26 Eylül 2018 Çarşamba

26 Eylül 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı78.....................................Hayat iyilikle güzelleşir


Hayat iyilikle güzelleşir
İnsanın yaptığı iyilikler elbette ki kendi kazanımıdır. Kendi kazanımları ise insana daima güzel gelmiştir. Bu nedenle iyiliklerinden de lezzet alır. 

Doğal olarak iyilik insan için adeta bitmeyen bir mutluluk ve huzur kaynağıdır. 

Buna karşılık, iyiliğin tadını alamayanların da ruhu bir türlü sıkıntıdan kurtulmaz.

İyiliğin temelinde doğruluk vardır. Kur’ân-ı Kerimde yüce Allah imandan sonra ‘Salih Amel’ istemektedir ki, salih amellerin başı ise ‘doğruluk’tur. Bunun için "Doğruluk insanı iyiliğe, yalan ise kötülüğe götürür” denilmiş. İyilik huzur ve güvenin, kötülük ise huzursuzluk ve güvensizliğin sebebidir. 

Hayat iyilikle güzelleşir, ruh ve kalpler iyiliklerle doyar ve huzura erer. 

Bu nedenle La Rochefaucauld "Güzellik hoşa gider, zeka eğlendirir, duygusallık coşku verir, oysa kişileri birbirine bağlayan iyiliktir'' diyor. Hatta vahşi hayvanları dahi insanlara dost yapan iyilik değil midir ?

Nitekim "Bir mümini sevindiren", "Müslümana sözle yardım eden veya onun için bir adım yürüyen", "Bir mümini ferahlatan", "Allah’ın kullarını üzmeyen. Onları ayıplamayan, gizli kusurlarını araştırmayan", "Kendisi ile alakasını kesenle ilgilenen, kendisini mahrum edene veren ve kendisine zulmedeni affeden" kimseler iyi insan/müslüman/mü'min olarak vasıflandırılmışlardır.




25 Eylül 2018 Salı

25 Eylül 2018 Salı 23:36 GEZİ REHBERİ...............................................Mudurnu yolculuğu

  Mudurnu yolculuğu


Adapazarı dönüşü Ankara'ya Akyazı, Mudurnu, Nallıhan, Beypazarı ve Ayaş üzerinden gideceğiz. Toplam 360 km. 5,5 saatlik yol. Normal yoldan, yani Bolu üzerinden gitseydik o da 360 km. Ancak otoban olduğu için 4 saat sürecekti. 

Bu güzergah daha doğal ve Mudurnu, Beypazarı gibi tarihi merkezlerden geçtiği için tercih ettik.

Bir önceki sene Nallıhan, Göynük ve taraklı üzerinden Adapazarına gitmiştik. Mevsim kıştı ve kar yağıyordu. O zaman Nallıhan'dan sonra Göynük'e geçerken Mudurnu kavşağını görmüştüm. Bir başka sefer Mudurnuya gitme isteği o zamandan aklımdaydı. Bu defa Adapazarından gelirken Mudurnuyu görecek ama Göynüğe geçmeyeceğiz.

Hilal kızımız da bizimle geliyor. O ardımızdan daha sonra otobüsle gelmişti. Şimdi bu yolculuğu birlikte yapacağız. Bu güzergahtan gitmemize o da memnun gibi.

Ferizliden yola çıktığımızda saat 10 gibiydi. Karasu'dan gelip Adapazarı'na ulaşan 20 km. lik yol oldukça yeşil. Zaten Adapazarı bol yağış aldığı için kıraç yer neredeyse yok gibi, baktığınız her yer yeşil. 

Navigasyonumuz Adapazarı'na ulaştığımızda bizi Rüstemler tarafına yöneltiyor. Eski Sakarya köprüsünden geçip sağa dönüyoruz.

Eski Ankara yolu bu köprüden geçermiş. 1937'de yapılmış.Şimdilerde senede bir görülen birkaç saatlik kelebek istilasıyla ünlü. Kelebekler o kadar beyaz ve yoğun ki kar yağıyormuş gibi oluyor.

Sol taraftan nehir boyunca ince yeşil bir yoldan ilerliyoruz. Yol o kadar dar ve iki taraf ta bitki örtüsüyle o kadar kaplı ki sanki yeşil bir tünelden geçiyormuşuz gibi.

