29 Mart 2018 Perşembe

29 Mart 2018 Perşembe 20:02 İİTİAksaray'da.........................................İşgal-boykot günleri

İşgal-boykot günleri

24-25.1.1975, Cuma

Bugün İstanbul Üniversitesi işgal edildi !..

Üniversitenin işgali geçen gün Vatan Mühendislikte çıkan bir olayda Hukuk talebesi öğrencisi bir militanın öldürülmesi yüzünden oldu.

Yarına kadar üniversitede cenazeyi bekleyip, sabah protesto yürüyüşü yapacaklar. Duyduğuma göre yaralananlardan birisi de ölmüş. Oldu iki. Yarın istanbul epey hareketli olacak.

Yeri gelmişken talebe hadiseleri hakkında biraz bahsedeyim.

Bugün ortalıkta talebe olarak dört grup var. Bu gurupların üçünün teşkilatları var. Geriye kalanlar ortada olanlar. Aslında üniversitede sayıları oldukça fazla, her gelen güçlü dalga onları önüne katıp götürmeye çalışıyor. Bunun için birkaç militan da yetiyor doğrusu. Karşı koyamıyorlar.

Hadiselerde esas ezilen, huzursuz olan bu grup. Çünkü teşkilatı olan her grup bu kitleye yönelik propaganda ve eylem yapıyor. 

Sol grup bugün itibariyle hadislerin odak noktası durumunda. Kendilerini var eden sebepler Türkiye'deki düzenin bozukluğu, sosyal ve ekonomik problemler. 

Tanzimattan bu yana meydana gelen gelişmelerin doğal bir sonucu. Bir birikimin kabından taşması adeta. Bir takım dış güçlerin etkisi ya da yönlendirmeleriyle iç içe olduklarını düşünüyorum.

Özellikle 1960'ta sahneye çıkmışlar. 68, 69 ve 12 Mart olayları ile palazlanıp, örgütlü aktif eylem yapmaya başlamışlar. 

Ordunun müdahalesiyle sarsılan, en güçlü olduklarını sandıkları bir anda ummadıkları bir darbe yiyen bu grup önde gelen liderlerini kaybetmiş. İşte 72-75 yıllarıyla birlikte yeniden toparlandıkları ve faaliyetlerini arttırdıkları görülüyor. 

Önce bazı okullarda boykotlarla işe başladılar, sonra iş diğer üniversitelere de sirayet edince kavgalar başladı. Bugün üç kişi kaybetmiş durumdalar. Ayrıca okul dernekleri yasal olarak MTTB'de olduğu için değişik adlarla yeniden örgütlenmeye çalışıyorlar.

Kendi aralarında birçok gruba bölünmüş olmaları en büyük handikapları. Yalnız böyle popüler işgal, boykot ya da cenaze törenlerinde bir araya gelebiliyor ve oldukça da güçlü görünebiliyorlar. 

Şahsen kendilerini nasıl ölüme atabiliyorlar, neye güveniyorlar, uğrunda öldükleri davaya nasıl böyle bağlanabiliyorlar anlayamıyorum.

Her ne hal ise bugün bu grup en acımasız kavgalara girebilmekte, işgaller, boykotlar düzenlemekte ve Türkiye'de adeta bir ihtilal hazırlığı yapmakta.

Diğer bir grup ise tamamen reaksiyon şeklinde hayatiyetini sürdürüyor. Hem ülke çapında dernek faaliyetleriyle, hem parti çalışmalarında teşkilatlanmış durumdalar. Liderlerine ve davalarına sıkı bir hiyerarşi ile bağlılar. Gözünü budaktan esirgemeyen kavgacı tipler.

Din, iman ve vatan davası güttüklerini söylüyorlar. İslamı savunuyorlar ama tatbikatları zayıf. Buna karşılık şehitliğe ve gaziliğe inançları oldukça güçlü. Şu anda genelde ülkeye, özelde üniversitelere yapılan gizli açık tüm saldırılara karşı duran, devletin yanında duran bir görüntü vermekteler.

Çoğu saf, temiz ve fakir anadolu çocukları. Milli duyguları galeyana getirilerek kolayca kavga ortamına çekilebiliyorlar. Ama her şey kavga ile halledilemez ki. 

Karşı durdukları fikirlerle, bu ülkenin geleceği için tutarlı bir düşünce sistemiyle mücadele etmek gerekiyor. En azından ortadaki sorunlara çözüm önerileri de olması lazım.

Gelelim benim de içinde bulunduğum üçüncü gruba. Bu grup da siyasi olarak bir partide toplanmış durumda. Talebe teşkilatları ise MTTB. Şu anda her iki teşkilat da Anadolu'da büyük ilgi görüyor. Büyük şehirlerde henüz zayıflar.

Üniversitelerdeki varlığı da zaten Anadolu'daki örgütlenmelere dayanıyor. 12 Marttan sonra fikir, sanat ve düşünce alanına yoğunlaşmışlar. Talebe hadiselerine meşru müdafaa dışında mecbur kalmadıkça girmiyorlar. 

Bunlar bir fitne ateşi, ipleri başkalarının elinde kirli oyunlar olarak görülüyor. Fikir ve düşünce alanında, ülkenin geleceği için hazırlanmanın, kendisini yetiştirmenin daha doğru olacağı inancındalar.

Gördüğüm kadarıyla bütün çabaları bir müslüman gibi yaşamak ve ölmek üzerine kurulu. 

İşte bu üç grup ülkenin genelinde aktif durumda ve kendi stratejileriyle hareket halindeler. 

Doğrusu Türkiye bugün hiç te güllük gülistanlık değil. Ayrıca her tarafı fokur fokur kaynayan ihtiyar bir dünya ile karşı karşıyayız. Ülkemizdeki bu hadiseler özellikle de dışımızdaki emperyal güçlerin de müdahalesiyle kaçınılmaz olarak bir gün patlama noktasına gelecek ve işte o zaman gerçek bir kavga yaşanacak maalesef.

Soru şu: O gün Türk milletinin kaderini eline alacak olanlar acaba kim olacak ? Mücadele bunun için.

5.3.1975, Çarşamba

Şu anda okulun tam karşısına isabet eden küçük kahvedeyim. Bir saat kadar önce memleketten geldim. Yurt daha uyanmamıştı bile. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra erken olmasına rağmen gömleğimi, pantolonumu değiştirerek okula yollandım. Kahvede birkaç emekliden başka kimse yoktu. Dışarda boş bir masaya oturdum. Gelirken simit almıştım, bir çay söyledim, duble olsun diyerek.

Okulda daha bir hareket yok. Defterimi çıkarıp yazmaya başladım. Bu küçük kahve bizim için kantinden daha sıcak geliyor. Özellikle böyle baharın içimizi ısıtan ılık günlerinde. Kantinin sigara dumanıyla ve öğrenci gruplarıyla tıka basa dolu loş mekanından çok daha iyi. 

