22 Şubat 2019 Cuma

22 Şubat 2019 Cuma 12:00 ŞİİR VE TÜRKÜ..........................................Gesi bağları


Gesi bağları 

Bir zamanlar annesi ile yasayan genç bir kız Kayseri iline bağlı Gesi kasabasına gelin gitmiş. 

Zamanın şartlarında ulaşım zor şehir kızı için köy gelinliği ağır yükmüş. Annesine olan özlemi gün geçtikçe artmış ama kocası çaresizmiş. Üstelik kaynanası da ona yapmadık eziyet bırakmıyormuş. 

Gesi bağlarında bir top gül idim / Yağdı yağmur güneş vurdu eridim / Ezel yarin sevgilisi ben idim
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim / Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim

Aradan zaman geçmiş ve bir çocukları olmuş gelinin. Onunla avunmaya çalışıyormuş ama annesine olan özlemi de bir türlü dinmiyormuş. Annesinden hiç haber alamadığı için çok üzülmekteymiş. 

Gül koymuşlar menekşenin adını / Dünyada almadım anam ben muradımı / Ben ölürsem dertli koyun adımı

Aylar yıllar geçmiş sonunda kötü haber gelmiş annesinden. Onun öldüğünü öğrenen gelin artık Gesi'nin güzel bağları arasında hem ağlıyor, hem de bir türkü söyleye söyleye dolaşıyormuş:

(Of) Gesi Bağları'nda Dolanıyorum / Yitirdiğim Yarimi Aman Aranıyorum / Bir Çift Selamına Güveniyorum
Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim / Halimden Bilmiyor Ben O Yari Neyleyim
Atma Anam Atma Şu Dağların Ardına / Kimseler Yanmasın Anam Yansın Derdime
(Of) Gesi Bağları'nda Üç Top Gülüm Var / Hey Allah'tan Korkmaz Sana Bana Ölüm Var / Ölüm Varsa Şu Dünyada Zulüm Var
Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim / Halimden Bilmiyor Ben O Yari Neyleyim 

Bu güzel ve acılı Kayseri Türkünün bilinen 64 beyiti var. Ahmet Gazi Ayhan tarafından derlenmiş. Hem melodisi hem de şiiriyle günümüze kadar ulaşan klasik türkülerimizden. 

Birbirinden farklı bir çok hikaye anlatılıyor bu türkü için. Halk o kadar benimsemiş Gesi Bağlarını ki, insanlar sonradan kendi hüzünlerini de, kendi hikayelerini de bu şarkının formuna uydurup söylemiş olmalı. Bu yüzden Gesi Bağları türküsünü ilk dillendiren de zamanın araya koyduğu sislerin içinde silikleşmiş, ne için söylendiği de belirsizleşmiş. 

Gesi bağlarında bir top gülüm var / Hey Allah'tan korkmaz sana bana ölüm var / Ölüm var da şu gençlikte zulüm var
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim / Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim

Bilinen bir şey varsa o da bu türkünün nağmelerinde yurt hasreti var, ayrılık acısı var, gurbet var, ana sevgisi var. Pazarörenli Afşar kadının anlattığına göre kaderi toprak rengi, kendisi bağ gülü kadar evcil bir İstanbul kızı söylemiş bu türküyü. Sevdadan çok yabancılığı, garipliği, umarsızlığı dile getirmiş onu.

Gesi, Kayseri'nin ırağında sapa bir kasabayken, yaz gelince gurbet ellere çalışmaya gidermiş buranın gençleri. Ellerinde bir küçük bavul, ceplerinde üç beş kuruş yol parasıyla İstanbul'a, İzmir'e doğru yollara koyulurlarmış. 

Gesili Mustafa da bir küçük evciğin en büyük oğluymuş. Yaz bahar ayı kendini gösterende bavulunu, yolluğunu alıp ana babasına veda etmiş, yaz boyu çalışıp para kazanmak, başka diyarlar görüp iş öğrenmek amacıyla binmiş kara trene, düşmüş İstanbul yollarına. 