İlk hedefimiz Akyazı Çıldırlar köyü. Otobandan önceki İstanbul Ankara yoluna 8, sonra da 10 kilometrelik yolumuz var. Çıldırlar köyünde eski bayındırlık bakanım Cevat Ayhan'ın kabrini ziyaret edeceğiz.

Otobandan sonra da dar ama iyi durumdaki bir asfalt yoldan döne kıvrıla ilerliyoruz. Karapürçek beldesine girmeden sola dönüp Çıldırlar köyüne ulaşıyoruz.

Kafkas muhaciri bir çerkes köyüymüş. Rahmetli annesinin köyü. Babası Trabzonlu'ydu. Yüzünde, tavrında her ikisinin de yansımalarını görürdüm; Hem karadenizli hem çerkesti.

Köyün meydanında bir bakkala sorduk, bize mezarlığı gösterdi. Yakınmış. Girişte bir cami var. Orada rastladığımız bisikletli biri de mezarı gösteriverdi. Sade, çiçeklenmiş bir taze toprak tümsek, etrafı küçük taşlarla çevrelenmiş yalnız bir mezar. Etrafı boş, yeri mezarlığa bitişik boş bir arsa gibi.

Bir an duygulandım. Kendisi de sade, gösterişten uzak biriydi. Selma hanımla oturup birer fatiha okuduk. Mezarının üzerinde biten birkaç yaban otu temizledim, yağmurdan kaymış küçük taşları yerine koydum. Kardeşi Nihat abiyi aradım telefonla. Kendisi köyde kalıyormuş. İki dakika içinde geldi. Cevat abinin oğlu Ömer'le bilgisayar üzerine bir işyerleri var. Onunla da görüştük. Bizi evine davet etti ama biz yolcuyuz deyip, vedalaşıp ayrıldık.

Şimdi Akyazı'ya girmeden Mudurnu'ya gideceğiz. Akyazı yolu oldukça güzel, geniş ve dümdüz.

Çevre yine yemyeşil.

Akyazı solda kalıyor. İlçenin fusu 2017 itibariyle toplam 88 bin dolayındaymış.

Tarihte Misya ve Bitanya isimleriyle biliniyor. ilk olarak Lidyalılar tarafından yönetilmiş ve sonrasında Persler,  Büyük İskender ve Roma İmparatorluğu dönemlerini yaşamış. Anadolu Selçuklularınca fethedilen Akyazı o tarihten itibaren çok uzun bir dönem Osmanlı himayesi altında bulunmuş tarihi bir yerleşim yeri.

Özellikle Kuzuluk Kaplıca Evleri sayesinde yılın belirli dönemlerinde yerli ve yabancı çok sayıda turist tarafından ziyaret ediliyor.

Akyazı bitiminden sonra navigasyonumuz bizi bu kez dağlara doğru yönlendiriyor. Yol güzel görünüyor.

Yol boyu her iki taraf ta doyumsuz manzaralarla dolu. Ama, maalesef benim telefonumun şarjı bittiği için artık Hilal'in çektiği fotoğraflarla devam etmek zorundayız.

Yol şimdilik hafif iniş çıkışlarla uzanıp gidiyor. Adeta yeşil bir deniz içinden geçip gidiyoruz. Beldibi diye bir yerden geçiyoruz. Sağımızda kalıyor. Çukurda cennet gibi bir yer.

Belki de bize öyle geliyor. Karşıdan seyretmesi hoş bir manzara. Ama, mutlu olup olmadıklarını burada yaşayan insanlara sormak lazım.

Beldibinden Mudurnuya dağ yolundan 65, ana yoldan 74 kilometre. Mururnu'ya 1 saatlik yolumuz var.

Gerçekten de biraz sonra önümüze bir çatal çıkıyor. Navigasyonumuz bize sağa dönmemizi söylüyor. Sanırım diğeri ana yol, biz dağa doğru gidiyoruz.

Arada köylerden de geçiyoruz. Ama genellikle dar bir asfalt yol döne kıvrıla bizi yukarıya doğru götürüyor.

Etrafımız hep yerine göre çınar, meşe, çam, fındık ve ceviz ağaçlarıyla dolu. Bazı insanların ceviz topladığını görüyoruz. İnsanın canı taze fındık ve ceviz çekiyor. Köylerden geçerken bakıyorum, bir sergi satış yeri gözlüyorum. Ama yok.

Biz memleketimizde yol boyu sergilere alışığız. Bir de gürül gürül akan çeşmelere. Selma hanım buralardaki insanlar zengin herhalde diyor.

Nihayet solda, ufak bir düzlükte derme çatma sebze sergisine rastlıyoruz.  Hemen sapıyoruz boşluğa. Bir küçük kulübe, borusundan duman tüten ayaklı saç bir tandır soba. Solda bir çeşme, sağda kesilmiş ağaç kütüklerden oluşturulmuş bir masa. Güzel hoş bir yer.

Orta yaşta bir karı koca karşılıyor bizi. Bizden evvel gelenler de var. Ama ortam oldukça tenha. Ayak üstü biraz konuşuyoruz. 

Kadın mudurnu tesisi kapanınca işsiz kalmış, burada bahçeleri varmış. Birlikte böyle bir iş yapmaya başlamışlar. Hemen ıspanaklı bir gözleme yaptı bize. Yuvarlak, saç sobanın üstünde taş bir tepsi var. Odun ateşinde pişirdi. Çıtır çıtırdı. Çayla birlikte yedik, gerçekten tadı damağımızda kaldı diyebilirim.

Buraları yüksek olduğu için daha cevizleri toplamamışlar. Bundan sonra toplanırmış. Arkadaki bahçelerine de baktık domatesler birkaç gün önce toplanmış, sergide kalan da ancak birkaç kiloydu. Sadece üç kilo taze fasulye alıp, hayırlı işler dileyip ayrıldık.

Yörenin adı Taşkesti imiş. Oradan itibaren artık yavaş yavaş dağdan aşağıya doğru inmeye başladık. Zaten bir süre sonra da yine anayola çıktık. Artık Mudurnu'ya 25-30 km. kalmıştı. Bu noktada bir başka Göynük sapağı ile de karşılaştık. Biz sola, Mudurnu istikametinde devam ediyoruz.

Mudurnu girişinde ağaçlandırılmış bir bulvar  vadinin içine doğru ilerliyor. Karşımıza ilk olarak kapanan Mudurnu tesisleri çıkıyor. Biraz hüzünlü bir tablo. Eminim bir zamanlar güldür güldür çalışan bu binalar şimdi mahzun ve sessiz.

Bir dönem bölgenin en büyük istihdam kaynağı olan Mudurnu Tavukçuluk, 1967 yılında, milletvekilliği de yapmış olan Tevfik Türesin tarafından 500 piliçle kurulmuş

İflas ettiği 2001 yılına kadar hızla büyüyen Mudurnu'nun piliç sayısı 27 milyona ulaşmış. Yine 2001'e kadar çalışan sayısı 2 bin 200 imiş. 2001 krizi ardından, bankalara olan kredi borçları nedeniyle Türesin ailesinin malvarlığına, tüm alacaklarına haciz gelmiş ve 2003’te satılmış.

Ancak Mudurnu Tavukçuluk bir kaç defa el değiştirmesine rağmen yine de ayakta kalamamış ve 2016 yılında tamamen kapanmış. 

Mudurnu 19 bin olan nüfusuyla küçük sayılabilecek bir ilçe. Bolu’nun 50 km. kadar güney batısında, Hisar ve Kulaklı tepelerinin arasındaki bir vadiye kurulmuş. Aynı Göynük gibi.

Tarihte Bitinya adıyla anılan Bursa-İzmit-Bolu bölgesinin ortasında, önemli ticari ve askeri yolların kavşağında yer alıyormuş. 

ilk yerleşimler M.Ö. 5000 yıllarında Prohititler tarafından yapılmış. Daha sonra Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar’ın kurduğu egemenliklere ait izleri, bugün bile görmek mümkün.

1019 yılından itibaren Anadolu'ya yönelen Oğuz akınları sonrası, 1078 yılında Süleyman Şah döneminde Sakarya, Eskişehir, Bolu ve Mudurnu civarına ilk Türkmen yerleşimleri başlamış. Bu yerleşimler Ertuğrul Gazi ve Osman Bey dönemlerinde de yoğunlaşarak devam etmiş.

Osman Bey 1292 yılında Samsa Çavuş ile birlikte Sorkun köyleri ve Mudurnu kalesine gelmiş. Daha sonra Mudurnu Tekfurluğu 1307 yılında Osmanlı topraklarına katılmış ve Samsa Çavuş da Mudurnu -Göynük -İzmit bölgesine "Uç Beyi" olarak tayin edilmiş. 1320 yıllarına kadar bu bölgenin denetimi ve Türkleştirilmesi görevini Akça Koca ve Konur Alp adlı gaziler sürdürmüş.Bu anlamda Mudurnu, Osmanlı Devleti'nin çekirdeğini oluşturan topraklar içinde yer alıyor.

