11 Temmuz 2020 Cumartesi

11 Temmuz 2020 Cumartesi 23:00 CORONA GÜNLERİ.........................Arabesk hallerimiz

Allaha emanet

Memlekette bir parktayız. Güzel, geniş ve yeşil bir ortam. Akşam serinliği üşütmüyor. Aksine üfül üfül hafif bir esinti günün bunaltıcı temmuz sıcağından eser bırakmamış. İnsanlar birbirlerinden 2-3 metre mesafede yerleştirilmiş masalara öbek öbek oturmuşlar. Bir taraftan çekirdek çitleyip bir taraftan da muhabbet ediyorlar. Çay getiren elemanlar fır fır dönüyor aralarda. Caddeden gelen araç sesleri etrafta koşuşturan çocukların sesleriyle karışıyor

Bakıyorum: Tam maske takanlar, maskeleriyle oturanlar çok az. Bazılarında maske yok. Diğerleri ya çenelerinin altına, ya da kollarına takmışlar. Ama kalabalığa bakınca ilk farkedilen şey maskeler. Anlıyorum, gerçekten de kısa süreliğine bir şey yer içerken maske takmak mümkün değil. Öte yandan böyle ortamlarda maskesiz oturmak da büyük risk. O zaman böylesi kalabalıklarda tamamen Allaha emanetiz demektir. İnşallah bu güven ve tevekkülümüz boşa çıkmaz. Bu arada dikkat ettim bazı hanımlar sık sık kolonya ya da dezenfektan çıkarıp masadakilerin ellerine döküyorlar. Eh! En azından bu da bir tedbir.

Susurluklular parklarına düşkündür. Yaz akşamları çoluk çocuk orada zaman geçirmeyi severler. Ortam da gerçekten geniş, yemyeşil ve güzel. Hiç değilse açık havada oturuluyor diye teselli buluyorum. Etrafıma bakınırken bir an için şöyle bir şey aklıma geliyor: pandemiden habersiz biri gelse ve bu ortama baksa: "Ne kadar acayip bir hal, ne var ki, ne olmuş bu insanlara?" diye hayrete düşerdi herhalde. Bakarsan korunulması gereken mikrobik birşey var ki maske bolluğu hemen göze çarpıyor. Ama öte yandan insanlar hiç de endişeli görünmüyorlar. Sakınma ile gevşemenin arabesk bir karışımı var ortada. Hayal mi gerçek mi, doğrusu çok tuhaf bir durum!" 

Ölüm ve hayat

Bir ölüm vaki olduğunda ölenle ölünmeyeceğini anlatan bir sözümüz vardır: "Hayat devam ediyor". Corona salgın süreci bugün 123. gününde. Ülkemizde bu salgında vefat edenlerin sayısı 10 temmuz itibariyle 5323 oldu. Hiç kuşkusuz ölenler bu ülkenin insanları. Bazısı akrabamız, kimi hemşehrimiz, diğerleri de vatandaşımız. Ama ölüm sadece coronadan gelmiyor. Trafik kazası, cinayet, kanser vb. hastalıklar ile daha pek çok sebepten ülkemizde her gün yaklaşık 1000 kişinin üzerinde insan vefat ediyor. 

Açıklanan son TÜİK verilerine göre ülkemizde 2016-2017-2018 yıllarında çeşitli nedenlerle toplamda 1 milyon 275 bin 336 kişi hayata gözlerini yumdu. Bu sayı yıl bazında ortalama 425 bin 112 olarak hesaplandı. Yani ülkemizde ortalama günlük ölüm sayısı 1.164 olmuş. Covid-19'dan ölenler ise bir ara 120'nin üzerine çıkmış olsa da bugünlerde 20 dolayında seyrediyor, 123 günün ortalaması ise 43 kişi.

Ölüm bir şaka değil. Sevenleri ve yakınları için her ölüm büyük bir acı. Fakat, tabi ki her ölümle birlikte hayat da stop etmiyor. Zaman durmuyor, güneş her gün batıp ertesi sabah yine doğmaya devam ediyor. Hayat durmaksızın kendi mecrasında akıp gidiyor sağ olanlarla birlikte. Ölen kalp krizinden de, kanserden de, covid-19'dan da vefat etse durum değişmiyor. Ölüm kendi gerçeğini icra ederken, yaşam  da kendi mecrasında hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. 

Hayat ölümle sağ oluşun iç-içeliğinde sürüyor. Bir tarafta acılar, ayrılıklar, kayıplar yaşanırken diğer yanda mutluluklar, vuslatlar ve yeni yeni var oluşlara şahit oluyoruz. Bu yüzden yüzümüzün bir tarafı kanlı gözyaşları dökerken, diğer yanı ise mutluluk gözyaşları akıtıyor. Garip ama gerçek. Hayatın kendisi böyle bir sarmaldan ibaret değil mi zaten. 

Evet, hayat salgına rağmen, hastalık ve ölümlere rağmen devam ediyor. Yüce Rabbim yaşlılığın dışında her derdin devası olduğunu buyurmuş. Bana göre yaşlılığa, ölüme karşı da her yeni doğan canlı ile hayatın yeniden sürmesi sağlanmış. Bu yüzden yaşamımızın her anında, her alanında; hastalıkla sağlık, ölümle hayat, yaşlılıkla gençlik, tedbirle tedbirsizlik, korku ile ümit, dikkat ile gevşeklik iç içe bulunuyor. İnsanlar bir taraftan korkuyor, bir taraftan da korkmadan özgürce yaşama umudunu hiç kaybetmiyor. Susurluk parkında etrafımdaki arabesk kalabalığa bakınca bunlar geçti aklımdan.

Yanlış anlaşılmasın arabesk kelimesini; küçümsenen bir yozluk anlamında kullanmadım. Bilakis zengin, renkli, farklı ve sebepleri olan bir birikim, bir yeniden var oluş olarak isimlendirdim. Tedbirle tedbirsizliğin, salgın kısıtlılığı ile normal umutlarının, korku ile yaşam sevincinin birbirine karıştığı bir manzara için daha uygun bir kelime bulamadım çünkü. 

Ayasofya açılıyor

Corona salgını 124. gününü tamamlarken 86 yıllık bir rüya da birdenbire gerçek oluverdi: Nihayet Ayasofya kendisini müzeye çeviren zincirlerinden kurtuluyor! 

Davayı ilk kez 2005'te açan, defalarca reddedilmesine rağmen bıkmadan yeniden yeniden başvuran İsmail Kandemir adlı vatandaşımızı çok kimse bilmez. Ama iş son yıllarda hazırlığı hızlanan ciddi bir çalışma ve sabırla olgunlaştırılıp, nihai hamleye kadar yaklaştırılmıştı. Kurtuluşun işareti ilk Danıştay'dan geldi.