Dışardaki bu birkaç masa biraz sonra benim gibi öğrencilerle dolar taşar gün boyu. Burası arkadaşlarımızla bir tür buluşma mekanı aynı zamanda. Okulda bir durum var mı yok mu, hangi hocanın dersi var, bugün ne yapıyoruz sorularımızın cevabını konuşuruz. Birbirimizle şakalaşır, çaylarımızı yudumlarken da bir taraftan kitaplarımıza göz atar, ders notlarımızı takas ederiz. 

Etraf sakin. Geçtiğimiz birkaç ayı düşünüyorum. Ocak ayında İstanbul üniversitesinin işgaliyle başlayan gerginlik tabiatıyla bütün okullara sirayet etti. İstanbul gergin bir ortam yaşadı bu birkaç ay. Öğrenci olayları arttı. Doğal olarak herkes kendini güvenli hissedebileceği gruplara sığındı. Bu da ideolojik gruplaşmaları daha da hızlandırdı.

Biz de daha önce kağıt üstünde mevcut derneği canlandırmaya çalıştık. Aksaray Yüksek okul derneği olarak sık sık toplandık. Hatta her hafta Çarşamba günü önce toplantı sonra da karate çalışması yapar olduk. 

Ocak ayının son günlerinde İstanbul'daki bütün okullarda başlayan boykot ve işgalleri de konuştuk. Okulda olup bitenleri değerlendirdik. Nihayet akşam okula gitmeye ve boykotu fiilen kırmaya karar verdik. Akşam saat beşte dernek olarak topluca kahvede buluştuk. Ben, İbrahim ve Yakup okulun karşı kaldırımında biraz bekleyip ters bir durum olmadığına kanaat getirdikten sonra hep beraber sınıflara çıktık.

Kapıda bir hademe ve birkaç polis kimlik kontrolü yapmaktaydı. Önce ikinci sınıfa girdik, kimseler yoktu. Birinci sınıfta hep birlikte ders dinlemeye karar verdik. Kürsüde Mal teknolojisi hocası Muammer Kocaoğlu vardı. Oturup onu dinledik. Herhangi bir olumsuzluk yaşanmadı. Böylece fiilen boykot sona ermiş oldu.

Şubat ayında eskiye göre zamanımın daha fazlasını ders çalışmaya ayırdım. MTTB'deki kültür müdürlüğünden ayrılmam iyi oldu. Şikayetçi olduğum tek şey fazla uyumaktı. Bunun fena bir şey olduğunu bildiğim halde yine de sabahları o tatlı rehavetten kurtulamıyordum. Havalar da soğumuştu. 

Mali durumum berbattı. Gittikçe de kötüleşiyordu. Alacaklarımı alabilsem mesele kalmayacaktı. Ama çoğu arkadaş şubat tatili sebebiyle ortadan kaybolmuştu. Ben de borçlu olduklarıma görünmemeye çalışıyordum. Şubatın 17 sindeki imtihandan sonra ben de memlekete gidecektim. Umudum o zamana kadar idare edebilmekti. 

Derslerime asıldım. 11 Şubatta Muhasebe, 17 Şubatta Medeni Hukuk imtihanı olduk. Bu arada Akademiye bağlı beş derneğin yayın organı olan Kültür dergisi tamamen Aksaray derneğinin üzerine yıkılmış durumdaydı. Bu nedenle derginin yazı, matbaa ve tevzi işleriyle de uğraşmak zorunda kalmıştık. Hidayet bu işi üzerine almıştı ama derginin merkezi MTTB Kültür müdürlüğü odası olduğu için günlerimizin belli bir zamanı orada geçiyordu. 

Günler birbirini kovaladı. Kış soğuğu bastırmış ama içi gittikçe ısınan İstanbul'da okulun bu dönemini de kazasız belasız geride bırakmıştık. 

Memlekete adeta uçarak gitmiştim. Ama ailemle geçirdiğim iki hafta da çabucak geçivermişti işte. Yeniden kürkçü dükkanındaydım.

Etrafıma bakıyorum. Küçük masada 7 kişiyiz. Ben, Yakup, Kaya, Mehmet, İbrahim, Hidayet ve Tayyip. Okulun önü ve sokak hareketli. Birazdan dersler başlayacak. 

Tayyip her zaman gelmiyor. Zaten akşam okuluna kayıtlı. Ama dernek üyemiz. Özellikle imtihan zamanlarında onu daha çok görüyoruz. Bazen de MTTB'deki toplantılarımıza katılıyor. MSP gençlik kollarındaymış. Bu yüzden oldukça sosyal ve de iyi giyiniyor. 

Bir keresinde arkadaşlar hep birlikte çay içip muhabbet ederken laf okuldan sonra ne yapacağımıza gelmişti. Herkes bir şeyler söyledi. Kimi ticaret, kimi memuriyet, kimi de bilmiyorum dedi. Ben de nereden geldiyse aklıma "Müdür" olacağım demiştim. Sıra ona geldiğinde ise gülerek hepimizi şaşırtan bir cevap vermişti: "Ben siyaset yapacağım." Olur mu canım, siyaset meslek midir ki yapılsın dedik çoğumuz. Güldük hatta. 

O sadece gülümsemeye devam etmişti. Kendine çok güvenliydi. Bayağı da kararlı görünmüştü gözüme. Kim bilir, gelecek bize neler gösterecek. Yaşayarak göreceğiz…

29 Mart 2018 Perşembe 19:53 İİTİAksaray'da.........................................Defterimle başbaşa

Defterimle başbaşa

5.1.1975, Pazar

Bu defter daha yaz ortalarında alınmıştı. Ama ancak bugün yazmak nasip oldu. 

Niyetim bu defteri kendime dert ortağı edinmek, ona açılmak, kendimi onun satırlarında hesaba çekmek, mükafatlandırmak. 

Peygamber efendimizin (SAV) 'iki günü bir olan bizden değildir' sözünü bu satırlara kayd ettiklerimle uygulamaya çalışmak. 

Sonra biliyorum ki her hangi bir eski tarihte yazılmış bir not veya yazının gün geçtikçe değeri artıyor. Ona bakıp bir çok acı tatlı hatırayı tekrar yaşayabiliyor insan. 

Çocukluktan olgunluğa geçiş dönemi çok önemli. Eğer defterime sadık kalır her şeyi olduğu gibi dosdoğru yazarsam aynı hataları bir daha tekrar etmem. Belki de ileriye dönük daha isabetli kararlar verebilirim.

İnanıyorum ki insan aynı zamanda bir çok problemleri olan karmaşık bir mekanizma. Bu varlığın en başta kendini anlayabilmesi için zaman zaman yine kendini hesaba çekmesi, hatta kendisiyle tartışabilmesi gerekir. Böylece en doğru ve en isabetli çözümleri bulabilir. Hatta kendisinde daha isim ve mana veremediği halleri anlayabilir, aslını esasını ayrıntılı bir şekilde tahlil edebilir. 

İşte bunun en güzel yolu bir hatıra defteri. Hatıra defteri gününe yoldaş, maziyi de canlı tutabileceği gibi gelecek için de insana ışık olabilir. İşte bütün bu düşüncelerle inşallah geçen sene başlattığım senelik hatıra defterlerimi yazmayı bu yıl da devam ettireceğim.

