9 Mayıs 2019 Perşembe

09 Mayıs 2019 Perşembe 18:30 SÜRGÜN..............................................Bülent Arınç

Bülent Arınç


Daha önce kendisini tanımış değildim. 4-5 yaşındayken kısa süreliğine Susurlukta kalmışlar. Sanırım 1953 yılında. Babası o zaman Gedikli denilen astsubay, Jandarma kumandanı imiş. Oturdukları ev bizim mahallede olduğu için ailesi büyük halam ve bazı akrabalarımla komşu imiş. O yüzden Manisa'ya giderken ailemden 'Orada bizim Bülent olacak, avukatmış' dediklerini hatırlıyorum. O zaman İzmir'de bulunan bazı yakın akrabalarımla da görüşüyorlarmış. 

İlk görüşmemiz çarşı içinde bulunan, küçük avukatlık yazıhanesinde oldu. Manisa'da ilk günlerimdi. Uzak bir akrabamızın evinde misafir kalıyorduk. Halamın oğlu ile gidip yazıhanesini bulmuştuk. Muhtemelen 30 yaşındaydı. Yani benden 8-9 yaş büyüktü ama çok genç ve yakışıklı görünüyordu. Dal gibi ince fiziği, mavi lacivert takım elbisesi, güler yüzü ve kendine özgü, etkili bir ses tonu vardı. Getirdiğimiz selamları ilettik, durumumu anlattık. Bizimle epey ilgilendi, hatta kalabileceğim uygun bir yer olduğunu da söyledi.

Ben o günlerde kalıp kalmamakta, istifa edip etmemekte tereddütlü idim. Doğrusu kendisini tanımış olmak, teskin edici sözlerle yardım edebileceğini söylemesi tepkimi ve bırakıp gitme hissiyatımı kırmıştı. Sanırım MSP'nin siyasi çalışmalarının da içindeydi. Yeni ve güçlü bir dost kazanmıştım. Artık onunla kendimi yalnız ve çaresiz hissetmeyecektim.

Yaz ayları boyunca sık sık yazıhanesine gittim. Bana kışın okul döneminde öğrencilerin kaldığı bir apartman dairesini göstermişti. Eylül ayına kadar orada kaldım. Beni Manisa'da bir çok kişiyle tanıştırdı. Onlardan biri de Hatuniye camiinde vaiz olan İbrahim Çelik hocaydı. Bir başkası merkezde kırtasiye, gazete ve kitap dükkanı olan gözleri ama Turgut amcaydı. Sonradan onun daireden Veznedar Ekrem abinin büyüğü olduğunu öğrenmiştim. Meselâ Sümerbankta çalışan Makine Mühendisi Mehmet Ağaçhan'la da tanışmamız onun sayesinde olmuştu. Mehmet bey Urfa Siverekliydi ve onunla  arkadaşlığımız önce komşuluk, sonra da kadim bir dostluğa dönüşmüştü.

Bülent bey arada sırada beni evlerde olan bazı sohpet ve derslere de götürürdü. Orada da pek çok insanla tanıştık. Manisa kebap yapan Ali abiyle tanışıklığımız da öyle başladı. Hatuniyenin arkasında çarşıda yol üzeri küçücük bir dükkanı vardı. Tam bir esnaf lokantasıydı yani. Ama orada yediğim tereyağlı Manisa kebaplarını unutamam. Halen oğulları o işi sürdürüyor. Özlerim, yolum düştükçe de Manisa kebabı yemeden oradan ayrılmam.

İşte Bülent Arınç'la yollarımızın kesişmesi o zor günlerde oldu. İyi bir avukattı, üstelik ceza davalarına da giriyordu. Siyasi çalışmalarına da o yıllarda yakından şahit olmuş oldum. Davet edilen her yere gidip konuşmalar yapıyordu. Ona 'Egenin Erbakanı' dediklerini çok iyi hatırlıyorum. Ben dahil okuyan ve çalışan gençlerle de yakından ilgileniyordu. O eylül ayında evlendi, ben ondan iki ay sonra kasımın başında. Evlendiği hanımın kökeni bizim Susurluğun Demirkapı köyüne dayanıyormuş. Sonradan gelip Karaağaçlı köyüne yerleşmişler. Babası hacı amca ile de tanıştırmıştı. Hatuniye camiinin üst tarafında pamuk, yün satan bir dükkanı vardı.

