17 Ekim 2014 Cuma

192 17 Ekim 2014 Cuma 21:30 KAYIP DEFTER'den...........................Bir rüyam var !

Bir rüyam var !


Basketbol şenliği



Parkeler onarılıp salon yeniden hizmete açıldıktan sonra ilk tahsis tekwandoculara yapılmıştı. İkinci etkinlikse Deniz Gezmiş gecesi için oldu. Her ikisi de kontrollüydü. Salonun geçen senelerdeki gibi tahrip olmasından korkuyorduk. Bu nedenle basket oynayan bir grup gencin uzun süredir taleplerine evet diyemiyorduk. 

Çünkü istedikleri şey yurt genelinde bir basketbol turnuvasıydı. Münferit oyun taleplerine zaten olumlu yaklaşıyorduk. Ancak bu onlara benzemiyordu.

Şayet izin verirsek idare olarak bizim de içinde olacağımız kapsamlı bir organizasyon olmalıydı. Bu çapta bir etkinlikse  ilk defa olacaktı. Acaba artık yurtta bu tür spor faaliyetleri olabilir miydi ? Yapmalı mıydık, zamanı gelmiş miydi ?

Bu tür spor etkinlikleri için sadece bizim izin vermemiz yetmiyordu. Bazen bizi de aşan resmi prosüdürler söz konusuydu. Ayrıca en az üç aylık bir süreci kapsayacaktı. Hazırlık sürecinde takımlar oluşacak ve ayrı ayrı saatlerde çalışacaklardı. İkinci aşamada eleme müsabakaları yapılacak. En son çeyrek finale kalan dört takım arasında yarı final ve final maçları yapılacaktı. O gece ayrıca bir tören yapılması gerekiyordu. Tabi ki, konuşmalar olacak ve ödüller verilecekti. 

Turnuvanın o ana kadar kazasız belasız ulaştığını kabul etsek bile, o gecenin zirveye çıkan coşkusunu kontrol edebilecek miydik ? Gençler kendi aralarında organize olacaklarını, endişe etmemek gerektiğini söyleseler de doğal olarak biz onlardan daha fazla sorumluluk hissediyorduk.

Öğrenci temsilcisi seçimi yapıldıktan sonra durum biraz daha netleşti. Temsilci Selim'de bu turnuvanın yapılmasını istiyordu. O ve ekibi de bizzat bu etkinliğin organizasyonunda yer alacaklardı. Mahmut, Süleyman ve arkadaşları da ısrarla destek veriyorlardı bu talebe. Sonunda ben de arkadaşlarımı ikna ettim ve gereken adımlar atılmaya başlandı. 

Düşünüyordum ki, bu etkinliği yapamazsak satranç, voleybol, futbol turnuvaları ile bahar şenliklerini  nasıl yapacaktık ? Hazır yurtta bir ateşkes ortamı sağlanmışken biz bir ileri adım daha atsak iyi olmaz mıydı ? Şeytanın bacağını kırmalı, bu arkası gelmez korku ve vehimlerden kendimizi kurtarmalıydık. Yapamazsak bile biz iyi niyetimizi göstermiş, en azından denemiş olurduk.

İzinleri aldık, basketbol turnuvası 1993 gençlik haftası etkinlikleri kapsamında programa alındı ve böylece süreç başladı. Onca işimiz arasında mesai demeden, Cumartesi Pazar demeden biz de oyunları adım adım, gün gün izledik. Görevlendirdiğimiz yönetici ve personel organizasyonda yer alan gençlerle çok iyi çalıştılar. Selim, Mahmut ve arkadaşları da herhangi bir güvenlik sorunu yaşanmasın, taşkınlık yapılmasın, şenlik yangına dönüşmesin diye sürekli koşuşturdular. Nihayet o son gün final gecesi geldi çattı.

Geldi ama yaşadığımız diken üstü günlerin yoğunluğuyla madalya ve kupa yaptırmayı unutmuşuz. O gün Bursa'da yana döne verilecek ödül madalyaları ve kupaları için dolaştım. Bu arada Bosna'dan gelen bir misafirimizle de ilgilenmek zorundaydım. Onu arabamla Bursa'da gitmesi gereken yerlere götürdüm, görüşmesi gereken kişileri gördük. Yurda geldiğimizde ancak bir yemek yiyecek kadar zamanımız kalmıştı.

Kantinde yemek yerken nasıl oldu, nereden öğrendiler bilmiyorum etrafımız Bosna'yı merak eden gençlerle doldu taştı. Zaman darlığı ve bu ilgi nedeniyle kafamızda bir fikir doğdu. Misafirimizi bu akşam salonda toplanan yüzlerce yurt öğrencisi seyirciye karşı bir konuşma yaptırabilirdik. Aramızda tercüman olmasına rağmen onunla adeta kalbimizle ve gözlerimizle anlaştık. 

