19 Ağustos 2015 Çarşamba

246 19 Ağustos 2015 Çarşamba 22:30 KAYIP DEFTER'den................Sancı

Sancı

Müfettiş
Öğrenciler yavaş yavaş yurdu terk ediyor. Dışarıda temmuz sıcağı bütün yakıcılığıyla basmış durumda. Biz bu arada bütün gücümüzle giden öğrencilerden boşalan yurdu toplamaya çalışıyoruz.

Bir telefon…Ankara'dan Müfettiş gelmiş. Araba gönderip çekirge misafirhanesinden alınmasını istiyor. Hayır olsun inşallah !.. Hemen bir araba gönderiyorum. Gelen bir başmüfettiş. Kendisini Ankara'dan iyi hatırlıyorum. Özellikle de daire başkanlığım süresince çakır kısık gözleri ve kinini saklamaya çalışan aşırı nazik  'bir gün elime düşersin' hallerinden çok iyi tanıdığım birisi. 

Önceleri doğal müfettiş halleriyle başlıyoruz: "Ben bu odada çalışacağım, arabam istediğimde hazır olmalı, çağırdığım herkesi gecikmeden isterim !.." filan falan. Sanki o gelince yurtta hayat duracak, herkes hazırola geçip gözünün içine bakacak. 

Görünüşte son derece kibar. Ama o kısık çakır gözleri adeta avını görmüş yırtıcı gibi parlıyor. Kinle kıvrılan dudakları arasından sözler adeta bir yılanınki gibi tıslayarak çıkıyor. Ne istiyorsa yerine getiriliyor haliyle. "Hasbünallah !.." Endişelenmek değil ama "Dur bakalım ne çıkacak ?" diye meraklanıyorum.

Ve yan odadan daktilo takırtıları gelmeye başlıyor… Müdür yardımcıları, yönetim memurları, işletmeciler…Biri çıkıp öbürü giriyor odaya. Anlaşıldı, buraya gelmesi için talimat almış, ama beni neyle suçlayacak acaba ? Bu daha belli değil demek ki. Önce etrafımdan bilgi belge toplayıp en son bana vuracak anlaşılan. 

Böyle bir şey olabileceğini baştan beri biliyordum zaten. Bekliyordum da…Özellikle de Genel Müdürle telefonda ve Ankara'daki makamında yaptığım münakaşalardan sonra. Burada yaptıklarım zaten kural dışı, normal dışı şeylerdi. Yani suçlanmam için malzeme oldukça bol. Sadece celladım ne zaman gelecek ve kim olacak o belli değildi.

Bir gün, üç gün, beş gün geçti, henüz beni çağırmış değil. Bu arada yemekte, çay sohbetinde, mesai bitimi serin akşam saatlerinde hiçbir şey yokmuş gibi muhabbet ediyoruz. 

Kendine göre zeki ya, zaman zaman "Başkanım sen burada olacak adam değilsin, Ankara'ya ne zaman döneceksin ?" ya da "Burası çok sıkıntılı ve tehlikeli. Nasıl yaptın da bir buçuk yıl dayandın ?", "Senden öncekiler ya bir ay ya üç kalabildi, sonra da bir yolunu bulup kaçtılar. Sen altı yılda on birinci Müdür imişsin galiba. Daha kalacak mısın ?" gibi ağız yoklamaları çekiyor.

Ben de dobra dobra cevap veriyorum: "Siz de biliyorsunuz, ben yurt müdürü değilim. Hiç olmadım. İşim muhasebe, yani hesap kitap. Buraya söz verdiğim gibi bir yıllığına geldim. Anarşi ve terör yangınını söndürmek için Ankara'da bana çok sözler verildi. Destekleyeceklerdi, ne gerekiyorsa vereceklerdi. Sürem bitti, ben sözümü tuttum, kaçmadım, geldim ve çalıştım. Ama Genel Müdürlük sözlerinin hiçbirini tutmadı. Her şeye rağmen burada büyük bir mücadele verildi ve bazı şeyleri başardık. Kolay olmadı tabi. Bu bir buçuk sene benim için sanki on beş sene gibiydi. Ben görevimi yapmanın iç huzuru içindeyim, bırakırlarsa da gideceğim elbet. Tabi onları da kendi ayıplarıyla baş başa bırakarak…"Dikkat ediyorum bu tür konuşmalarım onu daha da dengesiz yapıyor.