Ayasofya'nın cami olarak ibadete açılması için gözler Danıştay'dan gelecek karardaydı. Danıştay 10. Dairesinin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davaya ilişkin kararı bekleniyordu. İşte o karar resmen açıklandı ve 86 yıl öncesinin meş'um; Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair kararı iptal edildi. 

Böylece bu konuda 26 yıldır mücadele veren 75 yaşındaki İsmail Kandemir de Danıştay'da açtığı davayı kazanmış oldu. Artık Ayasofya'nın yeniden cami olmasının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Beklendiği gibi zincirin son halkası da Cumhurbaşkanımız tarafından kırıldı ve müjde verildi: "Ayasofya açılacak!"

Benim gençlik yıllarımın da kızıl elması olan Ayasofya Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’un fethiyle beraber camiye çevrilmişti. Vakfiyesi bizzat Fatih Sultan Mehmet hana ait olan kutsal mabed ne yazık ki, 481 yıl sonra 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla "abrakabadra" el çabukluğu marifet müzeye çevrilmişti. İşte şimdi verilen Danıştay hükmü ardından Ayasofya Camisi'nin Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Kararı da Resmi Gazete'de yayımlanmış oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hemen kararın ardından bir Ulusa Sesleniş konuşması yaptı ve 24 Temmuz'da Ayasofya'nın ibadete açılacağını duyurdu. Bu aynı zamanda bütün bir dünyaya egemenlik hakkımızdan vazgeçmeyeceğimizin de ilanı niteliğindeydi.

İşte hayat böyle garip bir şey. Çok bunaldığınız bir zaman önümüze yepyeni kapılar açılabiliyor. Tıpkı 11 Temmuz 1995 yılında, yani tam 25 yıl önce Srebrenitsa'da yaşananlar gibi. O soykırımda tam 8500 insan vahşice şehit edilmişlerdi. Hem de kendini insan hakları savunucusu, modern, çağdaş ve uygar olarak tanıtan Avrupa'nın gözleri önünde. Bugün işte o utancın 25. yılı. Biz unutmadık, direndik, Bosna'yı yalnız bırakmadık ve bugün kazanan da biziz. Başı önünde olanlarsa, bütün kibirlerine rağmen Avrupalılar. Bugün pandemi dolayısıyla perişan durumda olanlar da onlar. 

Elbette bunun tersi durumlar da var. Mazlumu unutup, sevinçle gülüp eğlendiğimiz bir anda birden kendimizi bir acının kucağında da bulabiliyoruz. Bir yangın felaketi, deprem, sel, terör ya da salgın hastalık da böyle bir şey. Öte yandan biz yüzyılın salgını ile uğraşırken birdenbire 86 yıllık özlem gerçekleşiveriyor. Ayasofyanın açılması da böyle bir durum. Sevinmek hakkımız, elbette içimiz duygulanıp coşacak. Ayasofya'nın mahsun hali 86 yıldır gönlümüzü burkuyordu. Ancak, hamd edip ölçüyü kaçırmamak lazım. Verilen ya da alınan şeye değil, onu veren ya da alan ele dikkat etmemiz gerekiyor. 

8 Temmuz 2020 Çarşamba

08 Temmuz 2020 Çarşamba 23:30 CORONA GÜNLERİ........................Durum değerlendirmesi

Bakanlık raporu

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, açıklanan 7 Temmuz Türkiye Günlük Koronavirüs Tablosu hakkında: "Yoğun bakım doluluk oranlarımız 1 aydır %59-%61 arasında. Taburcu ettiğimiz hasta kadar yeni hasta yatırıyoruz. Entübasyon için de durum benzer. Vaka artışlarıyla öne çıkan 5 ilde, son üç gündür ortalama %7 daha az yeni vaka var. Vaka sayılarımızda azalma sürüyor. Dikkatli olmalıyız. Azalmalar yavaş, artış hızlı gerçekleşiyor. 1000'i aşan günlük yeni vakalarımızın sebebi, kurallara uyulmamasıdır. Bugünkü 16 can kaybına önlenebilir sebepler yol açtı" şeklinde konuştu.

Son iki haftada Tekirdağ, Balıkesir, Samsun, Kırşehir ve Düzce'de vaka sayısının istikrarlı bir şekilde azaldığını belirten Koca, Gümüşhane'de ise iki haftadır vaka görülmediğini söyledi ve: "Mecbur kalmadıkça toplu tören ve kutlamalardan uzak kalmalıyız. Düğün törenleri, hasta ziyaretleri, asker uğurlamaları tedbirlere tavizsiz bir şekilde uyulması durumunda yapılabilir. Tatil ve alışveriş kalabalıklardan uzak durarak yapılabilir. Bugün büyüklerimiz daha fazla risk altındalar. Salgın süresince vefat edenlerde 60 yaş üzeri ve en az bir hastalığı olanların oranı yüzde 72'ye yakındır" dedi

Türkiye'de 7 Temmuz itibariyle son 24 saatte 50 bin 545 test yapılmış. 1053 kişiye Kovid-19 tanısı konulurken, 19 kişi hayatını kaybetmiş. Böylece toplam vaka sayısı 207 bin 897, can kaybı 5 bin 260 olmuş oldu. Ayrıca son 24 saatte 2 bin 297 kişinin daha iyileşmesiyle de Kovid-19 tedavisi tamamlananların sayısı 185 bin 292 olmuş. Bu verilerle, toplam test sayısı 3 milyon 733 bin 218, toplam vaka sayısı 207 bin 897, toplam vefat sayısı 5 bin 260, toplam yoğun bakım hasta sayısı 1152, solunum cihazına bağlı toplam hasta sayısı 400, toplam iyileşen hasta sayısı 185 bin 292 olmuş oldu.

Sağlık Bakanı Koca, 20 Mayıs'ta yaptığı açıklamada: "İkinci dalga beklemiyoruz, virüsün bulaşma hızı 1.56'dan 0.72'ye geriledi" demişti. 17 Haziran'da düzenlediği basın toplantısında ise: "Vaka sayısına göre vefat oranının en yüksek olduğu il yüzde 12,4 ile Gümüşhane, en düşük olduğu il ise yüzde 0,33 ile Kilis'tir" demişti. Koca aynı toplantıda: "başkent Ankara'da bir ayda günlük ortalama vaka sayısının 127, son bir haftada 155, son üç günde ise 177 olduğunu" açıklamıştı. Koca, "İstanbul'da ise son bir ayda günlük ortalama vaka sayısının 653, son bir haftada 620, son güç günde ise 616 olduğunu" kaydetmişti.

