6 Mart 2014 Perşembe

139 07 Mart 2014 Cuma 00:42 KAYIP DEFTER'den.............................Bu ülkenin çiçekleri

Bu ülkenin çiçekleri

Kültür merkezi etkinlikleri
Kültür merkezimiz açıktı ve oradaki faaliyetlerimiz sürüyordu. Kayıtlar nedeniyle iki ay başka meşguliyetler söz konusuydu. Ama kasım ayının ortasından itibaren de normal işlevine döndü. Şimdi başta kütüphane olmak üzere, öğrenci gazetesi, gezi kulübü, şiir ve tiyatro gruplarının da mekanıydı artık orası.

Özellikle Banu ve Hale ile onların ayrılmaz üçüncüsü Orhan'ı hep orada görüyordum. Galiba derslerini çalışmak dahil vakitlerinin çoğunu kültür merkezinde geçiriyorlardı. Bizim arkadaşlar da alışmıştı onlara, sanki bizden gibiydiler.

Bu arada öğrenci gazetesinin de üçüncü sayısını çıkardılar. Bizim de yardımımızla yurt bülteni gibi oldu. Yurtta değişim, bayan kuaförü açıldı, derginiz gazeteniz artık ayağınızda, terzi Yusuf hizmetinizde, Uludağ gezisi vs. gibi bütün yurt haberleri oradaydı. Ayrıca öğrencilerin şiir, hikaye ve denemeleri de yayınlanıyordu. Gazeteye sığmayan, ya da henüz yayınlanmayan pek çok haber ve yazı da panodan takip edilebiliyordu.  
Kültür merkezine uğradığım bir gün kalabalık bir gruba rastladım. Kızlı erkekli 15-20 kişi kadardılar. Ellerinde şiir kitapları vardı. Dikkatimi çekti selam verip yanlarına oturdum "Merhaba gençler ! Misafir kabul eder misiniz ?" Hep bir ağızdan "Meraba hocam, hoşgeldiniz, tabi tabi buyrun" diyerek bana hemen yer açtılar. 
Elimi uzattım, kitaplardan birini alıp baktım.  Tercüman yayıncılık tarafından Temel Kitaplar serisinde yayınlanan “Türk Edebiyatının En Güzel Şiirleri” adlı bir kitaptı. Masada ayrıca Enis Batur'un Remzi Kitabevinden çıkmış  "Perişey - Şiirler" kitabı, Gültekin Emre'nin En İyi Şiir dalında ödül almış “Düş Kuyusu” adlı kitabı, Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" adlı şiir kitabı da vardı. Diğerlerine bakamadım, daha bir sürü vardı çünkü. 
Gençler dikkatle beni izliyorlardı, dilime bir Attila İlhan şiiri geldi kendimi tutamadım, söyleyiverdim "gözlerin gözlerime değince / felâketim olurdu ağlardım / beni sevmiyordun bilirdim / bir sevdiğin vardı duyardım / çöp gibi bir oğlan ipince / hayırsızın biriydi fikrimce / ne vakit karşımda görsem / öldüreceğimden korkardım / felâketim olurdu ağlardım" 
Masadan bir sevinç dalgası yükseldi "Hocam, harikasın kimin bu şiir ?" dedi birisi. "Attila İlhan'ın, onun galiba üçüncü şahsın şiirinden aklımda kalmış" dedim gülümseyerek. "Asıl siz harikasınız. Konu şiir ve siz gençler olunca bravoyu asıl siz hakediyorsunuz. Ne güzel bir grup bu böyle."  Karşımda oturan orta boylu, gözlüklü, kumral güleç yüzlü genç kız cevap verdi bana "Hocam, benim adım Seval, Eğitim Fakültesi Edebiyat öğrencisiyim.  İnanın şu an çok sevindik. Şiir seven, şiir konuşan bir müdürümüz olduğu için ne mutlu bize. Ayrıca bize bu ortamı sağladığınız için de teşekkür ederiz." 
Gruba baktım hepsinin gözleri ışıl ışıldı, bu kızı önemsedikleri, saydıkları da belliydi. "Rica ederim, başka yapabileceğim bir şey varsa söyleyin." Ayrılmak üzere ayağa kalkmıştım, tek tek ellerini sıktım. Bu arada onlar da isimlerini söylediler sırayla. Son olarak Seval yanıma yaklaştı "Hocam, acaba bir şey istesek çok mu olur ?" Temiz yüzlü asil görünüşlü bir kızdı, ne isteyebilirdi ki ? Gene de şakaya vurarak cevaplandırdım "Ne isteyeceğine bağlı." 
Diğerleri de etrafımızda, konuşmamıza dikkat kesilmişlerdi, kelimeleri seçerek özenle konuştu "Hocam, biz görüyorsunuz şiir seven okuyan bir grubuz. Yurtta çok sayıda bizim gibi arkadaşımız olduğunu da biliyoruz. Acaba bize izin verir misiniz bir akşam burada bir şiir gecesi yapsak." Aslında bu teklif beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Neticede yurt etkinliklerimize bir yenisini daha ilave edecek, havayı daha da yumuşatacaktık. Bu sürdürdüğümüz değişim gayretlerine farklı bir renk ve lezzet katacaktı şüphesiz. Ayrıca sadece bu gençlerin kalbini kazanmak bile buna değerdi. 
Gözüm kültür merkezinde sosyal etkinliklerle görevli yönetim memuru Fikret'i aradı. "Buyrun müdür bey" baktım, Fikret biz konuşurken yanımıza gelmiş, şimdi de benim hemen yanı başımda dikiliyordu. Zeki çocuktu, durumu çoktan anlamış olmalıydı. Yine de sesimi grubun da duyabileceği şekilde yükselterek Fikret'e talimat verdim.
"Fikret bey, bak arkadaşlar bir şiir gecesi düzenlemek istiyorlar. Benim için uygundur, yardımcı olalım onlara. Ayrıntıları sen konuş, Müdür yardımcısı Mustafa beyle de istişare et. Gönlümüz şiire susamış, en kısa zamanda bir şiir ziyafeti çekti canım."  Kısa süreli bir alkış sesi takip etti sözlerimi. Vedalaşıp ayrıldım kültür merkezinden. Banu, Hale, Orhan ve iki arkadaşı da uğurlayanlar arasındaydı. Görünüşe göre onlar da mutlu olmuşlardı bu küçük alışverişten.
Şiir gecesinin yapılacağı gün benim için oldukça gergin ve yoğun geçmişti. Bir an evvel oturup dinlenmek, işle ilgili hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Arkadaşlarım bana geceyle ilgili ayrıntıları anlattıklarında aslında hiç bir şey duymuyordum. Sadece hazırlıkların tamam olduğu ve gidebileceğimi anlamıştım. Biri bayan iki yardımcım, Fikret ve üç yönetim memuruyla salona girdik. Salon doluydu, aşağı yukarı 150 kişi kadardılar. Bizi alkışladılar girerken. Seval ve arkadaşları ise özenle giyinmiş, gelenleri karşılıyorlardı. 
Ön tarafta bizim için hazırlanmış sandalyelere oturduk. Sunucu da Seval'di. Kısa bir açışla beni mikrofona davet etti. Pek tadım yoktu ama galiba birkaç kelime etmem lazımdı. Alkışlar eşliğinde mikrofonu elime aldığımda salonda çıt çıkmıyordu. Önce birkaç bildik selam kelam hoş geldiniz gibi kelimeler döküldü ağzımdan. Durdum, derin bir nefes aldım. Sonrasında bir çağlayan gibi yüreğimden gelip dudaklarımdan dökülen şu mısralar işitildi mikrofondan: 
"Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? / Sevmek için güzele mi bakmalı? / Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? / Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? /  Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? / Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? / Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? / Solması için gülü dalından mı koparmalı? / Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? / Öldürmek için silah, hançer mı olmalı? / Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı? " Şiir bittiğinde salon alkıştan inliyordu. 
Bu coşkun tezahürat arasında "Hepinizi gözlerinizden öpüyor, gecenizin hayırlı olmasını diliyorum" şeklindeki son sözlerimin duyulduğunu hiç sanmıyordum. Mikrofonu Seval'e verdim, dönüp yerime oturdum. Alkış dakikalar sonra bittiğinde Seval yeniden havalandırdı salonu. "Müdürümüze çok teşekkür ederiz. Victor Hugo'nun -Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?- adlı şiirini paylaştı bizimle.
O gece gerçekten manen yeniden şarj oldum denilebilir. Eski yeni birçok şairden parçalar okundu. Hatta divan edebiyatının seçkin eserlerinden de örnekler vardı aralarında. Küçük bir de yarışma yaptılar. Kendi şiirlerini okuyan 7 kişiden en çok alkış alan ilk üçüne birer şiir kitabı hediye edildi. Ardından salonun coşkun alkışlarıyla bir kez daha ödüllendirildiler.
İki saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Gece bitip oradan ayrılırken, dinleyicilerden bir çok öğrenci bize tekrar tekrar teşekkür edip sevgi gösterisinde bulundular. Süleyman ve arkadaşları da aralarındaydı. Tabi Orhan, Banu ve Hale de. En son Seval'in elini sıkıp vedalaşırken onun gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. İçimden onu alnından öpmek geldi, fakat kendimi tuttum. "Hoşçakalın, güzel insanlar" diyebildim ancak.

Dayanışma gecesi
İnsan beş bin kişilik bir ailede yaşasaydı herhalde hayatı çok renkli olurdu. Onun gibi bu yurtta da herkesin, her grubun bir hikayesi, bir aorası vardı. Bir gün üç öğrenci geldi odama. Beni Bursa'da bir geceye davet ettiler.

Çerkez kökenli gençlermiş. Bir kafkasya dayanışma ve folklor programına katılmamı istiyorlardı. Biraz konuştuk, bizi çalışmalarımızdan izliyor, yaptıklarımızı beğeniyor ve destekliyorlarmış. Aralarında olmam onları memnun edecekmiş.

Zaten Pazartesi günü sömestr tatiline girilecekti. Yurdun yarısı Cuma gününden memleketine gitmişti. Kendimi yorgun hissediyordum ama onları da kıramadım.
Çekirge semtinde bir düğün salonuydu adres. Kapıda beni tanıdılar ve alıp önde bir masaya götürdüler. Masada on kişi kadar vardılar. Hepsi benim öğrencimmiş. İçlerinden bazılarını hatırlıyordum ama, doğrusu hiç bugüne kadar bire bir tanışıp, görüşmemiştik. Tek tek kendilerini tanıtıp hoş geldiniz dediler. Olağanüstü saygı ve konukseverlik gösteriyorlardı. 
İçlerinden iki kız ve bir delikanlı kafkas kıyafeti giymişlerdi. Ekipte görevliymişler. Benim de nereli olduğumu, kökenlerimi merak ediyorlardı. Çerkez değildim ama, benim aile büyüklerimin de 93 savaşı denilen günlerde Bursa Balıkesir taraflarına göç etmiş olduğunu anlattım. Daha da sevindiler.


Onlar da aynı acılı yıllarda vatanlarını deniz yoluyla terk etmiş ailelerin torunlarıydı. Çerkez halkı, aynı Rus zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmış diğer Müslüman topluluklarından sadece biriydi. İşte bu gençler o büyük göç sırasında Karadeniz’de ağır kayıplar vermiş, Samsun taraflarında sahilde hastalıktan kırılmış bir neslin bu topraklarda yeniden kök salmış fidanlarıydılar. 


Doğal olarak geçmişlerini, kökenlerini, dillerini ve kültürlerini unutmak istemiyorlardı. Ben de onların bu hassasiyetlerine, bağlılıklarına saygı duydum.  Bir dernekleri varmış ve her yıl bu etkinlik yapılırmış. Bana, o gece için yapılmış yiyecek ve içeceklerden ikram ettiler. Benimle sohpet etmeleri güzeldi ama ne de olsa onlar gençti. Müzik çalmaya başlayınca duramıyorlardı. Baktım nöbet gibi mutlaka ikisi yanımda kalıyor, benimle ilgileniyor diğerleri oynuyorlardı. Biraz sonra bir başka iki kişi geliyor, berikiler oyuna kalkıyorlardı. 
Onların yüzüne baktığımda güzel, renkli, acılı memleketimin özetini de görür gibi oldum. Hepimiz dört kıtadan Anadolu topraklarına sıkışmış Osmanlı bakiyesi bir millettik. Ayrımız gayrımız yoktu ve işte bu gençler gibi ülkemizin insanları da bin bir dağdan derlenmiş çiçekler gibiydiler. Her birinin kendine has ayrı kokusu, tadı ve görüntüsü vardı. Bu yüzden seviyordum ülkemi. 
Karadenizlisiyle Egelisi, Çerkeziyle Gürcüsü, Türküyle Kürdü, Manavıyla Muhaciri hepsi bir bağın farklı meyveleriydiler. Ama hepsi bir arada lezzetli, hepsi bir arada anlamlıydılar. Kirazın tadıyla eriğinkisi bir olur muydu, ya yemişle armudun lezzeti ? Üzüm bir olur muydu fındıkla ? Rabbim hepsini ayrı güzellikte yaratmıştı. Yine de onlara anlam, renk ve lezzet katan aynı bağın bostanı olmaları değil miydi? Kökleri farklı olsa da neticede bu topraklarda yeniden filizlenmiş, aynı suyla boy atmış, aynı havada nefes alıp vermiş insanların çocukları değil miydi bu gençler ?
Her şey tadında güzeldir. Artık kalkma zamanı gelmişti. Müsaade istedim, hepsi beni arabama kadar uğurladılar. Davetlerine gelmiştim, mutluydular. Ben de memnundum, zira bu gençlerle de tanışmış, konuşmuştum. Onlar artık benim sadece öğrencim değil, kardeşim ve dostumdular da.
 
 











138 07 Mart 2014 Cuma 00:42 KAYIP DEFTER'den.............................Geleceğe ekilen tohum

Geleceğe ekilen tohum

Spor salonunda tekvando 
Geçirdiği tadilattan sonra Uludağ Üniversitesi Beden eğitimi bölümü eğitimine kapalı spor salonumuzda devam ediyordu. 

Bu öğrencilerin yurda giriş çıkışları sorununu da kendi kartlarında basit bir etiketle halletmiştik. Okul gündüzleri, biz akşamları ve hafta sonları salonu kullanacaktık. 

Böylece, hem salon atıl durumda kalmamış, hem de sürekli bakım ve güvenliği teminat altına alınmış oluyordu. 

Bir grup öğrenci salonda taekwondo çalışmak istedikleri zaman memnuniyetle kabul ettik. Çünkü, her alanda ve her grupla hizmet etkileşimi içinde olmak artık değişmez politikamız olmuştu. Bu yüzden gelenler E Blokla ilişkili olduklarını saklamadılar. Biz de bu talebi o grubun yurdun sosyal faaliyetlerine katılma isteği olarak gördük. Mümkün oldukça hemen her gruba önemsedikleri sosyal, sportif ve sosyal etkinlikler için izin vermeyi zaten düşünüyorduk. 