Satranç oyunu
Bazen satranç oynuyoruz. Zaten süreç de gittikçe adeta bir satranç oyununa dönüşüyor. Karşılıklı hamleler birbirini izliyor. Neredeyse yurttaki bütün sorunlar masada. Kimi piyon, kimi at, kimi fil. Hala asıl hamlenin nereden geleceğini bilmiyorum. Aslında o kadar çok zaaf noktası var ki, bunların didiklenme ihtimali beni de ürkütüyor. Bu yüzden zaman zaman karamsarlığa düşüyorum. 

Çok şükür yüzümü kızartacak bir işim olmadı ama izahı güç pek çok da iş yaptık burada. Tıpkı bir yangın esnasında, ya da kanlı bir çatışmanın ortasında can havliyle yapılanlara benziyor. Ancak, olanları değil de, o anı yaşamayanlara o hali sonradan anlatabilmek çok zor.

Karşılıklı yoklama, derinleşen  gerginlik nihayet vezirin  şah mat çekerek oyuna girmesiyle son buluyor. Sorular ilginç: "Burada birtakım işler için bütçe dışı harcama yapılmış. Bunların kaynağı ne ? Nasıl oldu da bu kadar kaynak bulup harcama yapabildiniz ?" Diğer sorular piyonluk rolde. Asıl ağır top bu. Yani kısaca "Nereden buldun ?.."

Tabi bu soruları destekleyen bir sürü teferruatla birlikte. Onbir soruluk bir iddianame bu. Okuyunca derin bir nefes alıyorum. Doğrusu onlara göre tam şah matlık bir hamle. Ancak bana göre beklediğim pek çok meseleye nazaran bu o kadar da ölümcül olamaz. Çünkü, elim hala sağlam ve henüz oyun bitmiş değil. 

Belki de onların pek bilmediği, benimse Ankara'da oluşmasına katkı yaptığım bir alanda saldırmakla oyunun en vahim hatasını yapmış oldular. Oldukça stratejik bir hata bu. İstedikleri olmayacak, o ve arkasındakiler şah mat yaptıklarını zannederken oyunun uzadığını görecekler. Bu da bana zaman kazandıracak ve Üniversiteye geçtiğimde onlar sadece yarım kalan oyunlarıyla baş başa olacaklar. Zira oyundakilerin sadece bu başmüfettiş olmadığından adım gibi eminim.

Konu özetle Yurtkur vakfından sağladığım ilave finans imkanıyla ilgiliydi. Aslında o kaynağın doğmasına da büyük ölçüde katkım olmuştu. Çünkü, tam üç yıl o Vakfın denetçiliğini yapmıştım. Temelde Vakfa bağış sağlamak üzere yurt müdürlerini teşvik etmeye yönelik bir sistemdi söz konusu olan.  

Böylece temin edilen bağışın yüzde ellisi yurt müdürlüğünde kalmış olacaktı.  Yurt müdürü bu parayı bütçenin elvermediği ya da satınalma prosedürü açısından zor ve zaman alan ihtiyaçlar için kullanabilecekti. Tabi ki öncelikli ve acil durumlar için getirilen bu harcama imkanı bizim gibi 5000 kişilik bir yurtta oldukça ciddi bir kaynak demekti. İşte onların beni vurmayı hesapladıkları bu konu, benim için temeli sağlam ve yasal bir kaynak-harcama formülüydü.

Tabi ki cevaplarını aldılar. Her şey açıktı; alınan bağışlar, banka hesabı, harcama belgeleri, personel görevlendirmeleri ve yapılanlar ortadaydı. Gerçekten bir yıllık sürede o gün için önemli sayılabilecek büyük bir meblağ toplanmıştı. Bunun yarısı Ankara'ya gitmiş, kalansa önemli bir kısmı yabancı öğrencilerin acil ihtiyaçlarına olmak üzere yurtta gerekli işlere harcanmıştı. Bu kaynak sayesinde yurtta pek çok zorunlu onarım bakım, yenileme ve hizmet imkanı bulabilmiş, sosyal ve kültürel etkinlikleri destekleyebilmiştik.

Bu kadar büyük miktarda bağış toplayabilmemizin temel sebeplerinden birisi de yurtta kaçak kalan öğrencilerin makul bir bağış karşılığında misafir öğrenci olarak barındırılabilmesiydi. Bu sistemden önce kısa süreli barınma talepleri karşılanamıyor, bu da yurtta kalan kaçak öğrenci sorununu körüklüyordu. 