Ben de evlendikten sonra eşlerimizi tanıştırdık. Annesiyle birlikte oturdukları evde ziyaretlerine gittik birkaç kez. İki çocuğumuz da birbirine yakın zamanlarda doğdular. Manisa'da olduğumuz 4,5 yıl boyunca irtibatımız hiç kesilmedi. Sonraları bir süre farklı illerde olduk. Ancak onun siyasi ününü gittikçe daha fazla duyuyor, biliyordum. 1995'te Milletvekili seçilip Ankara'ya geldiğinde ben Adapazarında, Sakarya Üniversitesindeydim. Fakat 1996 yılı sonundan itibaren ikimiz de Ankara'daydık.

28 şubat depremi ve sonraki çalkantılı yıllar her ikimizin de farklı alanlarda farklı biçimlerde mücadele ettiği yıllardı. Sonrasında 2002'de Ak parti kurulmuş, 2003 seçimlerinde kazanmış ve Bülent Arınç da Meclis başkanı olmuştu. Ekim ayından itibaren TBMM'de onun İç Hizmetler Müdürü olmuştum. Böylece birlikte çalışma şerefine de eriştim. Benim yaşamımda onun ve Cevat Ayhan'ın çok önemli bir yeri vardır. Allah onlardan razı olsun.

Bülent Arınç sürgün günlerimi normale dönüştüren kişidir. Kızımın nikah şahidi, çileli yol arkadaşı ve sevdiğim güzel insanlardan biridir.  İnşallah ben de onun dünya ahret kardeşiyim.

09 Mayıs 2019 Perşembe 11:30 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER....................Sonsuzluğa doğru (II)


Sonsuzluğa doğru (II)

Gözlemleyebildiğimiz evren göz bebeğimize çok benziyor. Şaşırtıcı gelebilir ama böyle.  İnsanların düşünceleri önünde sınır yok. Meselâ bir yolculuk hayal edebiliriz. O yolculuğu gözbebeğimizin içinde, evrenin en büyük şeylerinden en küçüklerine doğru yapalım.

Önce Başak Süper Yıldız Kümesi’nin içindeki Samanyolu Galaksisi’nin Orion sarmalındaki Güneş Sistemimizin içinde yer alan Dünya’mızın karşısına geçelim. Hatta Türkiye'nin halen bulunduğumuz şehri, mahallesi, sokağı, evi ve odasına girsin seyahat aracımız.  Kendimize bir metrelik bir mesafeden yolculuğumuza başlayacağız. 10 üzeri -1’le devam ediyoruz. Yaklaşıyoruz, 10 cm'de yaklaşık olarak yüzümüzün karşısındayız. 10 kat daha yaklaştığımızda gözümüzün ölçeğine inmiş olduk.

Şimdi göz bebeğimizin içindeyiz. Milimetreler seviyesinde içindeki kan damarlarını görebiliyoruz. Damarlarda ışığı elektrik sinyallerine dönüştüren fotoreseptör hücreler var. Hem de her insanda farklı şekillerde. Devam edip 10 kat daha yaklaşınca oksijen taşıyan kırmızı kan hücrelerimizi yani alyuvarları ve bağışıklık sistemimizin bir parçası olan akyuvarları görmeye başlıyoruz.

Hatta hücrenin çekirdeğine girdik. 10 üzeri -6 metrelik bu ölçek ancak elektron mikroskobuyla görülebilir. Baktığımızda ipliksi kromozomlarımız bize el sallıyorlar. 10 kat daha yaklaşırsak kromozomların yapısındaki DNA ve proteinleri fark ediyoruz. Burası nanometre seviyesinde. Genetik bilgilerimizin saklandığı DNA ve onun zincir şeklindeki yapısı görülebiliyor. Nereye baksak zincirler görülüyor.