Böylece etrafımızdaki gençlere misafirimizin salonda bir konuşma yapacağını söyleyerek, isterlerse dinleyebileceklerini söyleyip masadan kalktık. Salona birlikte girdiğimizde bir alkış tufanı yükseldi trübünlerden. Yanımdakinin bir yabancı olduğunu anlamış, bizi daha bir ilgi ve merakla karşılamışlardı.

Bosnalı misafir


Bosna savaşının devam ettiği günlerdi. Bütün dünyanın gözü önünde Avrupa'nın orta yerinde Bosna'da bir katliam yaşanıyordu. Sarajevo, Srebrenitza ve  Markale gibi yerlerde yaşayan müslüman boşnaklar çok zor durumdaydılar. 

Nitekim, 1 Mart 1992 tarihinde başlayıp üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında yüzbinin üstünde kişi hayatını kaybetmiş, 2 milyon kadar insan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Türkiye ise uluslararası alanda Bosna'nın yanında olan birkaç sayılı ülkeden birisiydi.

Ancak Avrupalı devletler Bosna'nın yanında olmadıkları gibi  yapılan yardımları da engelliyorlardı. Hatta medya kanalıyla içerde de Türk halkının Boşnaklara yardım etmemesine yönelik bir kurgu vardı. Hem de çok ahlaksız bir şekilde. O zamanki gazeteler habire Bosna’ya resmi yardım götüren Türk Kızılayı için bile  “Kızılay yardımları Sırplara veriyor” dedikodusu basıyorlardı.

Ama halkın yardım duygusu önlenemedi. Resmi olarak yapılamayan yardımlar gayri resmi toplandı. Bu defa da bir "mercimek" yaygarası kopardılar. Böylece bütün yolları kapattılar. Bu çok bilinçli yapılmış, tasarlanmış bir linç kampanyasıydı. Yine de başaramadılar. Türkiye halkı ne yapıp edip değişik yollardan Bosna'nın yanında olmaya, destek vermeye, dua etmeye devam etti.

İşte bu çabalardan birisi de Bosna'dan gelen misafirler aracılığıyla yapılanlardı. Bu kişiler Türkiye'ye geldiler. Öncelikle anavatandaki boşnak kardeşleriyle buluştular, ülkeyi gezip savaşı ve katliamları anlattılar. Davet sahibi siyasilerle görüştüler ve ülkeleri için destek alıp gittiler.

İşte Bursa'ya gelen misafiri ben de böyle tanımış, acele işlerimiz arasında onu yurtta da ağırlamak istemiştim. Kabul edip benimle gelmişti. Aramızda konuşma yapmak gibi herhangi bir söz geçmemişti. Ancak kantinde yemek yerken gördüğü ilgi spontane bir şekilde gelişti. Salona girdiğimizde de gördüm ki artık bu talep bir mecburiyetti. Çünkü kalabalık bir kitle Bosna'dan gelen bu misafiri dinlemek istiyordu. 

Ben de basketbol şenliğinden önce kısa bir takdimle kendisini mikrofona çağırdım. Spor salonu o anda bir mabet sessizliğine büründü. Sanki orada ölen binlerce masum boşnağa saygı için ayaklarının ucuyla yere basıyorlardı. Neredeyse koca salon tek yürek olmuş, sadece o koca yüreğin çarpıntısı duyuluyor, başka bir ses işitilmiyordu.

Misafirimiz böyle bir atmosferde çok duygulu bir konuşma yaptı. Böylece yüzlerce öğrenci hem ilk elden Bosna hakkında bilgilendi, hem de konuşmacının şahsında adeta Bosna'yla bütünleşti. Ben bile başta mütereddittim, ancak tercüman aracılığıyla yapılan konuşma beni bile şaşırtacak ölçüde büyük bir ilgi görmüştü. 

Tek bir tepki olmamıştı. Aksine sık sık alkış ve sloganlarla desteklenmişti misafirin konuşması. Bu sırada ağlayanlar bile olmuş öğrencilerden, sonradan anlattılar. Konuşma bittiğinde ise salon adeta coşmuştu. Misafirimiz alkış, ıslık ve Bosna'ya destek sloganları arasında dakikalarca ayakta kaldı. El sallayıp, zaman zaman da elini kalbine bastırarak selamladı gençleri. Baktım ki o da ağlıyordu.

Bir rüyam var !


Oturup önce yarı final, sonra da final karşılaşmasını gençlerle birlikte seyrettik. Ortam coşkuluydu, herhangi bir güvenlik sorunu da görünmüyordu. Salon pür dikkat bir o yana bir bu yana koşan 12 kişiye odaklanmıştı. Her sayı atılışında da taraftarlar olanca güçleriyle alkışlayıp takımlarını destekliyorlardı. 

