Sancı
Müfettiş
Öğrenciler yavaş
yavaş yurdu terk ediyor. Dışarıda temmuz sıcağı bütün yakıcılığıyla basmış durumda. Biz bu arada
bütün gücümüzle giden öğrencilerden boşalan yurdu toplamaya çalışıyoruz.
Bir telefon…Ankara'dan Müfettiş
gelmiş. Araba gönderip çekirge misafirhanesinden alınmasını istiyor. Hayır olsun inşallah !.. Hemen bir araba gönderiyorum. Gelen bir başmüfettiş. Kendisini Ankara'dan iyi
hatırlıyorum. Özellikle de daire başkanlığım süresince çakır kısık gözleri ve kinini
saklamaya çalışan aşırı nazik 'bir gün
elime düşersin' hallerinden çok iyi tanıdığım birisi.
Önceleri doğal
müfettiş halleriyle başlıyoruz: "Ben bu odada çalışacağım, arabam
istediğimde hazır olmalı, çağırdığım herkesi gecikmeden isterim !.." filan falan. Sanki o gelince yurtta hayat duracak, herkes hazırola geçip gözünün içine bakacak.
Görünüşte son derece kibar. Ama o kısık çakır gözleri adeta avını görmüş
yırtıcı gibi parlıyor. Kinle kıvrılan dudakları arasından sözler adeta bir yılanınki gibi tıslayarak çıkıyor. Ne istiyorsa yerine getiriliyor haliyle. "Hasbünallah !.." Endişelenmek değil ama "Dur bakalım ne çıkacak
?" diye meraklanıyorum.
Ve yan odadan daktilo
takırtıları gelmeye başlıyor… Müdür yardımcıları, yönetim memurları, işletmeciler…Biri çıkıp öbürü giriyor odaya. Anlaşıldı, buraya gelmesi için talimat almış, ama
beni neyle suçlayacak acaba ? Bu daha belli değil demek ki. Önce etrafımdan bilgi belge toplayıp
en son bana vuracak anlaşılan.
Böyle bir şey olabileceğini baştan beri biliyordum zaten.
Bekliyordum da…Özellikle de Genel Müdürle telefonda ve Ankara'daki makamında
yaptığım münakaşalardan sonra. Burada yaptıklarım zaten kural dışı, normal dışı
şeylerdi. Yani suçlanmam için malzeme oldukça bol. Sadece celladım ne zaman gelecek ve kim olacak o
belli değildi.
Bir
gün, üç gün, beş gün geçti, henüz beni çağırmış değil. Bu arada yemekte, çay
sohbetinde, mesai bitimi serin akşam saatlerinde hiçbir şey yokmuş gibi muhabbet ediyoruz.
Kendine göre zeki ya, zaman zaman
"Başkanım sen burada olacak adam değilsin, Ankara'ya ne zaman döneceksin
?" ya da "Burası çok sıkıntılı ve tehlikeli. Nasıl yaptın da bir
buçuk yıl dayandın ?", "Senden öncekiler ya bir ay ya üç kalabildi,
sonra da bir yolunu bulup kaçtılar. Sen altı yılda on birinci Müdür imişsin
galiba. Daha kalacak mısın ?" gibi ağız yoklamaları çekiyor.
Ben de dobra dobra
cevap veriyorum: "Siz de biliyorsunuz, ben yurt müdürü değilim. Hiç
olmadım. İşim muhasebe, yani hesap kitap. Buraya söz verdiğim gibi bir
yıllığına geldim. Anarşi ve terör yangınını söndürmek için Ankara'da bana çok
sözler verildi. Destekleyeceklerdi, ne gerekiyorsa vereceklerdi. Sürem bitti,
ben sözümü tuttum, kaçmadım, geldim ve çalıştım. Ama Genel Müdürlük sözlerinin
hiçbirini tutmadı. Her şeye rağmen burada büyük bir mücadele verildi ve bazı
şeyleri başardık. Kolay olmadı tabi. Bu bir buçuk sene benim için sanki on beş
sene gibiydi. Ben görevimi yapmanın iç huzuru içindeyim, bırakırlarsa da
gideceğim elbet. Tabi onları da kendi ayıplarıyla baş başa bırakarak…"Dikkat ediyorum bu tür konuşmalarım onu daha da dengesiz yapıyor.
