30 Kasım 2013 Cumartesi

099 01 Aralık 2013 Pazar 07:30, NE DÜŞÜNÜYORUM ?......................İşte bu !


İşte bu !

Güncel tartışmalara girmek istemem. Gelir geçer bulurum, en azından işi bu olanlar var. Onlara bırakırım. Doğru olanla, kalıcı olanla meşgul olmayı tercih ederim.

Bir kavga çıkınca sonrasında kimin haklı kimin haksız olduğu önemini yitiriyor. Ak ile kara birbirine karışıyor. Hani iki kişi varken üçüncüsü şeytandır denir ya, ben de öyle düşünürüm. Kavga edenin büyük ihtimalle üçüncüsü şeytandır.

Ancak, son günlerdeki tartışmalar beni çok rahatsız etti. Ortada dönen karşılıklı salvolardan incindim, üzüldüm.Yazmak istedim, ama sabır daha iyidir diye sustum ve dua ettim. İnşallah hayırlısı olur diyerek taraf olmamaya çalıştım. Çünkü mü’minler feraset sahibidir, olup bitenin arkasını görürler diye inanırım. Şeytana uyup birbirlerini yaralamazlar, varsa bir ihtilaf işin “rahmet” tarafına bakarlar.

Dedik ya Müslüman feraset sahibidir. Kendisine gelen bir haberi anlamadan dinlemeden sazan olmaz. Fitneye odun olmak ona yakışmaz. 


Hükümet seçim beyannamesinde verdiği sözü yerine getirmek istiyor. Neticede programında olan bir şeyi gündeme getirdi. Bunu en azından iki yıldır dünya alem biliyordu. Buna rağmen meseleyi suhuletle, istişare ile, kimseyi itip kakmadan yapacağını görmek istiyorum. Bu işten etkilenecek olanların da haklarını korumalarını ama haklıyken haksız konuma düşecek hareket ve sözlere iltifat etmemelerini dilerim.

Ben bu meselede fırsatını bulsa sizi bir kaşık suda boğacak iblislerin ellerini ovuşturduklarını görüyorum. Siz görmüyor musunuz ?

29 Kasım 2013 Cuma

098 29 Kasım 2013 Cuma 17:06 ANKARA HASTALIKLARI……………..Bir gün elinize bir kitap verecekler

Bir gün elinize bir kitap verecekler


Kayırmacılık bu ülkenin kanayan bir yarasıdır. Genellikle Ankara işaret edilir ama, bence insan olarak bizim kanımıza girmiş, hücrelerimize işlemiş bu hastalık. Söküp atmak gerçekten çok zor. 

İyi niyetli yapılanlar da taammüden olanları da aynı kapıya çıkar. 

Hangi türü olursa olsun hepsi aynı hastalığın mikroplarıdır. Çünkü ister kavmiyet (ırkçılık), ister asabiyet (hemşericilik), isterse de bir ideolojiye (partizanlığa) bağlı olsun Nepotizmin [1] (ayrımcılık) her çeşidi, toplum barışını ve sosyal adaleti tahrip eder.

Mesela asabiyet; konuşma dilinde “sinirlilik” anlamına gelse de ve sosyolojik boyutuyla kişilerin kan (akrabalık) yada başka psiko-sosyal (hizip, meşrep, mezhep, bölge, tanış, çıkar) bağı bulunan yakınlarını sırf bu sebepten dolayı koruması ve kayırmasıdır.

Bu koruma, kollama ve dayanışma; aralarında fikrî, siyasî, etnik, cinsel ve/ya ideolojik yakınlık bulunanların arasında da görülebiliyor. Nitekim İbn-i Haldun, asabiyeti, daha geniş anlamda kolektif bir yaşayış, örgütlenme ve dayanışma biçimi olarak tarif ediyor.

Her ne kadar asabiyet duygusu [2] ilk bakışta, kişinin korunduğu gruba bağlı olduğu şuurunu ve heyecanını veriyorsa da aslında oldukça ilkel bir dayanışma biçimi. Bu yönüyle, sosyal ve siyasî güç elde edebilmek için, "zalim de olsa, mazlum da olsa, kardeşine yardım et" biçiminde açıklanabilir. [3] Sonuçta eşini, dostunu, akrabalarını, partidaşını/ya da kabile (aşiret) menfaatlerini korumak, terazinin öbür yanını, yani herkesi ilgilendiren toplumsal düzenimizi bozar.

Nitekim siyaset ve idare hayatında nepotizm, etkin olunan değişik kamusal alanlarda bazı torpilli-imtiyazlı kişileri daha fazla koruma, diğerlerini (dürüst ve ehil olanları) görmezden gelme olarak görülür. Böyle bir yapılanma, zaten mahiyeti itibariyle toplumsal dayanışmaya açık değildir. Gizlidir, el altından yapılır. O nedenle de bu kastî suiistimal/ihmal, aslında, sosyal adaletten şuurlu olarak uzaklaşmak demektir.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama, bu konuyu araştırırken ilginç bir “kayırmacılık” örneğine rastladım. Devlet Hastanesi'nin birinin ilan panosuna Başhekim "Hastane personeli ve birinci dereceden akrabaları muayenede önceliklidir'' yazmış. Demek orada bir yakınınız varsa yaşadınız, yoksa “kırk satır mı, kırk katır mı” çilesine hazır olun ! Doğrusu başhekimi tebrik etmek lazım, torpilin göstere göstere yapılacağını da ilan etmiş delikanlıca. Yıllar boyu torpilin her türlüsünü gördüm. Ama bu kadar alenen yapılanını, ne yalan söyleyeyim ilk kez duydum.  