Bunun nedeni çok açıktı. Böylece yurtta özel bir denge kurulmuş ve tüm grupların genel iyileşmeye katkıları sağlanmış olacaktı. Ayrıca, her birinin içgüdüsel olarak kendilerine sağlanan bu imkanları koruma gayreti içinde olacaklarına da emindik. Sonuçta bu sinerji yurttaki genel ortamın sürdürülebilirliğinin de bir tür güvencesi haline gelecekti.  

İyi niyetimi göstermek için büyük kızım ve oğlum da çalışmaya dahil oldular. Anlaşmaya göre, taekwondo çalışması haftada üç gün akşamları saat 19.00 ile 21.00 arasında gerçekleşecekti. Bu sürede çalışmaya refakat edecek Yönetim Memurlarımız da nöbet usulü orada bulunacaklardı. 

Çalışma bu şekilde başladı. İlk günler 20 kişi civarındayken, ikinci hafta bu sayı 40'a çıktı. Birkaç defa ben de gidip çalışmayı izledim. Hocaları Vedat iyi bir gençti. Tıp Fakültesi 4. sınıf öğrencisi karakteri sağlam, inançlı bir milliyetçiydi. E Blok liderleri arasında değildi ama kendisine saygı duyuluyor, sözü dinleniyordu. Birkaç kez toplu ortamlarda, gerginlik saatlerinde arkadaşlarını teskin ettiğini görmüş, çözümcül yaklaşımları dikkatimden kaçmamıştı. Kemal'in grubuyla da iletişim halindeydi. Öğrendiğinde o da memnun olmuştu çünkü, böyle bir spor faaliyetine destek vermemize. 

Bir gün, idare merdivenlerinde duruyordum. Sanırım ön taraftaki çimlerin biçimi yapılıyordu. Vedat da iki arkadaşıyla okuldan geliyorlardı. Selam verdiler, selamlarını aldım "Nasılsın Vedat ? Çalışma nasıl gidiyor ? " diye sordum. Hemen yanıma geldi "İyiyim hocam, sağolun. Çalışma şimdilik iyi gidiyor. Sınav zamanı düşer diye düşünüyordum ama hiç 30 kişinin altına inmedik. Sizin çocuklar da iyi maşallah. Sayenizde biz antrenman yapmış, yeni yeni gençler de bu spora ısınmış oluyorlar. Bize bu imkanı verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.

Elimi omuzuna vurdum dostça "Rica ederim Vedat, keşke senin emeğinin karşılığını da verebilsek. Ama, bu yıl olmadı inşallah seneye" diye cevap verdim. "Yok hocam, ne gereği var. Ben bu işi severek gönülden yapıyorum. Hem kendi sağlığım için de yararlı" diye hemen itiraz etti teklifime. "Peki Vedat, sen de sağol. Yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyle olur mu ?" dedim usulca, gözlerine bakarak. 

Elimi sıktı iki eliyle "Tamam hocam, hoşça kal" dedi dönüp arkadaşlarına yetişirken. 
Sevmiştim bu delikanlıyı, adam gibi adamdı.

Yek mume, dü mume..
Akşam saati geç vakit odamda çalışıyordum. Bir davul zurna sesi geldi kulağıma. Zaten yorulmuştum, elimi yüzümü yıkayıp biraz dolaşmalıydım.  Bu ses bahane olmuştu kalkmama. 

İki bina arasındaki geçiş basamaklarında nöbetçi Yönetim Memuruyla karşılaştım "Ne oluyor, ne bu ses ?" 

Yönetim memuru kızardı "Müdürüm şeyy..şeyler halk oyunu oynuyorlar." Anlamıştım, yine de üstüne gittim memurun. "Nasıl izin verirsin, nasıl mani olmazsın bu şeyylere ?" Kelimeyi onun bam teline bastıra bastıra vurgulamıştım. "Ama müdür bey, siz demiştiniz ki ? Hani siz görüşmüştünüz ya ? Ondan bu şeyler gelmiş işte" artık teklemeye başlamıştı. Milliyetçi bir çocuktu, o grubun adını bile anmak istemiyordu belli. İçten içe bana kızdığını da biliyordum. Daha fazla sıkıştırmaya gelmezdi. "Tamam Ergün. Gel bakalım bu şeyyler ne yapıyorlarmış."

Güneydoğu grubuna şimdilik idarenin yanındaki boş kafeterya binasının üst katını vermiştim. Kemal'le Halil gelip aracılık etmişlerdi. Kısa boylu, esmer, siyah gözlü, kalın bıyıklı biriydi getirdikleri. Yurtta Halk Oyunu çalışabilmeleri için izin ve yer verilmesini istiyordu. Bu şekilde tanıştım Selahaddin'le. Biraz da konuştum öteden beriden. Aslında sadece izin istemiş olmaları bile önemliydi benim için. Zira bu daha önceleri hiçbir şekilde yapmadıkları bir şeydi. 

Yine de grubu ne kadar temsil ettiğini, etkisinin ve liderliğinin ne olduğunu anlamam gerekiyordu. Geçen yıldan bu yana onlarla birkaç kez temasımız olmuştu. Ama her seferinde bir başkasıyla karşı karşıya kalmıştık. Anlaşılan bu "Şeyy.." grubunun eş başkanları çoktu. Ama deneyimlerim bir şeyi bana açıkça göstermişti; bunlar bir şeye söz verdilerse yapıyorlardı. Ne fazla ne eksik, sadece sözlerini. Kurulan ilişkiyi sulandırmıyorlar, konuşulan mevzuyu başka işlerle karıştırmıyorlardı.

Salona girdiğimizde "Yek mûmik, du mûmik, sê mûmik /Çar mûmik, çarde mûmik/ Serê malê misqalik/ Bûk li zavê bimbarek ha nînna/ Ha nînna heyra nînna" diye çalıp söyleniyor, halay çekiliyordu. 

Başlarında Selahaddin, yaklaşık 25 kişi kadardılar. Selahaddin yurt öğrencisi olmadığı için kendisine görevli kartı vermiş, davul zurnacıların da onunla birlikte ziyaretçi kartı alarak girebilmelerini sağlamıştık. Bizi görünce bir el işaretiyle davulu susturdu. Oyun da anında durdu tabi. Yanımıza geldi ve merakla "Hayrola Müdür bey, bir şey mi var ?" dedi. 

"Yok, yok Selahaddin. Sesinizi duyduk da, öyle bakmaya geldik" dedim gülerek. Pek tatmin olmamışa benziyordu. Açıklama ihtiyacı hissetti "Bu türküyü bilirsiniz sizin -bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur- diye bildiğiniz türkü. Oynadığımız da halaydır." Tamam" dedim" Selahaddin, oynamaya devam edin siz." 

Seyirci birkaç öğrencinin yanına oturduk. Halil de onların arasındaydı "Sen neye oynamıyorsun Halil ?" dedim göz kırparak. Halil hemen oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Biraz aksıyordu "Müdürüm ben top oynarken ayağımı incitmişim. O yüzden bu hafta oynayamıyorum." Davul zurna yeniden çalmaya başladı, bu sefer türkçe söylüyorlardı "Bir mumdur iki mumdur üç mumdur / Dört mumdur on dört mumdur /Bana bir bade doldur /Bu ne güzel düğündür ha ninnah/ Ha ninnah ha ninnah"

Gülümsedim, Ergün'e dönüp laf attım "Bak Ergün seni görünce değiştirdiler. Nasıl da korkutmuşsun adamları." Ergün kaçamak bakışlarla Halil'e baktı, ama o da gülüyordu. Sonunda nihayet kendisine takıldığımı, şakadan sıkıştırdığımı anladı da bu sefer hep birlikte güldük. 