Zinciri kırıp 10 kat daha yaklaşıyoruz aracımızla; DNA’nın Hidrojen, Karbon, Oksijen, Nitrojen ve Fosfor atomlarından oluştuğu noktaya. 10 kat daha yakınlaşınca bu grubun içindeki Oksijen atomunun seviyesine kadar inmiş oluyoruz. Ama çok garip ! Buradan bakınca sanki güneş sistemine yeniden giriyor gibiyiz. Şaşkınlığımız artıyor. Bu bir yanılsama mı ?

Hayır ! Merakımızı yenemiyerek 10 kat daha yaklaşalım. Önümüzde az önce gördüğümüz atomun dış yörüngesindeki elektronlar başka atomlarla birleşip molekülleri oluşturuyorlar. Ama bu iç yörüngedeki elektronlar ondan ayrılmıyorlar. Devam edip dairemizi 10 kat daha büyüttüğümüzde bir boşluğa düşüyoruz sanki. Uzayın içindeki güneş sistemiyle atomun içindeki boşluklar nasıl da birbirlerine benziyor.

Yolculuk 10 kat daha ileri gidince artık atomun çekirdeğine yaklaştık. Bu karşımızdaki küçücük nokta atomun kütlesinin neredeyse tamamı. Peki acaba orada ne var ?  Proton ve nötronlar. Birbirlerinin aksi yüklü elektronlar güçlü bir nükleer kuvvet tarafından bir arada tutuluyorlar.

Bitmiyor, yaklaştıkça Proton ve nötronların da kuarklardan oluştuğunu görebiliyoruz. Bilimsel tanımıyla Kuark, bir tür temel parçacık ve maddenin temel bileşenlerinden biri. Daha 1968 yılında kanıtlandı. Daha da ötesi var mı ? Elbette var ama artık bir atom altı dünyadayız. Bu dünyadaki ölçüler tam olarak doğrulanmış değil. Hayalle gerçek arası şeyler. Sanki zaman ve mekan ötesindeyiz.

Önce kuantum kromo dinamikleri var. Protonları ve nötronları oluşturan kuarklar gluon alanlarında etkileşim içindeler. Bir çorba gibi kaynıyorlar. 10 kat daha yaklaşınca onu oluşturan malzemeleri, çeşniyi görmeye başlıyoruz. Önce yukarı ve aşağı kuarklar. Sonra da garip kuark. 10 kat daha büyütünce de tılsım kuark. Neden tılsım ? Çünkü onu keşfedenler çekirdek altı dünyadaki simetrisiyle adeta büyülenmişler de o yüzden.

10 üzeri – 19 metreye geldiğimizde artık çeşnimizin bir başka kuarkı olan alt kuarkları buluyoruz. Ekstra-galaktik kozmik ışın etkileşimiyle açığa çıkan yüksek enerjili nötrinolar bu seviyede gözlemlenebiliyor. Görüş alanımızı 10 kat daha büyütünce yine bir boşluk !

10 üzeri -22 metreye 100 yoktometre adı veriliyor. Bu büyüklükte karşımızda çeşninin son parçası olan üst kuarklar var. Işık hızına yakın bir hıza sahip Nötrinoların elektriksel yükü sıfır ve maddelerin içinden neredeyse hiç etkileşmeden geçebilen temel parçacıklar.

Nötrinodan daha küçük bir şey olabilir mi ?

10 üzeri -24 -25 -26 -27 'de hiç bir şey yok gibi. Sanki 10 üzeri 27 ölçeğinde gözlemlenebilir evrenin tamamına bakıyoruz. Halbuki şimdi tam aksi yönde, gözbebeğimizin içinde küçük bir evrendeyiz. Şaşkınlıktan dermanımız kesildi ama merakımızı yenemiyoruz. O zaman devam edelim. 10 üzeri -28 -29 -30 -31 -32 -33 -34 ve nihayet Planck uzunluğuna geldik. Bu uzunluğu doğrudan ölçebilecek bilinen hiç bir araç yok. En küçük ölçü olarak kabul ediliyor ama bu araştırmalar bile tamamen teorik düzeyde.

Her şeyin teorisi ya da her şeyin kuram ölçü birimi bu mu ? Kimileri gerçekliğin esas bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve planck uzunluğunda olan sicimler olduğunu ileri sürüyor. Kimileri de evrenin bir uzay zaman kumaşından ya da bir başka deyişle kuantum köpüğünden oluştuğunu iddia ediyor.