Bense aradan geçen bir yılda nelerin olduğunu, neler yaşandığını düşünüp duruyordum. Belki bu gençler o zaman  karşılıklı slogan atıyor, sıkılı yumruklarını birbirlerine sallıyorlardı. Şimdi ise enerjilerini spora, oyuna dönüştürmüş, neşe içinde ıslık çalıp alkış tutuyorlardı.

Başarmıştık. İşte olmaz denilen şey olmuş, gençler kavga etmeden olay çıkarmadan da eğlenebilmiştiler. Üstelik içlerinden bazıları çıkmış bu ortamın bozulmaması, giderek daha da gelişmesi için cansiperhane çalışıyorlardı. Sanki her alkış başarımızın kutlanması, her ıslık çabalarımızın ödülü gibiydi. Toptan başka bir şeye duyarsız gibiydiler ama biraz önceki Bosna saatinde tam bir Türkiye duruşu sergilemişlerdi. Bosna için yüreklerinin yaralı olduğu açıkça görülebiliyordu. Onlar birer Osmanlı torunu, tertemiz Anadolu çocuklarıydılar.

Kalkıp orada bulunan her gencin alnından öpmek isterdim. Benim de içim coştu, onları kucaklamak, hatta başları omuzumda doya doya ağlamak geldi içimden. Öyle bir andı ki, o kadar gürültü arasında sesler tamamen yitip gitmişti. Sadece, kah oturup kah ayakta elini kolunu sallayıp duran öğrencilerimin gülen yüzleri geçiyordu gözlerimin önünden.  Onları seviyordum, her biri benim dünya ahret kardeşimdiler.

Dalmışım. Bütün salon ayağa kalkıp, gök gürültüsü gibi bir sesle kükrediğinde ancak kendime geldim. Maç bitmiş, salon hınca hınç, galip gelen oyuncular omuzlara alınmıştı. Ben, arkadaşlarım ve Bosna'lı misafir hep birlikte ayağa kalkıp o coşkuya biz de katıldık. Heyecan yatışıp, ortada sadece iki takım oyuncuları kalınca arkadaşlarım ödül zamanının geldiğini söylediler. 

Artık mikrofon da elime tutuşturulmuştu. Birkaç adım attım, önce şampiyon olan takıma, sonra ikinci olan takıma ve tribünlere baktım. Salon susmuş, oturmuş bana bakıyordu. Hazırlıklı değildim ama bir şeyler söylemeliydim. Ağzımı açtım, o sözcükler dudaklarımdan dökülüverdiler adeta. Konuşan ben değildim, yüreğimden dilime hazır geliyorlardı ard arda.

"Gençler ! Bugün burada turnuvanın son müsabakaları yapıldı, evet. Kazananları tebrik ediyoruz. Onlar iyi oynadılar nihayet ipi göğüslediler. Hiç şüphesiz onları ödüllendireceğiz. Fakat takım olarak çıkıp mücadele eden diğerlerini de candan yürekten kutluyoruz. Hatta siz seyredenleri, kavga etmeden taşkınlık yapmadan arkadaşlarını destekleyen siz taraftarları da alkışlıyoruz. Dahası var, bu turnuvanın yapılmasına öncülük eden, destek veren, yanlış bir şey olmasın diye çırpınan o gizli kahraman arkadaşlarınızı da kucaklıyoruz. Görevli personele, işletmecilerimize, kantincilerimize, hizmet firması mensuplarımıza da çok teşekkür ediyoruz.

Çünkü, bugün burada sonlanan şey bir spor turnuvası değildi. Bugün burada aslında kavgaya karşılık spor, çaresizlik yerine umut, kaosun zıddına huzur, düşmanlık değil kardeşlik kazandı. Bu yurtta olmaz denilen şeyleri başardınız bugün. Birlikte olabilmeyi, dostluk içinde yarışabileceğinizi gösterdiniz. Kendimize güvenmeyi, birbirimize dayanmayı, geleceğe ümitle bakabilmeyi de öğrettiniz. 

Hatta onca sorunumuza rağmen mazlum ve yaralı Bosna'nın yanında olduğunuzu da haykırdınız. Bu duyarlığınız sadece müslümanlar için değil dünyanın neresinde olursa olsun akan gözyaşına, kana ve acıya karşı bir duruştu, biliyorum. Onun için elimden gelse sadece kazanan takımları değil, sizleri, bu turnuvaya katkısı emeği olan herkesi, yurdumuzun tüm gençlerini her birinizi ayrı ayrı ödüllendirmek isterdim.

Şimdi kazandıklarımızı koruma ve geliştirme vakti. Birlikte çok şey başardık, ancak daha en az onun kadar zorlu bir işimiz var. O da bu başarıyı sürdürebilmek. Bu huzurumuzu, bu tadımızı, bu  sevincimizi çoğaltabilmek. Onun için size ünlü bir siyah liderin sözleriyle sesleneceğim. 