Güney doğulu öğrenciler bu etkinliğe fırsat buldukça devam ettiler. Biz de onların bu birlikteliklerine zaten boş duran bu salonda müsaade ettik. Bu şekilde ben, zaten önleyemeyeceğimiz şeyleri "izinsiz" suçlamasıyla karşıma almaktan kurtuluyor, onlar da halay çekip türkü söylemeyi kavga etmeye tercih ediyorlardı. 

Zaman zaman sert bir şekilde karşı karşıya geldiğimiz de oluyordu tabi. Ancak artık hiçbir şey eskiden olduğu gibi birbirinden kopuk değildi. Konuşabiliyor, birbirimizi dinleyebiliyor ve sessiz bir ateşkes uygulaması sürdürebiliyorduk. Ben ona "Şarkın aslanı Selahaddin ! " dedikçe, o da bana  "paşnavê min eyyubî ye (soyadım eyyübidir) diye cevap verir olmuştu. 

Şimdilik, Halil, Selahaddin ve davul zurna sesinin yurttaki barış için katkısı büyüktü.

Fidan dikme töreni
Yurdun kuzey doğusunda, lojmanlardan aşağı inen yolun sol tarafı bir koruluktu. Sanırım şantiye binaları buradaymış. Ancak, yurt inşaatından bu yana da bakılmamış ve mezbelelik halinde kalmış.  

Zaman zaman fundalık arasında içki şişeleri ve çöpler buluyoruz. Demek izbe ve karanlık olan bu yerler bazen farklı amaçlarla da kullanılabiliyordu. 

Ne zamandır burayı temizlemeyi, ağaçları meydana çıkarmayı ve boş kısımlara da fidan ekmeyi düşünüyordum. mesela lojmanların önündeki bakımsız alan da çocuklar için oyun bahçesi olabilirdi. Ancak, hem belli bir masraf gerektiriyordu, hem de vakit bulup oralara iş gücü ayıranıyorduk. Bir vesile olmalı, bir zorunluluk bu işi olmazdan olura çevirmeliydi.

Nihayet böyle bir fırsat Mart'ta ağaç dikme törenleri dolayısıyla elime geldi. Valilik, Üniversite ve diğer kamu kurumları her yıl Mart ayında fidan dikme etkinlikleri düzenlerler, hatıra ormanları yapılırdı. 

Bu yıl da böyle bir hazırlık duyduğumda hemen harekete geçtim. Özellikle Üniversite, Valilik ve Tömer'e yurttaki bu alanın dikim töreni için uygun olduğunu anlattım. Hatta bu etkinliğe Türki Cumhuriyetlerden gelen öğrencilerin katılabileceğini de önerdim. 

Mesela onların da katılımıyla dikilen fidanlar küçük bir "Türki Cumhuriyetler hatıra ormanı" olabilirdi. Ancak, alanın tören için düzenlenmesi gerekiyordu ve bunun için yardım istiyordum. Tören Ramazan bayramının hemen sonrasında 4 Nisan Pazar günü yapılabilirdi.

Stratejim kabul gördü ve Spor salonunun arkasındaki küçük alan tören için uygun bulundu. Ramazan bayramının ardından Valilikten iş makinaları gelip çalışmaya başladılar. Belediyeden de onlarca kamyon toprak geldi. Ben de elimdeki imkanları seferber edip, yukarıdan aşağı bütün o alanın yeniden düzenlenmesine odaklandım. Bu arada firma elemanlarını da mesai saatleri dışında, çıkacak odun karşılığı koruda çalışmaya ikna etmiştim. 

Bir hafta içinde orası temizlendi. Ağaçlar budanıp meydana çıkarıldı. Çocuk bahçesi düzlenip taze toprak yayıldı. Ağaç dikilecek alan hazırlandı. Türki öğrenciler tören için bilgilendirilip, motive edildi. Fidanlar getirildi. Tören programı yapıldı, pankartlar yazıldı, davetli listesi ve ikram işi tamamlandı. Alanımız artık ertesi sabah yapılacak fidan dikim törenine hazırdı.

Sabah başta Vali, Rektör, Alay komutanı ve Belediye Başkanı olmak üzere Tömer Müdürü A. Şerif İzgören ve pek çok daire müdürü geldiler. Alanı dolduran Türki öğrenciler böyle bir etkinliğe katılmaktan dolayı sevinçliydiler. Ben kısa bir konuşma yaparak konuklara hoş geldiniz dedim. Yurtta başardığımız işlerden, yabancı öğrencilerle ilgili hizmetlerimizden bahsettim. Özellikle Tömer ve Üniversite işbirliğimizden de övgüyle söz ettim. Diğer kurumlara da desteklerinden dolayı teşekkür etmeyi ihmal etmedim. 

Benim ardımdan bir Kazak öğrenci konuştu, sonra da Rektör ve Vali. Bu arada misafirlere meyve suyu, çay, kahve ve kuru pasta ikram edildi. Sıra fidan dikmeye gelmişti. Hep birlikte toplam 100 fidan diktik o alana. "Türki Cumhuriyetler hatıra ormanı" levhasını da yerleştirdik hep birlikte. 

Misafirlerimizi yolcu ederken yorgun ama mutluydum. Güzel ve bereketli bir etkinlik olmuştu. Bir hamleyle birden çok netice almıştım çünkü. Protokol için belki rutin bir tören, geleneksel, sembolik bir işti. Ancak, Tömer müdürü için, Türki öğrenciler için bu etkinlik çok daha fazlasıydı. Beden Eğitimi Bölüm başkanı da mutluydu, çünkü salonun arkası şenlenmişti. 

Yardımcılarım memnundu, zira hemen hemen hiç masrafsız, il çapında bir organizasyonu kazasız belasız atlatmışlardı. Özellikle lojman personelinin bu işe çok sevindikleri de belliydi. Nihayet çocukları için bir oyun alanı olabilecekti. Üstelik önlerindeki karanlık bölge de artık daha aydınlık, temiz ve bakımlıydı.

Lojmanlara doğru yürürken ben de çok mutluydum. Kafamdaki düşünceyi hayata geçirmiş, yıllardır el sürülemeyen bu alanın ıslahını başarmıştım. Üstelik olmaz denilen, çok masraflı olur denilen, yurtta onca gaile varken buraya mı bakacağız denilen zorlukları da aşarak. 

Temizlenince gördük ki burada eski bir voleybol sahası varmış. Şantiye çalışanlarından kalmış, ancak zamanla üstü otlarla, çer çöp ve fundalıkla kapanmıştı. Sonuçta tümüyle ortaya pırıl pırıl bir eser çıkmıştı işte. Yurdun kuzey doğusunu çevreleyen, hatıra ormanıyla birlikte bizden sonrakilere kalacak yeşil bir kuşak. Spor alanlarının yanı başında, onlara yakışan, renk ve sağlık katan bir kuşak.  

Artık bu bölgede duvardan atlayıp yurda giren çıkan gölgeler olmayacaktı. Artık, sık ağaçlar ve fundalık arasında yakışıksız şeyler yaşanmayacaktı.



137 07 Mart 2014 Cuma 00:42 KAYIP DEFTER'den.............................Kantinde konser

Kantinde konser

Şenlik var !
Kantinin yeni haline çok emek vermiştik. Üstelik riskliydi de yaptıklarımız. Bir çok kimse böyle bir ortamda manavın, gazete dergi satıcısının, terzinin yaşayabileceğini sanmıyordu.

