30 Ekim 2020 Cuma

30 Ekim 2020 Cuma 21:30 CORONA GÜNLERİ....................................Pandemik düşünceler

Pandemide Cumhuriyet Bayramı

Bugün Cumhuriyetimizin 97.nci yılı. “Coşkuyla kutlandı” demek isterdim. Ancak  bu yıl salgın sebebiyle aramıza “maske-mesafe” girdi kaynaşamadık. “Evde kal Türkiye” mani oldu gidemedik. Sağlık Bakanlığının “HES” Programı “yüksek risk” gösteriyor coşamadık.

Dalya demeye şurada üç yıl kaldı. 2023’te 100.ncü yılını inşallah böyle corona morana olmadan, savaş gölgeleri düşmeden, terör acıları yaşanmadan doya doya kutlarız. 

Şimdilik binalarımıza, balkon ve pencerelerimize al bayrağımızı asarak sessizce katılalım bayram burukluğuna. Halksız törenleri, resmi geçit ve etkinlikleri televizyonlardan izleyelim. Sosyal medyadan kutlama mesajları paylaşalım bolca. Önce can sonra canan denmiş. Ne yapalım ki koronavirüs belasında elimizdeki tek etkili silah hasta olmamak. Tedbirlere uyup milletçe yürütülen mücadeleye destek vermek.

Sadece Cumhuriyet bayramı değil bu yıl diğer dini ve milli bayramlarda da aynı mani vardı:"Pandemi!" Önce 23 Nisan yaşadı bu kederi. O günler salgının en agresif dönemiydi. 11 Nisanda günlük vaka sayısı 5.138’le hala kırılamayan bir rekora ulaşılmıştı. Ardından 16 Nisanda 4.801 ve 20 Nisanda 4.674 ile peş peşe üç pik noktası da yaşandı. 23 Nisanda kısmen düşse de 3.083’ü görmüştük ki bu rakamlar bugünkü 1500-2000’li sayılara göre oldukça yüksekti. Zaten bu yüzden o günler üretim durmuş, kepenkler inmiş ve hep birlikte evlere kapanmıştık. 

İkinci kader 19 Mayıs Gençlik ve spor bayramında, 24 Mayıs Ramazan bayramında da yaşandı. O günler normalleşmenin konuşulduğu ama kısıtlamaların devam ettiği bir zamandı. Gençlik ve spor etkinlikleri yapılamadı. Sadece bayram namazına değil camilere bile gidemedik o dönem. 31 Temmuzda Kurban bayramı geldi, kısıtlamaların önemli bir bölümü kalkmıştı ancak yine de tedbir çağrıları devam ediyordu. Kurbanlarımız  kesilirken bile başında duramadık. Akrabalarımıza bayram ziyareti için gidemedik.

30 Ağustos Zafer bayramı da alıştığımız görkemde geçmedi. Bu sefer mani vakaların yeniden artışa geçmesiydi. Nihayet 23 Eylülde bazı küçük sınıflar ders başı yapabildiler. Lise ve üniversiteler hala kapalı. Uzaktan eğitim ana öğretim faaliyeti gibi oldu maalesef. Daha bir gün önce Mevlid kandiliydi. Eskiden böyle geceler manevi bir coşku içinde geçerdi. Ama öyle olmadı bu sefer. İşte böyle geldik 29 Ekim Cumhuriyet bayramına. Diğerlerinde olduğu gibi görsel, dijital ve uzaktan "mış gibi" bir bayram daha arkada bıraktık. İnşallah bir daha da böyle buruk bayramlar yaşamayız. 

Cumhuriyet düşünceleri

Cumhuriyet bayramı asli unsur olan cumhurun yani milletin; ülkesine, demokrasisine, bayrağına, yönetimine sahip çıktığı günün adıdır. Bu sebeple Cumhuriyet hepimizindir. Aynen bu kutlu ülkenin ve bu şanlı bayrağın hepimize ait olduğu gibi. 

Farklı fikirlere, inançlara ve yaşam biçimlerine sahip olabiliriz. Ancak ister farkında olalım ister olmayalım, bizi ayakta tutan, ortak paydamız bazı temel değerlere sahibiz. 

Sosyal hayatta, ticarette, siyasette, politikada, iş yaşamında sıkı birer rakipsek ne olmuş yani? Bu bizim “hasım” olmamızı, içimizde kin ve haset tohumları büyütmemizi gerektirmiyor. Rekabetimizi bu ülke uğruna, milletimiz yoluna, cumhuriyetimizin yüceltilmesi adına yarıştıramaz mıyız? 

Sevgi diyoruz, barış diyoruz. O halde sevgi nefretle, saygı küfürle, kavga barışla bir araya gelebilir mi? Gelirse de bu nasıl bir ruh hali olur? İster sosyal medyada, ister yaşamın her alanında yazılı ya da sözlü rekabet edebiliriz. Yarışmak için mücadele etmekten daha doğal ne olabilir? Ancak, düşmanlık ve nifak sebebi davranışlar hepimizin içinde olduğu gemiyi delmek gibidir. Cumhuriyetimizin manasına aykırı, önemini idrak etmemektir. 

Her şeye rağmen böyle şeyler oluyor, olabiliyorsa üzülme kardeşim. Vakit meyus olma ve duraklama vakti değil, vakit kazanma ve ilerleme vaktidir. Varsın birilerinin feraseti gölgelenmiş, basireti bağlanmış olsun. Güneş balçıkla sıvanmaz denilmiş. Bet sesler gerçeği, doğruyu, hakkı ve hakikatı örtebilir mi ? Biz cumhuriyeti herkesten fazla sahiplenerek sevgiyle, saygıyla ve hoşgörüyle yürümemize devam edelim. Kervan yürüyor kardeşim. Ağzından tükürük, yoluna diken saçanlara aldırma. Allah ıslah etsin, selam deyip geçiverelim. 