Bir rüyam var !.. 
Siyahla beyazın birlikte yaşadıkları bir rüya bu. İnsanın insanı hor görmediği, itmediği, nefret etmediği bir dünya. Farklılıkların zayıflık değil zenginlik sayıldığı bir ülke. Kardeşin kardeşe düşmediği, el ele verip yükseldiği bir vatan. 

Bir rüyam var !.. 
Sokakta, çarşıda, otobüste, okulda yan yana olabilenlerin bu yurtta da kavga etmeden kalabildiklerini görüyorum. Bu yüzden hayata atılmadan önce  sizin için sağlam dostlukların, unutulmaz arkadaşlıkların yaşandığı bir yurt hayal ediyorum. 

Siz artık birlikte olmanın sorumluluklarını bilen, akıllı, çalışkan, başarılı gençlersiniz. Gelin bu rüyama ortak olun. Elimizden gelenin daha fazlasını yapmak için bize cesaret verin. Bugünkü başarınızın tadını çıkardığınız gibi, böyle  daha bir çok başarının yollarını açın hep birlikte. 

Hepinizi alnınızdan öpüyor, yolunuz açık olsun diyorum."

Kantinde sohbet


Konuşmam bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Bu coşku içinde birincilik, ikincilik ve üçüncülük kupalarını verdik takım kaptanlarına. Ayrıca herbirinin boynuna turnuva anısına kırmızı şeritli birer madalyon da taktık. 

Beni ortalarına aldılar, ellerimizi kaldırdık birkaç hatıra fotoğrafı çekildi. Seyircinin, oyuncuların, yardımcılarımın, personelimin, Selim'in, Mahmut'un herkesin yüzü gülüyordu. Hatta misafirimizin bile. Bir kalabalık grup halinde salondan çıktık, ayaklarımız bizi kantine doğru götürüyordu. Misafirimize çay ikram etmek, dinlenmek ve biraz da sohbet etmek istemiştik.

Yemek yerken fazla vaktimiz yoktu, ayrıca gergindim. Şimdi ise turnuva olaysız sona ermiş üstelik son derece başarılı geçmişti. Moralim yerindeydi ve yorgunluk duymuyordum. Önce misafire alt kattaki işletmeleri, etkinlik salonlarını gösterdim gururla. Bizim yabancı biriyle dolaştığımızı gören öğrenciler biraz merak biraz da değişiklik olsun diye etrafımıza toplaşmıştı.

Bu arada yanımıza yaklaşan yabancı öğrencileri de tanıştırdık misafirimize. Çay içmek için birleştirilmiş üç masaya oturduğumuzda etrafımızda en az elli öğrenci vardı. Çoğu da ayaktaydı. Öğrenci temsilcisi Selim, Mahmut ve bazı arkadaşları da bizimleydi. Turnuvayla ilgili biriki muhabbettten sonra konu doğal olarak Bosna'ya geldi. Çayların biri gidip diğeri geliyordu. Gençler bazı sorular sordular, o cevapladı. "Ben buraya sizden yardım istemeye gelmedim" diye ısrarla belirtmesine rağmen "Nasıl yardım edebiliriz ?" şeklindeki soruların ardı arkası kesilmiyordu.

Misafirimizi yolcu ederken Selim'le bir arkadaşı yanımıza yaklaştılar ve misafirin eline küçük bir paket tutuşturmaya çalıştılar. O alamam anlamında itiyor, onlar ısrar ediyorlardı. Sonunda elinde kaldı adamın paket, onlar da hızla uzaklaştılar. Elinde paket ne yapacağını bilemeyen şaşkın gözlerle bana bakıyordu. "Ben bir bakayım" dedim merakla. O arada araba da yanaşmış, götürmek üzere onun binmesini bekliyordu. Aslında paketin içine bakmaya hiç niyetim yoktu. Hemen bozuklar hariç cebimde ne varsa sıkıştırdım bir kenarına. 

Kucaklarken "gençler yardım etmek istemiş, az veren candan çok veren maldan derler bizde. Seninse bunu reddetme şansın hiç yok. İnşallah bu günler geçer, muvaffak olursunuz. Selametle gidin, unutmayın dualarımız sizinle. İnşallah siz de bize dua edin." dedim usulca. Tercüman söylediklerimi çevirirken onun da benim de gözlerim nemlenmişti. 

Artık bayağı geç olmuştu, yardımcılarıma ve personelime teşekkür edip lojmana doğru yöneldim. Ancak kantinin yanından geçerken birinin elinde bir tomar kağıt, yanındakilere verdiğini gördüm. Ayaklarım istemsiz o tarafa doğru götürdü beni. Onlar da yaklaştığımı görmüşlerdi. Ama artık çok geçti. Onlar da ben de açık olmak zorundaydık. "Merhaba gençler. Ne o bildiri mi dağıtıyorsunuz ? "Yok, hayır bildiri değil, dergi" dedi onları dağıtan genç. Vermek istemiyordu. 