Ne olursa olsun, özellikle yargı, eğitim, sağlık, istihdam, siyaset, terfi ve atama gibi herkesin hakkı olan alanlara vaki bu tür haksız müdahaleler, sudaki halkalar gibi daha geniş çapta sosyal kırılmalara yol açar. Hele de eğitim, vasıf, ahlâk ve liyakate bakılmaksızın elinde güç bulunan yöneticilerin, arkadaş, dost ve yakınlarının yükselmesine öncülük etmeleri, sosyal ve ekonomik gelişmemizi bile olumsuz etkiler. Çünkü sosyal hayatımızın dengesini bozar, sağlıklı çalışma ilişkilerini tahrip eder ve sonuçta ekonomik yozlaşmalara da neden olurlar.

Bu nedenlerledir ki günümüz sosyal siyaseti [4] nepotizmi doğru bulmuyor. Zira kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak, bir şeyin yapılmasını istemek, adam kayırmak, başkası için aracılık yaparak ona hakkı olmayan bir şeyin verilmesi için çaba göstermek gibi davranış biçimleri sosyal ahlâk esaslarına ters düşer. Ne var ki nepotizm, tarihte ve günümüzde bütün ülkelerde görülmüş, hala da varlığını sürdürmekte. Ancak özellikle de gelişmekte olan ülkelerde daha fazla.

Sebepleri ayrı bir yazı konusu olabilir ama, böyle toplumlarda nepotizm, mesela bürokraside aşağıdan yukarıya hemen her kademede görülebiliyor. Tabi bu da o ülkelerin iktisadî, siyasî ve sosyal gelişmesinin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Neden mi ? Çünkü önemli mevkilere gelen ehil olmayan kişiler, genellikle dirayetli ve vasıflı insanları çevresinde barındırmıyor da ondan.

Müslümanız diyoruz değil mi ? Peki inancımız asabiyeti benimsemiş mi ? Hayır. Aksine onunla mücadele etmiş. [5] Emanet ve adalet kavramı hep vurgulanmış. Güven, emniyet ve barış ortamının devamı için mutlaka işin ehline verilmesi [6] gerektiği hatırlatılmış. Yetmemiş, kayırmacılık konusunda da idareciler açıkça uyarılmışlar. Buna rağmen, bu tür davranışların özellikle de müslüman coğrafyasında yaygın oluşu, ne kadar da düşündürücü değil mi ?

Netice-i kelam; iltimas, imtiyaz, ayrıcalık, dayıcılık, torpil veya adam kayırmacılığı gibi hastalıklar gelişmiş-az gelişmiş, müslüman-müslüman olmayan bütün ülkeler için tehlikeli. Toplumsal bünyeleri hasta eden, kemirgen sosyal mikroplar. Dolayısıyla onlarla mücadele etmek, sadece ülkemiz için değil, sağlam kalmak isteyen bütün ülkeler için de son derece önemli.

Ama bu mücadele, öncelikle insandan başlamalı. Her bir fert nepotizmi nefsinde ve kafasında bitirebilmeli. Bu tür hastalıkların iyi niyetlisi, hizmet kılıflısı filan olmaz. Zaten “cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşeli”, bunu anlayabilmek lazım. Sonrasında kurumlardan da bu mikropları söküp atabilmek gerekiyor. Politika da mutlaka kendisine pay biçmeli bu hastalıktan. “İş yapmayı” insanlara torpil anlamında değil, milletin, "umumun" yararına hizmet olarak görmeli.

Yazımızı bir hikaye ile bitirelim. Zamanın birinde hükümdarın önüne çıkan bir kurnaz şöyle seslenmiş ona “Sultanım hepimiz Ademoğlu değil miyiz ?” Hükümdar durmuş, düşünmüş “Evet demiş, öyle, hepimiz Adem aleyhisselamın çocuklarıyız.” Adam “Öyleyse demiş biz kardeşiz.” “Tabi ki” demiş hükümdar “Tabi ki hepimiz kardeşiz.” Adam avucunu açmış hükümdara “Sultanım senin hazinelerin var, benimse hiç malım mülküm yok. Bu adalet değil. Bana da hazinenden kardeş payı ver.” Hükümdar ancak o zaman anlamış adamın kurnazlığını. Etrafındakiler de durup olay nereye varacak diye merakla bakıyorlarmış. Sultan kesesinden bir akçe çıkarmış yavaşça, adamın eline tutuşturmuş. Bu arada kulağına eğilmiş ve “Al bunu, yalnız öbür kardeşlerin duymasın “demiş usulca.

Evet, her seviyedeki idarecilerimizin çok dikkatli olması gerekiyor. Unutmamalı ki devlet kesesinden “itibar devşirmek” adaleti bitirir. “Kayırmaksa” toplumsal güvenin bile bile torpillenmesidir.