Geçen gün bir reklam seyrettim, hayran oldum inceliğine. Şöyle diyor hatırlayabildiğim kadar: "Cumhuriyet kazanan her sporcumuzda bir daha doğuyor. Bilim insanlarımızın sağladığı her keşif, her ilerleme bir kez daha ilan eder cumhuriyetimizi. Sanayimizin her üretimi, ihracatçımızın her kazancı, zanaatkarımızın her el emeği, çiftçimizin her mahsulü cumhuriyetimizin bir kere daha yüceltilmesi demektir. Geliştirdiğimiz her silah, yaptığımız her gemi, kazandığımız her zafer cumhuriyetimizin eseri, onun yenilenmesidir..."

Dün Cumhuriyetimizin 97.nci yaşını gördük. Elbette devletimizin kuruluşunu, Cumhuriyetimizin her yıldönümünü coşkuyla kutlamalıyız. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dava arkadaşlarını anmak, onlara şükran hislerimizi ifade edip hatıralarını yâd etmekten daha doğal ne olabilir ki?

Bizim için 'Millî Mücadeleye' katılmış yediden yetmişe herkes azizdir, anılmaya layıktır. Bu uğurda gayret gösteren, can veren isimsiz kahramanları unutamayız. Şehitlerimiz ve gazilerimizi her daim şükranla anacağız. Aynı şekilde vatanı, dini imanı ve istiklâli uğruna her türlü fedakârlıkta bulunan Aziz Milletimizi de. Özellikle de onlara bu ruhu veren millî ve manevî değerlerimizi daima hatırda tutmak ve yaşatmak bizim için hayati önemde olduğu kadar onlara da vefa borcumuzdur.

Atalarımızdan bize emanet kalan bu değerlerin bizden sonraki nesillere de aynı tazelik ve dirilikte miras kalması kuru bayram kutlamalarından çok daha önemlidir. Cumhuriyetimiz; binlerce yıldır var olan, zengin bir kültür ve medeniyet sahibi, tarihte çok sayıda devlet kurmuş büyük bir milletin en son eseridir.

28 Ekim 2020 Çarşamba

28 Ekim 2020 Pazartesi 23:30 CORONA GÜNLERİ...............................Tuna bebek(IV)

Tuna’yla Ankara

Dönüş planımız şöyleydi. Eylülün dördüne kadar yazlıktaki işlerimizi halledecektik. Oğuzhan İstanbula geçerken bizi de Susurluğa bırakacaktı. Böylelikle acil olmayan eşyaların önemli bir kısmı arabayla gönderilmiş olacaktı.

5 Eylül Susurluğun kurtuluşudur. Çarşamba günü de pazarı. 5 Eylülde Susurlukta olacak, pazarda kışlık peynirimizi aldıktan sonra 10 Eylülde de otobüsle Ankara'ya gidecektik. 

Yazlığın en sıkıcı günleri açarken ve kapatırken geçer. Yapılması  gereken işler vardır. Bahçe işleri, temizlik ve onarım bakım vs. gibi. Bu defa da benzer şeyler vardı önümüzde. İlk iki gün hava da güzeldi yürüyüş, deniz ve sahilde dolaşmak gibi Orjan'la vedalaştık. 17 yıllık fıstık çamımızı kestirdik. Kerestesini ilerde çatı onarımımızda kullanmak üzere bir kenara istif ettik. 

Zeytinimizi topladık, iki kilo kadar oldu maşallah. Bu sefer kırma zeytin olarak bir bidona koydum. Kalan şeftalilerimizi ve elmalarımızı da topladım. Panda için hem ön hem arka tarafa epey idare edecek kedi maması koydum. Mamanın geri kalan 10-15 kilosunu arka komşuya bıraktım. Onlar kışın da orada kalıyorlar. 

Eylülün 4'ünde sabah 11'e kadar evi toplayıp kapattık. Eşyalarımızı peyderpey göndermemize rağmen yine de 4-5 parça eşyamız oldu. Alıştık artık, senelerdir bu böyle. Oğuzhan bizi  Susurlukta rahmetli annemin evine bıraktığında saat 14.30 sularıydı. Evi açtık, biraz toz aldık ve dinlendik. 

Ertesi gün 5 Eylül kurtuluş şenliklerinin pandemi nedeniyle olmayacağını öğrenince öğleden sonra Demirkapı köyüne gittik eski bir arkadaşımızın evine. Rahmetli teyzeden kalan bahçeli köy evini çok güzel bir yere dönüştürmüşler. Çiçek bahçesine dönmüş her köşesi. Meyva ağaçları, bir yanda da sebze bahçesi. Evin hayat denilen verandasında oturduk çay içip sohpet ettik. Arkadaşlıklarımız çok eski. Neredeyse elli yıllık. Rahmetli teyzeyi de annem gibi bilirdim. Onlar da benim gibi emekli olmuşlar artık. Aynen bizim gibi çocukları ve torunlarıyla meşguller.

Bir sonraki gün de Buzağılık köyünde bir bahçedeydik. Selma hanımın yengesinin. Kardeşinin kocası ve damadı ilgileniyorlarmış. Yazlık iki odası, mutfağı ve tuvaleti de var. Akşam yemeği ve çayda hep birlikteydik. 7 Eylülde rahmetli babamla annemin kabirlerini ziyaret ettim. Annem babamın hemen ayak ucunda yatıyor. Birbirlerini çok severlerdi, orada da ayrı değiller. 

Çarşambaya kadar susurluğun köfteci niyazisini, kokoreççi şakirine gittik. Salçalı tostunu yedik köpüklü ayranını içtik. Selma hanımın bahçesi yıllardır temizlik görmemiş, adeta orman olmuş. Temizlik bakım yaptırmak istedik ancak anlaştığımız adam sözünde durmadı, yapamadık. Çarşamba güzü pazara gidip yıllardır alışveriş yaptığımız peynirciden ihtiyacımız peynir ve loru aldık. 