Satranç oyunu
Bazen satranç oynuyoruz. Zaten süreç de gittikçe adeta
bir satranç oyununa dönüşüyor. Karşılıklı hamleler birbirini izliyor. Neredeyse
yurttaki bütün sorunlar masada. Kimi piyon, kimi at, kimi fil. Hala asıl
hamlenin nereden geleceğini bilmiyorum. Aslında o kadar çok zaaf noktası var
ki, bunların didiklenme ihtimali beni de ürkütüyor. Bu yüzden zaman zaman
karamsarlığa düşüyorum.
Çok şükür yüzümü kızartacak bir işim olmadı ama izahı
güç pek çok da iş yaptık burada. Tıpkı bir yangın esnasında, ya da kanlı bir
çatışmanın ortasında can havliyle yapılanlara benziyor. Ancak, olanları değil
de, o anı yaşamayanlara o hali sonradan anlatabilmek çok zor.
Karşılıklı yoklama,
derinleşen gerginlik nihayet
vezirin şah mat çekerek oyuna girmesiyle
son buluyor. Sorular ilginç: "Burada birtakım işler için bütçe dışı
harcama yapılmış. Bunların kaynağı ne ? Nasıl oldu da bu kadar kaynak bulup
harcama yapabildiniz ?" Diğer sorular piyonluk rolde. Asıl ağır top bu.
Yani kısaca "Nereden buldun ?.."
Tabi bu soruları
destekleyen bir sürü teferruatla birlikte. Onbir soruluk bir iddianame bu.
Okuyunca derin bir nefes alıyorum. Doğrusu onlara göre tam şah matlık bir
hamle. Ancak bana göre beklediğim pek çok meseleye nazaran bu o kadar da
ölümcül olamaz. Çünkü, elim hala sağlam ve henüz oyun bitmiş değil.
Belki de
onların pek bilmediği, benimse Ankara'da oluşmasına katkı yaptığım bir alanda
saldırmakla oyunun en vahim hatasını yapmış oldular. Oldukça stratejik bir hata
bu. İstedikleri olmayacak, o ve arkasındakiler şah mat yaptıklarını zannederken
oyunun uzadığını görecekler. Bu da bana zaman kazandıracak ve Üniversiteye
geçtiğimde onlar sadece yarım kalan oyunlarıyla baş başa olacaklar. Zira
oyundakilerin sadece bu başmüfettiş olmadığından adım gibi eminim.
Konu özetle Yurtkur
vakfından sağladığım ilave finans imkanıyla ilgiliydi. Aslında o kaynağın
doğmasına da büyük ölçüde katkım olmuştu. Çünkü, tam üç yıl o Vakfın
denetçiliğini yapmıştım. Temelde Vakfa bağış sağlamak üzere yurt müdürlerini
teşvik etmeye yönelik bir sistemdi söz konusu olan.
Böylece temin edilen bağışın yüzde ellisi
yurt müdürlüğünde kalmış olacaktı. Yurt
müdürü bu parayı bütçenin elvermediği ya da satınalma prosedürü açısından zor
ve zaman alan ihtiyaçlar için kullanabilecekti. Tabi ki öncelikli ve acil
durumlar için getirilen bu harcama imkanı bizim gibi 5000 kişilik bir yurtta
oldukça ciddi bir kaynak demekti. İşte onların beni vurmayı hesapladıkları bu
konu, benim için temeli sağlam ve yasal bir kaynak-harcama formülüydü.
Tabi ki cevaplarını
aldılar. Her şey açıktı; alınan bağışlar, banka hesabı, harcama belgeleri,
personel görevlendirmeleri ve yapılanlar ortadaydı. Gerçekten bir yıllık sürede o gün
için önemli sayılabilecek büyük bir meblağ toplanmıştı. Bunun yarısı Ankara'ya
gitmiş, kalansa önemli bir kısmı yabancı öğrencilerin acil ihtiyaçlarına olmak
üzere yurtta gerekli işlere harcanmıştı. Bu kaynak sayesinde yurtta pek çok
zorunlu onarım bakım, yenileme ve hizmet imkanı bulabilmiş, sosyal ve
kültürel etkinlikleri destekleyebilmiştik.
Bu kadar büyük
miktarda bağış toplayabilmemizin temel sebeplerinden birisi de yurtta kaçak
kalan öğrencilerin makul bir bağış karşılığında misafir öğrenci olarak
barındırılabilmesiydi. Bu sistemden önce kısa süreli barınma talepleri
karşılanamıyor, bu da yurtta kalan kaçak öğrenci sorununu körüklüyordu.