Tüyü bitmedik yetimin de, bu ülkede yaşayan en zengin adamın da bir hakkı hukuku var. Doğulusunun da batılısının da, alevisinin de romanının da gözü yöneticilerin üzerinde. Yedi katlı, muhkem, korunaklı yerde de olunsa çare yok, ne yapıp edildiği bilinecek. 

Bir gün elinize bir kitap verecekler. Oku bakiym   ; Aaa!,
Oku bakem    ; Yee,
Oku bakayım  ; Iıı…, Ne oldu şimdi ?..

---------------------------------------
[1] Nepotizm; İltimas; Ayrıcalık; Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak, bir şeyin yapılmasını istemek, adam kayırmak, başkası için aracılık yaparak ona hakkı olmayan bir şeyin verilmesi için çaba göstermek gibi sosyal ahlâk esaslarına ters düşen davranış biçimlerinin bütünü. (Prof. Dr. Ali Seyyar)
[2] Asabiyet duygusu netice itibariyle kavmiyetçiliğe (mikro ve(ya) menfi milliyetçiliğe) veya belirli bir ideolojiye dayanan dar bir dayanışma türüdür. (Ömer Faruk EJDER)
[3] Akrabasıymış, dostuymuş, arkadaşıymış, yeğeniymiş, bacanağı imiş, askerlik arkadaşı imiş, hemşerisi imiş, köylüsü imiş, kendisine vefa borcu varmış... Bu sebeplerle ehliyetsiz ve liyakatsiz kişilere makam, mevki, memuriyet, iş, vazife verilmez. Verilirse mülkün temelleri dinamitlenmiş olur. (Mehmet Şevket EYGİ)
[4] Sosyal ahlâk bilimcileri, adam kayırmacılığı, gerek dinlerin, gerekse hukuk sistemlerinin adalet anlayışı ile bağdaşmayan bir davranış biçimi olarak görmektedir. (Prof. Dr. Ali Seyyar)
[5] Şöyle ki İslâmî sosyal siyaset, inananlar arasında manevî ve sosyal dayanışmayı teşvik ederken, başka toplulukların mal, can, ırz güvenliklerini ve diğer hak ve menfaatlerini de korumayı ön görmüş ve onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamayı reddetmiştir. Bir kimsenin haksız olmasına rağmen, sırf nesebe veya sebebe bağlı olarak kendisine yardımcı olunmasını onaylamayan Sosyal İslâm, haksız tarafın karşısında olmayı, adalet ve hakkaniyetten yana tavır konulmasını istemektedir.
[6] Peygamber Efendimiz ashabıyla sohbet ederken yanına bir gün bir bedevi gelir ve “Kıyamet ne zaman?” diye sorar. Allah’ın Rasulü, konuşmasını bitirdiğinde o kişiye şöyle cevap verir: “Emanetin zayi edildiğinde kıyameti bekle.” Emanetin zayi olması nasıldır diye sorunca, “İşi ehli olmayana verilince kıyamete bekle” buyurarak, ehliyetsizliğin toplumun her yanını sarmasının kıyamet alametlerinden birisi olduğunu haber verir (Buhârî, İlim; 2)


27 Kasım 2013 Çarşamba

097 27 Kasım 2013 Çarşamba 23:23 İŞ DOKTORU…………................Niye başarısız oluyoruz ?

Niye başarısız oluyoruz ?


Geçmişte kamu bürokrasisinde görülen örgütsel fonksiyon bozuklukları üzerine çok yazıldı çizildi. Çözümlerin önemli bir kısmı da genellikle fonksiyonel uzmanlaşma, açık görev ve iş tanımları öneriyordu. 

Ayrıca çalışanlar açısından personelin bilgi ve yeteneğine göre seçilip terfi ettirilmesi de özellikle vurgulanırdı. 

Bürokraside kurallar hep önemli olmuştur zaten. Ama zaman değişince biraz makyaj yapıldı tabi bu konulara. Örneğin kalite standartlarına, süreç yönetimine ya da iç kontrole ilişkin yazılı kurallar öne çıktı. Ve tabi sihirli kelime; değişim ! O geçmişte bekleniyordu, bugün hala umudumuz, gelecekte de konuşuluyor olacak.

Her ne ise. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşan bu çabalar 30-40 yıldır gündemde. Bir çok şeyin farklılaştığı açık, ancak bu değişimden kimse mutlu değil. Nasıl bir şeyse beklenen değişimin bu olmadığı düşünülüyor. Ayrıca yaşanan değişimlerin yararlı bir gelişme sağlayıp sağlamadığı da tartışılıyor. Sorun bu önerilerde mi, yoksa "asya tipi üretim tarzı" gibi bize özgü bir kamu yönetim sistemi midir, bilemiyoruz. Bilim adamları hala konu üzerinde çalışıyorlar. Tabi öneriler genelde batılı ülkelerden bize yansıdığı için bizim ezber bozan hallerimiz onları da çaresiz (!) bırakıyor anlaşılan.