Mudurnu, adını; tekfurlar yönetimindeyken, Bursa Tekfuru‘nun kızı Matarnı ya da “ Moderna”dan almış.Tekfur; kızının adına, şu anki yerleşim yerinin doğusuna bir kale yaptırmış ve bu kalenin etrafında Mudurnu gelişmeye başlamıştır. “Matarni” ya da “Moderna” adı zamanla Mondernes, Monderna, Mudurlu olarak söylenmiş ve Mudurnu’ya dönüşmüş.

Tarihi ahşap evleri ve arasta çarşı içindeki demircileri ve bakırcıları gezmeden önce küçük bir yöresel ürün pazarını gezme fırsatımız oldu. Kadın satıcılardan birer birşeyler satın alıp hem onların gönlünü yapmış olduk, hem de bu keyfi yaşadık.

Etrafımıza bakıyoruz: Evleri genellikle ahşap, iki- üç katlı. Bunlar en az bir asırlık olmalı. Evlerin balkonları, kapıları ; tahta oyma sanatıyla süslenmişler.

Osmanlı erken dönem mimarisinde cihannüma adı verilen ve yöresel olarak kuşluk olarak da tabir edilen iki üç katlı ahşap evlerin çatısına yapılan küçük ve renkli camlı odalar; gözetleme yeri, güvenlik amaçlı kullanıldığı gibi; o evin erkek çocuğu evlenip çocuğu olduğunda, evin gelini bebeğini o odalarda emzirsin diye yapılırmış. 

Amaç, o küçük, değişik renkli camlardan odaya sızan gün ışığından çocuk faydalansın, böylece algısı, görgüsü gelişsin diye. Ne kadar hoş bir gelenek, ne kadar zarif bir bakış açısı değil mi ?

Tevekkeli değil, bu kültür ve gelenekle yetişen yöre esnafı Osmanlı beyliğinin devletleşme sürecinde önemli katkıları olan ahilik geleneğini, yaklaşık 750 yıldır sürdürmekte.

1650 yılında Mudurnu'ya gelen Evliya Çelebi şehri özetle, "Mudurnu Kalesi 8 köşeli, 20 kuleli, bir kapılı, binası kararmış, sur ve kaleleri çökmüş eski bir yapı” şeklinde tasvir ediyor.

Ayrıca, Yeniçeri ocağında sancak payeli, 150 akçalı bir kaza olduğunu, 3000 konut, 17 mahalle, Yıldırım Camii ve Medresesi, 1 Darülhadis, 13 çocuk mektebi, 3 Han ve Hamam, 1100 iğneci tezgâhı ve dolabı olduğunu, Mudurnu yapımı iğne ve boduçların (Camdan yapılan oyma su kabı) Rum ülkelerine ve Hinde kadar gönderildiğini, 10 arşın boyunda 2 zira (180 cm) eninde latif tahtaların Akçaşehir ve İzmit iskelelerinden İstanbul ve başka diyarlara gönderildiğini anlatıyor.

Demirciler Çarşısı eski özeliğini kaybetmiş olsa da, Mudurnu el sanatları hakkında fikir verebiliyor.

Mesela, halk arasında ‘pat pat soba’ olarak tabir edilen sac sobaları, bakır ibrikleri, mangalları, maltızları, sinileri (bakır tepsi), zincirleri, cezveleri, bakır sahanları, nal, keser, kazma, kürek, kullep, bel ve daha pek çok ürünleri burada görebilmek mümkün.

Demirciler Çarşının bugün için en önemli özelliği ise Cuma günleri öğle salâsının ardından 600 yıldır süregelen ahilik (esnaf) duasının yapılıyor olmasıymış. Hatta bu nedenle UNESCO Dünya Miras Geçici Listesine bile dahil olmuş.  Pazar günü olduğu için biz göremedik. Ancak, ahi kenti olan Mudurnu’da Cuma salâsının ardından yapılan geleneksel bir esnaf duası.  O anda tüm esnaf dükkanın önüne çıkıyor ve dua yapan hocaya amin diyerek eşlik ediyormuş.

Mudurnu'nun tarihi kent dokusunda, insan ilişkilerinde yaşayan ve hemen fark edilen ahilik geleneğinin izleri hala yaşıyor.