Getirilen bu formülle günlüğü belirlenmiş bir bağış ve kimlik karşılığı geçici misafir öğrenci kartları veriliyordu. Alan razı veren razıydı yani. Üstelik örgüt üyesi maksatlı girişler hariç kaçak öğrenci sorunu büyük ölçüde çözülmüştü. Sadece bu işlemin o zamanlar yurt idare işletme yönetmeliğinde yeri yoktu !..

Muvafakat 
Savunmamın son bölümü oldukça duygusal ve vurucuydu. Resmi bir söylem dışına çıkarak bunları yazmaktan kendimi alamamıştım. Zira bazı şeylerin kayda geçmesi gerekiyordu.

Böyle bir anarşi ortamına bin bir vaad ve sözle gönderdikleri bir adamın çözüm için çırpınmalarını anlattım orada. O mücadelede yanımda olmayanların şimdi ıngır zıngır konularda hesap sormaya kalkmalarını manalı görüyordum çünkü. Verilmeyecek bir hesabım yoktu ama teşekkür edilecek yerde bana reva görülen bu tavır hiç de hoş değildi.

Pek çok şeyi kural dışı yaptığımız doğruydu. Ama göreve başladığım bir buçuk sene öncesinde burada kural var mıydı, kalmış mıydı ki ? Beni buraya adeta ateşe atar gibi gönderenler bunu da pek ala biliyor olmalıydılar. Bırakalım geçmişi, bir sene öncesinde bile nerede idiler ? Değil müfettiş, buraya herhangi bir yönetici gelebiliyor muydu ? O zamanlar hiç ortalarda gözükmüyorlardı.

Şimdi o günler geçmiş, yurtta önemli ölçüde güven, huzur ve emniyet sağlanmıştı ya. Yüzsüz bir çirkinlikle gelip kusur, kabahat, suç arıyorlardı. Kasıtlı geldikleri o kadar belliydi ki su-i niyetlerinden elleri ayaklarına dolaşmıştı. Onca didiklemeden sonra, yurdun devasa sorunlarını görmezden gelerek çıkara çıkara teşekkür edilecek örnek bir uygulamayı dile dolamışlardı. Hem de bir kabahatmiş gibi.

Memurluğun bu kadir kıymet bilmezliği zaten hep midemi bulandırmıştır. Teftiş mekanizmasını tetikçiliğe dönüştürenler, buna alet olanlar bu ülkede böyle garipliklerle bindikleri dalı kesip durdular yıllarca. Neyse…

Çakır gözlü sarı çiyan gitti…Sarı zarflı mühürlü dokuz sayfalık on bir sorunun cevapları da hemen ardından, ondan daha büyük boy sarı zarf içinde ve on dokuz sayfalık imzalı mühürlü bir savunmayla iade edildi. 

Şimdilik hücum geri püskürtülmüştü. Ama, anlaşılan burada kaldığım sürece bu saldırılar devam edecekti. Çünkü hükmüm önceden verilmiş olmalıydı. Haklı olmak, başarmış olmak  yetmiyordu. Aksine, bu onlar için son derece rahatsız ediciydi. Bu sefer olmadıysa bir dahakine, yoksa bile bir 'suç' ihdas etmek için uğraşacaklardı. Uğraşmanın bir yararı yoktu, artık gitmeliydim.

Zaten epeydir muvafakat bekliyordum. Ancak bu son durum müdahale etmeyi zorunlu hale getirmişti. Üniversiteyi ve bazı siyasileri aradım. Muvafakatımı imzalaması için genel müdüre baskı yapılmasını istedim. Anladıkları dil buydu, ben de o dilden konuşuyordum artık.

Haftasına genel müdürlükten muvafakatın çıktığını haber verdiler. On gün içinde de süreç üniversitede atama yapılacak aşamaya geçmişti. Yurttan ayrıldım ve ailemi tatil için memlekete götürdüm. Biliyordum ki artık bu gidişin dönüşü yoktu. Bundan sonra ancak ev eşyamızı nakletmek için gelecektim. 