Mustafa askerliğini yeni bitirmiş, yirmi beşinde bir Anadolu delikanlısı. İnce iş gelirmiş elinden, sıvacıymış. İnmiş Haydarpaşa Garı'na. Sisler arasında kaybolan ulu minareleri, yüksek kuleleri, görkemli evleri seyredip kendisini büsbütün garip hissetmiş. 

İstanbul'da Gesili Mustafa'ya da bir inşaatta iş vermişler. Yaptığı işi beğenmiş işveren. İşçiyken kalfa, kalfayken de usta olmuş. Bu ağırbaşlı, namuslu Anadolu genci, arkadaşlarının arasında hem yaptığı iş, hem de güvenilirliğiyle seçilmiş olmalı ki işveren onu günün birinde kenara çekip bir cigara uzatmış ve ailesini sormuş. Utancından tutuk tutuk konuşarak cevap vermiş Mustafa. "Kayseri'de bir koca kadın anam, beş kardeşim var. Yazın çalışıp kışın yeriz. Bizim oralar bağlık bahçeliktir. Erkek kısmına kış günü de olsa evde oturmak yakışmıyor. Geldim buralara...

Evlenmeyi düşünüp düşünmediğini sormuş işveren. "Nasip" diye yanıtlamış Mustafa. İşvereni ona İstanbul'un kıyıcığında eski bir evde yaşayan dört kızdan birini teklif etmiş. "Ben bu kızı bilirim, tanırım her haline kefilim. Anası eşini yitireli çok oluyor. Dört kıza hem analık yaptı hem babalık. Yoksulluk kınanacak bir hal değildir oğlum, bu kızı seninle baş göz edelim" demiş. O an bir şey diyememiş Mustafa. Beklemediği bu teklif şaşırtmış onu. Akşam kara gecenin içine büzülüp düşünmüş. Teklifi uygun bulmuş, her ne kadar o zamana dek bu yabancı diyarlardan evlenmeyi düşünmediyse de kabul etmiş. 

Bir gün iş arkadaşları ve patronu gidip çalmış eski evin boyası aşınmış kapısını. Leyla'yı görüp beğenen Mustafa'nın evlilik dileğini kadıncağıza bildirmişler, Allah'ın emriyle kızını istemişler. Yaşlı kadının tek derdi, gözü görür eli tutarken kızının mürüvvetini görmek olmalı ki ikiletmemiş kendisine gelen teklifi. Madem tanıdıklar bu yabancı gence kefil oluyor, huyu güzel, çalışkandır diyorlar, "Hayırlı işi uzatmanın manası yok. Kıysın nikahı alsın götürsün" diye cevap vermiş. 

Leyla duraksayıp bakmış anasına. "Ne tez bıkmışsın benden ki alıp kızını bilinmedik diyarlara atıyorsun," diyecek olmuş ama sesi düğümlenmiş boğazında. Anasının uygun gördüğünü geri çevirememiş. Biraz da kahredip kabul etmiş kısmetini. 

Mustafa evleneceğini kısacık ve utangaç bir telgrafla bildirmiş Kayseri'ye. Basit bir alyans, üç beş parça hediye, birkaç takı ile gitmiş kız evine. Çabucak kıymışlar nikahı. Sonrası Mustafa Leyla'yı alıp memleketine doğru yola koyulmuş. Delikanlının cebinde yaz boyu çalışıp kazandığı paralar, kızın elinde birkaç parça çeyizini sıkıştırdığı bavulla geçmişler Anadolu yakasına. Kara trenin Kayseri istasyonuna Haydarpaşa'dan iki bilet almışlar. 

Leyla doğup büyüdüğü eski İstanbul'a gözleri dolu dolu bakmış, adını duyup yerini bilmediği Kayseri'yi düşlemiş. Korkup ağlayacak olmuş önce, sonrası kocasının elini tutup onun varlığına sığınmış. Ama zor iş göz açıp gördüğü diyarları bırakıp bilinmeze doğru yola çıkmak. Bu yüzden boğazın karşı kıyısında bütün görkem ve göz alıcılığıyla yükselen tanıdık İstanbul'a bakıp içinden geldiğince yakınmadan da edememiş. 