Otobüsümüz ertesi gün yani perşembe saat 13'teydi. Çünkü eşim gece yolculuk yapmak istemez. 10 Eylülde koltuklarımıza oturduğumuzda Artık Ankara'yı düşünüyorduk. Haberlere göre Ankara'da corona vakaları beşe katlanmış. Çok kötü diyorlar. Gidince kendimizi en az bir hafta izole etmeyi kararlaştırdık. Evimizi, çocuklarımızı, torunlarımızı bayağı özlemişiz.

Ayın 16'sında yeni oturma odamızdaydık. Televizyonu da duvara monte ettirmiştim. 19'unda Ece'yi bize bıraktı anne babası. Onun için de bizim için de güzel bir gündü. Üç aydan sonra işte güzel prensesimize de kavuşmuştuk. Ertesi gün Tuna bizdeydi. Kınalı kuzucuğumuz daha bir büyümüş, hareketlenmişti sanki. Anneannesiyle hasret giderdi, dedesinin kucağında uyudu yavrucak. Teyzesi ile görüntülü görüşürken telefonu öptüğünü bizzat biz de gördük yaşadık.

Ertesi hafta sonu bu defa ikisi de bizdeydi. O akşam Tuna'nın ilk tay tayını gördük. Fotoğrafını da çektim o anda. Belli ki artık hafta sonları bizim ev kreşe dönecekti. Cumartesi günü birlikte, pazar günü de Tunayla geçecekti. 27 Eylül Pazar günü Tuna şehir parkına götürüldü. Çimlerde emeklemesi, köpeklerle oynaması görülecek şeydi. 

29'unda kış için domates konservesi yaptık Selma hanımla. Corona morana ama hayat da devam ediyordu bir taraftan. Aldığımız haberler Ankara'da salgının ateşinin düştüğünü gösteriyordu. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazımdı. 

Tuna nöbetleri

Bugün mevlid kandili. Mevlid, doğum zamanı demek. Miladi takvime göre 571 yılı Nisan ayının yirmisi Peygamber efendimizin (sav) doğduğu Rebiul'evvel ayının 12 sine denk geliyor. Bu gece islam dünyasında doğum günü anlamında Veladet-i Nebi ya da Mevlid en-nebi olarak biliniyorAncak bu tarih Hicri takvime göre her yıl 10 gün kadar geriye kayar.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulünün doğumu insanlık için bir müjde. O kıyamete kadar sönmeyecek bir ışıktır bizim için. Rehberliği İslam alemi kadar insanlık için de bir kurtuluş yoludur. Ona selatü selam olsun. Rabbim bizi daima onun izinde yürüyen, o'nun önderliğini kabul etmiş, mahşer gününde de onun sancağı şerifi etrafında toplanacak mü'min-müslüman kullarından eylesin. 

Kandil geceleri İslam'ın ilk zamanlarında var olan bir âdet değil. Hicrî 3. asırdan itibaren kutlanmaya başlanmış. İlk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır'da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlandığı biliniyor. Türkiye'de ise Osmanlı Devleti padişahı II. Selim'den itibaren bu gecelerde, minarelerde kandil yakıldığı için kandil adını almışlar.

Bugün aynı zamanda corona günlerinin de 232.ncisi. Yaklaşık 8 aydır bu salgınla yatıp kalkıyoruz. Herşeyi olduğu gibi manevi hayatımızı da olumsuz etkiledi. Bu akşam camide önceki yıllara göre daha sönük ve kısa bir süre geçirdik. Namaz öncesinde Yasin i şerif okundu ve kısa bir dua yapıldı. Yatsı namazımızı 50 kişi kadar bir cemaatle kıldık. Diğer vakitlerde olduğu gibi maskemiz ve seccademiz yanımızdaydı. Kıldık ve çıktık. Ne özel bir program ne de cıvıl cıvıl bir ortam vardı. 

Şu anda can sıkıcı haberler alıyoruz. Vakalar Ankara'da düşerken İstanbul onu beşe katlamış durumda. Ülkemizde Coronavirüs vakaları Ağustosun sonlarından (27 Ağustosta 1.491) itibaren yine artmaya başlamıştı. Özellikle 18 Ekimden (1.815) sonra bu artış daha da hızlandı. Nisan ayı ile kıyas edilemez ama bu güne kadar 1000’in altına indirilemediği (En düşük 30 Eylülde 1.391) gibi 2000’lerin de üstüne çıkmış (27 Ekimde 2.209) görünüyor. Grafiklere göre ülkemizde Nisanda, Haziranda, Ağustos ve Eylül kabarmalarından sonra şimdi de bir Ekim yükseltisi yaşanmakta.

Vefat sayılarına baktığımızda Eylül ve Ekim kabarması daha bariz görülebiliyor. Zira 27 Ağustosta 26 ile başlayan bu süreç, 5 Eylülde 56, 15 Eylülde 67, 24 Eylülde 74, 1 Ekimde 67, 16 Ekimde 73,20 Ekimde 74, 23 Ekimde 74 ve 27 Ekimde de 76’yı göstermiş durumda. 

Dünya genelinde ise 27 Ekim itibariyle toplam vaka sayısı 44 milyona dayanmış (43.979.777) bulunuyor. 1 milyon kişi başına vaka sayısı 5.656. Şu ana kadar ölenlerse 1.167.124’e ulaşmış durumda. Dünyada vakalarda 1 Hazirandan itibaren (122.917) sürekli bir artış var. (18 Haziranda 181.449, 4 Temmuzda 212.319, 12 Temmuzda 230.370, 20 Temmuzda 305.682, 27 Temmuzda 328.808, 26 Eylülde 338.811, 10 Ekimde 408.988, 17 Ekimde 432.009 ve 24 Ekimde 526.893) Bu dönemde günlük vaka sayılarında zaman zaman yüksek zirveler de var. Örneğin 20 Temmuzda 305.682, 27 Temmuzda 328.808, 10 Ekimde 408.988, 17 Ekimde 432.009 ve 24 Ekimde 526.893 rakamları görülmüş.