Bakan Fahrettin Koca'nın 6 Temmuz itibariyle paylaştığı tabloya göre;  son 24 saatte 52 bin 193 test yapılmış, 1086 kişide daha koronavirüs tespit edilmiş. Virüs nedeniyle 16 kişi hayatını kaybederken 2315 kişi de iyileşmiş. Dünkü verilerle, toplam test sayısı 3 milyon 682 bin 673, toplam vaka sayısı 206 bin 844, toplam vefat sayısı 5 bin 241, toplam yoğun bakım hasta sayısı 1130, solunum cihazına bağlı toplam hasta sayısı 395, toplam iyileşen hasta sayısı 182 bin 995 olmuş.

Sağlık bakanlığı raporuna göre son 3 günde, ortalama vaka sayısının en çok arttığı iller; İstanbul, Ankara, Gaziantep, Mardin, Konya, Bursa, Diyarbakır. Yoğun bakım hasta sayısı maalesef yeni vakaları takiben artış eğiliminde. Vaka sayısında azalma (sırasıyla -%5,7 ve -%2,8), yeni COVID-19 test sayısında ise artış (%16,0) olduğu görülmüş. Bir önceki güne göre bölgelerdeki vaka değişim yüzdesine bakıldığında; en fazla azalış Kuzeydoğu Anadolu Bölgesinde (-%54,5), en fazla artış ise Batı Marmara Bölgesinde olup vaka sayısı açısından incelendiğinde bu fark sadece 6 vaka. 25-49 yaş grubunda 1.000.000 kişiye düşen yeni COVID-19 vaka sayısı ise kadınlarda 17, erkeklerde ise 19 olmuş.

Rapora göre

Türkiye'de ilk koronavirüs vakasının tespit edildiği 11 Mart'tan bu yana salgının yayılmasıyla ilgili en güncel veriler günlük olarak Bakan Koca tarafından Twitter üzerinden ya da düzenlediği basın toplantılarıyla paylaşılıyor. Ancak son zamanlarda ilgi daha çok illere ve bölgelere çevrilmiş durumda. Ülke geneli tabloları rutinleşti, merak edilen; illerde ve bölgelerde durum ne? Güncel Corona tablosu her gün yayınlanıyor ama illere göre can kaybı ve vaka sayılarıyla ilgili açıklamalar konusunda ise belirli bir takvim yok. Bu veriler nadiren, Bakan Koca'nın basın toplantısı düzenlediği zamanlarda satır aralarında kamuoyuyla paylaşılıyor.

Meselâ Bakan Koca 3 Nisan'da yaptığı açıklamada, nüfusa göre en riskli illerin İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya olduğunu belirterek, 25 ilde can kaybı olmadığını ve en fazla can kaybının İstanbul olduğunu söylemişti. Yine Sağlık Bakanı Koca 17 Haziran'da düzenlediği basın toplantısında vaka sayısına göre vefat oranının en yüksek olduğu ilin yüzde 12,4 ile Gümüşhane, en düşük olduğu ilin ise yüzde 0,33 ile Kilis olduğunu açıklamıştı. Koca aynı toplantıda, başkent Ankara'da bir ayda günlük ortalama vaka sayısının 127, son bir haftada 155, son üç günde ise 177 olduğunu da ifade etmişti. Koca, İstanbul'da ise son bir ayda günlük ortalama vaka sayısının 653, son bir haftada 620, son güç günde ise 616 olduğunu belirtmişti.

Bu defa Sağlık Bakanlığının 6 Temmuz itibariyle iller ve bölgeler göre Covid-19 verileri bir raporla kamuoyunda paylaşıldı. 6 Temmuz Günlük Durum Raporuna göre; Sadece İstanbul'da yeni vaka 272, önceki güne göre fark 39 ve önceki güne göre değişim %12,5 olmuş. Bölgelere göre bakıldığında ise:

BÖLGELER
YENİ VAKA
ÖNCEKİ GÜNE GÖRE FARK
ÖNCEKİ GÜNE GÖRE DEĞİŞİM
Batı Marmara
 12
6
 %100,0
Doğu Marmara
78
27
%25,7
Ege
 61
25
%29,1
Batı Anadolu
240
108
%81,8
Akdeniz
69
 12
%21,1
Orta Anadolu
28
 1
%3,7
Batı Karadeniz
 29
9
%45,0
Doğu Karadeniz
11
 3
 %37,5
Kuzeydoğu Anadolu
  10
12
%54,5
Ortadoğu Anadolu
35
2
%5,4
Güneydoğu Anadolu
 250
100
%28,6
Türkiye
1.095
66
%5,7

Bu tablo şunu gösteriyor: Bir günlük yeni vaka sayısı açısından istanbul tek tek bütün bölgelerimizden daha fazla. Türkiye verileri %5,7'lik bir değişim gösteriyorken İstanbulda bu fark %12,5 olmuş. Ona yaklaşan bölgeler Güneydoğu Anadolu 250, Batı Anadolu 240 görünüyor. Buna karşılık istanbul'da bir önceki güne nazaran fark 39 iken, bu bölgelerimizde günlük artış 100'ün üzerinde, yani bayağı hızlı bir artış söz konusu. Özellikle de batı anadoluda sadece iki günün farkı olan 108; %81,8'lik bir artış demek oluyor. Bu da gerek Türkiye artış yüzdesi olan %5,7, gerekse İstanbul artış yüzdesi olan %12,5'un çok çok üstünde.

Yine 6 Temmuz Günlük Durum Raporuna göre; Sadece İstanbul'da Yeni Hastane Yatışları 91, önceki güne göre değişim %24,7, Hastaneden Yeni Taburcu Edilenler 150, önceki güne göre değişim %63,0 olmuş. Bölgelere göre bakıldığında ise:
ise:
BÖLGELER
Yeni
Hastane Yatışları
ÖNCEKİ GÜNE GÖRE DEĞİŞİM
Hastaneden
Yeni Taburcu Edilenler
ÖNCEKİ GÜNE GÖRE DEĞİŞİM
Batı Marmara
%16,7
9
 %25,0
Doğu Marmara
99
%7,6
93
%38,8
Ege
56
%1,8
90
%23,7
Batı Anadolu
131
% 33,7
143
%37,6
Akdeniz
51
%17,7
 68
%5,6
Orta Anadolu
35
%84,2
  27
%170,0
Batı Karadeniz
19
%5,0
28
%30,0
Doğu Karadeniz
9
%25,0
 7
 %600,0
Kuzeydoğu Anadolu
 14
%54,8
18
%58,1
Ortadoğu Anadolu
20
% 31,0
44
%4,3
Güneydoğu Anadolu
 176
%22,5
209
%21,4
Türkiye
706
%2,8
886
%11,0

Bu tablodan da şu sonuçları çıkarmak mümkün. Bu kez İstanbulda bir günlük Yeni Hastane Yatışları sayısı olan 91 rakamı,  Batı Anadolu (131) ve Güneydoğu Anadolu (176) dan daha az. Ayrıca İstanbul'da bir günlük Hastaneden Yeni Taburcu Edilenler 150 iken bu sayı Batı Anadolu'da (143) ve Güneydoğu Anadolu'da ise (209) görünüyor. Yani İstanbul bu defa Güneydoğu Anadolu'dan daha geride görünüyor. Ancak iki günün mukayesesine baktığımızda İstanbulda %63,0 olan değişim oranı Batı Anadolu'dan da (%37,6) ve Güneydoğu Anadolu'dan da (%21,4) yüksek. Bu arada Türkiye ortalamasının Yeni Hastane Yatışlarda %2,8 olduğunu,  Yeni Taburcu Edilenlerde ise %11,0 olduğunu unutmayalım.

