle” densin arkanızdan.
“Hay Allah !.....?#&!?*! Dudaklarınızın
arasından ıslık gibi ne olduğu anlaşılamayan ecüş bücüş bazı sözler çıkıyor. Servis
kaçmış ve çaresiz otobüs bekliyorsunuz. Kucak kucağa, sırt sırta bir yolculuk, yoğun
trafik sabah sabah sizi geriyor. Otobüsteki tartışmaları, itiş kakışı duymamak için Ipod'unuzu kulaklarınıza tıkıyorsunuz. Nihayet paspas kokulu ofistesiniz. Yani yaşamınızın diğer
yarısında yeni bir iş günü daha başlamakta.
Birbirinin yüzüne bakmadan “Günaydın !” laşmalar
havada uçuşuyor. Ama servis daha kendine gelememiştir. Kimi poğaça simit, çay peşindedir,
kimi günlük makyajının. Ama geç kalanlar şefi bir hayli sinirlendirmiş görünmektedir.
Bir
süre karşılıklı sataşmalar, iğnelemelerle peşrev çekilir yeni güne. Laf yememek için
herkes bilgisayarının arkasına sinmiştir adeta. Dünden kalan yarım işler zaten sizi
beklemektedir.
Tam işe konsantre olmuşsunuzdur ki “Hadi çıkalım !”dürtmesiyle
ayılırsınız. “Az kaldı biraz işim var, ne çabuk öğle oldu ya ?” dersiniz karar
vermek için. Bu arada midenize kısa bir soru sormuş, o da “Ben acıktım” diye
cevap vermiştir. Biraz nazlansanız da arkadaşınızın ısrarına dayanamayıp kendinizi
bir anda öğle yemeği kuyruğunda bulursunuz.
Yemekten sonra çay kahve sigara derken yeniden işin
başına dönüş. Ama iş sana bakıyor senin aklın anlatılan dedikodularda. Kim
nereye gelmiş, o ne demiş, bu ne yapmış öyle şeyler. Arada biraz politika,
azcık da aşk meşk. Erkeklerde araba muhabbeti, kadınlarda giyim kuşam takı sohbeti çok tatlıdır. Olmazsa olmaz.
Nerede ne varmış, borsa ne olmuş, altın neden düşüyormuş, ev
fiyatları artar mıymış, ne olurmuş derken saatler ikindiyi buluvermiştir. Bu
vakit tam da işin fulltime olduğu fakat yemek, pasta börek muhabbetinin de giderek
arttığı zamandır. Mesai bitimine doğru ibre biraz düşer. Biraz da yaz tatili planları,
geçen senenin maceraları konuşulur. Ama gözler sık sık saatlere gitmektedir.
Tuvalete gitmeler sıklaşır, masalar toparlanır artık eve gitme vakti
yaklaşmıştır.

Çocuklar, akşam yemeği, "ay bugün çok yoruldum", "baba öğretmen para istedi", "hanım ütülü hiç gömleğim kalmamış" "yarın market alışverişi yapılması lazım, sipariş listesi aynanın önünde" muhabbetleri.
Böyle can sıkıcı şeyler işte. Sonunda yine koltuğunuza gömülmüş, sevgili televizyonunuzun karşısındasınızdır. Elinizde kumanda, bir o kanal bir bu kanal dolaşıp durursunuz. Eşiniz elinde çaylar gelir, o da sevdiği diziyi seyredecektir. Çocuklar yatmadan önce çizgi film isterler. Siz haberleri dinlemek ya da saati geldiğinde maç seyretmeyi planlamaktasınızdır.
Sonrasında adı konulmayan ama bildik bir mücadele yaşanır o küçücük aile ortamında. Bezen siz sinirlenip kalkarsınız, bazen eşiniz küser. “Dersiniz yok mu sizin ? Hadi bakalım yatma vakti geldi” sözleri ise birlik olup çocukları savma operasyonundan başka bir şey değildir.