Dairemizin çapını 10 kat daha küçülttüğümüzde ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Daha kaç kez 10 kat gidebileceğimizi de…Aklımızın ve hayallerimizin sınırındayız.

Ama bu yolculukta anlayabildiğimiz tek sonuç şu: 10 üzeri 0 boyutunda yaşayan biz insanlar, evren konusundaki algımızı büyüttükçe de küçülttükçe de sonsuza doğru uzanıyoruz.

Doğrudur; Evrendeki en büyük ve en küçük şey hakkında sürekli yeni yeni şeyler keşfediyoruz. Ama keşfettikçe de aslında 'Bildiğimiz tek şeyin hiçbir şey bilmediğimiz' olduğu sonucuna varıyoruz.

---------------
Kaynak: Cosmic View (1957) kitabı ve Powers of Ten (1977) belgeseli, atom altı parçacıklar konusunda bu kaynaklardan sonra yapılan yeni keşifler, ayrıca uzay ve gözlemlenebilir evren hakkında son bulgular, Barış ÖZCAN

8 Mayıs 2019 Çarşamba

08 Mayıs 2019 Çarşamba 21:00 GÜLÜMSETEN KELİMELER...............Saltbuyurmanlık,Zevzek,Tuvalet,Bıngıldak


Saltbuyurmanlık
Türk Dil Kurumu bir zamanlar çok çok özel bir işlev yüklenmişti. Uydurduğu kelimeler çoğunlukla tutmadı, unutulup gitti. Ancak halen varlığını devam ettiren, benimsenmiş olanlar da var. Bu çalışmaların yayımlandığı ilk Türk Dili Dergisi 1936'da çıkmış. 155 sayfada 5500 adet yeni kelime çıkarmışlar. 

'Arkasalaytım' arkeoloji demekmiş. Eski türkçe 'aytmak' yani konuşmak fiilinden 'loji' karşılığı 'aytım' ekini üretmişler. Ondan da 'kurnaytım' (kronoloji), 'kütükeytim' (jenealoji) ve 'gizaytım' (tasavvuf) kelimelerini. 

Komik değil mi ? Ama daha da komikleri var: 'sosyasarlık' (sosyalizm), 'somtöz' (sentez), 'titülemek' (ünvan vermek), 'diyelek' (diyalekt) ve 'arsoman' (sanatkâr) gibi.

Meselâ diktatöre 'saltbuyurman', bu çeşit idareye ise 'saltbuyurmanlık' adını uydurmuşlar ki tam bir buyurganlık örneği diyebiliriz. 

Bildiğimiz tesadüf 'biledüşüm' olmuş, zaruri ihtiyaç maddeleri için 'kıstamgerekler' kelimesini önermişler. Nedir bu ? Engerek filan mı demeyin. 'Kirtübilmeserlik' (dogmatizm) içinde kalmakla suçlanabilirsiniz. 

En iyisi siz 'kendellik' i (medeniyet) tercih edin, ağzınızı bozmayın; 'kendeldirim' (medeni yaşam) yani çağdaş yaşam halinizi kederlemeyin.

Zevzek; geveze, çok ama boş konuşan, münasebetsiz, ağzı ve eli durmayan, çok konuşan, çenesi düşük, lafçı, lafazan, lakırtı ebesi kişiye deniyor. 

Türkçede Arapça gibi Farsça'dan da pek çok kelime var. Aslına bakarsanız eski Roma tebası bizans halkı rumlardan, ermenilerden, kürtlerden de almışız. Biraz dikkatli bakarsanız belde ve şehirlerimizin pek çoğunun eski adlarının Türkçeleştirilerek yaşadığını görebilirsiniz. Bizim kültürümüz hiçbir kompleks taşımadan Asya'dan Avrupaya, Orta doğudan Afrikaya, Kafkasya'dan Balkanlara kadar karşılıklı etkileşim İçinde oluşmuştur. Atalarımızın problem etmediği bu alış verişi ben de normal buluyorum.

Zevzek de böyle bir etkileşim sonucu dilimizde yer bulmuş. Hikayesi Farsça 'sebz' den geliyor. Sebz yani sebze; yeşil olan, yeşillik manasında bir kelime. Türkçede çok eski zamandan beri kullanıldığı biliniyor. Sebzenin çoğulu sebzeler kelimesi yerine zerzevat ya da zarzavat kullanıldığına mutlaka şahit olmuş ya da okumuşuzdur. Arapça ile de yakın ilişkisi var. Kelimenin farsça sebze-vât karşılığı arapça yazılışı 'hadravât'mış. Nitekim 'hadr' kelimesi arapçada sebze anlamının yanısıra yeşil anlamına da geliyormuş. 

Argoda ise sebze deyince sadece muhiblerinin anladığı; ingilizce grass gibi cannabis sativa yani kenevir, kendir, esrar otu, haşiş kastedilmiş oluyor. 16.yüzyıl İstanbul halk ağzında aynı anlamda boy gösteren zevzek sözcüğünün de farsça sebzenin küçüğü olan 'sebzek'ten geldiği anlaşılıyor. 

Başlangıçta zevzeklenmek fiili İstanbul türkçesinde 19. yüzyıl sonuna kadar özellikle ingilizce 'to be stoned' deyimiyle anlatılan durum için kullanılmış. Zevzeğin bugünkü anlamı da bu zevzeklenmek fiilinden geri üretme olmuş olmalı. İpe sapa gelmez sözlerle konuşan ve olur olmaz gülen insanlara deniyor. Osmanlı kayıtlarına göre eskiden, daha kahvehaneler yaygınlaşmadan Galata'da sıra sıra zevzekçi tekkeleri olduğu belirtiliyor. 

'Zevzek' ten bir çok kelimenin türediği anlaşılıyor. Meselâ 'Zevzekçe' gevezeye yakışan, geveze gibi anlamında. 'Zevzeklenme' ise gevezelenme manasına geliyor. Aynı şekilde 'Zevzeklik etmek' te gevezelik etmek yerine kullanılıyor.

Tuvalet
Kelimeler de canlılar gibi doğuyor, gelişiyor ve değişiyorlar. Bu hemen hemen her dilde böyle. Hikayeleri bazen alakasız, bazen başkalarıyla ilintili, bazen karmaşık, bazen de tebessümlere yol açan gariplikler içeriyor. 

İlaveten yabancı dilden gelen bazı kelimelerin dilimize yerleşmesi sırasında oldukça komik değişimler geçirdiği de bir gerçek. Meselâ Fransızca kökenli çul çaput, pez parçası anlamındaki toilette kelimesinin tuvalete dönüşmesi de böyle hikayelerden.

Aslına bakarsanız doğal ihtiyaçları giderme mekânlarının adını açıkça söylemek insanlara hep zor gelmiş. Bizde hela veya ayak yolu denilmiş. Amerikada restroom (istirahat odası), İranda abdesthane olmuş. Arapça ismi ise oldukça tanıdık: kenef. 

Bir başka tanıdık isim yüz numara. Nereden geldiği oldukça alakasız. Fransada eskiden kat tuvaletlerine numarasız oda anlamında sans numero deniyormuş. Cent numero yani yüz numara, diğeriyle sesdeş bir kelime. İkisi de san nümero okunduğu için kopyalanarak bize geldiğinde sorgusuz sualsiz yüz numara olarak kabullenilmiş. 

İngilizlerin su dolabı anlamındaki Water Closet'i ise önce WC olarak kısaltması umumi tuvaletlerin adı olmuş, daha sonra da alafranga tuvaletler için klozete dönüşmüş. 

Biz yine toilette kelimesine dönelim. 17. yüzyıl modası kadınlar için oldukça ağırmış. Giyilmesi saatler süren karmaşık kıyafetlerine Fransızlar biraz da alaycı bir ifadeyle toilette diyorlarmış. Sonraları kadınların süslenip püslenmelerine faire la toilette, giyinip süslendikleri yer için de çul-çaput-bez odası anlamında cabine de toilette denilmiş. 

19. yüzyılda tren istasyonlarındaki umumi helalar için de aynı terbiyeli deyim kullanılmış. Burada insanlar bir yandan makyaj tazeleyip giysilerini düzeltirken bir yandan da ihtiyaç gidermişler. 

Bitmedi. Tuvalet kelimesinin serancamı devam ediyor. Latincede tela çuval bezi ya da kanaviçe gibi seyrek dokunmuş kumaş anlamına geliyormuş. İtalyancadan dolaşarak aynen türkiyeye gelmiş bir kelime. İşte bu kelimenin Fransızcası toile. Okunuşu tual olduğundan yağlıboya resim için kullanılan kaba dokulu keten kumaşlar için de bu kelime kullanılıyor. Türkiyede ise aynı kelime tuval olarak okunup yazılmış. 

İşte tuvalet kelimesi toile (tual-tuval) sözcüğünün ette ekiyle küçültülmüş hali oluyor. Esas anlamı bez parçası, çulcuk. Neticede fransızın toilette kelimesi bizde olmuş tuvalet.
----------
Kaynak: Sevan Nişanyan, Elifin öküzü

Bıngıldak, bebeklerin kafatası kemikleşmeden önce, kemiklerin birleşme yerlerinde bulunan, elle basılınca oynar gibi olabilen kıkırdak bölüm. Üstü saçlı deri ve deri altı yağ dokusu ile kaplıdır.

Halk ağzında sözünde durmayan, oynak kimse anlamında da kullanılabiliyor.

Beyni koruyan kafatası birden fazla kemikten oluşmuş. Anne karnındaki dönemde bu kemikler arasında birleştirici hatlar ve bıngıldak adı verilen baklava dilimi şeklinde bölgeler olur. İşte halk dilinde bıngıldak denilen yumuşak bölge kafa kemiklerinin birleşme noktalarının arasındaki bağ doku oluyor. Önce 6 tane olan bıngıldak sayısı doğum öncesi bir taneye düştüğünden doğum sonrası sadece ön bıngıldak kalıyor.

Tebessüm ettiren bir kelime ama annelerin en çok hassas olduğu ciddi bir konu aslında.

7 Mayıs 2019 Salı

08 Mayıs 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı110..................................Hoş geldin Ramazan


Hoş geldin Ramazan

Oruç tutmak elbette ki sadece bazı şeyleri terk etmek değil. Oruç yalnızca bir yeme içme yasağı değil. Aynı zamanda diline ve nefsine de sahip olma hali. Örneğin çirkin ve kötü söz söylememek ve sabretmek de oruç. Bu yüzden nasıl temizlik imanın yarısı ise, oruç da sabrın yarısı olarak nitelendirilmiş. İşte Ramazan ayı bu nedenle oruç, ibadet ve sabır ayı olarak nitelendiriliyor. Allah’ın rahmet ve bağış kapılarının açıldığı bir ay. Nitekim sevgili Peygamberimiz, “ramazan ayında içtenlikle yapılan dua, ibadet ve iyiliklerin Allah katında daha değerli olacağı” nı bildirmiş. 

Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden kurtuluş olarak tanımlanıyor. Ramazan ayının bu kadar kıymetli ve mübarek sayılmasında, Ramazan orucunun, o ayda rahmet kapılarının açık olmasının, Cehennem kapılarının kapanmasının ve içinde bin aydan daha kıymetli bir gecenin, kadir gecesinin olmasının etkisi var. Ki o gecenin hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılıyor. 
İnşallah Pazar günü gecesi ilk teravihimizi kılmış, o gece de oruç tutmak üzere sahura kalkmış olacağız. Pazartesiden itibaren oruçluyuz. Bir ay boyunca her günü, her gecesi, her saati ışıklar içinde mübarek bir zaman diliminden geçiyor olacağız. Kur’an ayımız, oruç ayımız, onbir ayın sultanı kutlu Ramazan ayı hepimize hayırlı mübarek olsun. Oruçlarınız makbul, dualarınız kabul, sofranız bereketli, her doğan gününüz hayırlı ve bereketli geçsin. Rabbim bin aydan hayırlı Kadir gecesine ve bayrama kendisinden razı olunan kullar olarak ulaştırsın bizi inşallah.
Ayların sultanı Ramazan hoş geldin !