Günlük Vefat sayıları ise aynı dönemde zaman zaman zirveler görse de hafif bir artışla stabil düzeyde seyrediyor. (18 Haziranda 5.245, 4 Temmuzda 5.134, 12 Temmuzda 5.282, 20 Temmuzda 6.108, 27 Temmuzda 6.625, 26 Eylülde 5.864, 10 Ekimde 8.680, 17 Ekimde 6.237 ve 24 Ekimde 6.794) Bu rakamlar vefat sayısının 5.000 ile 10.000 arasında kaldığını gösteriyor. Ancak yine bu dönemde zaman zaman yüksek zirveler de görülmüş. Mesela 24 Temmuzda 9.753, 8 Eylülde 9.566, 3 Ekimde 8.756 ve 10 Ekimde 8.680 gibi. 

Ekim ayı torunlarımız için nöbet hizmeti verdiğimiz bir ay oldu. Önce Ece için cumartesi, Tuna için de Pazar günü demiştik. Ancak Hilal cumadan gelip Pazar gecesi gidince cumartesi duble olmak üzere hafta sonlarımız full geçmeye başladı. Son hafta da Eceyi hafta içi de getirmeye başladılar. Haklı ve zaruri sebeplerden dolayı tabi ki. Oğuzhan da yanımızdaydı epey yorulduk. Camiye namaza bile gidemedim bu sürede.

Tuna'yı sık sık şehir parkına götürdük. Ece de zaten parka götürülecek kadar büyüdü. 16 Ekimde 2,5 yaşına girdi. Onları parka götürmek bizim için de değişiklik oldu sayılır. Tuna ise bu ay hem bir yaşına girdiği hem de yürüme denemeleri yaptığı için artık ele avuca sığmaz oldu. Ama o kadar sevimli, güleç yüzlü ki maşallah olmadığı zaman eksikli gibiyiz. Artık ağzında yedi dişi var. Anne, baba, dede, anneanne, gangi ganga (?!), aaba (araba), hav (köpek), kuu (kuş) ve daha bir çok kelime söyleyebiliyor.

Ekimin 21’i Tuna’nın bir yaşına bastığı gün. Bu yüzden aile bir araya gelsin istedik. Elifler Adapazarından, Oğuzhan da İstanbuldan gelecekti. Ayın 17 sinde Oğuzhan gelmişti. 23’ü akşamı da Elifler geldi. Yanlarında sadece Yağız gelmişti. Nazlı kursu olduğu için ve kedileri Pati nedeniyle gelememişti. Ertesi gün hava da çok güzeldi. Doğum gününü Gölbaşı Şehir parkında açık havada yaptık. Kız kardeşlerim de bizimleydi. Akşam da evde devam ettik birlikte olmanın keyfini çıkarmaya. 

Ekim ayı bizim için kışın kapısı sayılır. Bu kış ta her bakımdan zorlu geçeceğe benzer. Torunlarımız sık sık bizde olacaklar. Özellikle de hafta sonları. Selma hanım hem mutlu oluyor hem de yoruluyor. Çocuklarından uzak kalmak, onları görmemek onun için çok daha zor. Tümden bakamam, ama onlarsız da yapamam havasında. Şimdilik torun bakma işini nöbete bağlamış gibi duruyoruz. Neler olacak bilemeyiz. Rabbim neylerse güzel eyler.

28 Ekim 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı185.................................Hedeflere doğru

Hedeflere doğru

YEŞİLELMA YOL HARİTASI’nı ortaya çıkarmaya devam ediyoruz. Geleceğe yönelik Stratejik düşünmenin ikinci aşaması “Nereye varmak istiyoruz?” sorusu bağlamında Susurluğun güçlü-zayıf yanlarını, Fırsat-tehditlerini yeniden ele almak durumundayız. Zira ilk safha olan durum analizi aşaması yola çıkılırken ayağımızın bastığı zeminin ne durumda olduğunu gösterdi. Ama aynı zamanda ne yöne gitmemiz gerektiğini ve ne yapabileceğimizin de işaretlerini vermişti.

Bildiğiniz gibi, Susurluğun sahip olduğu güçlü ve zayıf yönler ile karşı karşıya olunan fırsat ve tehditler 12 adet sektör/alan bazında  değerlendirilmişlerdi. Bunlar da: ‘GY.01-NÜFUS VE SOSYAL HAYAT, GY.02-KONUM, GY.03-KALKINMA VE TEŞVİKLER, GY.04-ULAŞIM, GY.05-LOJİSTİK, GY.06-ENERJİ VE DOĞAL KAYNAKLAR, GY.07-TURİZM, GY.08-SANAYİ, GY.09-TARIM VE HAYVANCILIK, GY.10-SAĞLIK, GY.11-EĞİTİM ve SPOR, GY.12- KENTLEŞME VE ÇEVRE’ başlıkları idi. İnşallah önümüzdeki iki ya da üç ay süresince her hafta işte bu başlıklar üzerinde çalışarak güçlü yönlerin daha güçlü, zayıf yönlerin onarılması yollarını arayacağız. Bu arada dış çevreden yönelen fırsatlardan yararlanmak ve tehditlerden sakınmak üzerine de düşüneceğiz.