Getirilen bu formülle günlüğü belirlenmiş bir bağış ve kimlik karşılığı geçici
misafir öğrenci kartları veriliyordu. Alan razı veren razıydı yani. Üstelik
örgüt üyesi maksatlı girişler hariç kaçak öğrenci sorunu büyük ölçüde
çözülmüştü. Sadece bu işlemin o zamanlar yurt idare işletme yönetmeliğinde yeri
yoktu !..
Muvafakat
Savunmamın son
bölümü oldukça duygusal ve vurucuydu. Resmi bir söylem dışına çıkarak bunları yazmaktan kendimi alamamıştım. Zira bazı şeylerin kayda geçmesi gerekiyordu.
Böyle bir anarşi ortamına bin bir vaad ve
sözle gönderdikleri bir adamın çözüm için çırpınmalarını anlattım orada. O mücadelede
yanımda olmayanların şimdi ıngır zıngır konularda hesap sormaya kalkmalarını manalı görüyordum çünkü. Verilmeyecek
bir hesabım yoktu ama teşekkür edilecek yerde bana reva görülen bu tavır hiç de
hoş değildi.
Pek çok şeyi kural
dışı yaptığımız doğruydu. Ama göreve başladığım bir buçuk sene öncesinde burada
kural var mıydı, kalmış mıydı ki ? Beni buraya adeta ateşe atar gibi
gönderenler bunu da pek ala biliyor olmalıydılar. Bırakalım geçmişi, bir sene
öncesinde bile nerede idiler ? Değil müfettiş, buraya herhangi bir yönetici
gelebiliyor muydu ? O zamanlar hiç ortalarda gözükmüyorlardı.
Şimdi o günler
geçmiş, yurtta önemli ölçüde güven, huzur ve emniyet sağlanmıştı ya. Yüzsüz bir
çirkinlikle gelip kusur, kabahat, suç arıyorlardı. Kasıtlı geldikleri o kadar
belliydi ki su-i niyetlerinden elleri ayaklarına dolaşmıştı. Onca
didiklemeden sonra, yurdun devasa sorunlarını görmezden gelerek çıkara çıkara
teşekkür edilecek örnek bir uygulamayı dile dolamışlardı. Hem de bir kabahatmiş
gibi.
Memurluğun bu kadir
kıymet bilmezliği zaten hep midemi bulandırmıştır. Teftiş mekanizmasını
tetikçiliğe dönüştürenler, buna alet olanlar bu ülkede böyle garipliklerle bindikleri dalı kesip
durdular yıllarca. Neyse…
Çakır gözlü sarı
çiyan gitti…Sarı zarflı mühürlü dokuz sayfalık on bir sorunun cevapları da
hemen ardından, ondan daha büyük boy sarı zarf içinde ve on dokuz sayfalık
imzalı mühürlü bir savunmayla iade edildi.
Şimdilik hücum geri püskürtülmüştü.
Ama, anlaşılan burada kaldığım sürece bu saldırılar devam edecekti. Çünkü
hükmüm önceden verilmiş olmalıydı. Haklı olmak, başarmış olmak yetmiyordu. Aksine, bu onlar için son derece
rahatsız ediciydi. Bu sefer olmadıysa bir dahakine, yoksa bile bir 'suç' ihdas
etmek için uğraşacaklardı. Uğraşmanın bir yararı yoktu, artık gitmeliydim.
Zaten epeydir
muvafakat bekliyordum. Ancak bu son durum müdahale etmeyi zorunlu hale
getirmişti. Üniversiteyi ve bazı siyasileri aradım. Muvafakatımı imzalaması
için genel müdüre baskı yapılmasını istedim. Anladıkları dil buydu, ben de o
dilden konuşuyordum artık.
Haftasına
genel müdürlükten muvafakatın çıktığını haber verdiler. On gün içinde de süreç
üniversitede atama yapılacak aşamaya geçmişti. Yurttan ayrıldım ve ailemi tatil
için memlekete götürdüm. Biliyordum ki artık bu gidişin dönüşü yoktu. Bundan
sonra ancak ev eşyamızı nakletmek için gelecektim.