Tarihi Demirciler Çarşısından sonra Osmanlı erken dönem mimarisinin eşsiz örneklerinden olan Yıldırım Beyazıt Camii( 1374-82) ne girdik. Yıldırım Bayezit tarafından şehzadeliği zamanında yaptırılmış. Kareye yakın dikdörtgen planlı caminin ana mekanını 19,43 m. çapında bir kubbe örtüyor. Bu anlamda Osmanlı mimarisinin ilk büyük kubbeli yapılarından biliniyor. Ayrıca sekiz istinatlı camilerin de ilk örneklerinden olduğu kabul edilmekte.

Cami ziyaretleri yapmak isteyenler için Mudurnu’daki diğer camiler; Havlu Camii, Samsa Çavuş Camii, Orhan Bey Camii, Sinanpaşa Camii ve Kanuni Sultan Süleyman Camii.

Mudurnu’nun doğusunda bir yamaç üzerindeki saat kulesi bir II.Abdülhamit dönemi eseri. 1890-1891 tarihlerinde ahşap olarak yapılmış. 

O yıl, Eylül ayında Ertuğrul Fırkateyni Japonya açıklarında tayfuna yakalanıp batmıştı. 609 kişiden Amiral Osman Bey de dahil sadece 69 denizci kurtulabilmişti. Bu tarihten iki ay sonra İstanbul´da Sirkeci Garı´nın açılışı yapılmıştı. O yıllar bir yandan Ermeni ayaklanmaları veya ayaklanma girişimleri, diğer yandan reform girişimleri, reform konuşmaları ile dolu yıllar. Rusların kışkırtması ve teşviği ile Osmanlı devletinin başına, o zamanki yaygın tabiriyle bir “Ermeni Gailesi” açılmıştı.

Saat kulesi on yıl sonra 1900 yılındaki bir yangında yanmış. 1905 yılında Mudurnu Kalesi’nden sökülen taşlar ile Mudurnu hapishanesindeki mahkumlara yaptırılan kuleye bir de Türk demirci ustasının yaptığı saat takılmış. Kule, 1963'te yeniden yanmış ve -1964'te tekrar onarılmış.

Ahşap yapı yaklaşık olarak 3x3 boyutlarında kare prizma gövdeli ve 12 m. yüksekliğinde. Doğuya dikdörtgen söveli bir kapısı var. Bu kapıdan 30 basamaklı ahşap merdivenlerle üç yöndeki saat kadranlarının bulunduğu yere çıkılıyor.

Kulenin mimari bir özelliği yok. Ancak yer aldığı tepecik harika bir Mudurnu manzarası sunuyor. Dar ama, arabayla çıkılabilen bir yolu var.

Alt kısmına bir kafeterya yapılmış. Kulenin içini bakımsız ve pis bulunca sinirlenerek orayı terk ettiğimiz için oturup bir şeyler yemedik. Ama herhalde akşam manzarasında çay kahve içmek oldukça keyifli olurdu.

Şehirde ayrıca, Yıldırım Beyazıt Hamamı(1382), Kanuni Sulatan Süleyman Camii( 1546), Saat kulesi (1890), Mudurnu Kalesi, Armutçular Konağı, Haytalar Konağı, 1250 yıllık tarihi olan Roma Hamamı, Deve Köprüsü, Roma askeri geçit yollarına dikilen asırlık çınar ağacı, bin yüz yıllık güneş saati, Pertev Naili Boratav Kültürevi, yöreden toplanıp sergilenen tarihi objeler gibi kültürel, tarihsel eser ve eşyalar görülebilir.  

1980 li yıllara kadar Mudurnu esnafı tarafından yapılan soba, ibrik, semer, nal, mıh, tabaklanmış deri, süpürge, sepet, bakır kaplar vb. el sanatları Göynük, Seben, Nallıhan, İstanbul’a kadar gider, pazarlardaki yerini alırmış.

Mudurnu Tavukçuluğun iki binli yıllarda meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle faaliyetini durdurmak zorunda kalınca kasaba halkına istihdam sağlamak amacıyla, 1995 li yıllarda bu defa turizm çalışmaları başlatılmış.

Bu bağlamda ev, konakların restorasyonlarına hız verilmiş, tarihi dokuyu ve geleneklerini kaybetmeyen Mudurnu; ana kentlere (İstanbul, Ankara) yakınlığı ve ulaşım kolaylığı nedeniyle, turist çekmeye başlamış. Şu anda turizm açısından Kültür, tarih, doğa, inanç, sağlık ”termal” gibi alternatifi bol durumda. 