Böyle can sıkıcı şeyler işte. Sonunda yine koltuğunuza gömülmüş, sevgili televizyonunuzun karşısındasınızdır. Elinizde kumanda, bir o kanal bir bu kanal dolaşıp durursunuz. Eşiniz elinde çaylar gelir, o da sevdiği diziyi seyredecektir. Çocuklar yatmadan önce çizgi film isterler. Siz haberleri dinlemek ya da saati geldiğinde maç seyretmeyi planlamaktasınızdır.
Sonrasında adı konulmayan ama bildik bir mücadele yaşanır o küçücük aile ortamında. Bezen siz sinirlenip kalkarsınız, bazen eşiniz küser. “Dersiniz yok mu sizin ? Hadi bakalım yatma vakti geldi” sözleri ise birlik olup çocukları savma operasyonundan başka bir şey değildir.
Bu arada ne sohbet, ne muhabbet. Çalışan insanın gündüz
konuşup duran çenesinin akşam sevdiklerine kapanması ne kadar gariptir. Konuşma
bir yana, ne karınızın ne çocuklarınızın sorularına doğru dürüst cevap
vermiyorsunuz. Onların o gün yaşadıklarıyla ilgilenmiyorsunuz bile. Çocuklar,
baba ile güreşmek, mesela atçılık oynamak istiyorlar. Biraz şakalaşıp gülüşmek eşinizi
de rahatlatacak halbuki. Yok hayır, reklamda başladığımız oyunu devam
ettiremiyorsunuz, yine ekrana kilitlenip kalıyorsunuz ailece.
Eşimiz küsüyor, çocuklarımız mızırdanıyor ama
sonuçta iştahla yöneldiğimiz o ekran da bizi mutlu etmiyor. Bir tv kanalı
varken insanları komşularıyla birlikte meyve soyup mutlu eden o cihaz, şimdi
yüzlerce kanal binlerce programla yine bizi tatmin etmiyor.
Aklınıza yeni okuduğunuz bir şiirin mısraları takılıyor:
Her yönden gelen reklam, canlı medya saldırısı / Gündemde durmaz akar haber, yorum fırtınası
Zaplasak geçer mi ki ? Bu göz alıcı karnaval / Seyret dur. Birinden başkasına yüzlerce renkli kanal
Ama yok ! Nereyi açsanız orada şiddet,
gerilim, kan revan, daha böyle bir sürü saçmalık görüyorsunuz. Bombalanan masum insanları, yıkılan harap olan şehirleri, yangına dönmüş ülkeleri izlerken rahatsız oluyorsunuz.
Öyle ya şurda uzun oturup, çerez atıştırarak güzel güzel televizyon izliyorsunuz değil mi ? Şimdi üzülmenin, can daraltmanın sırası mı yani ?
Bereket kumanda diye birşey var. Ama habire zaplayıp oradan oraya
atlarken farkında olmadan bir sürü olumsuz şeyi de hepsi bir arada görüyorsunuz. Nereye baksanız kan, nereye dönseniz ateş, nereye kaçsanız acı. Bir türlü kurtulamıyorsunuz bu kabustan. Onca kanal arasından şöyle kendimize uygun, keyifle izlenecek bir program ararken aksine daha da
sinirleniyor, yoruluyorsunuz.
Bir tarafta bomba, ateş, kan ve hiç bitmeyen bir yıkım / Öbür yanda yoksulluk, açlık ve kol gezen bir ölüm…
Yalan, algı, kumpas sarmış, ışıltılı dünyamızı / Hipnoz olmuş gibiyiz, unutmuşuz ilk andımızı

İnternet de sizi kesmiyor. Lağımdan akan pislik
gibi küfür, yalan, rezillik diz boyu. Televizyon, gazete haberleri yetmiyormuş gibi burada da kan gövdeyi götürüyor. Hem de en olmayacak görüntü ve
yorumlarla. Birdenbire kendinizi karşılıklı bir siber savaş ortamında
buluveriyorsunuz.
