20 Şubat 2014 Perşembe

132 20 Şubat 2014 Perşembe 23:30 ESKİMEYEN KELİMELER..........Sabır, Şükür, İtaat, İmtihan

Sabır

Sözlükte "dayanma, dayanıklılık" gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah'tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında sükûnet ve dayanma gücü göstermektir.

Sabır kavramı Kur’an’da yetmişten fazla âyette geçmektedir. Diğer ahlâkî faziletlere de kaynaklık etmesi sebebiyledir ki Kur’an’da[1] müminlere ısrarla sabırlı olmaları emrolunmuştur. Kur’an-ı Kerim’de; İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa erecekleri haber verilmiştir.[2] Mümin belâ ve musibetlere karşı sabırlı olduğu kadar dinin emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma konusunda da sabırlı olmalıdır.[3]

Hz. Musa İsrail Oğullarına, "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin" [4]  tavsiyesinde bulunmuş, Hz. Lokman da oğluna; "“Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir; bu azim ve kararlılık göstermeye değer bir şeydir" [5]  diye öğütte bulunmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hak, başına gelen belalara sabırla katlandığı için Hz. Eyyub'u, "O ne güzel kul"  [6] buyurarak övmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in ömrünün neredeyse tamamı ızdırap ve sıkıntılarla geçmiş olmasına rağmen çevresindekilere daima sabrı tavsiye etmişlerdir. Kendisi de "Sabret ve senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır" [7] ilâhi buyruğuna uyarak hayatı boyunca sabır konusunda ümmetine örneklik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.); “Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir” [8] buyurmaktadır. Acı bir olayla karşılaşıldığında ilk anda gösterilen sabır önemlidir.[9] 

Sabır; Boyun Eğmek Değildir, Sabır Mücadele Etmektir..! Sabır, nefse ağır gelen şeylere katlanmak, bir hakkı müdafaa etmek, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, musîbetlere karşı sabretmektir. Güçlükler karşısında paniğe kapılmayıp, sabredenlerin mükâfatının hesapsızca verileceği müjdelenmiş ve onlar övülmüştür.[10]

Şükür

Sözlükte "karşılığını vermek, yapılan iyiliği dile getirmek ve sahibini övmek" anlamına gelen şükür, ahlâk kavramı olarak, yapılan iyiliğin kadir ve kıymetini bilip makbule geçtiğini dile getirmek, iyilik edeni övmek; nankör olmamak demektir.

Şükür üç şekilde ifa edilebilir: Kalp ile, (nimeti vereni tanımak ve O’na iman edip tasdik etmek); dil ile, (nimeti vereni anmak, övmek ve O’na şükretmekle); fiil ile. (Allah'ın emir ve yasaklarına uygun hareket etmekle) Şükredene şâkir, Allah'a yeterli şükürde bulunamayacağının idrakine erip çok şükreden kimseye şekûr denir.

Kulları arasında Allah'a hakkıyla şükreden (şekûr) [11] azdır. Şükür, nimetin artmasına vesile olur [12]. Azap edilmeme sebebidir. [13] Bir kimsenin yaptığı iyiliğe karşı teşekkür etmek ahlâkî bir görevdir. İyilikte bulunanı övmek ve ona dua etmek te bir teşekkürdür. İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmemiş olur.[14]

Şükür, kulluğun özüdür. Sadece iyiliklere, güzelliklere erişmenin değil kötülüklerden, zorluklardan kurtulmanın da nimet olduğunun farkına varması, “Kahrın da hoş lütfun da” diyebilmesidir. [15] Şükür, insanın, kendisini en güzel biçimde yaratan ve sayılamayacak kadar çok nimetle kuşatan Rabbi’ne teşekkürüdür. Ailesinden eşine dostuna, boğazından geçen lokmadan evine aldığı eşyaya kadar sahip olduğu her şeyi Yüce Allah’ın bahşettiğini bilmesi ve O’na her an minnettar olmasıdır.

Kul, Allah'ın lütuf ve nimetlerini dile getirir ve O'nu överse şükretmiş olur. Ancak esas şükür verilen nimetleri yerli yerince kullanmaktır. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Malın şükrü zekât vermek, ilmin şükrü insanlara doğru bilgileri aktarmak, bedenin şükrü, Allah’a ibadet etmek ve insanlığın yararına faydalı işler yapmaktır.[16] Bu da nimeti bilme, elde edilen nimetten dolayı sevinç duyma, nimete karşılık olarak yapılması gerekeni dil, beden ve kalp ile [17] yerine getirmek suretiyle olur.