Şaka bir yana acaba gerçekten "açık görev ve iş tanımları ile fonksiyonel uzmanlaşma" beklenen faydayı sağlayabilmiş midir ? Değilse neden ? Öyle olup olmadığı bir tarafa "personelin bilgi ve yeteneğine göre seçilip terfi ettirilmesi" mümkün müdür ? Olsa bile sürekli yukarıya doğru sıçrama eğilimlerini engelleyebilir mi ? Mesela bugün bile hararetle savunulan "kuralların önemi, standartlar ve süreç yönetimine ilişkin yazılı presedürler" giderek bir bürokratik kirliliğe mi yol açtı ?

Bırakın karlılığı, prodüktiviteyi, rasyonelliği. Bütün çabalara, sürekli vurgulanmasına rağmen kamu yönetiminde "Etkinlik, verimlilik ve etkililik" sağlanabildi mi acaba ? Olmadıysa neden ? Değişimi engelleyip duran nedir ? Böyle bir ortamda bürokrasi, bizzatihi kendi çalışanlarına da mı zarar veriyor ?

Yıllardır kamuda uzmanlaşma sihirli bir formül gibi benimsendi. Neticede bütün kamu kurumları çalışanlarını yüksek puanlı sınavlarla seçer oldular. Kariyer uzmanlığı beyaz yakalı personel içinde giderek zamanımızın yükselen değeri oldu. Sonuç ? Yüksek maaşlı, kibirli, taassup ehli, değişimi kendinden menkul bir zümre çıktı ortaya. Bürokratik örgütü dönüştürmesi, kalitesini yükseltmesi beklenen bu yeni nesil, aksine fonksiyonel uzmanlaşma zırhını giyip yağlandıkça yağlandı. 

Açık görev ve iş tanımları bu tip bir işbölümünde daha katı bir bürokrasiye yol açtılar. Kendileri de bu bürokrasi içinde özgürlük ve özgünlüklerini yitirdiler tabi. Geriye sürekli şikayet eden, kulis yapan, kurum kaynaklarını ve kurallarını kendine yontan sıradan bir "memur" tipi  kaldı. Yeni bir kısır döngü var olmuş, dev çarklarını döndürüyordu. Kamunun yeni ve parlak prensleri ne yazık ki artık "uydum kalabalığa" olmuştu.

Uzmanlık, yıllardır önerilen örgüt personelinin teknik bilgi ve yetenek temeline göre seçilmesi ile bu alanda terfi ettirilmesi konusuna da uygun bir örnektir.  Ancak, bu yöntem bile, uzmanların önündeki işle değil "örgütsel hiyerarşide yukarıya doğru yükselmeyle" ilgilenmelerini  engelleyemedi.Kaldı ki yöneticilik, doğası itibariyle uzmanlıktan çok farklı bir alandı. 

Peter ilkesine göre böyle hırslarla kendi "yetmezlik düzeylerine" koşan yöneticilerin de akibeti bellidir. Ona göre, bu düzeye ulaşanların görevden uzaklaştırılmaları gerekir. Ama böyle olmaz ise teknik bir alanda uzmanlıktan, farklı uzmanlıkları yöneten çok daha farklı bir noktaya sıçrayan bu kişiler eninde sonunda kendileriyle birlikte kurumlarını da işlevsizliğe sürükleyecektir.

Eski ya da yeni bütün kurallar, bürokratik örgütlerde devamlılığın bir gereği olarak görülmüş. Ama işin şekli özünü unutturduğu zaman bu kurallar bir mevzuat çöplüğüne dönüşür. Bu yüzden kayıt kuyut, evrak ve haberleşme gibi şeylerin yazılı olarak yapılması abartılmamalı. Örneğin dosyalama sisteminin giderek "araç" olmaktan çıkıp, "amaç" olması örgüt verimliliğini yok edecektir.

Böyle bürokratik çevre kirlenmelerini biliyoruz. Şunu da biliyoruz ki, kurallar ve dosyalar genellikle statükonun devamı içindir. Değişimi için değil. Ayrıca, bürokratik özellikli yapılarda hiçbir zaman etkin ve etkili denetim yapılamamaktadır. Bunun için otokontrol  mekanizması kadar dış denetim yolu ile de işlevselliğin sağlanması gerekiyor. Ama, nasıl bir denetim ?

Hep düşünmüşümdür mesela. Neden disiplin ya da soruşturma mevzuatı bu kadar ayrıntılıdır ? Niçin o kurallar arasında teşvik ya da ödül sistemini büyüteçle bile bulamayız ? Halbuki örgütte olumlu bir gelişme sağlanabilmesi, başarılı ve yetenekli personelin maaş vs. dışında da gereğinde ödüllendirilmesiyle çok yakından ilgilidir. 

Bir teşekkürü bile esirgeyen devlete, yöneticiye nasıl sevgi duyulur ? Bilmezler mi ki "insan korktuğunu sevmez, sevdiğinden korkarmış." Elbette insan kaynağının geliştirilmesi, etkin bir hizmet içi eğitime bağlıdır, doğru. Ancak, bu eğitim hizmette kaliteden ziyade, yükselme fırsatı olarak algılanırsa çabalar da boşuna olur. Çünkü hırs genellikle gözleri kör eder. Daha doğru olan kurumuna, işine, birbirine gönülden bağlı çalışkan insanların yaşadığı bir örgüt iklimi oluşturabilmektir.