08 Temmuz 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı169...............................Güçlü ve Zayıf yanlar(IX)

Güçlü ve Zayıf yanlar(IX)
Whatsapp grubumuzda yapılan tarama çalışmasında Susurluk için "KENTLEŞME VE ÇEVRE" konusunda “Güçlü yönler”; “Çaylak mesire yeri”ve“Çataldağ” olarak belirlenmişti. Bu faktörler de bugün mevcut olduğu gibi orta vadede de varlığını sürdürerek Susurluğun gelişmesini olumlu etkileyebilecek avantajlar. “Çaylak mesire yeri” olarak isimlendirilen mevkî İlçemizin güney doğusunda. Çayın Susurluk nehriyle birleştiği vadideki geniş alan yıllardır piknik alanı olarak kullanılmakta. Çataldağdan gelen Çaylak suyu burada doğal güzelliği ile eşşiz bir mini kanyon oluşturmuş. Çay yatağı kayalardan akan küçük şelaleler ve göletlerle dolu. Burası suları sürekli akan bir küçük dere ile çınar ağaçları altında gizlenmiş koyu gölgeli antik bir yaşam bölgesi. Bugün bile piknik alanından çaylak deresini yukarı doğru takip ederek dere yatağındaki kayalıklar üzerinde, buz gibi su içerisinde ve yıllanmış çınar ağaçları altında heyecan dolu yürüyüşler yapılabiliyor. Geçmişte zaman içinde vadi boyunca birçok su değirmeni kurulmuş ve bölge halkının tahıllarını öğütmüş. Hatta Enver Paşa döneminde Almanların su ile elektrik üreten Siemens jeneratörleri ile Susurluğun elektrik ihtiyacı bile buradan sağlanmış. Bu jeneratörler yıllarca Susurluk bölgesinin enerjisini sağlamış ve bir dönem sonra kaderine terk edilmiş. Çaylak mesire yeri kuşkusuz bugün olduğu gibi orta vadede de Susurluğun doğal güzellikleri arasında akla geliveren en güçlü isimlerden biri. 
“Çataldağ”Susurluğun doğusunda Kepsut'un Kuzeyinde Mustafakemalpaşa'nın Güneybatısında, Balat vadileri arasında iki zirveli bir masif. 1336 metre ve 1306 metrelik iki adet zirvesi var. Çevredeki üç ilçenin birleştiği noktada bulunan zirveler Susurluk ilçe sınırları yer alıyor. Bugün her üç ilçeden de Çatal dağa ulaşım mevcut. Ayrıca alternatif turizm kapsamında iki adet Susurluk yürüyüş yolları rotası üzerinde bulunuyor. 1.Rota; Kalfa Köy-Gölet-Çataldağ Zirveye kadar 12 km. Rotanın başlangıç yüksekliği 560 m, bitiş yüksekliği 1250 m, ortalama yüksekliği ise 905 m. Meraklısı için zor bir parkur. Orman yollarından devam ederek Çataldağ göleti kenarından geçip 1250 m rakımlı Çataldağ'da sona eriyor. 2.Rota ise 8 km. lik Yayla Çayır Köyü-Çobandede-Çataldağ güzergâhı. Yaylaçayırı Köyünden başlayarak Çataldağ'da bitiyor. Rotanın başlangıç yüksekliği 690 m, bitiş yüksekliği 1250 m, ortalama yüksekliği ise 1000 m. Bu rota da zor bir parkur olup, rota üzerinde 1310 m rakımlı Çobandede tepesi var. Bu tepede de bir adet seyir terası mevcut. 
 Aynı tarama çalışması ve katkılar sonucu “"KENTLEŞME VE ÇEVRE" sektöründe tespit edilen “Zayıf yanlar”ımız ise; “Düzenli kentleşme için uygun alan olmaması”,”Mevcut yapı stoğunun doğal afetlere uygun olmaması”, “Kentsel ve çevresel altyapı yetersizliği”, “Bazı tesis ve işletmelerden dereye dökülen atıklardan kaynaklanan kirlilik”ve“Atık yönetimi konusunda iyi uygulama örneklerinin bulunmaması” olarak belirlenmişti. Susurluk içinden geçen ırmağın ikiye böldüğü, oluşturduğu vadi ve ovanın üzerinde kurulu bir yerleşim bölgesi. Gerek ilçe merkezinin konuşlandığı dar boğaz, gerekse ovadaki verimli tarım arazileri Susurluğun kentsel gelişimini sınırlandırıyor. Var oluşu içinden geçen yola ve dereye bağlı ilçenin geçmişten bu yana bu yönden pek büyüme şansı olmamış. Bu nedenle “Düzenli kentleşme için uygun alan olmaması”ilçe için elbette bir dezavantaj. Deprem bölgesinde bulunuyor olması da binaların yüksek katlı olmasını riskli hale getiriyor. Tek çıkar yol; orta vadede ekonomik ömrünü tamamlamış konutların, eski sokak ve mahallelerin sağlıklı bir kent planlaması ile kentsel dönüşümünün yapılmasında.
İlçemizde mevcut binaların yangın, sel ve deprem gibi afetlere karşı ne kadar uygun olup olmadığı konusunda yapılmış bir çalışma yok. Bu sebeple bugün ve orta vadede ”Mevcut yapı stoğunun doğal afetlere uygun olmaması”gerçeğini elde bir varsaymak gerekiyor. Bu zayıflık Orta vadede yine uygun bir şehir planlamasıyla kentsel dönüşüm zorunluluğunu dayatıyor. Mevcut yapı stoğu; Afad afet yönetimi terimleri sözlüğüne göre "halihazırda içinde oturulan, yaşanılan evler, iş yerleri ve onların müştemilatı ile bunların adedi" anlamına gelen bir inşaat terimi. Belediye başkanlığımızın ilçenin daha yaşanır olması için mutlaka Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 81 ile gönderilen kentsel dönüşüm planlamasına yönelik yönetmeliği dikkate alması gerekiyor. Bunun için ilçedeki yapı stoğu, stoğun kalitesi ve riskli alan tespitine yönelik raporların hazırlanmasıyla işe başlanabilir.  Böylece devletin öncelikleri arasında yer alan kentsel dönüşüm Susurluğun geleceği için de bir umut olabilir. 