Ayrılırken ardımda küçülen
devasa yurda son kez baktım. Zihnime dolan zor günleri, saatleri hatta
dakikaları silip atmak istiyordum. Beraber mücadele ettiğimiz mesai
arkadaşlarımı, öğrencilerimi düşündüm sonra. Hepsi gülümseyen simalarıyla bana el
sallıyorlardı. Ben de boşluğa el salladım birkaç kez…
Mırıldandım:
"Elveda bir buçuk yılım ! Elveda onbeş yıl gibi geçen en zorlu bir buçuk
yılım ! Elveda güzel anılarım, başarım, eserlerim ! Elveda yurdum ! Elveda
Bursa !.."
Yeni sayfa: Adapazarı
Bindiğim vasıta şehir içinde ilerliyor. Adapazarı'na en son
öğrenciliğimde gitmişim. 22-23 yıl geçmiş aradan. O günden sadece spor salonunu
hatırlıyorum bir de şehir merkezindeki bulvar tanıdık geliyor. Etrafıma
bakarken burada beni bekleyen şeyleri hayal etmeye çalışıyorum. Yeni bir şehir,
yeni insanlar, hayli yeşil bir ortam. Temmuz sıcağında nedense hoş bir serinlik
çarpıyor yüzüme.
Güzel şeyler
düşünmeye çalışıyorum. İşte nihayet bu yeni işle birlikte epeydir özlediğim
huzur, refah ve başarı beni bekliyor olmalı. İnşallah artık daha mutlu ve güvendeyiz. Sıkıntılı
günler Ankara'da ve Bursa'da kaldı. Kötülerini unuttum bile, güzel şeylerse yanımda.
Kim ne derse, ne yaparsa yapsın kaçmadım, mücadele ettim ve başardım.
Hem de hiç deneyimim olmayan bir alanda. Bunu biliyorum. Ardımda şahitlerim
var. Aynı mücadeleyi, aynı korkuları, aynı sevinçleri yaşamış gençler onlar. Onlar da
unutsa bile ne gam. Rabbim yaptıklarımı biliyor ya.
Bursa'da
arkamda bıraktığım hizmetler tam da 'İyilik et, denize at, balık bilmezse Hâlik bilir' ata sözündeki gibi.
İnşallah yaptığım şeyler de 'iyilik' sayılacak hallerdendir. Bunları bir karşılık
beklemek için yapmadım. Bir yangınla karşılaşan, kazada yaralanan insanlara
yardıma koşan biri gibi davrandım. Hiç düşünmeden koştum ve yardım ettim. Hiç
sağıma soluma bakmadım. Hasbi davrandım, başka hesabım olmadı. Kıymeti bilinmese de o iyilikleri memleketim için, orada çalışan
insanlar için, oradaki gençler için yaptım.
Ben bunları
düşünürken zihnimde münasebetsiz bazı şeyler araya giriyor. "Yeni bir iş, yeni bir mücadele demek, burada da zor günler var,..." Bu düşünceler biraz tedirgin ediyor beni, yüzüm buruşuyor. Olabilir diyorum, ama şimdilik
her şey meçhul. "En
azından esas kariyerime geri dönmüş oluyorum değil mi ?" diye teselli
ediyor bir başka ses.
Ozanlar..Adını
taşıdığı bir mahallede eski bir lise binası. Üniversite de 92'de kurulan yeni
üniversitelerden. Kurucu rektör Ramazan Evren. Genel sekreter Ömer İnan. Rektör
yardımcısı Sami Güçlü. SKS başkanı Muzaffer Elmas. Hocalar Harun Taşkın,
Hüseyin Gazibaş, Sami Şimşek, Adem Uğur,
Sami Şener ve daha bir çokları... Bunlar hep öğrencilikten bildiğim, tanıdığım
isimler.
Şimdilik beraber
çalıştığım Bedrettin Yıldırım, Zeki Tocoğlu ve Zübeyir Yılmaz da çok güzel
arkadaşlar. Öğrencilik zamanımızda aynı çizgide bulunduğumuz insanlar bunlar. Kendimi evimde hissediyorum. İşte bir temmuz sıcağında daha "Ya Allah
!" deyip işe başlıyorum.
Birkaç gün içinde atamam yapılıyor. Sakarya
Üniversitesi İdari ve Mali İşler Daire Başkanı oluyorum. Ama ne bir yerim ne de
personelim var. Üniversite bizim elimizde inşa olacak. Eski bir okuldan büyük
bir üniversiteye, barakalardan kampüse dönüşüp büyüyecek.
İşte bizim burada
göreceğimiz ve parçası olacağımız hikaye de şimdi bu…