"Ne kadar ?" diye sordum. Şaşırdı "Ne?..ne ne kadar ?" "Dergi ?" dedim "kaç lira ?" Bu arada bir dergi çekip aldım elinden, itiraz edemedi. Gecenin bu saatinde olay olsun istemiyordum. Parasını öderken "Bir dahaki sefere önce bana getirin alayım" dedim gülerek. Döndüm dergiyle birlikte lojmana doğru yürümeye devam ettim. Koşup gelen birkaç arkadaşıyla birlikte arkamdan şaşkın şaşkın bakıyorlardı.

Çok yorgundum, dergiye ancak ertesi sabah bakabildim. Bir Dev-sol dergisiydi. Aslında bu tip dergileri buldukça okumaya çalışırdım. Onları kendi kalemlerinden, kendi bakış açılarıyla görüp anlamak önemliydi benim için. Bazen hakkımda yazdıkları da oluyordu. Mesela bu sefer de Deniz Gezmiş gecesi vesilesiyle benim yurtta "Havuç sopa" politikası uyguladığımı yazmışlardı.

15 Ekim 2014 Çarşamba

191 16 Ekim 2014 Perşembe 08:30 ŞİİR VE TÜRKÜ...........................Farkında mısın ?

Farkında mısın ?


Etrafına bir bak, gör nicesini / Gel de çöz, şu insan bilmecesini,
Bazen, ömür bile, tek hecesini / Çözmeye yetmiyor, farkında mısın?

İnsanoğlu varoluşundan beri aslında hep şairin [1] dile getirdiği şeylerin peşinde koşmuş. Çoklukla farkında olmadan. Dünya didişmesi içinde. Biraz durup düşünenler kendi kendisine sorular sormuş. Etrafına bakmış, yaşananları, olup bitenleri anlamaya, insanı tanımaya çalışmış.

Beşerin temeli bir küçük cenin / Can vermeye gücü yetmez kimsenin,
Kâinat denilen, dev değirmenin / Suyu nerden gelir, farkında mısın?

Yıldızlar bir adım yolundan şaşmaz / Dağlar haddin bilir, denizler taşmaz
Karıncanın yükü, boyunu aşmaz / Bunca dengelerin, farkında mısın?

Bu dünya, uzunca bir yolun başı / O mezar dediğin, bir sınırtaşı,
Ömür, iki günlük îman savaşı / Her an bitebilir, farkında mısın?

Hayatın anlamını, amacını, şifrelerini keşfetmeye uğraşan insanoğlu bu gayretin basit bir şey olmadığını da fark etmiş zamanla. Nihayet ayaklarındaki derman kesildiğinde, yolculuğun sonuna gelindiğini de görmüş, yaşamış. Bu yolda kendinden önce nice ömrün tükendiğini, nice canların yitip gittiğini de. 

Ömürler, mevsimler gibi dönerler / Mumlar, yanar yanar, biter sönerler,
Yapraklar, sararıp, yere inerler / Toprağa dönerler, farkında mısın?

Hayatın sırrını çözmek, insanı anlamak, hele de insan olabilmek hiç kolay değil. İnsanlar çeşit çeşit. Çoğu da mal, mülk, servet, mevki, makam peşinde. Gerçek zenginin kim olduğunu bilmek feraset gerektiriyor.
 
"Kimi, kibir denizinde boğulmuş / Kimi, minnet ile, kula eğilmiş / Kimi, bir lokmanın, şükrüne varmış / Kimi, imân eden, kula çatarken / Korkulara düşer, güneş batarken / Kimi, şans ve talih peşinden gider / Durmadan kadere sitemler eder / Kimi, ona buna, akıl satarken / Kendisi muhtaçtır, farkında mısın? / Böylesi kullara, neylesin kader ? / Ekmeden biçen yok, farkında mısın?

Evet, bilmek için bazı şeylerin farkında olmak gerekiyor. En başta da nereden gelip, nereye gittiğimizin. Aslında neyi kazanmanın daha doğru olduğunun. Ne için çabalanması gerektiğinin. Nasıl yapılacağının. Doğru; "Ekmeden biçen yok" çünkü. Ne ekersen onu biçiyorsun.

Gece gündüz, boş hayaller kurarsın / Kendi gafletine ortak ararsın,
Çıkmaz sokaklarda, adres sorarsın / Oysa, adres sende, farkında mısın?