Geceyarısı bilgisayarınızı kapattığınızda, ışıkları
söndürüp yatağa girdiğinizde olabilecek en kötü moralle yastığınıza
gömülüyorsunuz. Aynı yatakta zihnen ve bedenen yorgun iki insansınız artık. Bu yüzden
duygusal ve cinsel hayatınız da yolunda gitmiyor.
Zaten bir sürü borcunuz var. Ev kredisi, araba kredisi, kredi kartları...Rahat uyuyamıyor, görünüşte dalsanız bile uykunuzu alamıyor, yorgun bir
beden ve sıkıntılı bir ruh haliyle belki de bazen kâbuslar görüyorsunuz.
İçindeyiz, hep birlikte çılgın bir koşturmacanın / Çağın tam tam sesleri, vahşi bir karmaşanın
Tüketim çağı deniyor, borç içinde hep insanlar / Ne bu ? Büyülendik mi ? uyuşmuş hep akıllar
Olur mu ? Borç yiğidin kamçısı demişler. Neticede iki kişi çalışıyorsunuz. Geliriniz de iyi sayılır. Borç dediğin nasıl olsa ödenir. Taksit diye bir şey var değil mi ? "Alırız, taksit taksit öderiz sıkıntı yapma" diyorsunuz kendi kendinize. Gel gör ki iş öyle olmuyor, borçları, taksitleri düşünmekten, ne zaman rahata çıkacağınızı hesaplamaktan hindiye dönmüşsünüz.
Ama bu arada hayatınızda kültürel hiçbir etkinlik yok farkında mısınız ? Sinema, sergi, konser, tiyatro,
konferans hak getire. Peki ya kitap ? “Valla ne zamandı ben bir kitap okuduydum, şey
yarım kalmıştı galiba, adı neydi ya ?"
Evet ya ! Bir gününüz daha eşinizin verdiği sipariş listesi ile çocukların
okul taksitlerini hatırlatan kağıt arasında kaybolup gitti.
Yolda gelirken bir kazayla karşılaşıyorsunuz. Adam yaralı, yerde yatıyor. Etrafında insanlar birikmiş, bazıları cep telefonlarıyla fotoğraf çekiyorlar. Servisteki arkadaşlarınız da camlara yığılıyorlar. "Ne olmuş ? Kaza mı var ? Aaa ! adam ölmüş mü ? Yok, yok yaralı galiba. Ambulans bekliyorlar." İçlerinden bir kaçı da cep telefonuna sarılıyor. Sizin başınız dönüyor, mideniz kalkıyor birden.
Sanki bir yarışma programı, çekiyor oyunumuzu / Kameralar nerde ? Görsek, anlasak, bilsek sonumuzu
Neler oluyor, sanal mı gerçek mi bütün bunlar ? / Neden hissetmiyorum acıyı, nerde o sevgi dostlar ?
Hatırınıza vaktiyle okuduğunuzda epey güldüğünüz bir karikatür geliyor nedense. Karikatürde hastanede yoğun bakımda makinaya bağlanmış bir hasta var. Yanında da ziyaretçisi bir genç. Telefonunun şarjı bitmiş. Dedesine çok normal birşeymiş gibi "Fişi çekiyom dede, telefonu şarja takıcam" diyor.
Şimdi ancak jeton düşüyor sizde. Dedesinin hayatını bir telefon şarjına değişen torunun düşüncesizliğinden onu sanki kendiniz yapmış gibi sarsılıyorsunuz. Yorgun argın, ezilmiş bükülmüş eve atıyorsunuz
kendinizi. Artık kaçmak, sadece yatmak uyumak istiyorsunuz.
Ama küçük oğlunuz birdenbire üzerinize
atlıyor. Elinde ışıklı plastik bir kılıç “Ben Hi men ! Seni geberticem.”
Şaşırıyorsunuz, “nerden öğrendi böyle şeyleri bu çocuk ?” diyorsunuz eşinize
bakarak. Eşiniz sözde yardımınıza koşuyor. “Gel oğlum sana tabletini vereyim.