'Sakin-yavaş-' felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan kentlerin bir araya geldiği Cittaslow Birliği'ne Türkiye'den üye olan kentlerin sayısı 2017'de 14 idi. 

Bunlar; Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Akyaka mahallesi , Isparta'da Eğirdir ve Yalvaç, Sinop'un Gerze, Çanakkale'nin Gökçeada, Şanlıurfa'nın Halfeti, Ordu'nun Perşembe, Artvin'in Şavşat, İzmir'in Seferihisar, Sakarya'nın Taraklı, Erzurum'un Uzundere, Kırklareli'nin Vize, Aydın'ın Yenipazar ve Bolu'nun Göynük ilçeleri.

Türkiye'nin ilk sakin şehri olan İzmir'in Seferihisar ilçesinin başlattığı akımda üyeliği kabul edilen 14 yer dışında üyelik başvurusunda bulunan 1'i il, diğerleri ilçe veya belde olmak üzere 24 yerleşim merkezinin de inceleme süreci devam ediyormuş. Mudurnu' da bunlardan biri.

Roma ve Bizans dönemlerini yaşayan yöre, 1307 tarihinde Osmanlı Beyliği’ne geçmiş. Zamanında tarihi ipek ve baharat yolunun en önemli alışveriş ve ihtiyaç giderme konaklama duraklarından biriymiş. 

Mudurnu bu anlamda tarihi kent kimliği, dokusu hâlâ bozulmadan günümüze ulaşabilmiş ender yerlerimizden. Mesela, geçmişten geleceğe ışık tutan, birbirinin güneşini engellemeyen ahşap evleri bugün de görmek mümkün. Adeta bölgenin Safranbolu'su gibi.

Mudurnu Deresi, ilçeyi sanki ortadan ikiye bölmüş. Mudurnu’nun merkezi dar ve derince bir vadide; çam, meşe, kızılcık ağaçları, yer yer maki türü bitkileriyle yemyeşil tepeler arasında gizlenmiş saklı bir çiçek gibi. Adeta saklı bir kent…

Beyaz boya ile yüzü aydınlanmış olan Mudurnu evleri, konukları karşılamaya hazır güler yüzlü ev sahibi gibi gülümsüyorlar. 

Çatıları kiremitli, balkonu ahşap oymalarla işlenmiş,  pencereleri örme perdelerle süslenmiş evler; sizi yıllar öncesine götürmeye hazır gibiler.

Mudurnu Saat Kulesi’nin olduğu tepede Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de yer alan Mudurnu Kalesi‘nin kalıntıları ile Doruk Türbeyi de görmek mümkün. Küçük bahçesinde bir de çeşmesi var.

Mudurnu’nun türbeleri hatırı sayılır derecede çok. Bunlardan biri de Şeyh-ül Ümran Tepesi‘nde yattığı bilinen zat. Şeyh-ül Ümran, rivayete göre karşısında misafir olmadan yemek yemez, eğer misafir yoksa o günü oruç tutarak geçirirmişOnu anmak amacıyla her yıl temmuz ayının ilk haftasında Mudurnu’da Şeyh-ül Ümran bayramı yapılıyor ve Kuran-ı Kerim ile Mevlidi şerif okutularak pilav dağıtılıyormuş.

Tepede seyirlik güzel bir manzara çıkınca karşımıza doğal olarak peşpeşe resimler çektik. Bu da bizim Mudurnu hatıramız. 

Mudurnu’da zamanımız olsa Pertev Naili Boratav Kültür Evi’ni de gezmek istiyordum. Ama yolumuza devam etmemiz hava kararmadan Ayaş bahçelerine ulaşmamız lazımdı.

Türkolog ve halk bilimci Pertev Naili Boratav ve ailesinin hikayesi adeta Mudurnu’yla özdeşleşmiş gibi. Adının taşıyan Kültür Evi’nde 5 oda bulunuyormuş. Bir oda, Pertev Naili Boratav ve babası eski Kaymakam Abdurrahman Naili Boratav’a aitmiş. Abdurrahman Naili Boratav, 1910’lu yılların başlarında Mudurnu’ya Kaymakam olarak atanan, ancak 1919’da Anadolu’da Milli Mücadele’nin başlamasıyla görevinden ve maaşından vazgeçerek milli mücadeleye katılan bir isim.