Geçen seneki defterim yaz tatili için memlekete giderken otobüste bitmişti. O günden bu yana beş ayı aşkın bir zaman geçti. Ne çok şey oldu, ne çok şey geçti başımdan. 

Bir müddet Susurlukta kaldım. Babamın dükkanında durdum. Sonra Burhaniye'ye halamın yanına gittim. Kız kardeşim onun yanındaydı ve daha 3 yaşındaydı. Onu çok özlemiştim. Görür görmez boynuma sarıldı ve kaldığım bir hafta boyunca da benden ayrılmadı. Bazen Örendeki denize gidiyorduk. Denizi temiz, manzarası çok güzeldi. Eniştem çok iyi avcı, birkaç defa madra dağlarına ava gittik. İyi vakit geçirdim, ama bitti. Eve döndüm.

Bir ara arkadaşlarımla Bandırma tatlısuya denize gittik. Aynı gün döndük ama enfes bir gündü.Bir kaç gün arkadaşlarımla vakit geçirdim. Sonra yine dükkanda tezgahtarlık…Dükkandan eve evden dükkana günler böyle geçiyordu. Bazen akşamları yazlık sinemalara gidiyordum. 

Siyasi olarak 1974 yılının en önemli iki olayı biri kıbrıs zaferi, diğeri de CHP-MSP koalisyonuydu. Bir ara bu ikisi birbirine öyle karıştı ki sonunda hükümet bozuldu.

1.ateşkes imzalandıktan sonra Başbakan Ecevit'in Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger ile devamlı telefon konuşması yaptığını duyuyorduk. Ateşkes için diğer devletler bastırıyordu. Cenevrede yunan ve Türk heyetlerinin bir araya geldiği görüşmelerde 48 saat süren tartışmalardan söz ediliyordu. Ancak bütün bu çabalara rağmen bir anlaşma temin edilemedi. 

Arkasından bir harekat daha…Ordumuz kıbrısın yarısını bir günde aldı. Lefkeden Magosaya kadar ortadan biçiverdi kıbrısı. Arkasından yine ateşkes. Erbakan yurt gezisine çıktı. Ecevit İstanbul'da birdenbire koalisyon ortağı ile aralarında bazı anlaşmazlıkların olduğunu söyleyiverdi. Olaylar hızla gelişti. Karşılıklı suçlamalar alevlendi ve Ecevit'le arkadaşları istifa ettiler. Böylece tam neticelenmemiş kıbrıs meselesi ile birlikte ülkenin bir de hükümetsizlik sorunu oldu.

Arkasından karşılıklı itişip kakışmalar, ithamlar, cevapla, basın toplantıları sürüp gitti…Görünen o ki Kıbrıs zaferi paylaşılamamış, gelecek seçimlerin hesabı ağır basmıştı. 

Şimdi ortada bir Milliyetçi cephe lafıdır gidiyor. Bakalım AP-MSP-CGP-MHP hükümet olmayı başarabilecekler mi ? 

Bu sene Ramazan benim için bayağı verimli geçti. Bütün yazın pasını kirini sildim. İnandım ki iman hayatın lezzetiymiş. Ramazan ayının bereketini bayramda da hissettim. Ardından İstanbul'a yolculuk…

İstanbul'da bir burukluk çöktü içime. Bu yıl Fatihteki Vakıflar yurduna girmiştim. Önce misafir olarak kaldım, sonra da esas kaydımı tamamladım. Ve MTTB'de daha aktif çalışmaların içinde başlangıçtaki burukluğumu unuttum. 

Bu arada okulda boykot başladı. Biz de dernek olarak ilgisiz kalmadık tabi. Toplantı, toplantıyı, arada da ufak tefek çatışmalar birbirini kovalıyordu. 

Bir taraftan da bana Kültür Müdür yardımcılığı verilmişti. Önümüzdeki hafta 4. konferansımızı tertipleyeceğiz. Seminerler aralıksız devam ediyor. Bayramda ara verilen Osmanlıca kursu da yarın başlayacak. Yani yoğun bir yıl. Haydi bakalım…

14.1.1975

Bugün müslümanların yeni yılı. Hicri yılın başlangıcı. Bütün islam alemine hayırlı mübarek olsun.

Şu anda İşletme dersindeyim. Hoca tahtada ders dikte ettiriyor. İlk ders dinleyemediğim için ikinci dersini de dinlemiyorum. 

Zaten üç aydır hiçbir derse çalışmadım. Çalışamadım…Bunun için üzgün müyüm ? Hayır ! Belki sadece bir kırıklık var içimde o kadar. MTTB'de çalışıyorum. O kadar dal budak saldı ki başka şeyle uğraşmam mümkün olmadı.

Ama korkmuyorum. Ders geçme sistemi olduğuna ve dersler pek o kadar korkunç olmadığına göre ben bu okuldan nasıl olsa diploma alacağım. 

Ya MTTB…Orası öyle mi ya ? Bir genç için mükemmel bir her yönden techizatlanma ve hayata hazırlanma kursu gibi. Adeta iş hayatının bir provası.

Oradan yetişen bir gencin iş hayatında, politikada veya herhangi bir cemiyettte çok büyük bir sıkını çekmeyeceği açık. Yahut karşılacağı engeller onun için çocuk oyuncağı kalır. Acemi değildir, şaşırmaz. Cemiyet adamıdır, masanın hakkını verir.

Bazen birtakım kişilerin şahsi kabiliyetsizlikleri veya ehil olamayışı yüzünden gerek organizasyonda gerek işin ya da faaliyetin yürümesinde birtakım aksaklıklar görülebiliyor. Ama oranın bir yetişme yeri olduğunu hatırladığımız zaman bu gibi şeylerin normal olduğunu kabul etmeliyiz.

Diğer yandan ben…Acaba çok mu hızlı gidiyorum ? Tamam çalışmaya ihtiyacım var. Ailem ancak kendisini geçindirebiliyor. Oradan para beklemiyorum. Hatta acaba onlara katkım olabilir mi diye düşünüyorum çok zaman. Ama tereddütsüz altına girdiğim işler yüzünden bazen bunalıyorum. Hiçbir işi reddetmek istemiyorum. Hepsi fırsat gibi geliyor. Üstelik yeni fikirlerimle dertli başıma dert üstüne dert açıyorum. 

Kafam her an harıl harıl çalışıyor. Belki de zonklamasından öyle sanıyorum. En kötüsü sabahları erken kalkamıyorum, çünkü geç yatıyorum. 

Yurdu sevemedim. Ne kaloriferi, ne elektriği ne de banyosu doğru dürüst çalışıyor. Akşam yurda gitmek zor geliyor. İçime sinmedi alışamadım bir türlü. Zaten geçe kaldığım zaman gece MTTB'de bir kanepede kıvrılıp kalıyorum.

Bu arada ideolojik olaylarda artış var. Sanki giderek yükselen bir elektrik var havada. Guruplaşmalar daha görünür bir hal aldı. Bakalım Allah hayr eylesin '…

18.1.1975

Bir şeyler yazmak istiyorum ama ne ? Oysa otobüste ne çok şey aklıma geliyor. Eğer kafamdan geçenleri yazıya geçiren bir alet olmuş olsa herhalde çok ilginç şeyler çıkardı ortaya.