"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" inancına sahip siyasi iktidarın ustalık dönemini yaşıyoruz. Değişim süreci devam ediyor. Bu kaçınılmaz, ama "kabak gibi büyümeye" değil de insanını memnun eden bir "gelişmeye" ihtiyacımız var. "Klasik memur zihniyetinin" kırılması isteniyor.  "Memnuniyetsiz, işi yokuşa süren, asık suratlı evrak memuru" dönemi artık bitmeli. Ancak görüyoruz ki "vatandaş odaklı" dönüşüm için yalnızca sözler, yazılar yetmiyor. İnsan merkezli  olmanın lisan-ı hal ile ispatı, yaşanması lazım. Sözde değil özde dönüşüme, gelişime yol almalıyız.

Bu yolda belki artık "memurlarla" değil de nitelikli, performans sahibi, sorumlu, saygın ve inançlı "çalışanlarla" yürümek gerek. Devletten "umdukları" kadar, milletten de "korkan" bir anlayış içinde, adam gibi adamlarla. 

26 Kasım 2013 Salı

096 26 Kasım 2013 Salı 21:54 KAYIP DEFTER…...............................Yurt’FM yayında

Yurt’FM yayında


                  
"Kayıp Defter'den"


18 Ekim 1992
Uludağ Öğrenci Yurdu

Orhan'ın halleri
Son günlerde Orhan'da gizli saklı bir meşguliyet var. Birdenbire elinde bir sürü kaset peydah oluverdi bir de wolkmen. Durduk yerde bu müzik aşkını "Banu'nun başına vurması" olarak yorumladık. Birkaç kere "ya ! ver şu wolkmeni de biz de biraz kaset dinleyelim" dediysek de alamadık. Hatta biraz kızdı mı ne ? Güldük, üzerinde durmadık. Orhan bu sana, sağı solu belli mi olur. Ama dün bir mikrofon vardı galiba elinde. Garip ! Bazen dışarda, yurdun çevresindeki yolda yalnız başına geziyor. Aşkından mecnuna döndü garibim. Kendisi kaset dolduruyor herhal dedim içimden.

Size bir süprizim var
Nihayet Orhan'ın sırrı çözüldü. Meğer radyo yapmış kendi kendine. İnanılmaz ama doğru. Odada Levent abinin küçük bir radyosu var. İkide bir onu ödünç alıyormuş. Pazar günü odada Levent, Mehmet, Okan, yeni arkadaşımız İsmail ve ben öyle uyuşuklanıyorduk. Bir Orhan kıpır kıpırdı. Hazırlanıyordu, çıkacaktı herhalde. Öğleden sonraydı, gülerek "size bir süprizim var" deyince hepimiz kulak kesildik. Orhan dedin mi neşeye hazır olacaksın çünkü. Bu defa da ne yumurtlayacaktı acaba ?

Elindeki küçük radyoyu kendince bir frekansa ayarladı. Levent'e verip çıktı gitti. Yüzünde hınzırca bir gülümseme vardı. Cepleri doluydu, yalnız bu defa elinde beyaz bir de tel gördüm.  Merakımız iyice artmıştı. Hepimiz Levent'e baktık. O da gülüyordu, demek sürprizin ne olduğunu biliyordu. Sıkıştırdık, söylemedi. Yalnızca "biraz bekleyin" dedi yüzündeki gülümsemeyi sürdürerek. Bu arada kalktı pencereye doğru yürüdü, radyosu kulağındaydı.

Orhan'la radyo arasında bir bağlantı vardı ama. Doğrusu hepimizin aklına “radyodan bizim için bir istek yapmış da, bizim de onu dinlememizi istiyor”dan başka bir şey gelmiyordu. Hani ya, bunun neresi sürprizdi ? Aynı şeyi düşünmüş olmalıyız ki biraz ilgimiz düştü.

Kaldır kolun oynasın, sür cezveler gaynasın
Biraz sonra Levent camı açtı, yüksek sesle "tamam geliyor" dedi dışarıya doğru. Hepimiz kalktık, seslendiği tarafa baktık, Orhan'dı. Kolunu kaldırmış bize el sallıyor, bir eliyle de mikrofona konuşuyordu. Levent'e döndük baktık hepimiz aynı anda. O gayet sakindi, elindeki radyonun sesini biraz daha açtı. "Sevgili arkadaşlarım şimdi sizin için Balıkesir'in Kızılcıklar oldumu türküsünü çalıyorum." Ses tanıdıktı, Orhan'dı bu. Arkasından neşeli bir müzik sesi geldi radyodan" Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu…" Hepimizin ağzından koro halinde bir "Aaa !" nidası çıktı.

Bir radyoya, bir Orhan'a bakıyorduk. Türkü devam ediyordu "..gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu, mendili eline, mendil verdim geline..." Vay Balıkesir'li, gene yapmıştı numarasını. Hem de ne numara. Demek sürpriz buymuş. Neşemiz tavan yapmıştı. Cam açık oynamaya başlamıştık. Arada bir belimize kadar sarkıp sesleniyorduk "Lan Orhan bi de çiftetelli çalar mısın ?" "Ben de Ankara misketi istiyorum ama." "Yaşa lan Orhan, helal sana !"