Gemiden indim de yollar ayrıldı / Bindim kara trene başım çevrildi / Bize kısmet gurbet elden verildi. 
Atma anam atma, beni dağlar ardına / Kimseler yanmasın, anam yansın derdime... 

Kara tren aşmış dereleri dağları. Anadolu'nun kıraç bozkırlarını geçip bir yüce dağın eteğine yaslanmış Kayseri'ye ulaşmış. Mustafa'nın ailesi karşılamış gelinlerini. Sarmaş dolaş olmuşlar. 

Leyla'nın içindeki ürkeklik geçmiyormuş yine de. Girmiş Mustafa'nın alçacık damlı, tek katlı, önünden tozlu bir yol geçen evine. Henüz alıştığı bildiği gibi bir yerle karşılaşamamanın ürkekliğini üzerinden atmadan konu komşu gelmiş İstanbul'lu gelini görmeye. Hediyeler getirip uğur dilemişler. 

Ama, iki ayrı dünya gibi zıt gelmiş Gesi ile İstanbul Leyla'ya. Koca şehrin ruhuna tanıdık köşelerini bırakıp yad ellere gelin gelmenin acısını bir türlü atamamış üzerinden. Gün boyu işe, aşa, suya, ateşe koşturup hizmet etmiş yeni yuvasına ama ille de kapısını çekip çıktığı evini özlermiş, ille kocamış anasını, kimsesiz kardeşlerini anarmış. Başka hiçbir şeye benzemeyen yurt özlemi sarmış gönlünü. Kimselerden yüz bulamamış dertleşmek için. Ancak akşam olunca odasına çekilip Mustafa'nın göğsüne başını dayar, içinden geldiği gibi yakınıp ağlarmış. 

Çırpını çırpını yuvamdan uçtum / Ağlayı ağlayı gurbete düştüm / Ayrılık zehrini gençlikte içtim. 
Örtün pencereyi esmesin yeller / Algın olduğumu bilmesin eller. 

Mustafa yerinden yurdundan edip getirdiği bu garip kuşu yeni yuvasına alıştırmak için uğraşmış durmuş. Günbegün sevmişler birbirlerini. Yürekleri birbirine ısınmış. Eşini incitmemiş Gesili delikanlı. Anadolu'da adet olduğu üzere anasının, kardeşlerinin yanında ona pek yakınlık göstermese de bakışlarıyla, davranışlarıyla sezdirmiş sevdasını. Tenhalaşınca moral vermiş, destek olmuş. Akşam saatleri onu yanına alıp Gesi bağlarında gezintiye çıkarmış, unutturmaya çalışmış karısına gurbet acısını. Dolaşırken de türkülerle dile getirmişler hallerini, 

Gesi'ye giderken yolun sağında / Güller açmış nazlı yarin bağında / Gurbetteyim daha gençlik çağında 
Gel otur yanıma boyu boşu güzelim / Dost düşman yanında gülüp gezelim. 

İki tazenin arası iyiymiş ama Mustafa'nın anası, kız kardeşleri pek de sevememiş Leyla'yı. Köy işinden anlamaz, koyun keçi sağamaz, iki avuç bulguru aş yapıp ortaya getiremez bir cahilmiş onların gözünde yeni gelin. Güler yüzleri çok sürmemiş. Evin içinde yaban gezer gibi irdemişler, dışlamışlar, itip kakmışlar sahipsizi. Fakir kızıysa da görgülü evin çocuğu olduğu için sesini çıkarmamış Leyla. 

Gesi bağlarında bülbüller öter / Ateşim yanmadan aman dumanım tüter / Bana bir şey oldu ölümden beter
Örtün pencereleri aman değmesin yeller / Dertli olduğumu aman bilmesin eller

Sorup anlamadan öz kızını koparıp bilinmedik diyarlara atan anasına da gün geçtikçe gönül koymuş, sitem etmiş, ilenmiş. "Ne var idi Mustafa'yla İstanbul'da kalaydık. Koca kalabalıklara yer buluyorlar da biz sığamadık mı oralara?" diye söylenmiş. 