Zira Kentsel Dönüşüm Stratejisi her kent ve ilçenin kendine özgü kentsel dönüşüm planlamasını yapmasını öngörüyor. Bu sayede beldemiz de, bir dönüşüm anayasası sahibi olabilecek ve hazırlanan belgeye göre dönüşümünü yönetebilecek.
        “Kentsel ve çevresel altyapı yetersizliği”Türkiye, özellikle depremler ve seller gibi doğal afetlerin etkili olduğu ülkelerden. 1999 yılında meydana gelen yıkıcı depremler, binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olmuş ve ekonomi, hükümet, sanayi, sigorta sektörü ve kamu yönetimi üzerinde büyük finansal yıkıma neden olmuştur. Ülkemizde depremler başta olmak üzere doğal afetlerin sık yaşanması doğal afetleri kentleşme, kent planlama sürecinde dikkate alınması gereken esas unsurlardan biri haline getirmektedir. Kentsel yaşam merkezlerimiz, hızla artan nüfus ve ihtiyaçları ile sebebiyle planlaması olmayan sağlıksız alt ve üst yapılarla dolu. Kentleşme sürecini iyi değerlendirememiş olduğumuzdan ötürü çarpık yapı stokları bugün en önemli kentleşme sorunumuz.  Günümüzde nüfusun yarısından fazlasının kentlerde yaşıyor olması sebebiyle kentsel altyapının tesisi, gelişim aşamaları ve planlama süreçleri stratejik önemde bir konu. Bugün sürdürülebilir gelişimin ve planların en temel sorunu kentsel teknik altyapı hizmetlerinin kent ihtiyaçlarına yeteri kadar cevap verememesi. Bunun nedeni; kent inşa etmenin olmazsa olmazı kent planlaması ile kentsel altyapı arasındaki hassas dengenin kurulamamasından kaynaklanıyor. Kentsel ve çevresel altyapı yetersizliği bugün olduğu kadar orta vadede de şehir ve beldelerimizin mutlaka baş edilmesi gereken zayıflıklarından biri.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2016 verileri üzerinden hazırladığı ‘Türkiye Çevre Sorunları ve Öncelikleri Değerlendirme Raporu’na göre; ülke genelinde, 30 ilde su kirliliği, 26 ilde hava kirliliği, 21 ilde atıklar, 3 ilde gürültü kirliliği, 1 ilde de erozyon öncelikli çevre sorunları olarak ifade edilmiş. Su kirliliğinin 1.,2. ve 3. sırada sorun olan il sayısının toplamı 76. Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu illerin yer aldığı havzalar ise Meriç-Ergene, Marmara, Susurluk, Gediz, Kızılırmak-Yeşilırmak, Doğu Karadeniz, Çoruh ve Van Gölü Havzaları olarak belirtilmiş.  Özetle; 2016 yılı verileriyle Türkiye genelinde birinci öncelikli sorun: Su kirliliği. İlçemiz özelinde de “Bazı tesis ve işletmelerden dereye dökülen atıklardan kaynaklanan kirlilik” iddiaları zaman zaman kitle halinde balık ölümleriyle gündeme geliyor. İddialara göre Susurluk ırmağının bugünkü durumundan bölgedeki fabrika ve tesisler sorumlu. Nitekim, son olarak 2019 yılında meydana gelen toplu balık ölümleri sonrası açıklama yapan Bursa valiliği ölü balıkların Balıkesir'in Susurluk ilçesi yönünden geldiğini belirtilmiş. Buna karşılık Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. Genel Müdürlüğü'nden yapılan bir yazılı basın açıklamasında:"Balık ölümlerine sebep olan fabrikanın Susurluk Şeker Fabrikası olduğuna dair iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Susurluk Çayı'nda balık ölümleri olduğuna dair ihbar üzerine, Balıkesir Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından Susurluk Şeker Fabrikası'nda denetimler yapılmış olup aynı gün düzenlenen rapor doğrultusunda, fabrikamızda oluşan atık suların mevcut çamur havuzlarına alınmakta olduğu ve çevreye alıcı ortama herhangi bir atık su deşarjının söz konusu olmadığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla Susurluk Deresi'nde meydana gelen balık ölümlerinin Susurluk Şeker Fabrikası ile herhangi bir ilgisi yoktur" denilmiş. Anlaşılan “Kabahat gelin olmuş alan yok” sözünde olduğu gibi kirliliğin müsebbibi belli değil(!). Belli veya değil, gerçek olan şey şu: bu dere kirli akıyor!  Mühim olan bölgesel bir plan çerçevesinde bu zayıf tarafımızı iyileştirmeye çalışmak ve sularımızın kirlenmemesini sağlamak.
Bölgemizde “Atık yönetimi konusunda iyi uygulama örneklerinin bulunmaması” sularımızdaki kirlilik sorununun ve çevresel kirlenmelerin çözümünü güçleştiriyor. Oysa ‘atık yönetimi’ buna bir çözüm olabilir. Atık yönetimi herhangi bir ürünün tasarım aşamasından başlayarak; üretim, tüketim, atık oluşumu, atığın geri dönüştürülmesi ve/veya bertaraf edilmesini kapsar. Bu şekilde ilgili kuruluşlar, kirlenmiş atıkların güvenli ve çevre dostu bir şekilde bertaraf edilmesi için bazı basit prosedürleri izleyerek; hem yasal mevzuata uyum sağlayabilir, hem de finansal tasarruflarda bulunabilirler. Aynı şekilde “Sıfır Atık” uygulamasıyla da atıkların kaynağında ayrı toplanarak geri dönüşümünün sağlanması mümkün. Böylece hammadde ve enerji israfının da önüne geçilebiliyor. Nitekim bu kapsamda geri kazanılabilir atıkların yoğun olarak oluştuğu kamu kurumları, terminaller, eğitim kurumları, alışveriş merkezleri, hastaneler, otel ve restoranlar ile büyük iş yerleri başta olmak üzere 2023’e kadar bütün Türkiye’de Sıfır Atık Projesi’nin hayata geçirilmesi hedefleniyor. .