Kısa bir süre sonra hem Orhan'ın çevresi, hem de odamız dolmuştu. Radyosunu kapan odasındaki pencereden sarkarak koroya iştirak ediyordu "Hadi, bi Orhan baba patlatsana be", "Tarkan istiyorum abi", "O ağacın altını çalar mısın Orhan?"

Şarkılar türküler peşisıra geliyordu. Artık radyonun sesi sonuna kadar açılmıştı. Orhan'ın sesini duyuyorduk "teşekkür ederim arkadaşlar, şimdilik elimde olanı çalabiliyorum. İsteklerinizi ilerki günlerde dinleyebilirsiniz. Frekansımız FM.67, ilginizden dolayı  sağolun. Oynamaya devam ediyoruz. Şimdi oda arkadaşım Süleyman'ın isteğini yerine getiriyorum "kaldır kolun oynasın, sür cezveler gaynasın."  Bir velvele kopuyor bizim odadan. Oynak ritme uyarak bağıra çağıra oynuyoruz hep birlikte.

Hoş geldin partisi
O akşam bizim odaya girenin çıkanın haddi hesabı yok. Radyosu olan bizi buluyor. En şaşırdığım şey her gelenin beraberinde birkaç kaset getirmesi. Orhan'ın ağzı kulaklarında. Dolabı şimdiden tıka basa kaset doldu. Gelecek hafta sonuna randevu veriyor hayranlarına. Israrlara karşı odada birkaç deneme yapıyor. Ama hafta içi yayın olmaz diyor. İlginin keyfini  çıkarıyor hınzır. Bahanesi de hazır, hem de kurnazca "Radyosu olmayanlar o zamana kadar alsın, istedikleri şarkının kasetini de getirsinler ama. Haftaya, haftaya..."  Anlaşılan haftaya şenlik var.

Orman mühendisine bak sen !
Hala aklımız almış değil. Bir küçük wolkmen, bir mikrofon ve kuyruğunda yarım metrelik tel nasıl radyo olabiliyor ? Orhan defalarca anlattı, ama hala anlayamadık. "Amaan...nasılsa nasıl. Yapmış işte çocuk. Bravo ama. Ne hünerler varmış yani oğlanda, helal olsun."  Zaten işin o tarafıyla ilgili değiliz. Cumartesiye parti var. Hafta boyu bizim oda Orhan'ın stüdyosu gibi oldu. Radyolar frekansa ayarlandı, kasetler verildi, istekler not edildi. Bir taraftan da merak etmiyor değiliz hani "Orhan bu kadar kasedi nasıl çalacak ?" Ama onun bizimle çene çalacak vakti yok.  Okan'la program (!) hazırlığı yapıyorlar.

Kızlarla da iletişim içindeler anlıyorum. Gündüzleri kültür merkezinde, akşamları da kantinde birlikte görüyorum onları. Bir kere "Ne var programda" diye soracak oldum. "Repertuar hazırlıyoruz" dedi gayet ciddi. Kızlara karşı gülmemek için kendimi zor tuttum. "Özel radyolar yasak değil mi ?" diye sordu Mehmet. Orhan, yüzüyle boşver anlamında bir hareket yaptı "Kim bilecek, kim görecek ki ? Zaten alanı 500 metre. Eğleniyoruz işte." Kızlar yanlarında, etrafları da baya kalabalık. Bir alkış koptu kızlı erkekli gruptan. "İyi o zaman size kolay gelsin" dedim ve Mehmedi kolundan çekip çıkardım oradan. Giderken dönüp eğildim kulağına Mehmedin "Orman mühendisine bak sen, radyocu oldu çıktı başımıza." Neşeyle güldük beraber.

Orhan sahaya çıkıyor
Cumartesi ikindiye doğru Okan ve Orhan'ı tezahüratla odadan uğurladık. Randevu saati gelmişti. Bu kez yanlarında bir çanta dolusu da kaset vardı. Bu arada bloklardan çok sayıda pencere açılmış, Orhan'ın çıkışını bekliyorlardı. Çıkar çıkmaz da bir alkış sesi yükseldi etraftan. Biraz ilerde kızlar da eklendiler onlara. Yurdun batı tarafındaki yoldan, kız bloklarından yukarı doğru yürümeye başladılar. Bizim odada bile üç radyo olmuştu. Bende, Levent abide ve yeni arkadaş İsmail'de. Pencereden yarı belimize kadar sarkmış, radyolar kulağımızda bekliyorduk.

Yurt yıkılıyor
"Sevgili arkadaşlar, radyomuz beklenen yayınına başlıyor. Geçen haftaki deneme yayınından sonra bu hafta sizlere beğeneceğiniz birbirinden güzel ezgiler, oynak türküler ve damardan şarkılar hazırladık. Bu arada isteklerinizi de bize seslenerek duyurabilirsiniz. Şimdi ilk şarkımızı koyuyorum. Sevenlere gitsin bu güzel şarkı. Nilüfer söylüyor yeniden sev." Bloklardan çığlıklar, canhıraş sesler yükseliyor aynı anda.  Üç radyonun birden sonuna kadar açılmış sesinden gürül gürül bir şarkı işitiliyor "Yüreğimdeki fırtına/Dinmedi hala/Titrerdim isterdim/Seni hep kollarımda/Yine bana gel/Yana yana yine beni sev/Hadi beni yine sev/Beni deli deli sev/Beni yine yeni yeni/Yine yeni yeniden sev…"

Müthiş bir tezahürat müziğin sesini bastırıyor. İçimden diyorum ki "Lan Balıkesirli, ulen köftehor ! Bu şarkı Banu'ya değilse ben de Süleyman değilim." Mehmet bile bir radyoya kulağını yaklaştırıyor, bir Orhan'a laf yetiştiriyor. Radyodan yayılan ses bu defa bir İzzet Altınmeşe türküsü: "Hanım kızlar kızlar/Canım kızlar kızlar/Bezenmiş düğüne gider/Elma yanaklı kızlar…" Bu türkü de kız bloklarına hediye ediliyor. Baktık ki kız bloklarında da bazı pencereler açılmış, ellerinde radyolar çığlık çığlığa bağrışıyorlar.

Ne olcek şincik ?
Biz böyle kendimizi kaybetmişken Kemal abiyle Hamit odaya girmiş. Ensemizde bir el boynumuzu sıkınca eğildiğimiz yerden geriye kalktık. Baktık onlar, gülüyorlar "Ne yapıyosunuz lan öyle ? Düşeceksiniz ya."

"Ne yapalım abi, bizim Orhan radyo yapmış, onu dinliyoruz." Açıldığımız yerden o da dışarı baktı, Orhan'ları gördü ve bize çıkıştı "Lan oğlum, radyolar yasak değil mi ? Hem napıyo bu oğlan ? Aşk kafasına mı vurdu bunun nedir ? cık, cık, cık..." Radyoyu benden alıp kendi kulağına dayamıştı. Bir taraftan da hem bunları söylüyor, hem de gülüyordu. Bu defa hep birlikte güldük. Ta ki Hamit'in sesiyle uyanıncaya kadar.

"Abi lan ! yönetim memurları Orhan'ı gördü valla." Hepimiz pencereye yığıldık. Radyo yayını kesilmişti. Etraftan ağır bir uğultu yükselmiş, hatta yönetim memurlarına laf atmalar başlamıştı. İki yönetim memurunun Orhan'ı idareye doğru döndürdüklerini gördük. Kemal abi eliyle  dizine bir şaplak attı "Ulan, kalbime gelen bi kere de başıma gelmesin be ! Çocuğu müdüre götürüyorlar. Billahi de götürüyorlar."  Odada bir sessizlik oldu. Bloklardan hala protestolar, ıslıklar yükseliyordu.

Bu defa da Kemal abinin sesiyle uyandık. "Ben de gidiyorum, siz gelmeyin. Çocuğun başına bişey gelmez inşallah."  Yine başını iki yana sallayıp cık, cık diye söylenerek odadan çıktı. Üzülmüştük. Bir elimizdeki susmuş radyolara, bir birbirimize, bir de gittikçe uzaklaşan gruba bakıp durduk bir süre. Kızlar geride kalmıştı. Yalnızca Orhan'la Okan'ı götürüyorlardı. Mehmet Orhan'ı taklit ederek sordu: "Ne olcek ya şincik ?"

Yurt’FM doğuyor
Dakikalar geçmek bilmedi. Bir saat kadar sonra önce Okan geldi odaya. Hiç de üzülmüş bir hali yoktu. Merakla etrafını çevirdik. "Ne oldu, ne oldu ? Müdüre mi gittiniz ? Ne dedi ? Anlatsana." Okan keyfini çıkara çıkara önce tek tek yüzlerimize, sonra da önüne baktı gülerek. Sonra da konuştu "Hiiç..Valla hiç bişey olmadı. Hatta Müdür Orhan'a bi teklif yaptı, oda bile verdi." 

Hamit patladı "Ne teklifi, ne odası lan oğlum çatlatmasana adamı, ne oldu ne ?" Okan ağzındakini bu sefer bir çırpıda söyleyiverdi "Valla abi, Yurt FM doğdu, hayırlı uğurlu olsun!"

Hepimiz Okan'a bakakaldık. O hala yirmi sekiz dişiyle sırıtıyordu.
...
Orhan star oldu
Okan bildiklerini anlatmıştı ama, şaka gibiydi. İnanamamıştık. Söylediklerine göre odaya sadece Orhan'ı almışlar. Kemal abiyle Banu ve Hale de gelmişler. Ama içeri girememişler. Ne olduğunu bilemeden ayakta uzun bir saat geçmiş. Merak içindeymişler. Ama bu arada içeriye birkaç defa kahve, çay girmiş, boşlar çıkmış.

Bir ara yönetim memurları da çıkıp köşedeki bir odanın anahtarını aramışlar telaşla. Sonra da bulup açmışlar. Oda boş gibiymiş, içindeki birkaç parça eşya da başka odaya taşınmış. Birkaç defa müdürün yanına girip çıkmışlar. Aralıktan müdürle Orhan'ın karşılıklı çay içip sohpet ettikleri görülüyormuş. Kemal abi "Ne oluyor ?" diye sormuş ama yönetim memurları bir şey söylememişler.

Sonunda müdürle birlikte çıkmış bizimki. Yüzü gülüyormuş. Birlikte  açılan boş odaya geçmişler. Müdür  Kemal abi ve diğerlerini görünce "Ooo siz de mi buradaydınız ? Bakıyorum arkadaşınızı yalnız bırakmamışsınız. İyi, iyi, yalnız korkmayın arkadaşınızı yemedim. Gerçi biraz korktu ama, o kadar olacak, değil mi hemşerim ?" Son sözleri kolunu Orhan'ın omuzuna atarak söylemiş.

Sonra tekrar Orhan'la aralarındaki konuşmaya dönmüş, odayı göstererek  "Burası nasıl ? Yayını buradan yaparsınız. Bir şeye ihtiyacınız varsa bana söyleyin. Yalnız artık haftada üç gün akşamları saat sekiz ile dokuz arasında yayın yapacaksınız. İstekler dilek kutularına atılabilir. Yayından bir gün önce bizim arkadaşlar kutuları açar, radyo ile ilgili olanları ayırır, bu odaya bırakırlar. Bunların değerlendirilmesi, program akışı konusunda Okan'da kızlar da sana yardımcı olur herhalde. Ama Cuma günü ilk on dakika benim unutmayın. Adı da Biz bize olacak tamam mı ?"  Orhan'ın ağzı kulaklarındaymış, öbürleri ise hala şaşkın durumdaymışlar.

Merdivenlere kadar onlarla inmiş. Tek tek hepsinin elini sıkıp uğurlayacağı sırada bir şey unutmuş gibi durmuş "Ya bu şeyin, yani radyonun adı ne olacak ? Bir adı var mıydı ?" Kemal abi atılmış "Yurt efem" olsun müdürüm. "Hay yaşayasın be Kemal. Doğru, Yurt FM olsun." Orhan'ın yüzüne doğrulatmak ister gibi bakmış, Orhan bulutlardaymış zaten "Olur müdürüm" demiş heyecanla "çok iyi olur." Haline müdür de gülüyormuş. Tekrar Orhan'ın boynuna kolunu atmış, sıkmış ve "Efeye efem yakışır tabi ki, hayırlı olsun bakalım." demiş. 

"Valla billa aynen böyle" diye bitirdi Okan. "Ben önden fırladım geldim, onlar da geliyorlar." Gerçekten biraz sonra Kemal abiyle Orhan da odaya girdiler. Peşlerinde bir meraklı ordusu vardı adeta. Herkes Orhan'ı tebrik etme yarışına girmişti. Kemal abi bu durur mu, hemen espriyi patlatmıştı "Bizim Orhan star oldu lan, medya yıldızı oldu valla !"

Süleyman Çakır
Uludağ Ü.İBF öğrencisi


27 Ekim 1992
Uludağ Öğrenci Yurdu
Dilek kutuları
Şaşılacak şey ! Odaya bir telefon koyduk. Yayın sırasında katlardan aranabilsinler diye. Ama Yurt'FM yayına başlayalı beri dilek kutuları dolup dolup taşıyor. Önceleri haftada 10-15 tane şikayet alıyorduk o kutulardan. Şimdi yüzlerce teşekkür, iyi dilek ve öneri  çıkıyor. Tabi bunun en az on katı şarkı isteği, bloklar, odalar, arkadaşlar arası mesaj. Olumlu tepki alacağımızı düşünüyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Doğrusu Yurt'FM'in bu yoğunlukta ilgi ve beğeni toplayacağını tahmin edememişim.

Çocuklar da iyi çalışıyorlar. Öyle çok da masrafları olmadı zaten. Bir anten, 8 metre kablo, iki mikrofon altlığı, kaset dolabı filan gibi şeyler. Masa, sandalye, teyp gibi ihtiyaçları da elimizdeki demirbaşlardan hallettik.

İlk konuşmamı da geçen Cuma günü yaptım. Başlangıçtaki sorunlardan, ilkelerimizden ve bu yurtta huzur içinde birlikte yaşama hayalimizden bahsettim. Bu çerçevede yaptıklarımızı, halen eksik olan şeyleri ve yapmayı düşündüklerimizi anlattım. Verdikleri destek için teşekkür ettim ve her zaman kapımın onlara açık olduğunu belirttim. Ayrıca Yurt'FM ve dilek kutuları aracılığıyla da bizimle iletişim kurabileceklerini ilave ettim. Yurt'FM'in yurttaki gençlerimizin beklentilerine ve sosyal hayatına olumlu katkı yapacağı inancıyla hayırlı olmasını diledim.

Özel radyoların yasaklandığı, "radyomu istiyorum" kampanyalarının düzenlendiği bir zamanda oldukça riskli, ama bir o kadar da amaçlarımıza uygun bir şey yapmışız.Buna inanıyorum. 

Ayrıca, Yurt'FM bu gençlerin sayesinde belki de bize Rabbimin bir lütfudur.

Yılmaz Yalçın
Uludağ Öğrenci Yurdu Müdürü