Hatta bir tek olay, bu güzelliklerin sonu olabilirdi. O yüzden sık sık kantinde dolaşmaya çıkıyordum.

Bu hareketim, yasa dışı grupların toplaşması, ya da gerginlik çıkaracak türden zıtlaşmalar için de uyarıcı oluyordu. 
Öğrencilerle bire bir tanışmak, konuşmak da apayrı bir kazançtı tabi benim için. Yaptıklarımı anlatma fırsatı buluyor, onlardan da çok şey duyup öğreniyordum. Ayrıca, benim bu yakınlığım ve sık sık orada görünmem, kantinde görev yapmaya alışık olmayan yönetim memurları için de moral oluyordu. Başlarda odasında bulamadığım memurlar, benim bu ısrarlı geliş gidişlerim üzerine yerlerinden ayrılamaz oldular. Tabi orada olmaları,  yeni kantin ortamının işlerliği ve düzeni için başlı başına bir güvenceydi. 
Böyle bir dolaşma sırasında kenarda toplanmış küçük bir grupla tanıştım. Daha doğrusu kulağıma gelen bazı sesler üzerine, o tarafa yöneldiğimde karşılaştım onlarla. Ellerinde gitar, org, flüt ve bazı perküsyon aletleri hoş bir pop müzik parçasını çalmaya uğraşıyorlardı. Selam verdim, tanıdılar. Ayağa kalkıp karşıladılar beni. "Nasılsınız gençler, hayrola orkestra mı kurdunuz ?" Gitar çalan genç "Yok hocam, öyle çalışıyorduk işte. Stres atıyoruz" diye cevap verdi telaşla. 
Sanki yanlış bir şey yapıyorlar da suçüstü yakalanmışlar gibi tedirgin olmuşlardı. "Yaa, yurtta böyle bir orkestra olsa ne güzel olurdu aslında" diye üstüne gittim otururken. Flüt çalan kız öğrenci merakla sordu "Hocam, izin verir misiniz peki ?" Hepsinin gözleri merakla üstüme çevrilmişti, güldüm. "Elbette veririm, hatta yardım bile ederim. Ne demek ?" Küçük gruptan bir sevinç uğultusu çıktı. Gitar çalan çocuk inanamamıştı "Nasıl yani, şimdi siz bize yardım mı edeceksiniz ?" 
Yönetim memuru Hüseyin ile kantinci Özkan tepemizde bitmişti "Müdürüm ne içersiniz, ne ikram edelim ?" "Sor bakalım gençler ne içerler, ben de bir kahve alırım, orta olsun" dedim Özkan'a. Gençler rahatlamıştı, çay istediler. Yönetim memuruna da yanımdaki boş sandalyeyi işaret ettim, oturdu. "Hüseyin bey, bizim depodaki aletler çalışıyor mu ?" "Bildiğim kadar çalışıyor olması lazım Müdürüm. Yalnız en son iki sene önce kullanılmıştı."
Gençler konuşmaya dikkat kesilmişlerdi. "Onları bu gençlere gösterin bakalım, kullanılabilirler mi. Şayet çalışıyorlarsa bir orkestramız olur fena mı ?" Masadan bir alkış sesi yükseldi. "Durun bakalım yavaş olun gençler. Olup olmayacağını bilmiyoruz." Yönetim memuruna döndüm "Neden kullanılmadı iki yıldır ?" Yönetim memuru yüzünü buruşturdu "Olaylardan ötürü müdürüm. Kimsenin müzik filan aklına gelmedi ki, onlar da depoda öylece kaldı." 
Kahve ve çaylar geldi. Bu arada karşılıklı tanıştık. Gitar çalan gencin adı Fikret'miş, kızın adı da Nermin. Üçü kız, toplam yedi kişiydiler. Hepsi iyi çocuklara benziyordu. Derken sohbet koyulaşmıştı. Onlar benden, ben de onlardan pek çok şey sormak istiyorduk. Karşılıklı konuşurken düşündüm ki yurtta böyle bir çok yetenekli genç olabilir. Müzik gençler için spor gibi, eğlence gibi bir ihtiyaç. Neden olmasın ? Mesela neden bu gençlerle başlayıp, yurtta enstrüman çalan ya da sesi güzel olan gençlerle devam etmeyelim ? Kurslar düzenlesek, hatta konserler versek ? 
"Konser" lafı bu arada benden mi çıktı, yoksa onlar mı istedi bilmiyorum. Ama, birdenbire yurtta bir konser fikri üzerinde konuşuyor bulduk kendimizi. Dedim ki "gençler şurda bir depo var. Onu boşaltmayı düşünüyorum zaten. Birlikte bakalım mı ? Belki orada çalışabilirsiniz." 
Gençler gezdiğimiz sağdaki ilk salonu beğendiler. Çalışma ne demek, hatta burada küçük konserler bile verilebileceğini söylediler. Soldaki salonsa onları çok şaşırtmıştı. Nasıl olup ta bu kadar sandalyenin kırılmış olabileceğini akıl edemiyorlardı. Üstelik bunların çıkan olaylarda kullanıldığını söylediğimizde kızlardan çığlık atanlar bile oldu.
Yeniden oturduk. "Gençler" dedim "biraz çalsanız da kulağımızın, gönlümüzün pası silinse." Aralarında kısa bir bakışma oldu, gözleriyle anlaştılar. Biraz sonra Nermin'in güzel sesiyle "devlerin aşkı" şarkısının o son derece etkileyici müziği dolmuştu kulaklarımıza. "uykusuz gecenin ortasında / düşüncelerim sana tutsak / her şeyi kabullenmem çok zor / güneş aydınlıkta doğacak / devlerin aşkı büyük olur / yada ağlar yerle bir olacak / ya kıyametler kopacak  / yada dünyam batacak  / senden öyle ayrılacağım …."
Şarkı bittiğinde etrafımızdan kuvvetli bir alkış sesi geldi. Baktık biz şarkı dinlerken etrafımızda hayli bir kalabalık birikmiş. Çocuklar başta biraz tutuktular ama, sonra açılmışlardı. Gerçekten iyi çalıyorlardı. Nermin de son derece başarılıydı. O gün bize 5-6 şarkı çalıp söylediler. Biz de bu mink konserde tempo tutup eşlik ettik. Keyifli bir gündü, ayrılırken ilk fırsatta, ama, bu defa adamakıllı bir konserde yeniden birlikte olmaya kavilleştik. 
Kantinden çıktığımızda yanımızda iki müdür yardımcısı, üç de yönetim memuru vardı. Yanımızdan hızla kantine geçen bir gruptan duyduğumuz şey bizi daha da neşelendirdi. Gençler kantine doğru hızlanmış, aralarında konuşuyorlardı "Kantinde şenlik varmış !", "Yok oğlum, konsermiş", "Konser mi varmış ? Yok ya ? Nasıl yani ?", "Valla billa, demin Murat söyledi" , "Hadi gidip bakalım, koş !"

Yurtta konser
Müzik grubu yeni açtığımız salonda çalışmalarına devam ediyordu. Arada uğrayıp durumlarına bakıyordum.

Yalnızca elektro gitar tamir edilememiş, diğerleri sorunsuzdu. Kendilerine ait bir gitar, flüt, keman ve bazı perküsyon aletleriyle şikayet etmeden hazırlıklarını sürdürüyorlardı.