Defterime basit, çürük bir takım sözler doldurmak istemiyorum. Ama güzel şeyler yazmanın da bir potansiyele ihtiyacı var. İstenildiği zaman istenilen şekilde yazmak çok güç. 

Ne yazayım ? Ne yazmalıyım ? Başımdan geçenleri mi, birtakım düşüncelerimi mi, yoksa kendimle muhasebeleşmenin satırlara geçmesi mi önemli ?...

En iyisi yazarken nerelerden geçeceğini, nereye gideceğini bizzat o satırlara bırakmak. Tıpkı zihnimden geçen şeyler gibi. Bir şey düşünürken, küçük bir ayrıntıdan konu diğerine geçiveriyor ya. Sanki tren vagonları gibi, yada birbirinin içinden çıkan matruşkalar gibi. 

İnsan zihninde bir birinden alakasız öyle filmler seyrediyor ki, hani derler ya '32 kısım tekmili birden' işte öyle. Bir süre sonra nereden geldim ben buraya diyor şaşırarak.

Şu sıralar bir takım faaliyetler içindeyim. Bunlar:

1.Kültür müdürlüğü faaliyetleri,
2.Dernek faaliyetleri;
   a. Kültür dergisi
   b. Kempo karate çalışması
   c. Toplantılar
3.Balıkesir Gençlik dergisi

Bunların dışında tabi ki okulum, derslerim, şahsi işlerim ve Susurluk'taki üniversite sınavına girecek gençlere test uygulamaları gönderme meşguliyetlerim var. 

Bunların içinde muhakkak ki kültür müdürlüğündeki çalışmalarım en çok vaktimi alan şey. Şu anda kendimi buradaki faaliyetlerden ayrı düşünemiyorum. Mesela; yarın akşam Mehmed Akif'i anma gecesi var. Bu akşam onun için MTTB'de kaldım, yurda gitmedim. 

Yanımda Tiyatro müdürü Mustafa abi var. Çok hoş bir insan. Başlı başına bir tip, iyi bir aktör, belki de sanatkar demek lazım. Aynı zamanda çok iyi bir takdimci-spiker. Onunla M.Akif gecesinde ortak bir çalışmamız var. Akifin 'Köse İmam' adlı manzumesi meddah tarzında sahnede canlandıracak. Bana da takdimcilik üzerine yardımcı olacak. Mevlana gecesinde düştüğüm hata ve kusurlara düşmek istemiyorum.

Müdürlüğün temeli benim. Müdür Yusuf abi ama bütün teknik işleri bana yıkmış durumda. Eğer başımızda olup organizasyonu yapsa razıyım. Ama bazı sebepler yüzünden sürekli yerine beni bırakıyor. Ben de tam olarak organizeyi sağlayamıyorum galiba. Bazı aksaklıklar oluyor. Bu da beni ilaveten üzüyor. 

Elbette benden başka arkadaşlar da var . Ama faaliyetlerin her şeyinden mes'uliyet duyup üzülen, yorulan, onca ağırlığı sırtımda taşıyan benim. Öbür arkadaşlar sadece gelip gidiyorlar. 

Tamam bu görevden gurur da duyuyorum. Fakat bazen yüklendiğim mesuliyetlerden de korkuyorum. Hele hele riyasetteki kimi abilerimin bazı hareketleri beni daha da üzüyor, hatta sinirlendiriyor.

Okul masraflarımı karşılamak, istanbul'da ayakta kalabilmek için çalışmaya mecburum. Halimden şikayetçi değilim. Her şeye rağmen hayatımdan genel olarak memnunum. 

Şimdilik bu kadar yeter…Şiir okuma antremanı yapmamız gerek. Yarın akşam takdimciliği ben yapacağım.

29 Mart 2018 Perşembe 18:54 İİTİAksaray'da.........................................Kıbrıs harekatı

Kıbrıs harekatı

31 Temmuz 1974

Defterimi Susurluğa giderken bir otobüste yazıyorum. İmtihanlarım bitti. Böylelikle bu senelik okul dönemini de Allaha şükür bitirmiş oldum ve memlekete, evime dönüyorum. İmtihanlar başlayalıberi hiçbir şey yazmamışım.

Anlatacak o kadar çok şey, o kadar şey birikti ki...

Öncelikle geçtiğimiz günlerde tarihi bir olay yaşandı. Türkiye Kıbrıs'a çıkarma yaptı.

20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu, adaya saat 6:05'ten itibaren havadan indirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı.

Türk paraşütçüleri beklemedikleri bir anda adeta rumların tepesine indiler. Denizden çıkarma bir plaja yapıldı.

Rumlar şaşkındı. Ancak akşama doğru karşı harekata başlayabildiler. Karşı taarruz 20 Temmuz akşamından 21 Temmuz sabahına kadar sürdü. Ama olmadı. Kahraman ordumuz mevzilerini korumayı başardı.

Ertesi gün de tekrar ilerlemeye devam edip, Rum birlikleri tarafından saldırıya uğrayan Kıbrıs Türk Alayı ile birleşerek Lefkoşa Havalimanı ve Kaymaklı bölgesine taarruza başladılar.

22 Temmuz'da Türk birlikleri önce Girne’ye girdi, daha sonra da Lefkoşa’ya yöneldi. Ateşkes başlamadan Girne-Lefkoşa hattı birleşmişti. Bu arada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyle ateşkes ilan edildi.

Diplomatik hareketliliğe rağmen adada hala sıcak saatler devam ediyor.

Ecevit'in yorgun sesi harekatı radyodan "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'a indirme ve çıkarma harekâtı başlamış bulunuyor..." diyerek duyurdu.

Türkiye bu sesle adeta sokaklara aktı. Manzara, yolda, kahvede, yurtta hep aynıydı. İnsanlar birbirlerine sarılıp ağlıyordu. Ülke sanki savaşa girmemiş, bayram yapıyormuş gibiydi.

Ben Koca Mustafa paşa'da bir yurtta kalıyordum. Adı Antalya yüksek öğrenim öğrenci yurdu. İlk defa bir yurttaydım.

Sadece imtihan devresi için ve ders çalışabilmek amacıyla eve yakın bu yurdu tercih etmiştim.Sonra da nasılsa memlekete gidecektim. Seneye ne olacak şimdiden hiç bir şey belli değildi.

Yurtta tanıdıklarım vardı. Yabancılık çekmiyordum. Halamın evine de çok yakındı. Arada sırada gidiyordum.

Yurtta yemeğimizi çok kere kendimiz yapıyor masrafını da paylaşıyorduk. Yaptığımız ve yediğimiz en çok şey menemendi. En son hamur işi ve patlıcan bile yapmıştık.

Kıbrıs harekatından bir önceki gün sosyolojiden imtihana girmiştim. Daha üç imtihan kalmıştı. Allahın izniyle onları da verdim.

Parasal olarak durum pek parlak değil. 3880 lira birikmiş öğrenim kredisini almıştım. Ama 1000 lirasını çaldırmış, 1000 lirasıyla borçlarımı ödemiş, 1500 lirasını da gömlek, pantolon, mont vs. derken harcayıvermiştim. İşte şimdi elimde kalan 200 lirayla memlekete gidiyordum.

