23 Kasım 2013 Cumartesi

095 24 Kasım 2013 Pazar 01:51 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER…..............Çocukluk zamanları

Çocukluk zamanları


"İlkokul öğretmenim Mihriban Aktarı'ya"

Bir köy çocuğu olarak doğdum.  İlkokul  ikiye kadar da köyde yaşadım. Bebekken dedemler, annemler elbirlik tarlada çalışırken, bana da ağaç altında bir cingen salıncağı kurulurmuş. Orada gölgede uyurmuşum. Biraz büyüdüğümde eşek sırtında tarlaya gittiğimi hatırlıyorum. Hatta hasat vakti geceleri tarlada kaldığımızı da.

O zamanlar öyle traktör, biçerdöğer, otomobil filan yok. Tarlada iş günler sürüyor. Mahsul toplanıp öküz arabalarıyla harman yerine taşınıyor. Bu kez de harmanda kalınıyor ailece. Çünkü önce arpa, sonra buğday, ardından mısır ve ayçiçeği. Hepsi birkaç ay içinde peşpeşe harmanda işlenip, çuvallanıyor. 

Satılacaklar kasabaya götürülüyor. Kışlıklarsa evin erzak ambarı bölümüne istif ediliyor. Ürünün sapları da ziyan edilmiyor tabi. Onlar da hayvanlar için samanlıklara  tıka basa iyice depiliyor.

Doğduğumda harman vaktiymiş. Bir sene sonra emekleyip tay tay dururken yine çardak altındaymışım. Sonraki yazlar o harman senin bu harman benim oynadığım, koşuşturduğum yıllardı. Harman yeri zaten köyün hemen altında bir düzlükteydi. Baharda herkes kendi yerini düzeltir, otlarını temizler, sular, çardağını kurar ve hasata hazırlardı. O zamanlardan hatırladıklarım; neşe içinde dövene binmek, sap saman üstünde yuvarlanıp oynamak ve geceleri çardakta uyumaktı. Biraz büyüyünce görevim harman dönen hayvanların buğday üstüne şey ettiklerini toplayıp gübre yığınına atmaktı.

Şimdi düşünüyorum da, o zamanlardan aklımda kalan bazı sahnelerin anısı hala yüreğimde. Mesela delikanlı bir büyüğümle sık sık değirmene giderdik. Buğday çuvalı enlemesine eşeğin çıplak sırtına yüklenir. Beni de üzerine oturturlardı. Benim ele avuca gelmez yaramazlıklarımdan mı , yoksa ısrarlı ağlamalarımdan mı bilinmez değirmene gidilecekse ben de olurdum aralarında. Büyüğüm dediysem halamoğlu da ya onbeş yaşında ya onyedi. Önümüzde arkamızda bizim gibi eşekleriyle değirmene giden, ya da dönen insanlar. Keçi yolu gibi bir patikadan, orman içinden döne kıvrıla sonunda sancakderesine ulaşırdık.

Değirmen suyun daraldığı loş, serin, yüksek ağaçlı, kayalık bir yerdeydi. O kendine has gürültüsünü hatırlıyorum; fışkıran suyun ve deli gibi dönen değirmen taşlarının. Yükümüzü indirir diğer gelenlerle birlikte sıramızı beklerdik. Bu arada azık torbası çıkar; ekmek, peynir, domates artık Allah ne verdiyse yenirdi hep beraber. Sanırım deredeki balıklar da ilgimi çekerdi ama en çok değirmencinin una bulanmış kaşları, değirmenin kokusu ve o koca taşların nasıl olup ta öyle fır fır döndüğünü merak ederdim.

Benim hayal meyal hatırladığım, ama rahmetli halamoğlunun anlatırken her seferinde kendisini gülmekten alamadığı bir anım daha var bu yolculuklardan. Unu yükleyip, yine ben üstünde o yaya giderken nasıl olduysa eşek ürkmüş çuval bir tarafa ben bir tarafa düşmüşüm. Neyse ki bir şey olmamış. Patika kenarında bir taşın üstüne oturmuşum. Bu arada o eşeği zapt etmeye çalışıyor. Bense başım ellerimin arasında, düşen un çuvalını yeniden yüklemeye uğraşan Mesut abime şöyle diyormuşum: "Olmadı ki, hiç bişey olmadı ki, bak başım burda." Çocuğun halini bir düşünün. Bir taraftan kan ter içinde kalmış uğraşıyor, öbür yanda başına gelene mi kızsın, bana mı gülsün.