Bunu yaparken artık netleşmiş olan Misyon, Vizyon, İlke ve Değerlerimizi de dikkate alacağız. Güçlü yönleri daha güçlü hale getirme çabamızın ya da zayıf yönleri telafi etme gayretimizin hangi amaç, stratejik amaç ve stratejiler’le bağlantılandırılabileceğini sorgulayacağız. Yine hangi fırsatlardan yararlanmanın ve hangi risklerden korunmanın bize bunlardan hangilerine hizmet edeceğini tespit etmeye çalışacağız.  Bu yüzden uygulayacağımız sistematik ele aldığımız hususların daha evvel tespit ettiğimiz plan ögeleriyle bağlantılarını kurmak şeklinde olacak. Doğal olarak bu süreçte o Amaç, Stratejik Amaç ve Stratejiler’e yeni ilaveler olacağı gibi, bazı ‘Hedef, proje ve faaliyetler’ de zihnimizde şekillenecek.

Bu noktada söz konusu kavramları bir kez daha tanımlamak yararlı olabilir. AMAÇ: ‘bir şeyde ulaşılmak istenilen sonuç’ olarak tanımlanıyor. Dilimizde maksat, meram ve gaye kelimeleriyle de ifade ediliyor. Bu anlamda amacı ‘varmak ya da vurmak’ fiiliyle zihnimizde canlandırabiliriz. Amaçlar kavramsaldır ve sonuç için hangi stratejilerin seçilmesi gerektiğini düşündürürler. Aynı zamanda da hedeflerin belirlenmesine temel oluştururlar. Aynen bu çalışmamızda Susurluğun ‘YEŞİLELMA’sı olan vizyonumuza giden yolda ‘nereye ulaşmak istiyoruz?’ sorusunun cevabı oldukları gibi. 

     STRATEJİK AMAÇLAR ise bu çerçevede ‘nokta varışı ya da vuruşu’ gibiler. Amaç kapsamında ulaşılmak istenen stratejik mevzilerin neler olduğunugösteriyorlar. Bir tür istasyonlar gibi düşünebiliriz. Kuşkusuz Misyon ve değerlerle uyumlu, öngörülen vizyon oluşumuna da katkıda bulunuyor olmalılar. Bu manada belirli bir zaman diliminde ulaşılmak istenen konumu açık bir şekilde ifade etmeleri bekleniyor. Bunu da bir örnekle açıklamak gerekirse belli bir bölgeye ulaşmak ya da elde etmek benzeri genel amaca hizmet eden sonuçlar olarak ifade edebiliriz. 
                STRATEJİLER önceden belirlenen stratejik amaçları elde etmek üzere seçilen ve izlenen yollar’ demek. O amaçlara varmak üzere eldeki güç ve imkânı en uygun bir biçimde seçme, değerlendirme ve kullanma yöntemi anlamına geliyorlar. Strateji gelecek amaçlı herhangi bir durumu planlı biçimde yapabilmek için önemli bir terim. Belli bir konu üzerinden farklı ihtimalleri ele almak suretiyle, en doğru seçeneği, etkin şekilde uygulamaya dökmek şeklinde açıklanabilir. Bu kavramı da başlangıçtaki ‘varmak, vurmak, ulaşmak, elde etmek’ kelimeleri bağlamında örneklendirebiliriz. Mesela ‘karayoluyla mı gidilecek, sudan mı geçilecek/okla mı vurulacak silah mı kullanılacak/Araç nasıl kullanılacak hangi yöntem izlenecek’ vb. sorularının cevabıdırlar.

HEDEF en basit haliyle nişan alınan yer ya da şey’e deniyor. Eski tabirle nişangâh ya da yeni kelimelerle ‘vurulacak/ulaşılacak noktadiyebiliriz. Bilinçli olarak seçilen, belirlenen, elde edilmeye değer görülen; düşünce yoluyla kurgulanıp aktif eylem yoluyla ulaşılması mümkün olan somut bir değerden söz ediyoruz. İnsanlar bazı oranlar, miktar ve değerler belirleyerek öngörülmüş süre içinde onlara ulaşmaya çalışırlar. Benzetmek gerekirse strateji bir avcının yayından çıkan okun izlediği yol, sürat ve açı ise hedef de okun ucunda kezlenen avdır. Şayet böyle bir hedef var ise, amaç da görev de var demektir. Amaçlar da zaten bu şekilde yerine getirilebilirler.

Ancak, hedeflerin bu sonucu sağlamakta; ulaşılabilir, elde edilebilir, gerçekçi ve ölçülebilir olması lazımdır. Varmak için bir koordinat, bir çizgi olması gerekir. Vurmak için hedef tahtası benzeri nişan alınacak, kilitlenilecek bir nokta olmalıdır. Neticede hedefler hiyerarşik sıralamada doğal olarak stratejilerin altında yer alırlar. Farkları stratejiler izlenecek yol, seçilecek araç ya da yöntem iken hedefler; o stratejilerin vuruş noktası, nişan tahtasıdırlar.

Plan araçları hiyerarşisinde Vizyonun altında Amaçlar bulunur. Onun altı Stratejik Amaçlarla donanmıştır. Daha altta Stratejiler yer alır. Hedeflerse stratejilerin bir basamak aşağısını doldururlar. Ancak hiyerarşik yapı burada bitmez. Bu noktada PROJE ve FAALİYETLER devreye girecektir. Amaçlardan faaliyetlere kadar olan basamakların üst kısmı daha ziyade “Nereye varmak istiyoruz?” la ilgilidir. Ancak Strateji, Hedef, Proje ve faaliyetler özellikle “Nasıl yapacağız?” sorusunun cevabıdırlar. Allah nasip ederse Stratejik Plan hazırlığının üçüncü aşaması olan “Varmak istediğimiz yere nasıl ulaşabiliriz?” başlığı altında ilerde bu öneriler üzerinde daha net durabileceğiz. Şimdilik bu kavramların tanımları ve uygulamaları konusunda genel bir bilgi verelim ki; güçlü-zayıf yönler ile fırsat-tehditlerden yola çıkarak taslak önerilerimizin amaç, stratejik amaç ve stratejiler’le bağlantılarını kurduğumuz kadar, onların hedef, proje ve faaliyetlerle ilişiklendirilmelerine de hazırlık yapmış olalım. 