Onca sıkıntıdan sonra biraz para görünce har vurup harman savurmuştum galiba. Elim boş mu gidecektim memlekete. Bu yüzden Bursadan bir şeyler aldım alel acele.

Şu anda imtihanlarımdan sadece birinin sonucunu biliyorum. On da da muvaffak olmuşum çok şükür. Geride sekiz ders var. Bunlardan en çok üçünden kırık not gelebilir. Bu biraz seneyi yaralı bereli bitirmek demek. Böyle olmamalıydı ama oldu işte.

Öte yandan genel olarak geride bıraktığım yıl İstanbulda iyi bir intiba bıraktım sayılır. Bayağı bir çevrem var. Özellikle MTTB camiasından.

Sanırım gelecek seneler için kendime iyi kötü bir zemin hazırlamış durumdayım. Artık okulda da yalnız değilim. Bir grup arkadaşım var. İstanbul'da aç ve açıkta kalmayacağımı biliyorum.

Bir de senenin sonlarına doğru daha bir atak oldum. Mesela ilk defa bir kıza randevu verip pastanede buluşup konuştum. Kendime daha fazla güveniyorum artık.

Galiba Mustafa Kemal Paşa'ya yaklaşıyoruz. Bir saate kalmaz memlekete varmış olurum. Allahım bana, aileme ve ülkeme yardım et. Ordumuzu da muzaffer eyle.

29 Mart 2018 Perşembe 18:44 İİTİAksaray'da........................................Yüreğimle

Yüreğimle

17 Mart 1974

Bugünlerde beni rahatsız eden bir duygunun baskısı altındayım. 

Bahar mı geldi ne, karşı cins beni fena etkiliyor. Etraf güzel, cıvıl cıvıl cins-i latifle dolu. Gözlerimi birinden çevirsem öbürüne, ondan kaçsam diğerine takılıyor. Böyle şeylere alışık değilim neler oluyor bana ?

Zaten yatılı okuldan çıkıp gelmişim. Susurluk'ta bir Allahın kuluna alıcı gözle bakmamışım. Okumak, başarmak için çalışmaktan öte ihtirasım olmamış. Lisede ön sıradaki kızların meliklerini birbirine bağlayarak şakalaşmanın dışında onlara yaklaşmamışım. Şimdi etraf güzel kız kaynıyor. Ne yapacağım ?

Çiftler halinde okula gelip giden öğrenciler var. Evli ya da nişanlı gibiler. Memleketteki kumru kuşlarına benziyorlar. Onları öyle görünce imreniyorum, içimde bir şeyler göçüyor. Yüreğim pirzola eti gibi cızz ediyor. Allah birbirlerine bağışlasın. Sözlü ya da nişanlı iseler tez zamanda muratlarına ersinler. Benim için çok çok uzak böyle şeyler.

Bir de birbirleriyle eğlenen, hoşça zaman geçirenler var. Çoğu vakit gruplar halindeler. Birbirlerine sahiden bağlı olduklarını sanmıyorum. Memlekette böyle kızlara 'manita', böyle ilişkilere de 'dalga geçme' diyorlar galiba. Ben bu tür bir şeyi asla yapmam, düşünmem bile. Bu işlerin başı hoş, gerisi boştur muhakkak. Şimdi gülüyor ama sonunda elin kızı niye ağlasın. O da bir ciğer pare, babasının gülü, annesinin güzeli. Niye solsun ki ? Zaten buna inancım da engel.

Hem ben kendimi bile daha taşıyamazken bir canı daha nasıl taşıyabilirim ? Sevgili olmak aynı zamanda sorumluluk üstlenmek demek değil mi ? Bir heves uğruna kime nasıl umut verebilirim ? Sevda o kadar kolay mı ? Elini verdiğin kişi, elini aldığın kişi de bir can.

Bir çay içmeye bile bazen param olmazken, kimi nereye götüreceğim. Daha bunun hediyesi var, kıyafeti var…Elin kızı seni yeni giysilerle, bakımlı görmek ister tabii ki. Yok, hayır !.. Oruç tutmaya devam. Yeni dertlerin sırası değil.

Hele şu deli oğlana bak ! Sanki bir kıza arkadaşlık teklif edebilmiş de ne hayaller kuruyor. Birine gönlün kayıp ta yanına yaklaştığında canın boğazına gelmiyor mu ? Yüreğin göğüs kafesinden çıkıverecekmiş gibi olmuyor mu ? Eee..öyleyse vur yüzüne soğuk suyu, söndür içindeki ateşi. Çünkü benim için en sağ salim yol sevginin, arzunun orucunu tutmak. Seveceğim kızı, tatlı muhabbet dolu yuvamı beklemek…beklemek…

Allahım ! bütün kalbimle ve temiz bir sevgiyle seveceğim kızla ne zaman karşılaşacağım. Onun özlemiyle yanıyorum. Acaba şu anda ne yapıyor ? Burada mı ? Onlardan biri mi ? O benden, ben ondan habersiz miyiz ? Acaba o tatlı, sakin, sevgili yuvayı ne zaman kuracağız?

19 Mart 1974

Üniversite gençliğine tahsis edilen gemiyle İstanbul'a dönüyoruz. 

1915 deniz zaferinin yıl dönümünde Çanakkale'deydik. Şehitlerimizi ziyaret ettik, şehir meydanında ve anıttaki törenlere katıldık. 

Duygulandık, dua ettik, göğsümüz kabardı ve yüreğimizi orada bırakarak dönüyoruz.

Yeni hükümetin genç İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk'ün tahsis ettiği gemi bir gün önceden Üniversite öğrencilerini 18 Mart törenlerine götürmek üzere İstanbul'dan hareket etmişti. Ben de aralarındaydım.

Yolculuğumuz bütün gece sürdü. Benim bulunduğum bölüm gazilere ayrılmıştı. Oturacak bir kıyıcık bulmuşken kaybetmek istemedim. Ayrıca sohbet, muhabbet de güzeldi doğrusu. O yüzden sabaha kadar oradan ayrılmadım. Zaten o kadar kalabalıktı ki geminin içinde dolaşmak da mümkün değildi. 

Sabahın ilk ışıklarıyla gemimiz Çanakkale'ye yanaştı. Sahilde verilen kumanyalarla kahvaltı ettik. Tören hemen iskeleye bitişik meydanda yapılacaktı. Sıra olduk, gösterişli bir yürüyüşle törene katıldık. 

İçişleri bakanı da gelmişti. Konuşmalar yapıldı. Akabinde yakında bulunan Nusret gemisi ve civarı dolaşıldı. Ardından Hasan Mevsuf şehitliğine gidildi.

Bu şehitlik aslında bir batarya. Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında, Dardanos mevkiinde. Gösterdikleri yararlılık sebebiyle Gümüş liyakat madalyasıyla taltif edilmişler ve bataryaya adları verilmiş. 

18 Mart 1915 Günü düşman donanmasına karşı burada görev yapan Topçu Bataryasının Kahraman Subay ve erleri büyük bir cesaret ve ateş gücü ile Vatan toprağını savunurken İngiliz gemilerinin açtığı ateşle şehit düşmüşler.