Şükür yapılan iyiliğe, verilen nimete karşı nimet sahibine hoşnutluğunu ifade ederek ona değer vermektir. [18] Nimetlere şükür Allah’ın emirlerine itaat etmekle gerçekleşir.[19] Nitekim Kur'an’da; “Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin. ”buyurulmaktadır.

Şükür “karşılığını vermek, yapılan iyiliği dile getirmek, yapılan iyiliğin kadir ve kıymetini bilip makbule geçtiğini dile getirmek, iyilik edeni övmek; nankör olmamak” demektir. Esas şükür verilen nimetleri [20] yerli yerince kullanmaktır. O halde insanın, bunca nimetleri kendisine ihsan eden Rabbine şükretmemesi nankörlük olur. [21] Şükür, nimeti vereni bilerek onun bütün emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir.

Şükür, verilen nimetleri yerli yerinde kullanma, Allah Teâlâ’ya, verdiği nimetlerle isyân etmeme, nimetleri kullanırken vereni unutmama; [22]görülen iyiliğe karşı teşekkür etmektir. Nimetin kıymetini bilmeyip nankörlük etmek, elden çıkmasına sebeptir. Şükür ise, devamına ve artmasına [23] vesile olur.

Bizleri insan olarak yaratıp akıl nimeti ile diğer canlılardan üstün kılan ve ilahi kitaplar göndererek yolumuzu aydınlatan Allah’a şükretmek en önemli kulluk görevimizdir. Nefes alıp verirken bile Allah’ın iki nimetine birden mazhar olmaktayız. Yaratılışındaki sadeliği ve temizliği korumuş olan her insan kendisine yapılan en küçük iyiliğe karşı duyarsız olamaz.

İtaat 

Sözlükte "boyun eğmek, yumuşak davranmak, birinin isteğine, emir ve yasağına isteyerek uymak olarak geçmektedir. Dîn ıstılahında ise, Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına isteyerek uymak, yapılmasından dolayı sevap elde edilen her hangi bir ameli yapmak" anlamındadır.

İnsanların ve cinlerin itaat ve isyân edebilmelerine karşılık meleklerin ve diğer varlıkların sadece itaatleri söz konusudur. Kur'ân'da itaat, övme ve yerme ifadesi olarak kullanılmıştır. İtaat edilenler açısından itaat emredilmiş veya yasaklanmıştır. Allah'a, Peygambere ve emir (yönetim gücü) sahiplerine itaat edilmesi emredilmiş, [24] bu emre uyanlar övülmüş ve kendilerine mükâfat va'd edilerek itaat teşvik edilmiştir.

Allah'a ve Peygamberine itaat: Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına, tavsiye ve hükümlerine, helâl ve haramlarına uymaktır. Allah'a ve Peygambere itaati birbirinden ayırmak mümkün değildir. Allah'a itaat eden Peygambere, Peygambere itaat eden de Allah'a itaat etmiş [25] lur. Peygamberler itaat edilsinler [26]diye gönderilmişlerdir.

Peygambere itaat eden doğru yolu bulur ve merhamete mazhar [27]olur. Allah'a ve Peygambere itaat; îmânın[28], itaatten yüz çevirmek ise nifakın[29] sonucudur. Kur'ân'da; Allah ve Peygambere itaat edenlerin kurtuluşa erecekleri[30], itaat etmeyenlerin ise pişman olacakları bildirilmiştir.[31]

Emir (ülû'l-emr) sahiplerine [32]itaat; iş, emir ve buyruk sahibine itaat demektir. "Ülû'l-emr" ile kast edilenlerin; râşit halifeler, devlet başkanları, komutanlar, yöneticiler ve bilginler olduğu söylenmiş ise de bu tabir; askerî, resmî ve sivil her seviyede yönetmek, idare etmek ve emretmek durumunda bulunan bütün yöneticileri kapsar.

Ma'ruf olan şeylerde [33]emir sahibine itaat, peygambere itaat [34]gibidir. Ana-babalar, öğretmenler, ustalar, iş verenler ve yönetmek durumunda olanlar, "ülü'l-emr" kavramına dahildirler.

İtaatin söz konusu olabilmesi için bir emrin, isteğin, telkinin ve tavsiyenin veya bir yasağın bulunması gerekir. Emir, telkin, tavsiye veya yasak olmadan bir insanı taklit etmek, ona uymak vb. davranışlar Kur'ân'da ittibâ' kavramı ile ifade edilmiştir.

Kur'ân'da Allah'a, Peygambere ve emir sahiplerine itaatin emredilmesine karşılık, dînî konularda kâfir[35], müşrik[36], münafık [37] ve ehl-i kitaba [38], bozguncu, günahkâr, müsrif, yalancı ve yalanlayıcı insanlara itaat edilmesi yasaklanmıştır.[39]

İmtihan

İmtihan kelimesi mihnet kökünden gelir. Mihnet ise, sıkıntı, acı demektir. Dolayısıyla, acı ve sıkıntı, imtihan listesinin başında yer alması gereken bir sorudur.

Dünya imtihanı, zıt duyguların varlığını gerektirir ki, insanoğlu özgür iradesini hangi tarafa kullanırsa ona göre bir değer veya değersizlik kazansın. Aklın, vicdanın sesi, kulağı olan iyi duyguların karşısında; nefsin, şeytanın sesi olan kötü duyguların olması âdil bir imtihanın şartıdır. Bu duyguların ortaya çıkması için imtihan/mihnet, acı, sıkıntı gerekir.

İmtihanın en büyük maksadı, bilenlerle bilmeyenleri, çalışkanlarla tembel olanları, aklını kullananlarla kullanmayanları birbirinden ayırt [40]etmektir.

Altın ile bakırın, elmas ile kömürün birbirinden ayrılıp ortaya çıkması için madenlere ateş vermek gerektiği gibi, insanların ruh ve nefis cevherinde bulunan değişik ulvî ve süflî duyguların ortaya çıkması için, imtihan ateşine ihtiyaç vardır. 

Bu sebepledir ki, insanlık camiasında, bir yandan melek gibi, diğer taraftan şeytanlaşmış insanlar ortalarda geziyor. Böyle zıtlarla örülü bir ortam olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekir (ra) gibi -insanlık camiasını şereflendiren- bir sadakat ve dürüstlük timsali, ne de Müseyleme-i Kezzap gibi -insanlığın yüz karası- bir yalan makinesi ortaya çıkabilirdi. Demek ki, cennet adam istediği gibi, cehennem de adam istiyor.

Ancak bilinmesi gereken bir husus da şudur ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Gerçekten Allah’ın bütün işlerinin adalet ve merhamet dolu olduğuna tam iman etmeden, O’na güvenmeden, O’na teslim olmadan cennete girmek zordur. Cehennem'in lüzumsuz olmadığını gösteren unsurlar ise binlercedir. Her gün insanlık camiasında yapılan zulümler, işlenen cinayetler, inkâr ve isyanlar “zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırıyorlar.

Kaynak: DİB ve Muhtelif
 ---------------------
[1] Kehf, 18/28
[2] Asr, 103/1-3
[3] Bakara, 2/249; Meryem, 19/65
[4] A'râf, 7/128
[5] Lokmân, 31/17
[6] Sâd, 28/44
[7] Nahl, 16/127
[8] Tir-mizi, “Birr”, 76
[9] Buhârî, “Cenâiz”, 32
[10] Zümer, 39/10; Bakara, 2/153
[11] Sebe, 34/13
[12] İbrâhim, 14/7
[13] Nisâ, 4/147
[14] Ebû Dâvûd, Edeb, 12
[15] Bu nedenle Hz. Peygamber, kendisine niçin sabahlara kadar ibadet ettiğini soran Hz. Âişe’ye şu cevabı vermiştir: “Çok şükreden bir kul olmayayım mı?”(Müslim, “Sıfâtu'l-Münâfıkın ve Ahkamuhüm”, 81)
[16] Allah Teâlâ “ Hani Rabbiniz şöyle buyurmuştu: Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) buyurmaktadır.
[17] Bir organın şükrü, onu iyi ve güzel şeylerde kullanmak, günaha götürücü şeylerden uzak tutmakla olur.
[18] “Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin”. Bakara, 2/172 ve Ankebût, 29/17
[19] “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız ona ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl, 16/114)
[20] “Ey inananlar!… Size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin.”(Bakara, 2/172)
[21] Kur’an-ı Kerim’de “O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.”(İbrahim, 14/34) buyruluyor.
[22] Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de meâlen buyuruyor ki: “Eğer şükre der ve imân ederseniz, Allah size niye azâp etsin ki? Allah şükrün karşılığını verendir, hakkıyla bilendir.”(Nisâ, 4/147)
[23] “Nimetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım.”(İbrâhim, 14/7)
[24] Nisâ, 4/59
[25] Nisâ, 4/80
[26] Nisâ, 4/64
[27] Nûr, 24/54, 56
[28] Tevbe, 9/71
[29] Nûr, 24/47-48; Nisâ, 4/81
[30] Nûr, 24/51
[31] Ahzab, 3/66
[32] "Ey Mü'minler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden (olan) ülû'l-emre itaat edin" (Nisâ, 4/59)
[33] "Allah'a isyân konusunda insana itaat olmaz. İtaat ancak ma'ruf (İslâm'a ve aklı selime uygun olan şeylerde) olur" (Müslim, İmare, 39; Buharî, Ahkâm, 4)
[34] Bu sebeple Peygamber (a.s.),; "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyân eden Allah'a isyân etmiştir. Emire itaat eden bana itaat etmiştir. Emîre isyân eden de bana isyân etmiştir" buyurmuştur " ((Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmare, 32-33)
[35] Kalem, 68/8-14
[36] En'âm, 6/121
[37] Ahzâb, 33/48
[38] Âl-i İmrân, 3/100
[39] "Rabb'inin hükmüne sebat et ve onlardan (kâfirlerden) hiçbir günahkâra veya nanköre itaat etme" (İnsan, 76/24) âyeti bütün kâfir ve günahkârları kapsamaktadır (En'âm, 6/116).
[40] Buna göre, eğer -içinde sıkıntı, zorluk olmayan bir şekilde- gök yüzünde “La ilahe illallah” yazılarak, aklın iradesini elinden alacak şekilde insanları Allah’a iman etmeye zorlayan açıklıkta bir imtihan olsaydı, Hz. Ali (ra) gibi ilmin zirvesinde olan bir kimse ile cehaletin sembolü haline gelmiş Ebu Cehil aynı seviyede kalmış olacaklardı. Hz. Ebu Bekir (ra) gibi dürüstlük ve samimiyetin simgesi olan bir kimse ile, yalancılıkla ün yapmış Müseyleme-i Kezzap gibi bir yalancı aynı noktayı paylaşmış olacaklardı. Bu ise, imtihan sırrına aykırıdır.

17 Şubat 2014 Pazartesi

131 18 Şubat 2014 Salı 07:30 İŞ DOKTORU.......................................Örgüt kültürüyle değişmek

Örgüt kültürüyle değişmek


Bilgi çağıyla beraber insan, toplum ve kurumlar farklı boyutlar kazandı. Son yüzyılın sonlarına doğru çalışma hayatında rekabet, kalite, etkililik gibi kavramlar ağırlık kazandı. Bilgi teknolojileri iş yapma biçimlerini değiştirdi. Doğal olarak bu trend yeni yönetim anlayışlarını da ortaya çıkardı.

Günümüzde; Değişim yönetimi, Örgütsel kültür ve insan kaynakları yönetimi, Bilgi sistemleri ve iyi yönetişim, Toplam kalite ve Kalite Yönetim sistemi, Stratejik yönetim ve stratejik planlama, Sürekli iyileştirme ve performans yönetimi gibi yönetsel yaklaşımların her biri ayrı bir yönetim tekniği ve bilim haline geldiler.

Bu durum kamusal alana yansımakta gecikmedi tabi.  Kalite, etkinlik, rekabetçilik, katılımcılık, saydamlık, hesap verilebilirlik gibi yeni yaklaşımlar kamu yönetiminde de kendini göstermeye başladı. Değişim kaçınılmazdı ve her alanda anahtar kelime olmuştu. Bu yüzden değişimin de yönetilmesi gerekiyordu.

Değişim; bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünü olarak tanımlanıyor. Özellikle zamanımızda değişimin kendisi bile değişmekte, adeta bir döngü halinde yaşamımıza hükmetmektedir. En başta bizi korkutan şeydir değişim. Sonra alışmaya, kabullenilmeye başlar. Tam alışmışken birileri değişim ister ya da biz farkında olmadan değişim gelip kapımıza dayanır. Süreç başa dönmüştür ve yine direnç, yine kabulleniş yaşanacaktır. Fakat ne yazık ki bu, ne ilktir ne de son. Değişim, kaçınılmaz olarak böyle defalarca yaşamımıza girip çıkacaktır. Bu yüzden günümüzde değişmeyen şey değişimdir deniliyor.

İşte “Değişim yönetimi” denilen yöntem organizasyonel ve/veya teknolojik değişimi yönetmek için sistematikleştirilmiş bir süreçtir. Kuşkusuz, amaca uygun bir değişim yönetimi modeli; sürekli değişimi standart hale getirir ve bu yeteneği kurumsal bir avantaja, bir fırsata dönüştürebilir.

Böyle bir süreçte, iç ve dış etkenlerin tümünün dikkate alınması lazımdır. Fakat, insan odaklı olmak, işlem ve hizmetlerin katılım yoluyla geliştirilmesi ile insan tatmininin arttırılması mutlak önceliğe sahiptir. Bu yüzden katılımcı, esnek bir yönetim anlayışı olarak tanımlanmıştır. 

Mevcut durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturmayı gerektirir. Bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirlemeyi öngörür. Süreç içinde, ölçülebilir kriterler geliştirilerek performansın izlenmesi sağlanır. Bu değerlendirmeler yoluyla da sonuçlar sürekli iyileştirilebilir ve yeniden planlanabilir. 

Ancak tekrar tekrar hatırlatılması gereken husus; insan unsurunun çok önemli olduğudur. Zira amaçlanan değişim dönüşümü gerçek anlamda sağlayabilmek için kurumsal düzeyde yaygın ve etkili bir değişim kültürü oluşturmayı ihmal etmemek gerekir. Aksi halde insanların anlamadıkları, benimsemedikleri, desteklemedikleri, inanmadıkları ve katkıda bulunmadıkları bir hareketten sonuç alınamayacaktır.

Değişim yönetiminin olmazsa olmazlarından bir tanesi de onun “yazılı” olmasıdır.  İnsanlar nerede olduklarını, nereye götürülmek istendiklerini, bunun için neler yapılacağını ve sürecin başarılı olup olmadığının nasıl bilineceğini öğrenmek isterler.

Elbette stratejik planlar bunun içindir. Ancak, bu çalışmaların öyle bir, iki günlük extra/entel faaliyetler olarak görülmemesi gerekir. Ayrıca, ağırlıklı olarak dış kurumsal kimlik ve gelişmelere odaklanılarak örgütsel iç çevrenin yeterince dikkate alınmaması tehlikesine karşı da tedbirli olunmalıdır.

İyi bir stratejik plan, örgütün/kurumun iç ve dış değişimini tümüyle ele alarak misyonun ne şekilde gerçekleştirileceğini gösteren bir yol haritasıdır. Bu anlamda amaca ve hedeflere ulaşabilmek, hizmetlerde etkinlik, etkililik, kalite ve sürekli gelişimi sağlayabilmek için bazı somut proje ve faaliyetleri de içerir. Ancak, unutulmamalıdır ki bu çalışmaların sonunda ortaya çıkan projeler listesi hiçbir zaman işlerin nasıl yapılacağını söylemez.

Hatta strateji veya planlar da kendi başına bir anlam ifade etmezler. Etkili bir uygulama öncelikle üst yöneticilerin inandığı, içinde olduğu, liderlik ettiği bir süreçte icra edilecektir. Ayrıca tüm uygulayıcıların da buna katılmaları istenecektir.  Dolayısıyla stratejik plan hazırlayanlar ve uygulayacak olanların, mevcut yapının, süreçlerin ve örgüt kültürünün bu değişimi destekleyip desteklemediğine de bakmaları lazımdır.

Aslında belki de doğru bir kurumsal kültür, en iyi stratejik plandan daha değerli olabilir. Çünkü kurumsal kültür bir insanın karakteri gibi özgündür, taklit edilemez.  Zaman içinde yaşanan tecrübeler ve ilişkilerle gelişir. Dolayısıyla kültür o organizasyonun temel özelliği, kişiliğidir. 

Eğer kurumunuzda güçlü bir hiyerarşik kültür varsa çalışanların inisiyatif kullanmalarını bekleyemezsiniz. İçine dönük ve sessiz bir kişilikten çok aktif bir belirleyici olmasını bekleyemezsiniz. Bu durumda kişiliğinizi tanımadan kendinize uymayan işlere kalkışıyorsunuz demektir. İşte tam da bu noktada mevcut yada olması gereken örgüt kültürünüzün, aynı zamanda işlerin nasıl yapılacağını da belirleyebileceğini anlamış olursunuz.

Bu nedenle, strateji ve örgüt kültürü değişimin ve iş başarısının olmazsa olmaz ayaklarıdır. Yöneticiler şimdiye kadar hep kolay unsurlarla uğraşmayı tercih ettiler. Çünkü kendine özgü zorlukları olsa da projeler, donanımlar, bütçeler, finansal tablolar daha somut konular. Ama örgüt kültürü, insana önem vermeyi, çalışanları tanımayı, insan ilişkilerini değerlendirmeyi, çatışmaların yönetilmesini ve katılım sağlamayı gerektiriyor.

Bu yüzden, şayet bir değişim söz konusuysa bundan etkilenen ve etkilenecek insan ve çevrelerin  ihmal edilmemesi hayati önem taşımaktadır.


16 Şubat 2014 Pazar

130 17 Şubat 2014 Pazartesi 06:44 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.............Köyümün tozu

Köyümün tozu


Köyden Susurluğa göçtüğümüzde dört yaşında filan olmalıyım. Kanatları olmayan çıplak bir öküz arabasında, içinde buğday mı, yoksa mısır mı olduğunu bilemediğim bir çuvalla birlikte yolculuk ettiğimi hatırlıyorum. 

Ahşap portalı evimizin önünden köyün aşağısına doğru inen taş yolda doğrusu bu yolculuğumuzun ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum. Büyüklerimin üzülüp üzülmediğini, ağlayan olup olmadığını da. 

Sadece taşların üstünde gıcırdayan, sarsılarak giden araba ve hergün altında oynadığımız, dallarıyla bana eğilmiş "gitme !" der gibi bakan koca ağaç aklımda. 

Köyümüz 93 harbi denilen Osmanlı Rus savaşı sırasında Artvin tarafından göçen yedi ailenin yerleştirildiği yamaç, taşlık bir yer. O zaman göçer halde bulunan yörüklerle birlikte kurulup gelişmiş. 

Bizimkilerin ahşap üzerine, yapı ve çiftçilik üzerine ustalıkları varmış. Bir de okumuş insanları, dini bilgileri. Yörükler de hayvancılık ve el sanatlarında tecrübeliymişler. Çalışmış, çabalamış birlikte köyü imar etmişler. Aralarında kız alıp kız vermişler. Akraba olmuşlar zamanla. Evleri, camisi, okulu, kahvesi, çeşmeleri, bahçe, bağ ve harman yerleriyle köy 70 yıl içinde canlı bir yerleşim yerine dönüşmüş.

Çocukluğumun düğünleri işte böyle renkli ve zengin bir ortamda oluyordu. Gürcü insanı zaten neşeli, sıcak, konuşkan ve canlıdır. Kendine özgü kültürü ve folkloruyla etrafına renk katar. Dili, yemekleri, akrabalık ilişkileri, müziği ve oyunlarıyla bambaşkadır. Hele de düğünleri. Gürcüler düğünlerinde gelenek ve görenekleriyle bütün hünerlerini gösterirler konuklarına. En azından benim çocukluğumda, özellikle  kendisi gibi bir gürcü köyü olan Cumhuriye'den, diğer çevre köylerden gelen akrabalarla bir şölen havasında geçerdi düğünler.

Mızıka ya da akordion eşliğinde gençler, ellerindeki sopalarla tahtaya vurarak tempo tutarlar, karşılıklı sıralanan kızlar ve erkekler de "tinikana" oynarlardı. Hepsi kafkas kökenli olduğu için bu oyun biraz çerkez oyunu gibiydi. Elinde değnek olan bir adam birlikte oynaması istenen kızla oğlanın arasına çizgi çeker, onlar da çıkıp oynarlardı.  

Kız selam verip ayrılmadan erkek asla oyundan çıkamazdı. Bu yüzden birbirini seven gençler, hele de kız inatçıysa, ayakkabılarını da çıkarıp dakikalar boyu döner dururlardı alanda. Bu arada köyün adamları, boğazına güvenen delikanlıları da kendine özgü bir nara atarlardı. Tiz sesten, nameli, uzun bir haykırıştı bu. Hem çalanı, hem oynayanları daha da coştururdu.

Oyunlar sadece bundan ibaret değildi tabi. Mesela kızlı erkekli, ayakta, serçe parmaklarıyla tutuşup daire halinde "cilveno nanayda" oynamak vazgeçilmezdi. Bu oyun, nakarat dışında bilenlerin karşılıklı maniler söylediği, ne zaman biteceği belli olmayan uzun bir beraberlik fırsatıydı gençler için. Orta yaşlılar, daha çok topal havası gibi horona benzeyen oyunlar oynarlardı. Çocuklar fır dönerdi ortalıkta, anneler bir çocuklarına, bir oynayanlara bakar, bu arada yanlarındakilerle de bol bol konuşurlardı.

Bir tarafta mutlaka yemek kazanları kaynardı. Öbür yanda kurulu sofralarda gelen misafirler yedirilir içirilir, bu arada bol bol hoş beş yapılır, hal hatır sorulurdu. Akraba gençler pervane gibiydiler. Sofraların, biri biter öbürü donatılırdı. Öyle parayla aşçı, garson tutmak diye bir şey yoktu o zaman. İmece gibi bir şeydi bu hizmet. Ne de olsa bugünün yarını vardı ve onların da bir gün düğün dernek vakitleri gelecekti. 

Nihayet düğün dağılmaya yüz tutup, saat bir hayli geç olunca  misafirlerin paylaşılma zamanı gelirdi. Düğün evinin akrabaları, komşuları, uzaktan gelen misafirleri evlerine götürmek için adeta birbirleriyle yarışırlardı. Bu saatlerde biz çoktan uyumuş olurduk. Sonuçta geç te olsa herkes uyuyacaktı elbet. Çünkü, ertesi gün davul zurnalı, dualı gelin alayı vardı ve oynanacak, zıplanacak, şeker leblebi toplayacak çok zamanımız olacaktı.

İşte böyle. Çocuk gözüyle masal gibi renkliydi köyümün düğünleri. Bir başka güzellikti benim için o zamanlar. Seneler sonra çocuklarımla gittiğim köyümde doğduğum evi, altında oynadığım ulu ağacı ve çeşmeleri doya doya seyrettim. 

Köy küçülmüş, seyrekleşmiş gibiydi. Evimizin portalarını okşadım, elif okuduğum caminin tanıdık kokusunu çektim ciğerlerime. Ne çavuş ağaların üç katlı ahşap evi, ne de bize küçükken koskocaman gelen bahçesi artık o kadar büyük değildi. Siyah sert taş döşeli yol parke olmuştu ve çok dar geldi bana. Bisküvi, lokum, şeker aldığımız bakkal dükkanı körelmiş, taş evler viraneleşmişti. Çeşmeleri hala akıyordu bereket, ama sanki o zamanki gibi gürül gürül değildi. Köydeki şen şakrak sesler gitmiş, yerine bir sessizlik, bir ıssızlık çökmüştü.

Ailemin Susurluğa göçmesi neden bilmiyorum, ama belli ki köyden şehre kaçış benimkilerle sınırlı kalmamıştı. İnsanlar, önden giden akrabalarının yakınına, yanıbaşına derken orda bir mahalle oluşturmuşlardı. Arkalarında bıraktıkları ise kökleyip açtıkları yalnız kalmış tarlalar, bakımsız kalmış bahçeler ve artık meyve bile vermeyen boynu bükük bağlardı. 

Bunlar başkaları için belki küçük şeyler. Herkesin çocukluğu kendisine özeldir. Büyütecek ne var bunda ? Belki, doğrudur. İnsanın ne çocukluğu, ne de anıları geri geliyor. Fakat anladım ki, taş toprak ağaç su hepsi insanla şenleniyor. Onları canlandıran, renklendiren insandır, gençtir. Çocuk sesidir hayatı güzel yapan, çocuk gözüdür o geçmişi unutturmayan.

Harman yeri olarak kullanılan "alfattarla"dan geçerken gözlerim buğulandı, kulağıma sesler doldu, aklımdan çocukca anılarım geçti bir bir. Bir türkünün nağmeleri dadandı dilime,

"Yarim senden ayrılalı, hayli zaman oldu gel gel / bak gözümden akan yaşa, ahu revan oldu gel gel"

"Baba ne ağlıyorsun ?" dediler çocuklarım. "Hiç" dedim, "Hiç.. ağlamıyorum. Gözüme toz kaçtı galiba."