Her insanın bir hikayesi var. Başrolü de kendisine verilmiş. Okumak isteyen, görmek isteyen için yaşamda her türlü örnek var. Bakanlar için onlar sadece birer suret olabilir. İş hakikati "görebilmekte". Anlamanın anahtarı da "aslında ne var ?" sorusunun cevabında gizli. Telaş etmeden acele etmek lazım. Neticede şairin dediği gibi "İnsan ömrü, iki nefes arası / Kaç adımlık yoldur, farkında mısın ? "

Yorgun yüzlerdeki, derin izlerde / Sevgiye susamış, muhtaç gözlerde,
Boğazlara düğümlenen sözlerde / Ne feryatlar gizli, farkında mısın?

Bizi farkındalığa çağıran şair Cengiz Numanoğlu da herkes gibi aynı yolun yolcusu. 1941 yılında Antalya'nın Serik ilçesinde başlayan, Kara Harp Okulu'nda şekillenen, 1982 yılında, Kıdemli Binbaşı olarak kendi isteğiyle emekliye ayrılana kadar da TSK'da asker olarak devam eden bir hayat serüveni var.
 
Fakat o aynı zamanda şiir programları yapmış, müzikle de yakından ilgilenmiş birisi. Hatta uzun seneler sahnelerde trompet çalarak, caz ve dans müziği icra etmiş. Türk Sanat Müziği alanında da güfte ve besteleri bulunan bir sanatkar. 

1988 yılında Kur’ân-ı Kerîm’le gerçek anlamda tanışması hayatını değiştirmiş. 1993 yılında hacı olmuş. O günden bu yana da şiirleri ve kalemiyle kendisi gibi diğer insanları uyandırmaya çalışıyor.

Güçlü bir kalem Cengiz Numanoğlu. Gönlü geniş ve derin bir şair. Bu yüzden bazı şiirleri üstad Necip Fazıl Kısakürek'in, Mevlana'nınmış gibi paylaşılıyor. Bu  kez onu misafir ettik köşemize. Onu tanıtmaya, paylaşmaya, seslenişine ortak olmaya çalıştık karınca kararınca. Yazımızda bazı dizelerini aktardığımız "Farkında mısın ?" adlı şiirinde iki nefes arası dünyaya dalmış insanoğluna sesleniyor var gücüyle. 

Aklı tutsak eden, dar sınırları / Geç de gör, âlemde nice sırları,
Yazan, yazmış amma, bu satırları / Neden, niçin yazmış, farkında mısın?

O insanları düşünmeye, anlamaya ve görmeye çağırıyor. Aklı tutsak eden dar sınırları aşabilmeyi, alemdeki sırları çözebilmeyi yüreklendiriyor. Dünya şehvetinden kurtulup yükselebilmenin sırrı "farkında" olmaktan geçiyor. Sonunda belki yazanın neden niçin yazdığını anlayabilmek mümkün olabilir.


[1] Cengiz Numanoğlu 1941 yılında Antalya'nın Serik ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Akseki, liseyi Bursa Işıklar Askeri Lisesi'nde tamamladı. 1962 yılında Kara Harp Okulu'nu bitirerek ordu saflarına katıldı. 1982 yılında, kendi isteğiyle Kıdemli Binbaşı rütbesinden emekliye ayrıldı. 1988-1993 yılları arasında TRT1 de her hafta yayınlanan “İnanç Dünyası” programında kendi şiirlerini seslendirdi.İlköğretim ve lise din kültürü kitaplarında birçok şiirinden alıntılar yapılmıştır.Cengiz Numanoğlu, müzikle yakından ilgilendi, harp okulu yıllarından itibaren, uzun seneler sahnelerde trompet çalarak, caz ve dans müziği icra etti. Bu arada Türk Sanat Müziğinde güfte ve besteler yaptı, bazı besteleri, bazı ünlü sanatçılar tarafından kaset ve plak yapıldı. O yıllara ait kendi okuduğu bir 45'lik plağı da bulunmaktadır.1988 yılında Kur’ân-ı Kerîm’le gerçek anlamda tanıştı ve hayatı değişti. 1993 yılında hac farizasını yerine getirdi, kendini tamamen şiir kitaplarına verdi ve kalemini insanlardaki mânevi şuuru uyandırmaya adadı. Şairin en bilinen eserlerinden bazıları: Beytullah’ta ben,  Daha Kur’ân Ne Desin,  O Büyük Mahkeme'de, Naat-ı Şerif (O Gece Sendin Gelen),  Ya Kur’ân Ya Hüsrân,  Farkında Mısın?,  Sana Yöneldim,  Secdeden Gayrı,  Ey Azrâil,  Ey Mevtâ
YAYINLANMIŞ KİTAPLARI: 1- Ölüden Mektuplar  2- Sana Yöneldim  3- Farkında Mısın?  4- En Güzel İsimler O’nundur. (Esmâ-ül Hüsnâ)  5- Hazreti Muhammed (s.a.v.)  6- Sabır Sınavıdır Ömür Dediğin  7- İnsan Doğduk Ama… Olabildik Mi?  8- Kur’ân’ı Kerim’e Sor Da Söylesin  9- Kur’ân’ı Anladıkça…10- Beytullah’ta Ben 12- Nesine Güvenir Şu İnsanoğlu? 13- Cehâlet Yangını Kur’ân’la Söner 14- Ne Kadar Da Sabırlısın Yâ Rabbî 15- Bir Daha Düşün 15- O Büyük Mahkeme’de 16- Daha Kur’ân Ne Desin ? 17- İnsan Olmak Bu Kadar mı Zorlaştı ? 18- Kur'ân Olmasaydı Ne Yapardım Ben? 19- Kur’ân’da Şeytan 20- Yorumsuz  (Şairin beyitlerinden oluşmaktadır) 21- Kur’ân Şiirleri 22- “ ŞUUR “ (Şairin bütün şiirleri bu kitapta toplanmıştır)
http://www.cengiz-numanoglu.com
http://www.antoloji.com/cengiz-numanoglu/
https://www.facebook.com/CengizNumanogluSiirleri

12 Ekim 2014 Pazar

190 12 Ekim 2014 Pazar 22:30 KAYIP DEFTER'den............................Ziyaretçilerimiz var

Ziyaretçilerimiz var


Vali

Deniz Gezmiş gecesinden sonraydı. Bir akşam aniden Vali geliyor dediler. Bir yerlerden ses geleceğini bekliyordum ama bunu düşünmemiştim. Biraz tedirgin oldum. Acaba gece ile mi ilgiliydi bu ziyaret ? 

Aslında, piyesin ortasında o tabanca ortaya çıkana kadar her şey gayet normaldi. Gecede tabi ki bilinen ve beklediğim ideolojik  konuşmalar yapılmış, şiirler okunmuştu. Bu doğaldı. Ne kadar rahatsız olsam da katlanmam gerektiğini biliyordum.

Ama oyun içinde gençlerden birinin aniden bir tabanca çıkarması, ardından duyulan silah sesi canımı sıkmıştı. Birdenbire olmuş ve ancak birkaç saniye sürmüştü. Atılan sloganlar ardından  ışıkların kararması ile de yok olmuşlardı. Rol gereğiydi, gerçek bir silah olup olmadığını da bilmiyorduk. Ama belli ki haber anında Jandarma komutanına ulaşmıştı.

Nitekim dışarı çıktığımızda gördük ki Jandarma kapıda tertibat almıştı. Geceye dışardan gelip katılanlar vardı. Mesela oyunda rol alan ve elinde silah olan kişiyi ben de tanımıyordum. Öğrencimiz olmadığı gibi kesinlikle öğrenci bile değildi. Orta yaşlı ve saçı sakalı birbirine karışmış biriydi. Bu yüzden biraz merak, biraz da herhangi bir sorun yaşanmaması için herkes çıkana kadar ben de kapıya yakın bir noktada durup kontrolleri izledim. Tabi ki hiçbir şey, özellikle de o kişi ve tabanca bulunamadı.

Jandarma komutanı da oradaydı. Ama bilhassa biraz uzak durmaya çalışıyor gibiydi. Yüzüme herhangi bir şey söylemedi ama bir Müdür Yardımcıma "Yaptığınızı gördünüz mü ? Böyle bir geceye nasıl izin verirsiniz ?" demiş. Ona göre yasa dışı olan bir gruba müsamaha gösterilemezdi. Devlet tarafından asılmış bir sol teröristi anma gecesi ise hiç yapılmamalıydı. 

Vali Necati Çetinkaya ile karşılaşmalarımız son bir yıl içinde belki beşi geçmemesine rağmen ilişkimiz  fena sayılmazdı. Farklı bir yol izlediğimi duyuyor, biliyordu. Muhtemelen hakkımda gereken araştırmayı yaptırmış, eski genel müdürümüz de dahil Ankara'dan birileriyle görüşmüştü. Sözlerinden, sorularından edindiğim izlenim, hakkımda olumsuz düşünmediği, ancak endişeli olduğuydu.

Vali gelmeden yolda, kapıda ve yurtta abartılı bir güvenlik tedbiri alınmıştı. Ben ve arkadaşlarım da onu girişte karşılayacaktık. Araba konvoyu yurda  girdiğinde akşam karanlığı çökmüştü. Kalabalık maiyetiyle birlikte arabalarından indiler. Yanında bir Rektör yardımcısı da vardı. Anlaşılan yurda gelmeden üniversiteye uğramışlardı. İdare binasına davet ettim ama Spor salonuna gitmek istiyorlardı.