Milli Mücadeleden sonra Abdurrahman Naili, tekrar Mudurnu Kaymakamı olmuş ve 17 yıl Mudurnu’da görev yapmış. Kültür Evi’ne ismini veren Pertev Naili Boratav ise çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Mudurnu’yu hiç unutmamış, babası gibi bir Mudurnu sevdalısı.

Artık Mudurnu'dan çıkıyoruz. Bir tepeyi aşınca sanki bir rüya ülkesine, masal dünyasına düştük gibi oldu. Gözlerimize inanamıyorduk. Karşımızdaki site yüzlerce perili evle doluydu. 

Sonradan öğrendik ki meğer bu evler Mudurnu'da 2013 yılında inşaatına başlanan lüks Babas Termal projesine ait villalarmış. 

Kuveyt'ten gelen 67 işadamı, Mudurnu'da yapımı devam eden lüks villalardan 250 tanesini satın almışlar bile. Villaların Fiyatı 250-750 bin dolar arasında değişiyormuş. Satın alan araplar:" Buranın doğası harika, her yerde ezan sesi var. Avrupa'da ve ABD'de rahat edemiyoruz. Türkiye'de kendi evimiz gibi rahatız" demişler.

Şato, saray benzeri bir mimari ile yapılan projenin villa ve rezidansları termal suları da içinde barındırıyormuş. İçinde camii, alışveriş merkezi, spor ve yüzme salonlarına kadar birçok aktivite alanı olacakmış.

Bunları öğrenince merakımız bir o kadar daha arttı. Keşke bir gün gezebilsek. Aslında Mudurnu için yarım gün yetmez. Buradaki gezilecek yerler için hiç olmazsa bütün gün, hatta esnafla konuşmak, yemeklerin tadına varmak ve Mudurnu’yu daha yakından tanımak için iki günlük bir hafta sonu gezisi gerekiyor.

Mudurnu Nallıhan arası 45 km. kadar. Yaklaşık 40-45 dakikalık yol. Yolda birkaç tane sergiye rasgeldik. Domates arıyoruz sözde. Ama daha çok bu  satış yerlerini seviyoruz.

Domates var ama 4-5 lira. Ne bu böyle ? Bayağı pahalı. Ya Ayaş'ta da böyle olursa ? Birkaç kilo domates, biraz mısır aldık yine de. Devam ettik yolumuza. Nallıhan'a girdiğimizde saatimiz üçü çeyrek geçiyordu. Ferizli'den çıktığımızdan bu yana beş saat geçmiş.

Nallıhan'a gelmeden bir Göynük sapağı daha geçtik. Demek hem Mudurnu'nun sonrasında hem Nallıhan'dan biraz önce iki yolu varmış. Biz daha önceki gidişimizde buradan geçmişiz. Şimdi yolun Mudurnu tarafını da görmüş olduk.

Nallıhan, 28-29 bin nüfuslu bir yol üstü ilçesi. 

Geçmişte bu yolun önemiyle orantılı sayılı şehirlerdenmiş, şimdi de yine yolun ikinci üçüncü derecede kalmasıyla ilgili küçülmüş durumda.

Nallıhan'da durmadan geçiyoruz. Artık çevredeki coğrafya yavaş yavaş değişiyor. Yeşilden, turuncu kahverengiye, o da giderek gri kirli beyaza dönüşüyor.

Nallıhan'dan sonraki durağımız kuş cenneti. 28 km. mesafede.

Kuş cenneti Sakarya nehrinin üzerindeki sarıyer barajının ve yolun sol  tarafındaki sulak alanda.  Nallıhan Davutoğlan Kuş Cenneti olarak geçiyor. 179'dan fazla kuşa ev sahipliği yapıyormuş.

İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından göç edip gelen kuşlar için özellikle ilkbaharda ve sonbaharda barınak oluyormuş.

Biz herhangi bir kuş görmedik. Fakat Nallıhan Kuş Cenneti'nin herhalde en dikkat çekici özelliği sarı, kahverengi ve kırmızı tabakalardan oluşan tepeleri olsa gerek.

Bu renkli tepeler, bölgenin topoğrafik fotoğraflarında da dikkat çekiyor. Manzara oldukça etkileyici.

Manzara bu kadar güzel olunca hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedik tabi.

Bu güzel görüntü çökelen Jeolojik yapı ve farklı renklerdeki toprak tabakalarının üst üste gelmesiyle oluşmuş.