PROJE denilince öncelikle düşünülüp kurgulanmış bir tasarım’dan söz ediyoruz demektir. Önceden belirlenmiş bir süre içerisinde; belli bir konuda değişimi hedefleyen, birbiriyle ilişkili amaç ve hedeflere hizmet eden ve uygulanması sonucunda çeşitli sonuçların elde edildiği bir çalışmadır. Bu çalışmada; kimlerle, ne zaman, nasıl, hangi faaliyetlerde bulunulacağının önceden belirlenmesinin yanında, proje gelir ve giderlerinin ne kadar olacağının öngörülüp planlanması da gerekir. Gayet tabi ki Projeler, güçlü yönleri daha da güçlendirmek, zayıf yanları takviye etmek, fırsatları değerlendirmek ve riskleri önlemeye yönelik olarak hazırlanabilir. Bu anlamda başlangıcı ve bitişi belli, finansmanı olan,  muhtemel riskleri dikkate alan, tanımlanmış amaç ve hedefler doğrultusunda özgün bir planı başlatma, yürütme, kontrol etme ve sonuca bağlama sürecidirler. Operasyonlardan yani güncel uygulamalardan farklıdırlar. Operasyonlar, devamlı yapılagelen, rutin çalışmalardır, sonuçları da pek değişmez. Ancak projeler geçici olup bir kereye mahsus sonuçlar verir ve tamamlanınca biterler. Uygulama için ihtiyaç duyulan planlar da dış faktörler ve sınırlamalar göz önünde bulundurarak yapılır. Proje nihayetinde bir soruna çözüm bulma, bir eksiği giderme ya da beliren bir imkânı değerlendirmeye yönelik, sınırlı bir süre içinde yapılacak işler veya çalışmaların bütünüdür. Bu bağlamda; Toplum yararına projeler, kırsal kalkınma projeleri, gelir getirici projeler, çevre projeleri ve eko-turizm gibi çok çeşitli projeler olabilir. Ortalama bir projenin yapılabilir (fizible) olması için bazı temel şartları taşıması gerekir. Bunlar ‘1) Özgün (belirgin) olmak, 2) Sonucu ölçülebilir veya değerlendirilebilir olmak, 3) Sonucu elde edilebilir olmak, 4) Mevcut şartlar ve imkânlarla gerçekçi ve yapılabilir olmak ve 5) Zamana bağlı olmak’şeklinde ifade edilebilir.

FAALİYET kelime anlamı itibariyle ‘çalışma, canlılık, iş görme, etkinlikte bulunma’ ve işler durumda(faal) olma demektir. Aynı zamanda belirli alanlarda yürütülen çalışmaların ya da etkinliklerin çeşitli bölümlerini de ifade ederler. Örneğin tarımsal faaliyetler, sanayi faaliyetleri, ticari faaliyetler ve idari faaliyetler kavramlarında olduğu gibi. Bu konuda ekonomik faaliyetler üzerinde en çok durulan ve çalışılan bir alandır. Bu sebeple doğal olarak kendi içinde bazı alt başlıklara bölünmüş. Bunlar: ‘Teknik Faaliyetler (üretim faaliyetleri), Ticari Faaliyetler (alım, satım ve değerlendirme), Finansal Faaliyetler (para bulma ve değerlendirme), Güvenlik Faaliyetleri ( çalışanların ve ekipmanların güvenliği), Muhasebe Faaliyetleri (mali kayıtların ve istatistiklerin tutulması) ve Yönetim Faaliyetleri (planlama, örgütleme, emretme, eşgüdümleme, kontrol)’ gibi temel uygulamalardır.

İnşallah önümüzdeki haftadan itibaren iki-üç ay süreyle Susurluğun Güçlü-zayıf yanları ile karşı karşıya olduğu Fırsat ve tehditleri bir kez daha gözden geçireceğiz. Böylelikle ‘Amaç, Stratejik amaç, Strateji, Hedef, Proje ve Faaliyetler’i bir adım daha ilerleterek “Nereye ulaşmak istiyoruz?” aşamasının son bölümünü de tamamlamış olacağız. Daha sonraki dört ay ise bunların ‘Nasıl yapılacağı?’sorusunun cevabıyla uğraşarak geçecek. Haftaya inşallah ‘NÜFUS VE SOSYAL HAYAT’konusuyla bu bölüme başlıyoruz. Daha yolumuzun yarısındayız. Yürümeye devam ediyoruz, edeceğiz. Zahmet edip bu yazımı okuyanları da bu yolda düşünmeye, okumaya, Susurluğun geleceği için görüş ve önerileriyle destek vermeye davet ediyorum.

yyalcin3@gmail.com

26 Ekim 2020 Pazartesi

26 Ekim 2020 Pazartesi 23:30 CORONA GÜNLERİ...............................Tuna bebek(III)

Tuna'nın yazlık güncesi

Dünyada ilk corona dalgası 15 Mart ile (günlük vaka 10.983) 10 Mayıs (61.578) arasında yaşanmış. 10 Mayıstan 27 Temmuzdaki (328.808) zirve yaptığı noktaya kadar da sürekli yükselmiş.

İlk on gün 1 Temmuz (172.288) ile 10 Temmuz (228.102) arasındaki vaka artışı %32’den fazla. Fakat asıl yükselme Temmuzun ikinci on gününde yaşanmış ve 20 Temmuzda günlük vaka sayısı 10 Temmuza göre %34, 1 Temmuza göre ise %77,5 artışla 305.682 olarak gerçekleşmiş.