Elimden tuttu salona doğru yürüdük. Daha çok yabancı öğrencilerle ilgiliydi soruları. Yaşadıklarımızı, yaptıklarımızı, çabalarımızı anlattım nefes nefese. Bir taraftan "Hı, hı…, öyle mi, hay yaşa" gibi sözcükler mırıldanıyor, öbür taraftan da sık sık dönüp Rektör Yardımcısına ve yanındakilere "Bak, gördünüz mü ?" der gibi bakıyordu. Salona girdiğimizde daha çok rektör yardımcısına yönelmişti soruları. Yeni açılan Beden Eğitimi bölümü ile ilgili bilgi alıyordu.

Bir ara bana dönüp "salon gayet iyi olmuş" dediğini hatırlıyorum. Salonun eski halini, onarmak için nasıl uğraştığımı biliyordu. Yalnız çıkarken Jandarma Binbaşısına "Burada mı olmuştu ?" diye sordu. "Evet sayın Valim" cevabını alınca da  "Tabi bulamadınız, yakalayamadınız…" diye laf attı gülerek. 

Son şifreli konuşmayı yalnızca o ve ben anlamıştım. Bir daha da bu konu açılmadı. Vakti olmadığını söyleyip ikram teklifimizi kabul etmedi.  Arabasına binmeden önce el sıkışırken "Haftaya Özbekistan Başbakan Yardımcısı gelecek. Ben de refakat edeceğim. Hazırlığınızı yapın Müdür bey. Bize bir ihtiyaç olursa arkadaşlar yardımcı olur" dedi. Hepsi bu kadar. Uğurladık, geldikleri gibi gittiler.

Uzak Misafir

Özbek Başbakan Yardımcısı geldiğinde yurttaki yabancı öğrenci sayısı altıyüze yaklaşmıştı. Bunlardan 87'si Özbek'ti. Genelde sakin bir tabiatları vardı ve sorun çıkarmıyorlardı. Ama nedense Türkmenlerle pek araları yokmuş gibiydiler. Bir de daha esrarlı davranıyorlardı. Muhtemelen gelirken çok ciddi tembihlenmiş olmalıydılar.

Özbekistan, 30 milyon civarındaki nüfusuyla Orta Asya bölgesinin, en kalabalık ülkesiydi. Afganistan dahil diğer bütün bölge ülkeleriyle sınırı bulunuyordu. Nüfusun % 80’ini Özbekler, diğer kalanını ise Tacik, Kazak, Karakalpak, Kırgız, Rus, Tatar, Ukrayna ve Yahudi kökenlilerler oluşturmaktaydı.

Sovyet blokunun çökmesinden sonra 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Özbekistanı ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye olmuştu. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel 1992 yılının Nisan ayında Özbekistan’ı ziyaret etmiş  ve Taşkent’te bir Büyükelçilik açılmıştı. Özbekistan’ın Ankara Büyükelçiliği ise Ocak 1993 tarihinde faaliyete geçmişti. 

1992 yılı sadece Özbekistan'la değil diğer Türki Cumhuriyetlerle ilişkilerde de yoğun geçen bir yıl olmuştu. Ankara'da ilk kez bir araya gelen altı Türk Cumhuriyeti Devlet Başkanı  bir ‘’TÜRK ZİRVESİ’’ gerçekleştirdiler. Süleyman Demirel, bu zirvede şu tarihi açıklamayı yapmıştı; ‘’Bu zirve ile Türk Dünyası Adriyatik kıyısından Çin Seddi’ne kadar uzanmıştır.’’

Bu zirvenin bir başka sonucu da Türk Cumhuriyetlerinden gelecek 10000 öğrencinin Türkiye'de eğitim almalarının öngörülmüş olmasıydı. Kültür-Bilim-Eğitim-Sağlık ve Turizm Alanında İşbirliği Antlaşması ile 92-93 Kültürel, Eğitsel ve Bilimsel Değişim Protokolü imzası bu döneme rastlar.

Misafir Başbakan Yardımcısı ve Vali en uygun şekilde karşılandı. Özbek öğrencilerle görüştüler, kaldıkları blokları gezdiler ve onlarla birlikte pişirilen Özbek Pilavından yediler. Özellikle kantinde açılan yeni işletmeler ilgilerini çekmişti. Böyle büyük, kalabalık bir yurt için duyduklarına karşılık, gördükleri onları bayağı şaşırtmış görünüyordu.

Sanırım yurttan olumlu etkilenmişlerdi. Misafir öğrencilerin burs, dil ve eğitim sorunları olduğunu biliyorlardı. Zamanla bunların yoluna girebileceğini de. Ancak en çok merak ettikleri şey Özbek gençlerin herhangi bir asayişsizliği olup olmadığıydı. Bizden öğrendiklerinden memnun oldular. Vali teşekkür etti. 

Geçen yıllara rağmen bu yıl gördüğü ilerleme nedeniyle gözlerinin içi gülüyordu. Özbek Başbakan Yardımcısı da memnundu. Ayrılırken beni de Özbekistan'da görmek istediğini söyledi. "İnşallah, nasip" dedim gülerek.