Gesi bağlarında üç ırgat işler / Anamdan mı gelir şu uçan kuşlar / Analar doğurur ele bağışlar
Atma garip anam beni dağlar ardına / Kimseler yanmasın anam yansın derdime

Sıvacı Mustafa önceleri karısıyla anasının anlaşıp geçineceğini düşünmüş. Leyla kocasının evine, anası da yeni geline ısınacaktı hepsi bu. Ama dallı güllü şalvar giyen, boncuklu tülbentle yaşmaklanan Afşar karısı kadın anası insaf edeceğe benzemiyormuş. Günbegün sertleşmiş İstanbullu gelinine. İşe ocağa sokmaz olmuş. Ağzını açacak olsa, "Kendi gelen sen sus. İyi bir şey olaydın anan göğsünden söküp azıtmazdı seni" diye paylıyormuş onu. Leyla kızın içini yalaz yalaz yakıyormuş bu sözler. Gurbet elde tutunacak dalı yok, arkasını dayayacağı akrabası yokmuş ki baş kaldırıp cevap versin. Atmış içine hep, ama her akşam da sızım sızım sızlanır ağlayıp içini dökermiş eşine. Kaynanasından işittiği kötü sözleri bir bir anlatırmış. 

Gesi bağlarında bir top gülüm var / Hey Allah'tan korkmaz, sana bana ölüm var / Ölüm varsa bu dünyada zulüm var 
Gel otur yanıma, hallerimi söyleyim / Halimden bilmiyor, ben o yari neyleyim. 

Mustafa "Ben İstanbul'a varıp bir yer bakmayım. Bir iş bulup çalışayım. Bir mevsimden tezi yok, seni yanıma alırım. İstanbul'a yerleşiriz" demiş Leyla'ya. Onu yaşlı gözlerle bırakmış evin eşiğinde. Bavulunu alıp yine düşmüş gurbet yoluna. 

Yazmam gül yaprağı karanfil ırak / Aksine vuruyor, devranı felek / Gesi bağlarında Leyla diyerek, 
Devşirdim çiçeği, dalda ne kaldı / Gurbete gidiyom burda nem kaldı. 

Bir başınaymış yine Leyla. Çok bilmiş kaynanayla birkaç cahil görümce arasında kalakalmış. Tek tesellisi Mustafa'dan aldığı "tez döneceğim" sözü. Sabredip beklemeye koyulmuş. Uğradığı acı sözlere, itip kakmaya karşı köşesine sıkışıp kalmış. Mustafa'sı da yokmuş ki derdini yansın, garip başını eğip şikayetlensin, sabır istesin... 

İşittiği sözler içini yakıyormuş ama ne yapsın, bir başınaymış. Alıp başını Gesi bağlarında geziyormuş komşu kızlarıyla. Gezerken de için için ağlayarak söylüyormuş türküsünü. 

Ooff, Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim yarimi aman aranıyorum / Bir çift selamına güveniyorum. 
Gel otur yanıma, hallerimi söyleyim / Halimden bilmiyor, ben o yari neyleyim. 

Konu komşu acıyormuş Leyla kızın garipliğine. Gidip kaynanasıyla konuşacak olmuşlar. Ama nafile...Gelenler çıkıp gitmiş üzülerek, alıp içlerine teselli etmişler İstanbullu gelini. 
Bu sefer alıp kalemi eline ak kağıtlara nakış nakış yazmış derdini Leyla. 

Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim yarimi anam aranıyorum / El kadar mektuba güveniyorum
Yaz yaz mektubunu anam postaya bırak / Felek bizi ayırdı anam yolumuz ırak

Yari ile mektuplarda dertleşmiş. "Tez gel" demiş sevdiğine. "Tez gelip al beni buralardan, daha dayanamıyorum." Komşu kızlarına söylediği türküyü de iliştirmiş mektuba. 

Gesi bağlarının gülleri mavi / Ayrıldım yarimden anam gülemem gayri / Yarden ayrılanın böyle olur hali, 
Ne deyim ağlayım ah alnımın yazısı / Söyle bana söyle be yarinin kuzusu... 