6 Temmuz 2020 Pazartesi

06 Temmuz 2020 Pazartesi 16:30 CORONA GÜNLERİ..........................Körfezde zaman

Körfezin incileri

Bir aydır körfezdeyiz. Corona açısından Ankara ile tek fark ara sıra evden çıkıp çevrede kısa gezintiler yapmamız. Onun dışında yine evdeyiz, yine tedbirli davranmaya çalışıyoruz ve yine "ne zaman bitecek bu corona?" merakı içindeyiz. Çok şükür ki burada sabah yürüyüşü yapabiliyorum. Sitenin etrafı yaklaşık 4100 adım, aşağı yukarı 2,3 km. İki tur bir saate yakın tutuyor. Saat 9.30 gibi de iskeleden denize giriyorum. O da yarım saat. Bazen eşim, kızlarım ve küçük torunum geliyorlar. Ben 8 aylık Tuna ile ilgileniyorum, onlar denize giriyor. Hava ve deniz uygun olduğunda Tunayı da ördek simidiyle suya bırakıyoruz. Sudan korkmuyor, bilakis çok hoşuna gidiyor. Ayaklarını bir çırpışı var ki, görmeye değer. Sanki ezelden yüzmeyi biliyormuş da neredeyse yüzüverecek.

Buranın oksijeni bol güzel havası, tatlı suyu ve bol yeşilinden sonra sabah kahvaltısı gelir bana göre. İlk elektrikli çaycı tıkırdamaya başlar mutfakta. Sonra da arka balkon yıkanır gerekirse. Masa hazırlanır özene bezene. Allah soframızın bereketini arttırsın zeytininden peynirine, domatesinden salatalığına, yeşil biberinden zeytinyağına, tatlı lorundan ekşi maya ekmeğine kadar donatırız sabahları. Gün aşırı bazen menemen yaparız, bazen de tavada sade domates biber karıştırırız. Adam başı yumurta haşlarız genellikle. Nadiren sucuk pişiririz; bazen sade, bazen yumurtalı. Kahvaltımız saat 12'ye kadar devam eder. Bütün aile akşam yemeğinden daha fazla muhabbet ederiz kahvaltı sofrasında. Genellikle o gün ya da o hafta neler yapacağımızı, nereleri gezmek istediğimizi de konuşuruz hep birlikte.

1991-92'den beri geliyoruz yazlığımıza. O yıllarda üç çocuğumuz vardı; 11,10 ve 7 yaşlarında. 1995 yılında biri daha katıldı aramıza. Daha üç aylık bebekti onu orjan'a getirdiğimizde. Şimdi o 25 yaşında, ODTÜ'yü bitirdi İstanbulda bir denetim firmasında çalışıyor. Henüz bekar. Büyük kızımız ve damadımız sınıf öğretmeni, iki de torunumuz var onlardan. Biri 17, diğeri 9 yaşında.  Büyük torununumuz Nazlı 2 gün sonra 18 yaşına ayak basacak. Önümüzdeki yıl da inşallah üniversite sınavına girecek. İki numaralı torunum Yağız da seneye inşallah ilkokulu bitirmiş olacak. Onlar da bebekliklerinden beri yazları buraya gelirler. Meyve ağaçlarımız adeta onlarla birlikte büyüdüler. Bazen ben bile şaşırıyorum, Nazlı nasıl oldu de birden genç kız oluverdi diye. Yağız torunum ele avuca gelmez bir oğlan. Neredeyse benden daha iyi yüzüyor. Denizi ve oyun oynamayı seviyor. Ben ne kadar çekiniyorsam, o da o kadar gözükara.

Geçen yıl yazar-şehir plancısı büyük oğlumun ve sevgili gelinimiz Sibel'in kızları Ece Mercan'da Nisan ayında 2 yaşını doldurdu. Maşallah çok güzel, akıllı ve tatlı bir kız. O da geçen yıl orjan'a geldi. Birlikte bir hafta geçirdik. Corona olmasaydı bu yıl da gelirlerdi ama gelinimiz Prof.Dr.Sibel Ertek Yalçın bir sağlık personeli. Oğlumuz Bahadır Cüneyt Yalçın da Şehircilik ve çevre bakanlığında çalışıyor. Hem iş yoğunluğu hem de kreşler kapalı olduğundan Ece'nin bakımı bu yıl onların üstünde. İstemelerine rağmen bu yıl gelebilirler mi bilemiyoruz. Belki kurban bayramında, o da birkaç gün. En küçük torunumuz Tuna kızımız Hilal'in ilk  çocuğu. Doğumundan bu yana bizimle birlikteler. Annesi Amerikan Kültür derneğinin Ankara kreş ve ana okulunda çalışıyor. Bu yıl önce doğum izni, sonra da coronadan dolayı ücretsiz izinli olarak çocuğuna bakıyor. Sanırım kreşleri yeni bir yere taşınıyormuş. Açılış hazırlıklarını bitirdikten sonra Hilal'i çağıracaklar. Bu yüzden hepimiz Hilal'e çocuğunu bu en önemli aylarında kendisi bakabildiği için çok şanslısın diyoruz.

Selma ve Yılmaz Yalçın ailesi şimdilik toplam 13 kişi oluyoruz. Bereket kimi gidiyor kimi geliyor yoksa soframız bu kadar kalabalığı almayacak. Şu anda Tunayla birlikte 7 kişi ancak sığıyoruz. Akşama Yağızla babası Aydın gelecekler. Bir sonraki gün de Tuna'nın babası Ümit. On kişiye ulaşacağız. Kahvaltı ve akşam yemeklerinde belki sıkışarak idare edebiliriz ama Nazlı'nın doğum gününde dışarda bir yeri tercih etmemiz gerek. Muhtemelen bu tercih Altınoluk köyü Çınaraltı'dan yana kullanılacak gibi duruyor.

Körfezin en sevdiğim taraflarından birisi de gez gez bitmeyen çeşitliliği. Bir de her yıl defalarca gitsek de bıkmadığımız güzellikleri. Kazdağları başlı başına gezilecek-görülecek-yenilecek yerlerle dolu. Her tarafı ayrı bir güzel. Akçay, Altınoluk her yıl birkaç kere gittiğimiz yerler. Ören, İskele, Güre ve Küçükkuyu da öyle. Küçükkuyu'nun Nusratlı, Narlı ve Adatepe köylerine defalarca gitmişizdir. Bilhassa Adatepe köyü görülmeye değer bir zenginlik. Zeus altarı denilen yere arabayla gidilmiyor. Ancak oradaki manzara biraz zahmetli bir yürüyüşün tadına doyum olmaz bir ikramiyesi gibi.