Son gidişimde izin verirsem  konseri yılbaşından önce yapmak istediklerini söylediler. 
İki aydır çalışıyorlardı. "Hazır mısınız ? " dedim. "Bu işin sonu yok, böyle bir salonda kendi arkadaşlarımızla biz bize olacağız. Yapabiliriz" dediler. "İyi öyleyse" dedim bir Cuma günü akşamı için anlaştık. Daha on gün vardı, son hazırlıklarını yapabilirlerdi.
Konsere üç gün kala ziyaretime geldiler. Kendi elleriyle bir davetiye hazırlamışlar, beni aralarında görmek istiyorlardı. Hoşuma gitti, duygulandım "Tamam" dedim. "inşallah, yalnız ailemle geleceğim, dört kişi olacağız ona göre." Buna daha çok sevindiler tabi. Biraz işin teknik tarafını konuştuk, kaç sandalye gerekir, ışık, ses ve güvenlik gibi. 
Anladığım kadar salon ancak 70 kişi alabiliyormuş. Konsere katılacaklar herkesin yakın arkadaşlarıymış. Aralarında organize olmuşlar,. Sahnede olanların dışında ses, ışık, havalandırma, oturma düzeni ve güvenlik konularında işleri paylaşmışlar. Bazı arkadaşları da salon kapısı önünde ve kantinde görev yapacaklarmış. 
Kantinde sadece iki yerde dosya kağıdı ebadında ilanları olacakmış. Onun dışında işi büyütüp genellemeyi düşünmüyorlarmış. Bizden de bir güvenlik görevlisi ve iki yönetim memuru istediler. Konser sonuna kadar kantin içinde kalsın diye.
Anladım ki, onlar da kendilerince tedbirli olmak istiyorlar. Başımıza gelen onca sıkıntıdan sonra yurtta böyle bir etkinlik olabileceği fikri bile başlı başına bir riskti zaten. Ama başarmalıydılar, aksi halde daha büyüğü, daha iyisi nasıl yapılacaktı ? Yurttaki değişim bütün alanlarda hissedilmeli ve görülmeliydi. Onlarda böyle de bir katkı gayreti gördüm ben. 
O halde biz de elimizden geleni yapmalı, bu konser sorunsuz gerçekleşmeliydi. Hatta kişisel olarak bu konserin yapılmasına bizzat güvence olmalıydım. Varsa tereddütlerin giderilebilmesine yardımcı olur diye konsere ailemle katılmaya karar verişim bundandı.
Yardımcılarım ve ilgili memurlarla bir toplantı yaptım. Yapmamız gerekenleri konuştuk. Telaşa vermeden Jandarmaya da haber vermeliydik. Bir manga asker çağrılacak, ancak komutan ve askerler idarede misafir edileceklerdi. Bunun için de bir müdür yardımcım idarede görevli olacaktı. Bu hem bizimle iletişim, hem de misafirlerle ilgilenmek için zorunluydu.
Konser günü geldi. Lojmandaki telefonla yardımcımdan bilgi aldım. Kantin sakin, konser salonu dolmuş durumdaydı. Biz de eşim ve iki çocuğumla hazırlanıp aşağıya indik. Kantine girdiğimizde bizi kapıda görevli yönetim memurları karşıladı. Ayak üstü onlardan da bilgi aldım. 
Hayret verici bir şekilde militan gruplar ortada gözükmüyorlardı. Diğer öğrenciler de normal hareketlilik içindeydiler. Yemeklerini yiyip çıkıyorlar, ya da çay içiyorlardı. Demek ki, konser yapılacağı duyurusu abartılmamış, gençler aşırı uyarılmamıştı. Salonun kapısına geldiğimizde yerimize kadar bize iki öğrenci eşlik etti. Salon dolmuş, kapının önünde ve duvar kenarlarında ayakta öğrenciler sıralanmışlardı. Işıklandırılmış sahnede orkestra yerini almış, akort sesleri geliyordu. 
Biz ancak öne geçip yerimize otururken fark edildik ve bir alkış seliyle karşılandık. Eşim ve çocuklarım oturdular. Ben de elimle selam verip sessizce yerime yerleştim. Konuşma filan istememiştim.
Konser başladı. Başta heyecanlı görünüyorlardı, ancak ikinci şarkıdan sonra canlandılar. Gözleri ışıl ışıldı, mutluydular ve başaracaklardı. Bunu her hallerinden anlamak mümkündü. Gayet de güzel gidiyor, coşkularını salona da yansıtıyorlardı. Öğrenciler de hep bir ağızdan şarkılara katılıyor, bitince de esaret verecek şekilde alkışla arkadaşlarına destek oluyorlardı. 
Salonun küçük ve kapalı olması sebebiyle herkes yüksek gürültü ve ses konusunda uyarılmıştı sanırım. Şarkılar, müzik, ses ve seyircinin katılımı hepsi birbirine uyumluydu.
Bir ara arkama baktım, hemen kenarda dikilmekte olan yönetim memuru ile göz göze geldik. "Dışarısı nasıl, her şey yolunda mı ?" anlamında baktım. O da "Hiçbir sorun yok, rahat olun" anlamında bir işaret yaptı. Rahatlamıştım, başarmıştık galiba. 
Orkestra bu sırada Fatih Erkoç'un "Ellerim Bomboş" şarkısını çalıyordu. Nermin de çok güzel söylüyordu doğrusu. Fark ettim ki eşim ve çocuklarım da şarkıya tempo tutuyor. Ben de gerginliğimi unuttum ve kendimi müziğin akışına bıraktım.

Son haftalarda çok yorulmuştum, aslında doya doya ağlamak istiyordum. Tam da şarkısıydı hani Yüzüm gülüyor, ellerim tempo tutuyor ama gönlüm sağnak sağnak yağıyordu "Ellerim bomboş yüreğimde bir sızı / Ateşe atılmış bir demir gibi kor hala / Ellerim bomboş gözümde yaşlarla / Güneşin kavurduğu bir çöldeyim…"

136 07 Mart 2014 Cuma 00:42 KAYIP DEFTER'den.............................Nazım sergisi

Nazım sergisi

107 nolu oda
Bir akşam üstü Selim'in daveti üzerine A Bloka gittim. Öğrenci temsilciliği seçimleri yaklaşıyordu ve arkadaşlarıyla birlikte benimle konuşmak istiyorlardı. Yanımda bir Müdür yardımcısı ve iki yönetim memuru daha vardı.

Selim ve arkadaşları bizi blok kapısında karşıladılar. Birinci kata çıktık. Bizi davet ettikleri oda koridorun sonundaydı.

Bu ziyaretin yanlış anlaşılmasını istemiyordum. O yüzden koridor boyunca bütün odalara bakmaya ve hiç değilse ayaküstü selamlamaya karar verdim.
Merdiven çıkışı ilk odadan başlayarak kapıları tıklatmaya ve denetime gelmiş gibi içeriye şöyle bir göz atmaya başladım. İlk oda boştu, diğerinde ders çalışan iki öğrenci vardı. Selam verdik, ayağa kalkıp toparlandılar ve selamımızı aldılar. Merak içinde bakıyorlardı, "Kolay gelsin gençler, sınav mı var ?" "Yok hocam, öyle çalışıyorduk işte." Ellerini sıktım "Bozmayın, devam edin gençler. Başarılar diliyorum." "Sağ olun, gelseydiniz" dediler hep bir ağızdan. “İşimiz var, öyle bir selam verelim dedik, hadi iyi akşamlar" deyip ayrıldık oradan.
Böyle birkaç oda daha gitmiştik ki bir elbise dolabının kapağında kocaman bir delik olduğunu gördük. Niyeyse bu bloktaki elbise dolapları ahşaptı. Baktım, baktım "Allah Allah, ne olmuş buna böyle ?" dedim en yakın oda kapısına elimi atarken. Arkamdan bir kıkırdama duydum ama, kapıyı açıp içeri girmiştim bir kere. Kimin ne söylediğini anlayamadım. 
Bu seferki oda bayağı kalabalıktı. Üç kişi ayakta, iki kişi masada, dört kişi de yataklarda toplam 9 kişiydiler. Pencereye doğru sağ köşede bir genç uzanmış elindeki kağıda karakalem birşeyler çiziyordu. Duvarlara ve içerdeki dolap kapaklarına da böyle  bir sürü resim yapıştırılmıştı. Birden içeriye üç dört kişi girince tedirgin oldular, yüzleri asıldı. Toparlandılar ama öylesine.
"İyi akşamlar gençler !" diye selam verdik. Onlar da "İyi akşamlar" dediler "Hoş geldiniz, buyrun ?" Bu oda ilgimi çekmişti, masada boşalan sandalyeye oturdum. Şimdi tam da resim çizen gencin yanındaydım. Elimi uzatıp kağıdı aldım, karakalem bir portreydi. Daha yarımdı ama Che Guevara'ya benziyordu. "Ne güzel bir resim bu böyle, yetenekliymişsin"  dedim gence bakarak. Biraz şaşırmıştı ama yine de halinde kuşkulu bir tavır seziliyordu.
Yönetim memuru "Timur mühendislik öğrencisidir, ama iyi resim yapar Müdürüm. Bütün bu resimler onun" diye açıklama yaptı. Başımı çevirip bir süre diğer resimlere baktım. Hepsi sol içerikli, ideolojik mesajları açıkça belli, adeta haykıran resimlerdi. Ama gerçekten güzel çizilmişlerdi. Beğendiğimi gösteren bir hareketle "Tebrik ederim Timur, gerçekten çok başarılı resimler bunlar" dedim elini tutarak. 
Elini kaçırdı hemen "Teşekkür ederim, öyle yapıyorum işte. Dinlendiriyor beni. Arkadaşlarım da beğeniyorlar, yapmayın diyorum ama işte böyle öteye beriye  asıyorlar" dedi önüne bakarak. Güldüm, "başka var mı ? Yaptığın resimlerin hepsi bu mu ?" Arkadaşlarından biri "Bunlar ne ki, çantasında yüzlerce resim var böyle hocam" dedi gururlanarak. "Öyle mi, görebilir miyim ?" dedim bu defa Timur'un gözlerine bakarak. "Nereye koyduğumu şimdi bilmiyorum" dedi kuru bir ifadeyle. Anladım ki göstermek istemiyor. Zaten girdiğimizden beri odada muhalif bir hava var. Üstüne gitmedim.
Biraz ordan burdan, okuldan, memleketlerden söz ettik. Anlaşılıyordu ki, dokuzu da bize karşı önyargılı gençlerdi. Yurtla ilgili kasıtlı sorular sordular bana. Açık yüreklilikle tek tek cevapladım. Özellikle de son dönemde yurtta yaşanan değişimi merak ediyorlardı. Bir saati bulmuştu bu münazara. Ama, odadaki hava da gittikçe yumuşuyordu. 
Gördüm ki bu genç sadece resim yeteneğiyle değil aklıyla, bilgisiyle ve kişiliğiyle de parlak birisiydi. Yurttaki terör eylemlerini doğru bulmuyor, ancak bize de güvenmiyordu. Hizmetlerin amaçlı olarak yapıldığı kanaatindeydi. Sorular onun bu çizgisi ile yönleniyor, konuşmalar onun görüşleriyle şekilleniyordu. Lider vasfı çok belirgindi açıkçası. Saygı duymuştum ona, ayağa kalkıp elini sıkarken ani bir teklif yapıverdim "Yurtta bir resim sergisi açmak ister misin Timur ?" 
Bakışları değişti, arkadaşları da "yanlış mı duyduk acaba ?" diye dikkat kesildiler. Üzerine basa basa sordu bu kez o, benim gözlerime bakarak "Siz ciddi misiniz ? Böyle bir olasılık var mı ? İzin verir misiniz ?" Ben de elini sıkıp gözlerinin içine bakarak "Tabi ki veririm. Bu yeteneğini, resimlerini herkes görmeli. Kantinde yeni iki salon açtık, birinde sergileriz eserlerini. Yeter ki birbirimizi anlayalım" dedim tane tane. 
İnanamıyordu üsteledi "Nasıl yani ? Benim resimlerim hakkında bir fikriniz olmuştur. Biz de sizi aşağı yukarı biliyoruz. Dünya görüşlerimiz farklı, üstelik yurt kuralları…" Elimle susturdum "Ben sizleri ayrışmaya değil kaynaşmaya, kavgaya değil uzlaşmaya, hiç değilse birbirinize saygı duymaya çağırıyorum. Sen bu çağrıma olumlu yaklaşırsan ben de sana her türlü desteği veririm. Senin de bu çorbada tuzun bulunsun istemez misin ?” Odaya bir sessizlik çökmüş, nereye varmak istediğimi anlamışlardı.
"Artık bu yurtta terör, kavga, acı olmasın. Herkes inancında düşüncesinde özgür ve saygın olsun. Kimse kimseye fikrinden, etnik veya inanç kimliğinden dolayı kin duymasın. Artık barış olsun, huzur olsun, esenlik olsun istemez misin ?" "İsteriz tabi ama.." dedi gülerek, arkadaşları da koro halinde "İsteriz elbet, istemez miyiz ?" diye tekrarladılar. "Tamam o halde, anlaştık bundan böyle birlikteyiz. Ayrıntıları bana gelin konuşuruz. İlk fırsatta da resim sergini açarız. Hayırlı olsun !" dedim çıkarken.
107 numaralı odadan ayrılırken bu kez hepsi kapıya çıkıp bizi uğurladılar. Selimin odasına kadar diğer odaları da kısa kısa ziyaret ettik. Orada da yaklaşık iki saat kadar kaldık, çay içip sohpet ettik. Müzik konserini, resim sergisini ve temsilcilik seçimlerini konuştuk.