Üstü kara yazılı ak kağıtlar gurbet elde varıp bulmuş Mustafa'yı. Derdini bir iken bin eylemiş. Çaresiz kalmış İstanbul'un orta yerinde. Çünkü daha ne iş bulabilmiş ne de ev. Ne dese ki yarine ? Bir of çekip savurmuş cigarasının dumanını. Kalemi eline alıp yazmış içindeki efkarı. Teselli olsun diye de bir yüzük alıp göndermiş aynı mektupla. Onun yakınışına uydurup karşılık vermiş gönlünce:  

Gesi bağlarında bir oylum kaya / Düşmüşüm sevdaya anam ne diyon bana / Bir yüzük yaptırdım bergüzar sana 
Takın parmağına yarim yadigar olsun / Bize sebep olan, onmasın da sürünsün. 

Artık geçmek bilmiyormuş Leyla için vakit artık. Bir taraftan Mustafa'yı bekleyip öbür yandan kendisini yad ellere gelin eden anacığına sitem ediyormuş söylediği türkülerde. "Gesi bağlarını bekleyen gelin" diyordu konu komşu ona. Türküsü dilden dile söyleniyor, ağız ağız yayılıyordu Kayseri'ye. Leyla'yı yalnızlığın acısı büsbütün sarıyor, büsbütün eritiyordu. Nur parçası oğlu bile acısını azaltmaya yetmiyormuş. 

Anam yok ki ağıdımı dinlesin / Yarim yok ki şikayetim dinlesin / Şu garip gönlümü kimler eylesin. 
El kadar anlımda türlü yazım var / Evvel bir basımdı şimdi körpe kuzum var.

Bu öyküyü anlatan Pazarörenli kadın, Leyla'nın bekleyişinin ne kadar sürdüğünü bilmiyor. 

Bir mevsim mi, bir yıl mı, bir ömür mü? Ama herhalde Mustafa memleketine dönüp Leyla'yı almış, baba ocağına veda edip İstanbul'a gitmişler. 

Kim bilir hangi semtine yerleştiler, nasıl bir evleri oldu, Gesi'yi özlediler mi? Leyla kız daha ne mısralar dizdi, İstanbul'a dönünce söndü mü içindeki sıla hasreti? Kaç çocukları oldu, ne kadar yaşadılar ? 

Gül koymuşlar menekşenin adını / Dünyada almadım anam ben muradımı / Ben ölürsem dertli koyun adımı
Örtün pencereleri anam değmesin yeller / Dertli olduğumu aman bilmesin eller

Acaba onların çocukları torunları bir yerlerden bu türkünün nağmelerini duyunca vaktiyle analarının çektiği özlemi anlayabiliyorlar mı? Bunları bilmiyor Pazarörenli kadın, "alıp götürdü karısını İstanbul'a, bize de türküsü kaldı" diyor.

Gesi bağlarının gülleri mavi / Ayrıldım yarimden anam gülmeyim gayri / Ayrılık yaşını silmeyim gayri
Yas tutsun ellerim kına yakmayın / Kör olsun gözlerim sürme çekmeyin

20 Şubat 2019 Çarşamba

20 Şubat 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı99....................................Sabah vakti


Sabah vakti

Küçük şeyler mutlu eder insanı. Sabah gibi, gün ışığının ılık sıcaklığı gibi. Namaz kıldıktan sonra bütün bir şehir uyurken ayakta olmanın hissettirdiği şükür duyguları gibi. 

Ya da küçük şeyler yaralar gönüllerimizi, hüzünlendirir. Akşam gibi, yağmurlu kapalı havalar gibi. Uykuyu fazla kaçırıp da öğleye yakın bir suçlu gibi yorgun ve halsiz uyanmak gibi. 

Bazen günün bazı saatlerine bazen de mevsimlere denk gelir hissettiklerimiz. Bahar gibi canlı, sonbahar gibi hüzünlü oluruz. Böyledir işte yaşam.

Gözlerimi kapatıyorum; dışardaki erken baharı, hafif serinliği, toprak kokusunu, kuş cıvıltılarını, çocuk koşturmacasını, araç seslerini duyuyor, hissediyorum. Hepsi bir orkestranın parçası gibi geliyor. Sanki bu güne kadar yazılmış en güzel besteyi icra ediyorlar.. O kadar doğal ve o kadar da uyumlular ki. 