Altınoluk köyü başlı başına otantik bir eski yerleşim yeri. Çınar altında canınız ne isterse yiyip içebilirsiniz. Ama bana sorarsanız isteğinize göre koruk suyu ya da karadut suyu içmeden oradan dönmemeli. Bir de son yıllarda keşfettiğimiz keçi sütü dondurması var ki mis gibi keçi sütü kokuyor.

İki yıl önce Gürede Kazdağları adıyla açılmış özel bir Etnoğrafya müzesi keşfetmiştik. Daha önce de yıllarca Tahtakuşlar köyüne gittik müzesini ziyaret etmek için. Küçükkuyu'da Assos'a dönmeden yol üzerindeki Zeytinyağı müzesini de öyle. Çanakkale yönüne doğru sağda Yeşilyurt, sağda da Nusratlı adında çok güzel iki köy daha var. Nusratlı köyünde eski bir ilkokul binası hanımların ürülerini sergileyip sattıkları bir mekan haline getirilmiş. İsterseniz kahvaltı yada gözleme vb. şeyler yiyip içebiliyorsunuz. Hele de dönerken bir 'seyir tepesi' var ki orada manzara eşliğinde çay içmek başlı başına bir keyif.

Körfez gezmeleri

Dedim ya Kazdağları gez gez bitmez. Güre'nin hemen birkaç km. yukarısında asıl Güre köyü var. Oraya birkaç yıldır gidiyoruz. Özgün mimarili Camisinde namaz kılıyor, havuzlu parkında dinleniyor, gözleme yiyor çay içiyoruz. Güre zaten termal tesisleri ile ünlü. Biz günübirlik gezdiğimiz için bir iki kez gidebildik. Ama biliyorum ki her keseye, her beğeniye hitap eden tesisleri var. Güre köyüne çıkmadan sola saparsanız Pınarbaşı diye bir piknik yerine ulaşırsınız. Tertemiz ve soğuk akan derede bol gölgeli çınar ağaçları var. İnsanlar bu dere boyunca mangal yapıp ailecek iyi vakit geçiriyorlar. Şayet ay ağustossa yola çıkarılmış dağ incirlerinden mutlaka alırız. Kim ne derse desin mevsiminde kazdağının kara incirini başka hiçbir incire değişmem. 

Altınoluk Avcılar köyünün biraz yukarısında Dedepınarı denilen bir yer biliyoruz. Oradaki tesisin manzarası da çok güzel ama, havası, suyu ve yemekleri de bir o kadar güzel. Hizmet eden gençlerin güler yüz ve sıcaklığı da eklenince oradan mutlu ayrılmamak mümkün değil. Yine aynı köyün Güre tarafında Manastırhan denilen mevkisine her yıl olmasa da iki yılda bir gideriz. Ulu çınarların gölgelediği, küçük bir dereciğin şenlendirdiği tarihi bir nokta burası. Şimdilerde hem konaklama hem de günübirlik amaçlı gelenlere hizmet veren bir tesise dönüşmüş. Kahvaltı da var, yemek de yenebiliyor, çay içip dinlenmek de mümkün. Edremit yönünde Akçayı geçtikten sonra sola saparsanız Kızılkeçili köyüne ulaşabiliyorsunuz. Bu köyün içinden de dağdan inen bir dere akıyor. Ulu çınarlar altında yeme içme yerleri düzenlenmiş. Biz birkaç yıldır köyün içinde kahvaltı veren küçük bir mekana alıştık. Sakinliği, lezzeti ve uygun oluşu bizi buraya bağladı. Dışarda kahvaltı deyince aklımıza geliveren öncelikli mekanlardan.

Kızılkeçiliden az uzakta Zeytinli köyü var. Bu köyün sahil kesimi Altınkum olarak adlandırılıyor. Orada da düzenlenmiş bol ışıklı yeme içme yerleri, çay bahçeleri, alış veriş sergileri ve gezinti yolu var. Zeytinli'den sola yukarı çıkılırsa Sütüven şelalesi ve Hasan boğuldu'ya ulaşılıyor. Yine kayaların arasından akan temiz ve serin bir dere. Yine koyu gölgeli çınar ağaçları ve yine bol bol mangal dumanı. Hasan boğulduyu görmek için 15-20 dakika yukarıya doğru çıkmak gerekiyor. Sabahaddin Ali'nin kaleminden tanıdığımız türkmen kızı ile ovalı bostancı hasanın acıklı hikayesi eşliğinde görüyorsunuz o muhteşem mekanı. Aşağıda sergilerden oluşmuş küçük bir pazarcık kurulmuş suyun kenarında. İstediğiniz doğal organik yaş ve kurutulmuş mahsulü buradan alabiliyorsunuz. Daha aşağıda girişte Milli park bekçi kapısı var. Birkaç da yeme içme tesisi. Hasan boğuldu her yıl en az bir defa sürekli gittiğimiz yerlerden.

Edremit Yenice Kalkım istikametinde Hanlar ismiyle bilinen bir mevki var. Orada da birkaç yeme içme tesisi ve çay bahçesi şeklinde hizmet veren işletmeler bulabilirsiniz. Biz genellikle caminin sağ tarafında geniş piknik alanında vakit geçirmeyi tercih ediyoruz. Bol suyu olan bir köy çeşmesi de var.  Soğuk suyu görünce yanınızda getirdiğiniz karpuzu çeşme yalağına bırakmadan edemiyorsunuz. Bu yol dağı aşarak Kazdağlarının kuzey doğu arkasına Kalkım ve Yeniceye ulaşıyor. Sağa dönülünce de adeta bir daire çizerek önce Balya'ya, sonra da İvrindi'ye varılıyor. Bu noktadan sonra istenirse Balıkesir yönüne, istenirse yeniden Havran, Edremit ve Burhaniye'ye dönmek mümkün. Ama bu dağ yolunun daha önce hiçbir yerde görmediğim bir özelliği daha var. Her taraf sağlı sollu çeşmeler, çeşmelerle dolu. Hem de bir musluklu değil, üç, dört, beş oluklu çeşmeler. Eskiler bu yolda yolculuk ederken hiç susuzluk çekmemiş olmalı. 