 

Dünya genelinde aynı dönemde günlük vefat sayılarına baktığımızda 15 Martta 343 olan günlük vefat sayısının 30 Nisanda 9.796 ile ilk zirveyi gördüğü anlaşılıyor.  17 Nisandan (8.493), 1 Mayısta 6.403 ve 10 Mayısta 8.499 ile nispeten yatay bir seyir izlemiş. Bu süreç 1 Temmuza (4.193) kadar da böyle gitmiş. Ancak 10 Temmuzda 5.565  ile başlayan yükseliş 20 Temmuzda 6.108, daha sonra da 24 Temmuzda 9.753 ile ikinci bir zirve daha yapmış. Bu pik noktasının 1 Temmuza göre artış oranı ise %132. 


Oysa Türkiye'de Haziran ayındaki ikinci kabarma Nisan ayına nazaran çok daha düşük. (4 Haziranda 988, 9 haziranda 993, 15 Haziranda 1.592, 24 Haziranda 1.492, 29 Haziranda 1.374) Hatta Temmuz ayının ilk 10 günü de (1 Temmuzda 1192, 5 Temmuzda 1.148, 8 Temmuzda 1.041 ve 10 Temmuzda da 1.003) bin dolayında seyretmiş. Bu bir anlamda düşüş eğilimini gösteriyor.

Aynı dönemde günlük vefat sayılarına baktığımızda (1 Haziranda 23, 4 Haziranda 21, 9 haziranda 18, 15 Haziranda 18, 24 Haziranda 24, 29 Haziranda 18) en yüksek noktanın 23 Haziranda 27 kişi şeklinde olduğu anlaşılıyor. Daha sonra 1 Temmuzda 19 ile başlayan trend 10 Temmuzda ancak 23 olmuş. Ardından da stabil bir şekilde 26 Ağustos kadar (20) devam etmiş.  

Temmuzun ilk 10 günü biz yazlıktayız. Küçük torunumuz Tuna'nın dişleri belli oldu. Salonda cıbıl cıbıl oynuyor. Sabah yürüyüşlerim ve deniz devam. Arada küçük gezmeler yapıyoruz. Gülsüm anaya, Örene, kız kardeşim haticelere gittik hep birlikte. 8 Temmuz büyük torunumuz Nazlı'nın doğum günü. Bu yıl 17 yaşına girdi. Artık üniversiteye hazırlanıyor.

9 Temmuzda kalan tarla işlemlerini halletmek üzere Susurluğa gittik. Aydınlar bizi bırakıp Adapazarı'na geçtiler. Ertesi günü hem Selma'nın tarlasına hem de Günaydın köyüne gittik. Orada doğduğum evi, sökün ve muselim çeşmeleri ile sarıyer tarlasını gördük. 11 temmuzda Fahrettin başkanın misafiri olarak kayıkçı köyündeydik. Ertesi gün bu defa Dereköy'deki eski dostları görmeye gittik. Misafirperverlikleri bizi çok memnun etti. 

15 Temmuzda Hilaller bizi almak üzere Susurluğa geldiler. Tuna rahmetli büyük nenesinin evini de görmüş oldu. Küçük adam oldu maşallah. Panda kedimiz de bir yaşına girdi. Geçen sene bu günlerde doğmuş, Elif onu ölmekten kurtarmıştı. Ömrü varmış maşallah bütün sevimliliği ve sıcaklığı ile balkonlarımızdan eksik olmuyor. Tuna ile de iyi anlaşıyorlar. Yalnız biraz nezle gibi, hasta.

Ayın son günü iskele mahallesinin karşısındaki Taylıeli köyüne gittik. Güzel, ferah, manzaralı bir çay bahçesi yapmışlar. Tuna da gördü oraları. Birlikte fotoğraflar çektirdik. Günbatımını seyrettik. 

Tuna’sız günler

Ağustosun 2'sinde Hilal'ler Ankara'ya döndü. Pazartesi günü mesaiye çağırmışlar. O güne kadar Tuna 9 ay 10 gündür bizimle birlikteydi. Ayrıldıkları gün coronavirüsün pandemi olarak nitelendirildiği ve ülkemizde görüldüğü tarihten itibaren tam 146 gün geçmişti.

Kızımı kışı bizimle geçirmesi için tutmuşken, üzerine gelen salgın bu süreyi daha da uzatmıştı. Böylelikle biz de Tuna'yla dokuz ay boyunca ayrılmadık. Bebekliğinden emeklediği, dişlerinin çıktığı günlere kadar her halini görmüş yaşamış olduk. Üstelik hem kışlık hem de yazlık günlerinde doya doya. 

Annesinin önce doğum izni, ardından ücretsiz izin ardından da salgından dolayı kısa çalışma ödeneği uygulamasından yararlanması onun için bir talih sayılırdı. Ama artık veda vakti gelmişti. Ayrıldıkları gün kucağımdaki fotoğraflarına bakıyorum da çocuğun bile bakışlarında o hüzün görülebiliyor.

Tuna gitmişti ama corona hala başımızdaydı. Üstelik sakin geçen yaz günlerinden sonra yeniden tırmanış eğilimine girmişti. Temmuzun 27’sinde 328.808 ile dünya genelinde o güne kadar görülen en yüksek günlük vaka sayısına ulaşılmıştı. Ağustos’un ilk günü 290.936, 8 Ağustosta 285.208, 15 Ağustosta 296.302 ve 29 Ağustosta da 288.728 idi. Yani Temmuzun sonunda ulaşılan zirve takip eden ay boyunca aşağı yukarı 300 bin’in biraz altında plato olarak devam etmiş. Yine dünyada vefatlar konusunda Temmuz ayının zirve noktası ayın 24’ünde 9.753 idi. 31 Temmuzda 6.815 olan sayı, 7 Ağustosta 6.869, 13 Ağustosta 6.968, 21 Ağustosta 6.659 ve 27 Ağustosta da 6.424 olmuş. Yani bu konuda da Ağustos ayı boyunca 6 ila 7 bin arasında bir plato söz konusu.  

Ağustos ayında Türkiyede günlük vaka sayıları açısından 1.000’den 1.500’e doğru hafif bir yükselme görülüyor. 1 Ağustosta 996, 5 Ağustosta 1.178, 10 Ağustosta 1.193, 20 Ağustosta 1.412, 25 Ağustosta 1.502 ve 31 Ağustosta da 1.587’ye ulaşmış. Ölüm sayılarında ise ayın son haftasına kadar 19 ila 24 arasında kalmışken, 27 Ağustostan (26) itibaren birdenbire bir kabarma görülüyor. (28 Ağustosta 36, 29 Ağustosta 39, 30 Ağustosta 42 ve 31 Ağustosta da 44 olmuş) Bu kabarma 55’ten aşağı düşmemek ve 75’i aşmamak kaydıyla Eylül ve Ekim aylarında da halen devam ediyor.


Pandemi elbette bir çok sıkıntıya yol açtı ama bir çok konuda da farklı alanlara açılım yaptırdı. Bunlardan biri de görüntülü görüşmeyi keşfetmemiz. Bu dönemde bol bol bu güzellikten yararlandık. En azından çocuklarımızla torunlarımızla neredeyse her gün görüşebildik. Ece kızımız, hatta Tuna bebek bile bu görüşmelere artık alıştı. Önceleri eline alıp ısırmaya çalıştıkları şeyi artık öpmeye başladılar. Çünkü dedeyi neneyi artık sık sık orada görebiliyorlar.


Hilaller ayrılıp, Oğuzhanın da İstanbula gitme vakti gelince eşim kötü olmuştu. Bu yüzden onu da oyalayacak bir fikir geldi aklıma. Oğuzhan'a Çanakkele Tekirdağ tarafından  İstanbula gider misin diye sordum. Olur dedi. Biz de ona takıldık 4 Ağustosta önce Tekirdağ Marmara Ereğlisinde yazlığında olan öğretmenime uğradık. Ne zamandır istediğimiz bir şeydi. Üstelik geçen sene de Şahap amcayı kaybetmişti. Çok memnun oldu tabi. Biz de mutlu olduk onu ziyaret etmiş olmaktan.


Oğuzhan'la Çorlu'da ayrıldık. O İstanbula gitti biz de Lüleburgaz'a. Orada Selmanın amcasının torunu vardı. O akşam neredeyse mini bir susurluklular buluşması yaptık. Gece bizi Kırklareli Öğretmenevine getirip bıraktılar. Ertesi gün 35 sene önce çalıştığımız fabrikayı, eski dostları ve bazı mesai arkadaşlarımızı gördük. 1986'nın Mayısında ayrılmıştık. Kızımız Hilal de 7 ay önce burada doğmuştu. Bir daha vakit bulup gidememiştik işte. 5 Ağustos gününü dolu dolu Kırklarelinde geçirdik. Akşam üstü bir minibüsle Edirne'ye gittik.


Edirnede Trakya Üniversitesi Uygulama otelinde yer ayırtmıştık. Ertesi sabah önce kahvaltı, sonra eski çarşılar daha sonra da Selimiye camii oldu gittiğimiz duraklar. İkindi gibi Meriç kıyısında belediye çay evinde oturduk bir süre. Ardından meşhur ciğer tavasını yedik Edirne'nin. Ulu camiinin karşısında bir çay bahçesinde oturduk bir süre.Akşam olmuştu, bir belediye otobüsüyle kaldığımız yere döndük. Ertesi sabah da Körfeze doğru yola çıkmıştık. Edirne günümüz de mutlu etmişti bizi.


Yeniden sabah yürüyüşlerine başladım. Panda kedimizle yalnız kalmıştık.  Fotoğraf paylaşımı ve görüntülü görüşmelerle çocuklarımızdan haberdar oluyoruz. Bu arada bir iki sefer kızkardeşlerimle görüştük. Eve dönüş vakti yaklaşıyordu.Bu yüzden ara ara sahile günbatımını seyretmeye gittik. Çok da güzel fotoğraf veriyor manzara.


Elmamız bu yıl pek az vermişti ama siyah şeftalimiz olgunlaşmak üzereydi. Selma hanım son günlerde arka bahçedeki fıstık çamını kestirelim diye tutturmuştu. Gerçekten de çok büyümüştü ve altında bir şey yetişmiyordu. Ancak sürekli fidan dikip büyütmek sonra da kesmek de içimi acıtıyordu. 


22 Ağustosta oğlumuz Oğuzhan İstanbuldan geldi, sevindik. Ertesi gün onunla Çamlıbel köyüne gittik. Şarlak isminde güzel bir işletme var orada akşam yemeği yedik. Ama hafta sonu çabucacık bitti. 24'ünde o da yesin diye şeftaliyi elmayı topladık. Saat 16'da Oğuzhan'ı yolcu ettik. 


Panda'ya arkada içine girip yatabileceği bir yer yaptım. Son denize gitmeleri yaptık. Aksine hava ve deniz de o kadar güzeldi ki. 29'unda elveda mahiyetinde günbatımını da seyrettik. Artık Eylülün 2'sinde Ankara'ya dönecektik. Gitmek zorundaydık torunlarımız bizi bekliyordu ama yine de bir hüzün vardı gönlümüzde. Ayın son günü aldığımız bir haber hüznümüzü dağıtıverdi. Oğlumuz Cüneyt'in son kitabı "Kuş Lokumu" çıkmıştı. O kitabın onun için ne kadar önemli olduğunu bildiğim için çok sevinmiştim.