Batarya Komutanı Kale-i Sultaniyeli(Çanakkale ) Üsteğmen İsmail Oğlu Hasan Hulusi, Takım Zabiti Teğmen Trablusgarplı Mehmet Mevsuf Efendi, subay namzeti Halim ve erler İsmail, Mustafa, Mehmet şehit düştükleri yerde birlikte yatıyorlar.

Genç içişleri bakanı resmi saygı duruşundan sonra 'bir fatiha okuyalım' deyince beraberinde bulunan vali, garnizon komutanı ve diğer erkan kısa bir şaşkınlık yaşadı. Gençler olarak biz hep birlikte bu davete icabet ettik tabi. Sessiz, göz yaşartıcı bir kaç dakikaydı yaşadığımız.

Daha sonra Eceabat'a geçildi. Anıta gidene kadar bir kaç şehitliğe daha gittik. İngiliz ve Fransızlarınkine nazaran pek bakımlı sayılmazlardı. Ama toprağın altında yatanlar neredeyse bizi parmak uçlarımızla yürütüyordu. Adeta her adımda bir fatiha okuyorduk. 

Beni en çok etkileyen yerlerden birisi Havran'lı Seyit onbaşının bataryası, diğeri de Ezineli Yahya Çavuş'un bir avuç arkadaşıyla koca bir orduyu durdurduğu Ertuğrul koyu oldu.

25 Nisan 1915 sabahı düşman savaş gemileri Ertuğrul Koyu'na tonlarca bomba yağdırmış ve bir çıkarma başlatmış. Tabur Komutanlarının şehadeti üzerine Ezineli Yahya Çavuş sağ kalan 67 arkadaşı ile siperlerde mevzilenmişler. 

Şafakla beraber karaya çıkmaya başlayan 3000 düşman askerini Ertuğrul Koyu'nun sularına gömmüşler. Deniz düşman kanıyla kızıla boyanmış. 48 saat boyunca düşmanın binlerce top mermisi ve askerine karşı kıyı ve siperleri koruyan bu bir avuç kahraman düşman tarafından bir tümen sanılmış.

Akşama doğru siperlerde 62 kahraman şehidin cesedi ile karşılaşınca da hayretler içinde kalmışlar.

Yahya Çavuş ise kopan diğer bacağını, tüfeğinin kayışı ile bağlamış olarak diğer beş arkadaşı ile birlikte Alçı Tepesi eteklerinde 27 Nisan günü şehadet mertebesine ermiş.

Rivayet odur ki bir vali yardımcısı seneler sonra orada bir ağacın altında oturup bu kahramanlık karşısında şu satırları yazmış:

Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'tular / Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular

Anıtın bulunduğu yerde de törene benzer bir şey oldu. Dönerken bir köyün küçük bir camisinde mola verdik. Uykusuz, yorgun ve acıkmıştık. Orada köylünün ikramı pilav ayran çok makbule geçti. Gönlümüz de karnımız da doydu. 

Akşam olmadan yine gemide toplandık. Uykusuz bir gece yolculuğu daha...

Aklımda; Seyit Onbaşının 275 kiloluk mermiyi kemikleri çatırdayarak kaldırdığı an, havada çarpışıp birbirine kaynayan mermiler, dünyanın dört bir yanından gelmiş yarım milyon insanın birbirini boğazladığı sahneler, bir metrekarelik toprağa onlarca bombanın düştüğü kıyamet, nihayet koyun koyuna yatan Diyarıbekirli, Bursalı, Bağdatlı, Trablusgarplı, Kastamonulu, Karesili, İstanbullu, Çanakkaleli, Halepli, Edirneli Mehmetler, Hasanlar, Aliler...

Çanakkale'yi görmüş biri olarak bu milleti ve bu ülkeyi çok daha iyi anlıyorum. Çok daha seviyorum...

29 Mart 2018 Perşembe 18:40 İİTİAksaray'da.........................................Okul ve arkadaş

Okul ve arkadaş

Okula Fındıkzade'den Vatan caddesine çıkan hafif bir yokuştan iniliyor. Çift taraflı apartmanlar sokağı adeta modern bir boğaza benzetmiş. İnerken sokağın sonuna doğru sol tarafta bu apartmanlardan birisi okulumuz. 

Aslında iki okul, iki apartman yan yana. Diğeri Gazetecilik basın yayın yüksek okulu. Bunların bir de akşam tedrisatı var. Daracık bir alanda bayağı yoğun bir eğitim noktası. 

İyi ki devam mecburiyeti yok. Yoksa bu kalabalığı ne kantin, ne çevredeki iş yerleri, ne de sokak kaldıramazdı. 

Öğrencilerin çoğu, özellikle de akşamcılar çalışan kişilermiş. Böyle olduğu halde kantin tıka basa dolu, sokağın başındaki Platin ismindeki bilardo salonu da öyle. 

Önceleri bir kaç defa gittim. Ama sigara içmediğim, arkadaşım da olmadığı için kantinde duramadım. Bazen okulun hemen karşısındaki küçük çay ocağı-kahve benzeri bir yerde oturuyorum. 

Sınıfta artık ön sıralardayım. Hep aynı yere oturunca sağımda, solumda benim gibi olanlarla hafiften tanışmaya başladık. Önceleri selamlaşma, günaydın, hangi ders ?, hoca gelecek mi ?..filan gibi kısa diyaloglar. Ders aralarında nerelisin ?, nerde kalıyorsun ?, hadi çay içelim..gibi muhabbetler.

Ders esnasında ufak paslaşmalar, yardımlaşmalar, paylaşmalar..Derken baktım küçük bir arkadaş gurubumuz olmuş bile. Daha adlarını bile tam sayamam. Yakup var, Mehmet, Kaya, Rıfat...Galiba daha çok karadenizliler. O yüzden birbirlerini buluvermişler. Kaya Erzincanlı, ben Balıkesirli, biz de aralarına kaynamışız. 

Yine de herkes konuşmalarına dikkat ediyor gibi. Çünkü her nedense konu ideolojik siyasi meselelere kayıveriyor. Bu yüzden özellikle dilime hakim olmaya çalışıyorum. Konuşmak gerekiyorsa da bunu en medeni, en sakin, karşı fikirlere saygılı biçimde yapmaya çalışıyorum.

Bu günler siyasi açıdan biraz hareketli. Geçtiğimiz aylarda 14 Ekim 1973 seçimleri olmuştu. En çok oyu alan parti, CHP'ydi ama tek başına iktidar olamıyordu. Görünüşe göre anahtar üçüncü parti olan MSP'ydi ama birbirine zıt görüşteki bu partilerin bir araya gelmesi nasıl olacaktı ?

Bu yüzden önce CHP-MSP koalisyonu denendi. Ama seçimden sürpriz bir başarıyla çıkmış MSP seçmeninin böyle bir beraberliğe soğuk bakması nedeniyle olmadı. 

Ardından AP-MSP koalisyonu için girişimler başladı. Her ikisi de sağ bilindiği halde nedense bu çabalar da sonuçsuz kaldı. Bu arada üç ay geçmiş hükümet kurulamamıştı.