Hanlar mevkiine gelmeden üç dört km. önce 'Gülsüm ana' diye bir aile işletmesi var. Burayı yaklaşık 5 yıl önce keşfetmiştik. O kadar beğendik ki her yıl ya kahvaltı ya da akşam yemeği için mutlaka gidiyoruz. Ulu çam ağaçlarının altında ahşap kerevetler yapılmış. Aileler birbirlerinin mahremine girmeden huzur içinde yiyip içebiliyorlar. Kahvaltıları da güzel ama son iki senedir yaptıkları oğlak eti yemeğine abone olduk adeta. Tesiste akan su kendilerinin, çok da tatlı ve soğuk. Elektriği de pervane ile yine kendileri üretiyorlarmış. Arkada besledikleri keçi, tavuk ve inekleri var. Kullandıkları sebzeler kendi bahçelerinin ürünü. Gülsüm ana ve eşi artık yaşlılar ve oturuyorlar. Gelen misafirlerle hal hatır ediyorlar. Oğlu ve torunları hizmet ediyor müşterilere. Yan tarafta organik ürünler satan bir barakaları var. Baldan erişteye, zeytinden reçele kadar pekçok ürün var raflarda. İki yıldır biz üç kiloluk peynir alıyoruz bidonla. Bir yaşlı köylü yapıyormuş. Biz beğendik, yine Ankara'ya götüreceğiz. 

Edremit'e doğru Hacıarslanlar ve Camcı köyleri var. Yol kenarına çıkarılmış ürünler satıyorlar gelip geçenlere. Bu yıl da kahvaltıda yemelik yeşil ve siyah zeytin aldık köylülerden. Daha uygun ve lezzetli ürünler. Edremit'e kadar kah orman, kah zeytinlik yemyeşil bir araziden aşağıya doğru kıvrıla kıvrıla iniliyor. Yol boyu zeytinlik, bağlık, bahçelik yerler var görebildiğimiz. Ağustosta geçsek belki üzüm ya da incir alabilirdik, şimdi yaz armudu ve çilek zamanı. Domatesi, biberi, salatalığı zaten hiç eksik olmaz yaz boyu buralardaki sergilerden. Edremit'e bitişik Kadıköy'den yukarıya doğru, Orta oba denilen bir köye çıkılıyor. Kartal yuvası gibi bir yerde kurulu. Üç sene önce gittiğimizde muhtar bir cami yaptırdıklarını söylemişti. Nasip oldu Ankara'da bir Cuma Türkiye genelinde toplanan yardıma ben de katılmış oldum. Şimdi çifte minaresi ile köyün camisi aşağıdan adeta göz alıyor. İnşallah en kısa sürede çıkıp orada bir vakit namazı kılmak isterim. İşte o köyün Kadıköy'den çıkış tarafında 'Şıp şıp dede' diye bilinen yatırdan adını alan bir mevki var.  Son iki yıldır orada 'seyir terası' ismiyle bir işletme açıldı. Manzara da güzel, yemekler de. Gidip de pişman olmadığımız yerlerden.

Ayvalığa doğru; Gömeç, Karaağaç, Kozak yolu, Mutlu köy ve Küçük köy de gitmeyi sevdiğimiz yerlerden. Sarımsaklı, Alibey adası (cunda) ve Ayvalık merkez de her sene gezilip görülecek yerler. Karaağaç'ta yeni keşfettiğimiz et lokantası Madradan, üç yıldır gidip boşnak böreği yemeden yapamadığımız Küçükköy'den bahsetmeden olmaz. Ayvalığa her gidişte uğradığımız Paşa limanı ve Çamlık tesislerini anmazsam haksızlık etmiş olurum. Çiğ böreğini yemeden, sakızlı kurabiyelerini almadan, koyu gölgesinde koruk suyunu içmeden dönmediğimiz Macaron kahvelerini unutabilir miyim? Hele de perşembe pazarını dolaşmadan yapamadığımız, dar sokaklarını her yıl yeniden keşfettiğimiz Ayvalık'tan nasıl söz etmem. Ya sahilinde papalina yemeden, Taş kahve'sinde sakızlı kahve içmeden, arka sokaktaki bir pastanenin üzeri dondurmalı sakızlı muhallebisini tatmadan dönmediğimiz Cunda'ya ne demeli?

Burhaniye'den Ayvalığa gelirken solda dev bir rüzgar gülü vardır. İşte tam o noktadan sola dönen yol Bergama'ya kadar gider. Kozak yolu diye bilinen bu güzergah tabiat harikası bir doğa içinde kıvrıla kıvrıla, adeta bir fıstık çamı denizinin içinden geçer. Zaman zaman küçük bir dereciğin yola eşlik ettiğini görebilirsiniz. Birkaç yerde çay bahçesi piknik yeri gibi tesisler de var. Ama benim zihnimde Kozak yolunun en güzel zamanı kozak üzümünün olgunlaştığı Ağustosun son günleri. Yol boyu görülebilen bir çok bağın herhangi birinin önünde durup ücretiyle dalından üzüm koparmak kadar güzel bir şey olamaz. 

Bu yıl Küçükkuyu'dan Adatepe istikametine dönünce 'Antik Sabunhane' diye yeni bir yer keşfettik. Benzerlerinde olduğu gibi bu da eski bir yağ fabrikasıymış. Sahibi olan aile birkaç kuşaktır burada zeytinyağlı sabun üretirken son iki yıldır burayı bir turistik işletmeye dönüştürmüşler. Sabunun da envai cinsini üretmişler doğal olarak.  Ayrıca geniş bahçesinin bir bölümünü de kahvaltı, yemek ve çay kahve için oturma mekanı haline getirmişler. Gerek ürünler, gerekse ailenin sıcak misafirperver tavrı bizi çok etkiledi. Kısaca orayı yine geleceğiz dediğimiz yerler listesine ekledik. İnşallah nasip olur.

Kazdağlarının daha arkası; Bayramiç, Kalkım, Yenice tarafları var. Çanakkale'ye doğru Geyikli, Bozca ada ve Truva antik kenti var. Daha Ayvalık Mutluköy'den bahsedemedim. Cunda'nın sokaklarını, taş evlerini anlatamadım. Tekneyle çıkılan günübirlik deniz turlarından söz edemedim. Mehmet Alan köyü'nü tarif edemedim merak edenlere. Çamlı'bel köyünü, onun başta Şarlak olmak üzere pek çok işletmesini tavsiye edemedim. Akçay'ın, Altınoluk'un ve Güre'nin akşam vakti hareketlenen sahillerini bu corona musibeti süresince gönül rahatlığıyla yazamam. Hemen her yeşil noktada müşteri bekleyen köy kahvaltısı yerlerini sıralayamam.

Sözün özü körfezin mücevherleri ışıl ışıl parlıyor. Kazdağının her noktası saçılmış inciler gibi davetkar bekliyor. Biz Körfezi seviyoruz, Kazdağlarını özlüyoruz. İşte Corona günlerinde dahi kaçak göçek gitmeden yapamadık. Ama gidemezsek de, göremediğimiz yerleri unutmuş ya da unutacak değiliz. Bu özlem ve hayranlığı hiç değilse şimdilik satırlara dökerek ifade etmeye, özetlemeye çalıştım. Salgın olmadan, sağlıkla ve özgürce yine yine gidebilmek dileğiyle…