Hamd ediyorum Rabbime, bize böyle güzel nimetler verdiği için. Çok şükür ki baktığımı görebiliyorum. Şükürler olsun ki bu güzellikleri kalbimle hissedebiliyor, gönlümle de yaşayabiliyorum. Ne diyeyim, mutluyum işte ! Sanki yaşadığım bütün acılar, sıkıntılar, zor günler silindi gitti. İşte bu sabahın, şu anın hazzı her kötülüğün önüne geçti.

Tersi de olabilirdi. Günün aydınlığı yaşadığımız pişmanlıkları yüzümüze vurabilirdi. Gecenin karanlığından arta kalan perişanlıklarla uğraşıyor olabilirdik.

Sabahın aydınlığı geceyi bitirdiği gibi, fenalıkları da apaçık gösterir. Gece bir çok günahı, kötülüğü, azgınlığı örtebilir, ama her gece sabaha çıkacaktır ve o yaşananlar birer pişmanlık olarak kalakalırlar.

Yine de bu toprakları, insanımızı, her baktığınızı hemen yargılamayınız; yanılırsınız. Biraz dikkat. Size ters gelen şeylerin belki bir sebebi, iç yüzü, hikayesi vardır; görürsünüz…

Ey sabahın seherinin tadına ve farkına varan insan ! “Tasalanma / Dert dolusu akşamlar yüklüdür sabahlara / Belki de bir muştudur o tarifsiz acılar Sabret / Gün doğarken ardından tepelerin / Yırtılıp açılır karanlıklar, günün aydınlığına.” Çünkü Mevlana’nın dediği gibi: “Dayan be gönlüm! Biçare değilsin Yaradan sana yâr. Kimsesiz değilsin, Yanında Kimsesizler Kimsesi var. Biliyorum, Sığmazsın hiç bir yere bu sevdayla. Dünya sana dar. Ama dayan gönlüm! Dayan ki Her gecenin mutlaka bir sabahı var.”





18 Şubat 2019 Pazartesi

18 Şubat 2019 Pazartesi 23:30 SÜRGÜN...............................................O çemberi kırmak


O çemberi kırmak

Servisin duvara yaslı rafları tamamen klasör dolu. Bir aylık gözlemim; muhasebe servisinin tüm elemanları sürekli oradan dosya indirip kaldırıyorlar.


Her birinin önünde kalın defter kalamozaları var. Serviste daktilo tıkırtıları eksik olmuyor. Düzenlenen mahsup ve tahsil-tediye fişleri önce kalın yevmiye defterine işlenip numara alıyor, sonra da yine aynı büyüklükteki Defter-i Kebire kaydediliyor. Daha sonra da evrak raflardaki klasör sırasına yevmiye kaydına göre yerleştiriliyorlar.

Bundan sonrası kimin önünde hangi muavin hesap defteri varsa o hesaplar için birer birer indirilip işlenmesiyle devam ediyor. Onlar da diğerlerine yakın büyüklükte muavin defter kalamozaları.

Servisin sol yanında şef bölmesine yakın bir masada, açıldığında tüm masayı enlemesine kaplayan çok daha büyük bir defter var. Adı mamul defteriymiş. Bu defteri tutan memur işlediği defterin devasa büyüklüğünden olmalı oldukça havalı görünüyor.

Bir öğle arası aralarından bir klasörü seçip defterlere işlenen muhasebe fişlerine baktım. Üzerleri işlendi anlamına gelen puante işaretleri ve memur paraflarıyla doluydu.

Öğleden sonraki zamanım masama aldığım bu klasörün içindeki tüm evrakı incelemekle geçti. Kimse bana ne yapıyorsun demedi. Cesaretim artmıştı. Ertesi gün ve daha sonraki günler başka başka klasörleri indirip karıştırmaya devam ettim.

Bir hafta sonra önüme aldığım müsvedde kağıtlara notlar almaya başlamıştım. Sonuçta göya bu işin okulunu okumuştum ama ilk defa onun gerçek anlamda bir iş olduğunu görüyordum. Nasıl yapıldığı benim için sisler ardında belli belirsiz şeylerdi. Şimdi onlar hem bütün gün gözümün önünde hem de elimin altındaydılar.