Partiler bir an önce bir hükümet kurulması konusunda fikir birliğine varıyor, ancak bu tatbikatta yapılamıyordu. 

Doğal olarak bizim kayıt olduğumuz ve okuldaki ilk günlerimiz de bu gündemin lagalugasıyla geçiyordu.

Nihayet memleketi bir hükümete kavuşturmak ve millete hizmet için bazı fedakarlıkları göze almaları gerektiğini anlayan MSP ve CHP bir haftaya yakın görüştükten sonra anlaştılar.

Dün gece radyoda ilan edilen 109 maddelik protokol, ortak görüşleri ve yapılacak işleri açıkladı. Öngörülen Bakanlar kuruluna göre Başbakan Ecevit, Başbakan Yardımcısı Erbakan olacakmış. MSP' ye 7 bakanlık, CHP'ye de 17 bakanlık verilmiş, .

Haydi hayırlısı, meydan onların şimdi. Neler olacak, neler yapacaklar göreceğiz.

21.2.1974
 
Bu akşam Etrüsk vapuruyla İstanbul'a dönüyorum. Kısa sömestr tatili bitti. Ben de bu vesile ile memleketime gitme fırsatı buldum. Babaannemi de yanımda götürmüştüm. Şimdi yeniden birlikte dönüyoruz. 

Vapur akşam saat altıbuçukta Bandırma limanından kalkıyor. Sabaha karşı İstanbul'a varacağız. Yani yazmak için bol bol vaktim var.

Okula başlayalı henüz iki ay oldu. Bu süre içinde bazı arkadaşlar edindim. Bunlardan biri de İbrahim. Kendisi Denizli'li. Ailesi haddane sahibi zengin bir demir tücarı imiş. MTTB'de tanıştık. Aynı okulda olduğumuzu öğrenince daha bir kaynaştık birbirimize.

Aslında benden büyük. Zaten okulda da üçüncü yılı imiş. Anladığım kadar alttan çok dersi var. Bazen aynı derslere giriyoruz. Daha çok kantinde ve karşıdaki kahvede görüyorum. Giyimi kuşamı iyi, altında arabası var. Zengin çocuğu olduğu belli ama büyüklenmiyor. Canayakın ve konuşkan. Özellikle denizli aksanıyla konuşmasına bayılıyorum.

Kızlarla da arası iyi. Onun sayesinde ben de bazı kızlarla tanışmış oldum. Biri özellikle çok hoş ve iyi. Galiba Trakyalı. Uzun boylu,beyaz tenli, güleç yüzlü ve tatlı dilli.

İbrahim gelmediği zaman kantinde birlikte oturuyoruz. Onunla zamanın nasıl geçtiğini amlayamıyorum. Ordan burdan konuşuyoruz ama söz hep dönüp dolaşıp İbrahim üstüne geliyor. 

Sanki İbrahim'in ciddi olmadığından, onunla bir geleceği olup olmayacağından kuşkulu. İnşallah anlaşırlar. Birbirlerine çok yakışıyorlar çünkü.

Sınıfta Ali Abonoz diye biri var. Derslerin devamlısı. Herkesle arkadaş, kız erkek farketmiyor her grupla iyi. 

Adeta biblo gibi. Şaka, şamata her neşenin içinde. Yüzü devamlı gülüyor. Benim gibi kısa boylu ama iri gözlükleri arkasındaki gözleri fıldır fıldır. 

Aslen Trabzon'luymuş. 'Albayım' dediği Şadi de Samsunlu. Niye öyle diyor bilmiyorum ama aralarındaki diyaloglar ve ikisi adeta Lorel Hardi gibiler. Karadenizlilik nedeniyle tabii bir şekilde oluşmuş ortak bir arkadaş grubumuz var. 

Yakup ta Trabzonlu. Gerçi o kendine bazen Of'luyum, bazen de Bayburt'luyum diyor ama grubun reisi gibi. Zaten yaşça da hepimizden büyük. 

Yahya, Rıfat, Mehmet, Tuncay, Rafet, Selahaddin,Şadi hep karadenizli. Bir ben Balıkesir'liyim, bir de Kaya Erzincan'lı. Derslerde hep ön sıradayız. 

Okulun Müdürü Sadrettin Tosbi. Soyadı komik ama kendisi profesör. Geçmişte önemli bir adammış. Kendisiyle bir vesile tanıştım. Oldukça mütevazi, sessiz sedasız bir adam gibi geldi bana.

İktisat dersine giren Erol Zeytinoğlu hoca da ilginç bir adam. Derse girip oturuyor, anlatıyor..anlatıyor...Dersi bitince de çıkıp gidiyor. 

Ailesi Eskişehir'in sayılı ailelelerindenmiş. Nedir bilmem bende saygı hissi uyandırıyor. Böyle bir tarzla 150 kişilik bir sınıfta çık çıkarmadan dinlenilmek baya önemli bişey olmalı.

Bakalım ikinci yarı yılda neler yaşayacağız.

29 Mart 2018 Perşembe 18:39 İİTİAksaray'da........................................Yüksek ticaretli

Yüksek ticaretli

30 Aralık 1973

Bugün okullar tatil oldu. Gece vapuruyla Bandırma üzerinden memlekete dönüyorum. Yanımda Temel ve onun köyünden bir arkadaş daha var. 

Önce güverteden talebe bileti almıştık, ama aksi gibi yağmur yağıyordu ve bu soğukta güvertede durmak imkansızdı. 20'şer lira fark vererek I.mevki sigara salonuna oturduk.

Geçen gün (26 Aralık 1973) İsmet İnönü öldü. Tam üç gün radyo ve televizyon matem yayını yaptı.Yapılan cenaze merasimi iki gün gösterildi.

Rahmetli dedem koyu İnönücü idi. Bu tarafı CHP'li olmasından baskındı. Ama aynı zamanda beş vakit namaz kılan dindar bir insandı. Onu devirdiği için de Eceviti hiç sevmezdi.

Karışık duygular içindeydim. Bu atmosferde aynı masada oturduğumuz uzun saçlı bir gençle tartışmaya girmiştim bile. Ama bu belki de şimdiye kadar yaptığım en olumlu ve en başarılı bir tartışma oldu. Yol boyu memleket meselelerine çareler, bunalımlarımızın temel sebepleri üzerinde konuştuk. 

Tabi ki karşımdaki genç her derdin esasta ekonomi olduğunu iddia ediyordu. Ona hep yumuşak bir ses tonuyla hitap ettim. İkimiz de samimiydik. Nezaketle ve demokratik bir üslupla konuşmayı sürdürdük.

Ben kendi görüşümü esas meselenin insan mutluluğu olduğu ve amacın ancak madde ve mana birlikteliği ile sağlanabileceği üzerinden savunuyordum. Konu elbette hemen Türkiye üzerine, sorunlarına ve çözüm yollarına uzayıp gitmişti.

Konuşma bittiğinde solumda bir adam beni öpmeye çalıştı. Baktım nefesi kokuyordu ve sarhoştu. Etrafıma baktığımda bayağı kişinin bizi dinlediğini fark ettim. Beni tebrik ve tasdik eden sesler duyuyordum.