Devrimci resim sergisi
Bugün 15 Ocak, Timur'un resim sergisi açılıyor. Bugün aynı zamanda "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanınan Türk şair, oyun yazarı, romancı, anı yazarı Nâzım Hikmet Ran'ın da doğum günü. 
Timur sergisini ısrarla 15 Ocak'ta açmak isteyince doğrusu başta anlayamamıştım. Sonra öğrendim ki namı-ı diğer Nâzım Hikmet 15 Ocak 1902'de Selanik'te doğmuş. Onun doğum gününe denk getirmek istemiş sergisini. Hatta adını da "Nazım, mavi gözlü dev" olarak belirlemiş. 
Bu konu başta yardımcılarım olmak üzere pek çok yönetim memurumu rahatsız etti tabi. Ancak, Nazım Hikmet'in neticede önemli bir şairimiz, onun düşüncesinde olanlar için de değerli olduğunu anlattım uzun uzun. Zaten kantinde bir resim sergisine akıl erdiremeyenler, üstelik bir de Nazım'ın ismiyle açılmasını hiç kabullenemiyorlardı. Neticede anlaşıldı ki yine bu iş benim emrimle ve benim sorumluluğumda yapılacak. "Siz bilirsiniz" deyip çekiliverdiler kenara.
İş başa düşmüştü. Sömestr tatili yaklaşıyordu ve Timur serginin 10 gün kalması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden son bir haftadır kantinde görevli yönetim memuru Ekrem ve Timur'la serginin gününde ve emniyetli bir şekilde açılabilmesi için büyük çaba sarfetmiştik. Salon hazırdı ama, başka pek çok ihtiyaç çıkmıştı hazırlanırken. 
Allahtan Timur'un arkadaşlarının da el atmasıyla sergiyi gününe yetiştirmiştik. Bu arada, hem Timur'la hem de arkadaşlarıyla birebir görüşüp konuşma imkanı bulmuştum. Tahmin ettiğim gibi Timur'un etrafında okuyan, yazan, çizen elit bir grup vardı. Belli bir ideolojik çizgiye sahiptiler, ancak asla şiddet yanlısı değillerdi. 
Bizim çalışmalarımızı da ilgiyle izliyorlar, ancak mesafeli davranıyorlardı. Onlara göre bizim mutlaka kafamızın arkasında gizlediğimiz art niyetlerimiz olmalıydı. Gösterdiğimiz demokratik tavır ve özgürlük yanlısı tutumumuz yanıltıcıydı. Devletin, hele hele benim gibi kişilerin, gerçek demokrasi anlamında bir düşünceleri olamazdı. 
Sergiyi gezmek üzere kantine girdiğimde önüme benimle görüşmek isteyen bir grup öğrenci çıktı. İçlerinde başörtülü kız öğrenciler de vardı ama, ağırlıklı olarak E Blok grubu olduğu anlaşılıyordu. Mecburen ayaküstü konuştuk. 
Önce Nazım Hikmet sergisi nedeniyle bana bir güzel sitem ettiler. Vatan haini bir kaçağı nasıl olur da yurtta anarmışım. Asılan resimler hep yasa dışı komünist simgelerle doluymuş. Yurt yönetmelikleri buna müsaade ediyor muymuş. Yanımda iki müdür yardımcım da vardı ama onlar iki üç adım geride duruyorlardı. 
Sabırla dinledim. Bitince dedim ki "Gençler Necip Fazıl'ı nasıl bilirsiniz ?" Duraladılar, sonra neredeyse hep bir ağızdan "Üstad mı ? Allah rahmet eylesin, çok severiz. Bize göre şairlerin sultanıdır o" dediler. 
"Dinleyin o halde !" dedim yüksek sesle. "Şimdi bizim sevdiğimiz, yere göğe koyamadığımız rahmetli üstad bu ülkenin zindanlarında onlarca yıl yattı. Kendisine gerici, yobaz, çağdışı dediler. Ülkesinden kaçmadı ama, kendi vatanında parya muamelesi gördü. Soruyorum size ona yakıştırılan bu vasıflar, gördüğü bu muamele rahmetli üstadın değerini azalttı mı ? Sizlerin, bizlerin ona karşı sevgisini bir zerrecik azalttı mı ?" Yine hepsi ağız birliği etmişçesine "Asla !" diye cevap verdiler. 
Devam ettim "Gençler siz, biz nasıl Necip Fazıl'ı, Arif Nihat Asya'yı, Abdürrahim Karakoç'u seviyorsak bu gençler de Nazım Hikmet'i seviyorlar. Üstadı seven milyonlarca insanımıza karşılık, Nazım'ı da seven bir o kadar insan var bu ülkede. Ne onların fikirlerini ne de Nazım'ı sevmek zorunda değiliz. Ancak, sevdiklerimize, kendimize saygı istiyorsak, biz de onların sevdiklerine saygı göstermeliyiz. Neticede aynı ülkede yaşıyoruz, kardeşiz. Aynı bu yurtta kalmak, burada birlikte yaşamak gibi." 
Bir sessizlik oldu, bazı başlar öne eğildi. "Gençler müsaade ederseniz, sergi açılışına katılacağım. Ben bu yurdun müdürüyüm. Vazifem hepinizin inanç ve düşüncelerini dikkate almaktır. Hepinize eşit mesafede taleplerinizi karşılamaktır" diye de bağladım sözlerimi. 
Çemberden çıkmak üzere hazırlanıyordum ki başörtülü kızlardan biri "Hocam !" dedi. Döndüm "Hocam, biz bir mevlid programı düşünüyoruz. Bize de izin verir misiniz ?" Al yanaklı güzel yüzünde güller açıyordu adeta. Kabaran bütün duygularım sönüverdi "Tabi.." dedim "tabi ki izin veririm. Ne demek ? Siz böyle bir şey istersiniz de, ben nasıl hayır derim ? Seve seve, seve seve. Ne zaman isterseniz bana gelin ayrıntıları konuşalım. Sizin adınız ne ?" "Gülçin" dedi "Gülçin Selamoğlu." Sevindiği belliydi, gözlerinin içi gülüyordu.  
Sergi salonunun kapısına geldiğimizde Timur ve arkadaşlarının merakla bize doğru baktıklarını fark ettik. Muhtemelen o grupla konuştuğumuzu da görmüşlerdi. "Selam Timur, Merhaba arkadaşlar. Hayırlı olsun serginiz" dedim ellerini sıkarken. Hep birlikte içeri girdik. 
Sergi salonu bir hayli kalabalıktı. Bizim geldiğimizi görünce sesler kesilmiş, bütün gözler üzerimize çevrilmişti. Timur önümüzde, resimler hakkında bilgi alarak tek tek tüm resimleri dolaştık. 
Yaklaşık 100 kadar karakalem çalışma sergilenmişti. Ama gerçekten güzel resimlerdi bunlar. Timur'un hakkını vermek gerek, doğrusu bu işte ustaymış. Resimlerin önemli bir bölümü Nazım resimlerine ve şiirlerine ayrılmıştı. Başka sol içerikli, bize göre biraz da militarist resimler de vardı kuşkusuz. 
Ancak resimlerde, güvercin, zeytin dalı, deniz, gökyüzü ve çiçek imgeleri oldukça bol kullanılmıştı. Yani genel olarak barış ve özgürlük temelinde Nazım üzerine odaklanmıştı sergi. Resimleri beğendiğimi gördükçe başta Timur olmak üzere bizi dikkatle izleyen arkadaşları da canlanmışlardı. Ziyaretçi defteri önüne geldiğimde kalabalık normal haline dönmüştü yeniden. 
Biraz da orada ayak üstü ikram edilen meyve sularını içip, sohpet ettik. Bir öğrenci yanımıza sokulup şunları söyledi "Hocam, biraz önce o grupla konuşmanızı duydum. Necip Fazıl'ı sevmem ama saygı duyarım. Nazımı sevmeyenlerin de olabileceğini bilirim. Söylediklerinizi takdir ettim. Sizi çalışmalarınızla izliyorduk ama, gerçekten bu demokrat tavrınızdan dolayı sizi kutlarım. Bu serginin açılışına gösterdiğiniz hoşgörü ve destek için de ayrıca teşekkür ederim. Ben şahsen sizin gerçekten samimi olduğunuza inandım. İyi ki varsınız." 
Genç oldukça etkili konuşmuştu. Etrafımdaki bütün öğrencilerin artık aşağı yukarı aynı düşüncede olduklarını da gözlerinden okuyabiliyordum. "Rica ederim, ben de size gösterdiğiniz ilgi ve alaka için teşekkür ederim. İnşallah bu yurtta çok daha güzel şeyler olacak" dedim. 
Timur'un "Hocam, defterimize bir şeyler yazar mısınız ?" sözleriyle konu değişti. "Memnuniyetle" dedim cebimden dolmakalemimi çıkarırken.