Muhasebe şefi Rasim beydi. Zayıf orta boylu, gözlüklü, asabi görünümlü fazla konuşmayan biriydi. Ama çok hareketliydi. Hop oraya hop buraya zıplar gibi iş görüyordu. Bir de çok sigara içiyordu. Şu ana kadar birkaç kelamdan öte aramızda öyle uzun boylu bir konuşma geçmedi. Zaten serviste bana başından beri yokmuşum gibi davranılıyordu. Onunla serviste göz göze gelmiyorduk ama sürekli kontrolü altında olduğumu hissediyordum.

Serviste en yaşlı kişi 40 yaşlarında bir kadındı. Herkes ona Saime abla diye hitap ediyordu. Masası klasör raflarının ortasında pencereye yani tam bana karşıydı. Sevimli, iyi kalpli birine benziyordu. Hiç konuşmamıştık ama hepsinden önce ona kanım ısınmıştı sanki. Servise girerken soldaki büyük masada da Sami isminde uzuna yakın boyda yapılı bir personel oturuyordu. Anladığım kadar şefe en yakın kişi oydu.

Tam karşısında mamul defterini tutan elemanın adı ise Hasan'dı. Biraz kasıntı halleri vardı ama serviste diğerlerinin iğnelemelerinden de bir türlü kendini kurtaramıyordu. Solumda Yevmiye ve Defteri kebir defterlerini tutan arkadaşın adı ise Ekrem'di. İçlerinde en konuşkan olan oydu. Servisteki bütün muhabbetlerin içinde, çoğu zaman da başlatıcısıydı.

Namaz arkadaşım Dursun Ali'nin bir sıkıntısı var gibiydi sanki. Sık sık şefin bulunduğu bölüme geçip konuşuyorlardı. O sıkıntılıydı ama Rasim bey hiç oralı değilmiş gibi davranıyordu. Aralarındaki konunun ne olduğunu anlayamıyordum. Kendisi de bir şey anlatmıyordu. Ama bir derdi olduğu belliydi.

Günler servisteki klasörleri birer birer indirip incelemekle ve not almakla geçiyordu. O kadar ki dışardan bakan da beni harıl harıl çalışıyor zannedebilirdi. Bu arada serviste konuşulanları, kim kimdiri anlamaya çalışıyordum.

Servis bir salon şeklindeydi, açık çalışılıyordu. Şef bölmesi servisin pencere tarafındaki arka köşesine yarım camlı olarak yapılmıştı. Onun tam karşısı, salona girişte sol köşe ise personel şefi Muzaffer bey ve yardımcısı Zehra hanıma ayrılmıştı. Konuşmalar yüksek sesli olmamakla birlikte açıktan duyulabiliyordu.

Artık, Dursun Aliyle öğle yemeğine gidiyoruz. Bazen orada çoklukla namazda Abdurrahman ve Mustafa beylerle karşılaşıyoruz. Ekrem abi sık sık servise geliyor zaten. Bazen bahçede kısa yürüyüşler yapıyoruz.

Ama daha çok Mustafa bey konuşuyor biz dinliyoruz. Daha önceden İskenderun Bölge Müdürü imiş. Görevden alıp buraya sürmüşler. Sürekli kendini savunuyor ve Genel Müdürlük yetkililerine ateş püskürüyor.

İki haftadır Bülent beyin yardımıyla bir öğrenci evinde kalıyorum. Yaz tatili olduğu için ev boş. Muradiye camiinin karşısında dört-beş katlı bir evin en üst kat dairesi burası. Eşyası çok sade, çok zorunlu birkaç parça şey işte. Akşam yemeklerini dışarda yiyor, sadece yatmaya geliyorum.

Garip bir yaşamım var, yaralı biri gibiyim. Kendime gelmeye, ayakta kalmaya çalışıyorum.

Fakat bu hep böyle süremez. Etrafımı saran bu çemberi, diri yeşil bir sürgün gibi yarıp çıkmalıyım.

Öğreniyorum



Dursun Ali



Ekrem abi



Fareli ev