O gece Türkiye'nin ideolojik tartışmalar girdabına sürüklendiğini fark ettim. Galiba o gayya kuyusu artık beni de içine çekecek. 

Bundan hem ürktüm, hem de bir üniversite öğrencisi olarak sadece okul ve derslerimle başbaşa olamayacağımı anlamış oldum.

Sanki biraz daha büyümüştüm.


26 Ocak 1974

Bugün okuldaki ilk günlerimden, üniversite hayatımdan bahsetmek istiyorum.

Kaydımın üzerinden bir ay geçti. Okuldaki ilk günler, acemiliklerim ve sisli anlarım geride kaldı. Artık ortamı daha rahat görebiliyorum. Öğrenci kitlesi zaten çoktan duruma adapte olmuş. Ben yaklaşık bir ay geç kayıt olduğum için onlara uyum sağlamakta biraz geç kaldım doğal olarak. Ama henüz bir arkadaşım yok.

Koca Mustafa Paşa Şehremini'de Hacer halamın evinde kalıyorum. Halam babaannemin kardeşi, üç kız kardeşin en küçüğü. Aslen Manyaslılar, o evlendikten kısa bir süre sonra İstanbul'a gelmiş, geri kalan iki kız kardeş iki abi kardeşle evlenip Susurluk'ta kalmış. Okula kayıt yaptırınca baaannem İstanbul'a halamın yanına geldi, ben de katıldım.

Halamın eşi bir süre önce vefat etmiş. K.M.Paşa'da torna freze ustası bir oğlu var. Sezai abi, yenge ve iki oğlu bir apartman katında yaşıyorlar. Halamın evi iki katlı küçük, eski, ahşap bir gecekondu evi. Rahmetli eşinden sonra yalnız yaşadığı için bizim gelmemiz onu mutlu etmiş görünüyor.

İki yaşlı ve dul kadın beni el üstünde tutuyorlar. Kahvaltım, yemeğim, uykum düzenli. Çamaşırım yıkanıyor. Para sıkıntım yok. Okula da yürüyerek gidip gelebiliyorum.

Sınıfımız okula girişte zemin kat sol tarafta. Oldukça geniş bir salon. Sıralarla bir tür amfi haline getirilmiş. Dersler yaklaşık 100-150 kişi ile yapılıyor. Hocalar biraz yükseltilmiş bir platform üzerinde, sade bir masa ve kara tahta yardımıyla ders veriyorlar. 

İsmi aklımda kalan ilk hocalar Nevzat Esen ve Ord.Prof.Sulhi Dönmezer. Nevzat hoca öğrenciye yakın, olgun bir kişilik. Sulhi hoca ise oldukça ciddi ve disiplinli. Konuşurken sürekli çenesine dokunuyor. Baskın bir karakter, haliyle tavrıyla onca kalabalık sınıfa hakim durumda. Zaten gürültü edeni, sululuğu da anında haşlıyor.

Bir de muhasebe hocamız var. Ufak tefek bir adam. Siz bilirsiniz ister dinleyin öğrenin, ister dinlemeyin hava alın modunda. Bu dersi pek sevmedim, ama bu okuldan mezun olacaksam öğrenmeliyim diye düşünüyorum. Bu arada geçen hafta çok ilginç bir şey oldu. Onu anlatmalıyım.

Hoca derste sürekli; fatura, bordo, yevmiye-defteri kebir, çek, senet deyip duruyor. O çok doğalmış gibi anlatıyor ama ben bunları hayatımda görmemişim. Düşündüm ki, kırtasiyeye gidip bunların birer nüshasını edinmeliyim. Nasıl bir şey olduğunu görerek ve dokunarak daha iyi anlayabilirim. Tabi nereden bilebilirim bunların öyle tek tek satılmayacağını. 

Fındıkzade ve şehreminide bulamayınca sirkeciye kadar yürüdüm. Birkaç yere sorduktan sonra anladım ki bu şeyler öyle tek tek satılmıyor. Adamın biri dedi ki; cilt, koçan ya da defter olarak toptan fiyatına verelim. Sayfa sayfa yırtıp arkadaşlarına da verebilirsin. Aniden zihnimde bir şimşek çaktı. Doğru ya sınıftan da bu yönde tepkiler gelmiyor muydu ? Belki para bile kazanabilirim.

Bir cilt fatura, bir koçan senet, ücret bordrosu, 100 yapraklık Yevmiye ve defteri kebir, ssk bildirgesi vs. param yettiği kadar aldım. Evde onları itina ile yırtıp, kesip yüz adet takımlar haline getirdim. Babaannemler şaşkındı, 'ev ödevim' dedim onlara. 'Ha, iyi o zaman' dediler. Pazartesi sabah okula böyle yüklü gittim. Hesabımı yapmıştım her bir takım bana 75 kuruşa gelmişti. Nakliyem, işçiliğim filan satış fiyatım 2 lira olacaktı. 

Muhasebe dersi öncesinde meydana çıktım ve onlar için hocanın bahsettiği evrakı getirdiğimi, isteyenlere adedi 2 liradan verebileceğimi duyurdum. Bir anda etrafım sarıldı, insanlar kapış kapış aldılar yaptığım takımları. Bütün ceplerim para dolmuştu. En çok para üstü vermekte zorlanmıştım. Ama daha da alamayan, yine getirecek misin diye soranlar vardı etrafımda. 'Olur, getiririm' deyiverdim o heyecanla. 

O gün hem para kazanmanın, hem de sınıfla bir şekilde iletişim kurmanın tatlı sevinciyle bir solukta yeniden sirkeciye vardım. Bu sefer hem küçücük sermayemi geri koymuş, hem de yeniden mal satın alacak kadar kazanmıştım.

Haftaya yine yüklü gittim okula. Bu sefer insanlara para üstü verecek hazırlığım da vardı. Aynı sahne yine tekrarlandı. Bu sefer sadece 12 takım elimde kalmıştı. Aslında akşam sınıfına da satabileceğimi söyleyenler oldu, ama bu kadar heyecan yeterdi bana. Elimde kalanları kendim için bir tane bırakarak akşam sınıfının boş sıralarına bırakıverdim. O da benim hayrım olsundu artık.

Eve giderken hem cebimde şıngırdayan bozuklukları hissediyor, hem de etrafımı çeviren sınıf arkadaşlarımın yüzlerini geçiriyordum gözlerimin önünden.

Mahalle kasabına uğrayıp bir kilo et aldım eve gitmeden. Migrostan biraz da meyva. Babaannemin yüzü hala aklımda. 'Ne bunlar oğlum ?.. nerden buldun ?..nasıl aldın ?..' soruları peşpeşe sıralanıyordu. Bense zafer kazanmış edasıyla şişinerek 'biraz biriktirmiştim, sizi sevindirmek istedim' diye cevaplıyordum.

O gün yüksek ticaretli olmanın nasıl bir şey olduğunu keşfetmiştim. O akşam para kazanmanın, ilgi odağı olmanın ve iltifat görmenin doyumsuz lezzetiyle doldum taştım.