Şimdi hedef Beypazarı. Kuş cennetinden 55 km. uzaklıkta. Coğrafya artık stabil olmuş durumda.

Hıdırlık tepesi Beypazarı girişinde. Önce orayı görmek istedik. Geçen defasında istememize rağmen transit geçmiştik. Ama bu kez de olmadı.

Onarım hala devam ediyormuş.

Proje bitsin de inşallah yeni haliyle onu bir gün görmek nasip olur.

Beypazarı'nın çehresini değiştirecek projede teleferik alanı, barbekülü piknik alanları, restoran, 2 tarafta seyir terası, uçurtma ve şenlik alanı, en az 500 kişi kapasiteli amfi tiyatro, kafeterya, yürüyüş alanları ve otopark yer alıyormuş. 

Proje kapsamında Hıdırlık Tepesi tamamen ağaçlandırılarak, çeşitli bitkiler ekilecek, ışıklandırılacakmış.

Konumu ve ilçenin en yüksek tepesi olması nedeniyle tüm Beypazarı’nı  keşfetmeyi kolaylaştırıyormuş. Oradan Beypazarı’nın tüm tarihi konaklarını, yollarını ve doğal yerlerini rahatlıkla görebilirsiniz deniyor.

Beypazarı festivali bu yıl 9 Eylül'de bitmiş. Kısmetimiz yok demek ki; Bir hafta gecikmişiz.

Arabamızı zorlukla park ettikten sonra bir şeyler yemek için yer aradık. Sonunda yine Fatma teyzeye gittik.

İçtiğimiz tarhana çorbası nefisti. Ardından gözleme ve baklava da istedik. Bir aile işletmesi. Yemekleri güzel, esnaflıkları müşteriye davranışları daha da güzel. Yine gönlümü orada bıraktık.

Artık acele etmeliyiz. Saat altıya geliyor. Hızlı bir şekilde çarşıyı dolaşıp arabamızı park ettiğimiz yere geldik.

Beypazarı çarşısı hem otantik hem de hala canlılığını koruyor. Yani yaşıyor…

Aldıklarımızı bagaja koyduktan sonra Beypazarından hareket ettik. Şimdi hedef Ayaş bahçeleri.

Beypazarı-Ayaş arası 41 km. yolculuk 33 dakika sürecek. Bahçeler Ayaş'a gelmeden 6-7 km önce. Yetiştik sayılır.

Gerçekten de bir değil beş noktada sergi görüp durduk ve domateslere baktık. Anlaşılan fiyatlar bu yıl domates azlığından uçmuş durumda. Kendin topla domatesler 5 lira. 

Ama ayaş domatesi de çok güzel oluyor hani.

Sonunda bir sergide kilosu 3,5 liraya olan domatesi beğendik. Pazarlık edince de bir kasa domatesi 3 liradan almış olduk. Tabi yanı sıra karpuz, salatalık vs. bir şeyler de ilave edildi bu listeye.

Artık arabada bacağımızı uzatacak, ayağımızı koyacak yer kalmadı. Ama memnunduk. 

Senenin son mahsulünden menemenlik domates konservelerini yapabilecektik.

Ayaş, Ankara'ya 55 km uzaklıkta 32 bin dolayında nüfusu olan bir ilçe. Oldukça engebeli bir alana sahip. Fay kırıkları üzerinde yer aldığından termal kaynaklara sahip. Bu yüzden şifalı kaplıcaları ve içmeleri ile tanınıyor.

İsmi aydınlık gece anlamına geliyormuş. İlçede her yıl haziran ayında dut festivali düzenleniyormuş.

Nihayet saat sekiz buçuğa doğru evimize geldik. Toplam 10 saattir yoldaydık. Gölbaşına gelirken çevre yolunu tercih ettik. Yine de eve girdiğimizde yatsı okunmuştu.

Aldıklarımızı yukarıya taşıyıp hole yığınca hepimizde hafif bir gülümseme hali peyda oldu. Selma hanım "Aç kalmışız, aç !" dedi o meşhur deyimlerinden biriyle.

Haliyle biraz yorgunduk ama hemen herkes memnundu. Hatta Oğuzhan bile. Güzel bir geziydi. Bir daha aynı şeyi yapabilir miyiz bilemem. Bense aklımda yarım kalmış bir daireyi tamamlamıştım. Üstelik ayaş domatesi de alarak…