Oradaki oyunda çok daha fazla insan öldürebilirsin.”

Cevap vermeye takatiniz kalmıyor. Eşinize çok yorgun olduğunuzu,
hemen yatacağınızı söylüyorsunuz. Bu akşam tv seyretmeye de niyetiniz yok. Ama dayanamıyor yine de Facebook sayfanızı açıyorsunuz. Onu görmezseniz hatır bırakır değil mi ? Olmamanız sanki oradaki arkadaşlarınızın
çok umurundaydı.
Ama bir tevafuk, orada da ilginç bir kıssayla karşılaşıyorsunuz. Hz. Ömer'le üç genç arasında geçen bir olay bu. Kıssa; adalet, verilen sözün tutulması, ahde vefasızlık etmemek, insanlık ve merhamet hakkında. [2] Bir kez daha sarsılıyorsunuz.
Google'a "insanlık öldü mü" diye yazıyorsunuz gayrıihtiyari. Karşısına bir fotoğraf, bir de levha çıkıyor:
“Dostluk” tatile çıktı... “Aşk” sizlere ömür... “Sabır”
tükendi... “Anlayış” sıfır... “Mutluluk” yok... “Tebessüm” hasta... “Saygı” raporlu...
“Yalan” diz boyu... “Adam Harcamak” gündemde... “Seviyorum Sözü” son moda!..Yalandan
kim ölmüş ki insanlığın dışında!... "Başımız Sağolsun!.."
Hemen beğenip, face sayfanızda paylaşıyorsunuz. “Doğru. İnsanlık ölmüş bu
dünyada. Toprağı bol olsun !” diyorsunuz altına.
Biri bu face paylaşımınıza bir fotoğraf yorumla cevap veriyor birkaç dakika içinde. "İnsanlığın öldüğü yerde kimin hayatta kaldığının pek bir önemi yoktur..."
Bu kadar vurgun ağır geliyor. Kafanız çok karışık. Bilgisayarınızı aceleyle kapatıp en iyi dostunuz yastığa gömülüyorsunuz.
Titriyorsunuz. Yorgan yastık yetmiyor utancınıza. Aklınıza bir dua geliyor. Bilir bilmez mırıldanıyorsunuz:
"Allah'ım! Başlayacağım yeni gün için senden hayırlar diliyorum. İçindeki şerlerden sana sığınıyorum. Bizi doğru yoldan ayırma. Allahım günah işlemekten, bir kuluna haksızlık etmekten, birisinden zulüm görmekten sana sığınırım. Dünyevi, uhrevi kötü hâl ve akibetlerden sana sığınırım. AMİN"
[1]
Mustafa KUTLU / Dört kişiden
biri / http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/MustafaKutlu/dort-kisiden-biri/2006330
[2]Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer, derler ki "Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin." Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek:"Söyledikleri doğrumu ?" diye sorar. Suçlanan genç derki "evet doğru" bu söz üzerine Hz Ömer:"Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, derki:
"Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret" der.
Bu söz üzerine Hz Ömer "söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin..." diye cevap verir. Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
"Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum" der.
Hz Ömer dayanamaz derki:"Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?" der. Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,"Bu zat benim yerime kalır" o zat Amr ibni As' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek "Ey Amr delikanlıyı duydun" der. O yüce sahabe:"Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine’nin ileri gelenleri Hz Ömer’e çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr'ın idamın yerine, maktulün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve "babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz" derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,"Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim." Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,"Biz de sözümüzün arkasındayız."
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.Hz Ömer gence dönerek der ki,
"Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin ?" Genç vakarla başını kaldırır ve:"Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim" der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr'a derki,"Ey Amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?" Amr:"Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim" der.
Sıra gençlere gelir derler ki,"Biz bu davadan vazgeçiyoruz" bu söz üzerine de Hz Ömer: "Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz. Ne oldu da vazgeçiyorsunuz?" Gençlerin cevabı sarsıcıdır:"Merhametsiz insan kalmadı denmesin diye."