Ayrılırken ardımda küçülen devasa yurda son kez baktım. Zihnime dolan zor günleri, saatleri hatta dakikaları silip atmak istiyordum. Beraber mücadele ettiğimiz mesai arkadaşlarımı, öğrencilerimi düşündüm sonra. Hepsi gülümseyen simalarıyla bana el sallıyorlardı. Ben de boşluğa el salladım birkaç kez…

Mırıldandım: "Elveda bir buçuk yılım ! Elveda onbeş yıl gibi geçen en zorlu bir buçuk yılım ! Elveda güzel anılarım, başarım, eserlerim ! Elveda yurdum ! Elveda Bursa !.."

Yeni sayfa: Adapazarı
Bindiğim vasıta şehir içinde ilerliyor. Adapazarı'na en son öğrenciliğimde gitmişim. 22-23 yıl geçmiş aradan. O günden sadece spor salonunu hatırlıyorum bir de şehir merkezindeki bulvar tanıdık geliyor. Etrafıma bakarken burada beni bekleyen şeyleri hayal etmeye çalışıyorum. Yeni bir şehir, yeni insanlar, hayli yeşil bir ortam. Temmuz sıcağında nedense hoş bir serinlik çarpıyor yüzüme.

Güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum. İşte nihayet bu yeni işle birlikte epeydir özlediğim huzur, refah ve başarı beni bekliyor olmalı. İnşallah artık daha mutlu ve güvendeyiz. Sıkıntılı günler Ankara'da ve Bursa'da kaldı. Kötülerini unuttum bile, güzel şeylerse yanımda. 

Kim ne derse, ne yaparsa yapsın kaçmadım, mücadele ettim ve başardım. Hem de hiç deneyimim olmayan bir alanda. Bunu biliyorum. Ardımda şahitlerim var. Aynı mücadeleyi, aynı korkuları, aynı sevinçleri yaşamış gençler onlar. Onlar da unutsa bile ne gam. Rabbim yaptıklarımı biliyor ya.

Bursa'da arkamda bıraktığım hizmetler tam da 'İyilik et, denize at, balık bilmezse Hâlik bilir'  ata sözündeki gibi. İnşallah yaptığım şeyler de 'iyilik' sayılacak hallerdendir. Bunları bir karşılık beklemek için yapmadım. Bir yangınla karşılaşan, kazada yaralanan insanlara yardıma koşan biri gibi davrandım. Hiç düşünmeden koştum ve yardım ettim. Hiç sağıma soluma bakmadım. Hasbi davrandım, başka hesabım olmadı. Kıymeti bilinmese de o iyilikleri memleketim için, orada çalışan insanlar için, oradaki gençler için yaptım.

Ben bunları düşünürken zihnimde münasebetsiz bazı şeyler araya giriyor. "Yeni bir iş, yeni bir mücadele demek, burada da zor günler var,..." Bu düşünceler biraz tedirgin ediyor beni, yüzüm buruşuyor. Olabilir diyorum, ama şimdilik her şey meçhul.  "En azından esas kariyerime geri dönmüş oluyorum değil mi ?" diye teselli ediyor bir başka ses.

Ozanlar..Adını taşıdığı bir mahallede eski bir lise binası. Üniversite de 92'de kurulan yeni üniversitelerden. Kurucu rektör Ramazan Evren. Genel sekreter Ömer İnan. Rektör yardımcısı Sami Güçlü. SKS başkanı Muzaffer Elmas. Hocalar Harun Taşkın, Hüseyin  Gazibaş, Sami Şimşek, Adem Uğur, Sami Şener ve daha bir çokları... Bunlar hep öğrencilikten bildiğim, tanıdığım isimler.

Şimdilik beraber çalıştığım Bedrettin Yıldırım, Zeki Tocoğlu ve Zübeyir Yılmaz da çok güzel arkadaşlar. Öğrencilik zamanımızda aynı çizgide bulunduğumuz insanlar bunlar. Kendimi evimde hissediyorum. İşte bir temmuz sıcağında daha "Ya Allah !" deyip işe başlıyorum.

Birkaç gün içinde atamam yapılıyor. Sakarya Üniversitesi İdari ve Mali İşler Daire Başkanı oluyorum. Ama ne bir yerim ne de personelim var. Üniversite bizim elimizde inşa olacak. Eski bir okuldan büyük bir üniversiteye, barakalardan kampüse dönüşüp büyüyecek. 

İşte bizim burada göreceğimiz ve parçası olacağımız hikaye de şimdi bu…