Yaz sonuna doğru harmanlıklarda mısır kırılır, ayçiçek dövülür. Bizim köyde birlikte yapılan bu çeşit işlere "meci" denirdi. İmecenin bir başka söyleniş biçimi yani. Bilhassa akşam vakitleri ayışığı, lamba ya da löküs (gazyağı ile çalışan, pompalı bir çeşit aydınlatıcı) şavkında olanları hatırlıyorum. Çünkü çok eğlenceli ve renkliydiler. Bu ortamlar bilhassa köyün gençleri için arayıp da bulamadıkları şarkılı, manili birer eğlence vesilesiydiler. Oturdukları yerde hem konuşur, hem eğlenir, hem de çalışırlardı. Mısırsa birbirine sürterek, ayçiçekse kafaları sopayla dövülerek taneleri çıkartılırdı hep birlikte. Biz çocuklar da etraflarında koşturur, öbek öbek harman yerleri  arasında saklambaç oynardık. Bu arada akraba kadınlar birbirleriyle çene çalma fırsatı bulur, neneler çocuklara uydurup uydurup masal anlatırlardı. Çok zaman da masalın sonunu dinleyemeden dizlerinde uyumuş olurduk zaten.

Köyün iki tarafında yaz kış gürül gürül akan iki çeşme vardı. Eskiden evlerde şimdiki gibi su olmadığı için bu çeşmelerden genç kızlar bakraçlarla su taşırlardı. Genellikle iki ucu çentikli orta büyüklükte yaklaşık birbuçuk metre uzunluğunda bir sopayla taşınırdı bakırlar. Ama aslında bu işin görünen tarafıydı. Çünkü benim çocukluğumda köy çeşmeleri genç oğlanlarla kızların gözde mekanlarıydılar. Kızlar aralarında fısıldaşır, gülüşür, oğlanlar biraz uzaktan onları keserlerdi. Çocuklar içinse sadece farklı bir oyun yeriydi oralar. Akan suya başlarını sokar, ahırlarında yıkanır, birbirlerini ıslatırlardı. 

Harman sonrası yeni konukları olurdu buraların. Çeşmenin serin sularında bu defa kış için buğday yıkanır, kazanlarla bulgurluk, keşkeklik buğday kaynatılırdı. Haşlanmış hafif şişmiş yumuşak buğdayı avuç avuç yemeyi çok severdim. Kadınlar bizi kovalar, biz yine göz ile kaş arasında aşırmayı bilirdik. Çocukluk işte.

Bazen ayağımızda lastik ayakkabı, çok zaman da yalınayaktık. Şırıl şırıl akan serin sular, tepsiler kalburlar, bir tarafta kaynayan kazanlar, kış hazırlığı yapan kadınlar ve etrafında cıvıl cıvıl bizler. Hiç derdimiz, tasamız yok. Etrafımızda yaşanan hayat kavgasının, acıların farkında değiliz. Mevsimler değişiyor, mekanlar farklılaşıyor ama biz çocuklar daima orada olmaya devam ediyorduk. Yani sahne ne olursa olsun biz kendi renklerimizle oralardaydık.

Bugün kentlerde, apartmanlarda doğup büyüyen çocukların böyle anıları yok. Belki biz de onların yaşadıklarını görmedik, yaşamadık. Ama ben şahsen, fakir ama renkli geçen çocukluğumu kalbimin en ücra derinliklerinde özenle taşıyorum. Elbet her nesil kendisiyle birlikte götürüyor çocukluğunu. Bir kez daha yaşanması mümkün olmayan anılarını. Bu işin kaçınılmaz ve hüzünlü tarafı. Tabi ki yeni nesiller de yeni anılar yaşıyorlar kendi zamanlarında. Karşılaştırmak gereksiz ve bir o kadar da anlamsız. Ama anlatmak gerek yeni zamanlara eskileri. Tarlaları, harman yerlerini, köy çeşmelerini.

Belki yalınayaktık, varsa lastik ayakkabımız mutluyduk. Hele hele pazardan alınan yeni bir ayakkabı bizi adeta sevindirik yapardı. İki elimizle kucaklar, bir köşede onları defalarca göğsümüze bastırırdık. Bıraksalar neredeyse birlikte uyumak isterdik.Ama inanın o günkü duygularımı, sevinçlerimi, değil torunlarımın, çocuklarımın bile anlayabileceğini sanmıyorum. İnşallah şimdikiler de mutlu yaşarlar çocukluklarını. Dilerim en az bizimki kadar renkli geçsin yılları. Çünkü sonrasında, biliyorum onlar da anlatacaklar torunlarına bugünleri. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder