22 Mayıs 2020 Cuma

22 Mayıs 2020 Cuma 11:30 CORONA GÜNLERİ...................................Corona araştırmaları

Nasıl etkilendik?

Türkiye’nin Corona Günleri Araştırması yapılmış. Medya Ajansı Universal McCann şirketi tarafından tüketicinin yeni rutinini incelemek üzere nisan ayında gerçekleştirilen araştırma ile corona sonrası toplumun içinde bulunduğu duygu durumu, tüketicinin ruh hali, davranış ve tercihlerindeki değişiklikler, hayatlarında önem kazanan anlar ve yeni yaşamlarındaki medya ve alışveriş tercihleri belirlenmeye çalışılmış.

Araştırmada öncelikle Corona Virüs Salgınının toplumda oluşturduğu ruh hali ele alınmış. Türkiye 11 Mart tarihinde salgına ilişkin ilk resmi açıklama yapıldığından itibaren en çok korku, kaygı, tedirginlik ve üzüntü hissetmiş. Ancak öne çıkan duygular toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel farklı katmanlarında farklı düzeylerde yaşanmış. Aralarındaki en büyük iki grup 'Kontrollü Gerginler' (%21) ve 'Endişeliler' (%20). Ancak Kontrollü Gerginlerin baskın duygusu “Korku ve Tedirginlik” iken Endişelilerde “Üzüntü” daha fazla olmuş.

Üçüncü büyük grup ise şartlarının uygun olması nedeniyle alınan tedbirlere güvenle uyarak gündelik hayatını neredeyse bozmadan yaşayan 'Tedbirli Sakinler' (%16) olmuş. Hemen ardından gelen dördüncü grup zaten işsizlikle boğuşan ve bu süreçten de en fazla zarar gören 'Çaresizler' (%15). Kadınların daha ağırlıklı olduğu 'Kırılgan Ruhsal Dengeliler' (%12) ise krize az ya da çok kaygı bozukluğu şeklinde tepki vermişler. 

Bu grupta tıbbi destek alan ve almaya ihtiyacı olanlarla, endişesini ortalamanın üstünde yaşayanlar da var. Çoğunlukla 25-44 yaş aralığında olup da aralarında kamu çalışanlarının da bulunduğu %9’luk 'Sonradan Fark Eden Tedirginler' grubu ise geç fark etmiş olmaktan dolayı yeterince tedbir alamamanın tedirginliğini yaşıyorlarmış. Krize yaklaşımları oldukça farklı ve radikal olan son iki grup araştırmacı şirket tarafından 'Dindar/Kaderci' (%4) olarak nitelenenler ile 'İlgisiz/Uzak' (%4) olanlar. İlk grubun konuyu tamamen Allah’ın takdiri olarak görmesi şaşırtıcı değil. Ancak konuyu halk diliyle basit bir 'yazgı'olarak mı görüyor, yoksa kur'ana dayalı bilinçli bir 'niteleme' mi yapıyor araştırmada bu husus çok belli değil.

Türkiye’nin Korona Günleri araştırmasında, Covid-19 salgınının hayatımızda aile/ev, temizlik/hijyen ve sosyal mesafe kavramlarını yükselttiği tespit edilmiş. Katılımcıların yüzde 7’si daha fazla TV izlediğini, yüzde 6’si daha fazla kitap/gazete/dergi okuduğunu, yüzde 2’si daha fazla sosyal medya tükettiğini, belirtirken yüzde 3’ten fazla katılımcı ise maneviyata yöneldiğini söylemiş. Araştırma sonuçlarına göre toplumun yüzde 75’inin virüsle ilgili olarak Sağlık Bakanı’ndan gelen bilgilere güvendiği görülmüş. Bakanı sağlık çalışanlarının bireysel açıklamaları ile hükümet açıklamaları takip etmiş. Bilgi kaynağı olarak televizyon haberlerine sosyal medyada yer alan haberlerden daha fazla güvenildiği anlaşılmış. Koronavirüse karşı önlemler arasında yer alan el yıkama kuralına herkesin uyduğu gözlemlenmiş. Kolonya yüzde 85, dezenfektan ise yüzde 61 oranında kullanılıyormuş. Katılımcıların yüzde 82’si sosyal mesafe kuralına uyduğunu belirtirken sosyal mesafe en çok Dindar/Kaderci grubu için uygulaması zor bir kural olarak öne çıkmış.

Katılımcıların yüzde 59’u dışarıda vakit geçirmeyi özlerken, onu arkadaş/aile/sevdiklerle sosyalleşmeyi özleyenler (%56) izlemiş. İşe gitmeyi bu süreçte en fazla işini kaybeden grup olan Çaresizler yüzde 31, en az ise yüzde 9’luk oranla Kontrollü Gerginler özlemişler. Sanıldığının aksine çoğunlukla birer 'Ev Kuşu' olduğumuz anlaşılmış. Çaresiz dışında kalan gruplar evde olmaktan sıkılmamışlar. Bundan keyif alanlar toplamın yüzde 36’sini oluşturmuşlar. Evde kalmaktan sıkılanlar ise bu oranın yarısını (%18) oluşturuyor. Evde kalmaktan en fazla mutluluk duyanlar Dindar/Kaderci ile Endişeli gruplar. Corona günlerinde hemen herkesin mutfağa sardığı anlaşılıyor. Sonuçta izolasyon sürecinde katılımcılar ortalama 2,7 kilo almışlar. Bu rakam kadınlarda 2,5, erkeklerde ise ortalama 3 kg olmuş. 

Televizyonda yer alan haber tartışma programlarının toplumun yüzde 84’ine ulaştığı görülmüş. Bu programları en çok izleyenler; emekliler, 55 yaş üstü olanlar, çoğunlukla erkekler ve lise altı eğitim sahip olanlar. Katılımcıların yüzde 80’i düzenli olarak internet kullananlar. En çok kullananlar ise; Sonradan Fark Eden Tedirginler,18-44 yaş aralığında olanlar ve yeni jenerasyon. Dini programları en çok izleyenler ise dindar/kaderciler, 45 yaş üstü olanlar, emekliler ve ev kadınları. PC veya konsolda oyun oynayanlar ise erkek ağırlıklı, 18-34 yaş ağırlığında olanlar, çocuklar, özel sektör çalışanları ve öğrenciler.

İnternet kullananların yüzde 19’unda online platform üyeliği mevcut. Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’nin en popüler iletişim platformu Whatsapp. Sonradan Fark Eden Tedirgin grubu WhatsApp ve Youtube’da yoğun zaman geçiriyormuş. Dindar/Kaderci grubun Twitter’a uzak olduğu görülmüş. İnternetten yüz yüze görüşmeler bu dönem en fazla kullanılan iletişim şekli olmuş. Katılımcıların yüzde 59’u bu servislerden faydalandığını belirtmiş. Hobilere dönük online araştırma yapmak ise yüzde 54 ile ikinci sırada. Bu araştırmaların önemli bir kısmının yemek yapmakla ilgili olduğu tahmin ediliyor.  Bu aktivitenin en önemli takipçisi ise yüzde 30’luk oranla ev kadınları.

Sosyal medya fotoğrafımız

Akıllı telefonlarla birlikte günlük alışkanlıklarımız da iyiden iyiye değişti. Sabah kalktığımız andan itibaren elimizden telefonlarımız düşmüyor. Yüz yüze iletişim için ayırmadığımız vakitleri sanal dünyada tüketiyoruz. Tabiatıyla sosyal medya da telefonlarımızın vazgeçilmezleri arasında. Bu iş o kadar yayılıp büyüdü ki her 20 kişiden 19’unun sosyal medya kullanıcısı olduğu anlaşılıyor.

Corona günleriyle birlikte bu meşguliyetimiz daha bir haklı boyut kazandı. Evde kaldığımız uzun saatler boyunca cep telefonlarımız gerek görüntülü konuşma özelliği, gerekse üyesi olduğumuz gruplarda karşılıklı haberleşme ve paylaşımlarla adeta dış dünyaya açılan pencerelerimiz oldular.  Peki böyle bir zamanda alışkanlıklarımız nasıl etkilendi, nasıl bir şekil aldı? Bu sorulara cevap olmak üzere yine dijital ortamda bazı araştırmalar yapıldı, yapılıyor. Meselâ; Türkiye’de sosyal medya kullanım alışkanlıklarını konu edinen bir çalışma NG Araştırma şirketi tarafından 17-21 Nisan 2020 tarihleri arasında 15 yaş üzeri 2075 kişinin katılımıyla yapılmış. Corona günleri sürerken Türkiye genelini kapsayan bu kamuoyu araştırması sosyal medya alışkanlıklarımızın bugünlerde hangi düzeyde seyrettiğini analiz etmiş. Oldukça ilginç sonuçları var.

Giderek daha fazla kullanılan ve ilgi duyulan sosyal medya kanallarının sağladığı imkanlar farklı kişiler tarafından farklı amaçlarla tercih ediliyor. Kimimiz fikir ve düşüncelerini paylaşacağı platformları tercih ederken, bir çoğumuz ise yaşadıklarını fotoğraf veya videolarla paylaştığı kanallara yöneliyor. Bu bağlamda katılımcıların en sık kullandığı sosyal medya kanalı %58’lik bir ağırlıkla Instagrammış.  Daha önceleri gençlerin yoğunlukta olduğu Instagram artık her yaş grubundan kullanıcıya yayılmış durumda. Dünyanın en büyük video kütüphanelerinden biri olan YouTube ise %18’lik oranıyla 2. sırada. Türkiye’de her kesime ulaşmış görünüyor. Facebook, en sık kullanılanlar açısından %13’lük bir oranla 3. sırada geliyor. Hızla akan gündemin aynı serilikle takip edilebildiği Twitter ise %9’luk bir oranla 4. sırada.

Sosyal medya kullanımının ana nedenlerine baktığımızda; katılımcıların %24’ü boş zamanını değerlendirmek, %22’si eğlenmek, %18’i yeni şeyler öğrenmek, %14’ü ise tanıdıklarıyla iletişimde kalmak için sosyal medya kullandığını ifade etmiş. 2020 yılının en önemli olaylarından, sadece ülkemizi değil tüm dünyayı etkileyen corona virüs salgını burada da kendini göstermiş. %8’lik bir kesim salgına dair bilgi edinmek için sosyal medya kullanıyormuş.

Sosyal medya kullanımının tüm nedenlerine baktığımızda ana sebepler arasında görünmeyen bazı davranışları da görebiliyoruz. Mesela boş zamanı değerlendirmek burada %61'e, eğlenmek %57'ye, yeni şeyler öğrenmek %56'ya, tanıklarla iletişim %48'e çıkmış. Salgınla ilgili güncel bilgileri takip etmek %40'la 5. sırada. İnsanlar tanıdıklarının hayatını takip etmeye de meraklı (%31). İnsanlarla düşüncelerini paylaşmak isteyenlerin oranı %27 ile 7. sırada yer alıyor. Hayatını cömertçe servis etmek isteyenler %18'le bu grubu takip ediyor. Katlımcılardan ünlüleri takip etmek isteyenlerin oranı %14 ve yeni arkadaşlar edinmek isteyenler de %11'le son sırada yer almış. 

Araştırmada 'Sosyal medyada ne kadar aktifiz?' sorusuna da cevap aranmış. Neredeyse sosyal medya hesabı olmayan kalmamış bir ülkede acaba kullanım sıklığı ve aktiflik durumu nasıl? Sonuçlar katılımcıların %87’sinin hesaplarını günde birkaç kez kontrol ettiğini, %8’inin ise günde bir defa baktığını göstermiş. Geri kalan %5'lik kesim ise haftalık olarak bakmanın yeterli olacağını düşünüyormuş. Katılımcılara bu defa hesaplarından ne sıklıkta paylaşım yaptıkları sorulmuş. Burada belirgin bir değişiklik ortaya çıkmış. Her 2 kişiden 1’i haftada birden daha seyrek paylaşım yapıyormuş. Bunu her 3 kişiden 1’i haftada bir veya birkaç defa, yaklaşık olarak her 7 kişiden 1’i ise günde bir veya daha fazla yapıyormuş. Bu sonuçlar oldukça büyük bir kitlenin sık sık hesaplarını kontrol etmesine rağmen, çok daha seyrek paylaşım yaptığını göstermiş.

Sosyal medya kanallarının mobil cihazlara yönelik özelliklerinin çoğalması, mobil internetin yaygınlaşması gibi nedenler sosyal medyada geçirilen zamanı daha da artırmış durumda. Peki, acaba bu zamanı kontrol edebiliyor muyuz? Araştırmaya katılan her 4 kişiden 3’ü sosyal medyada harcadığı zamanı kontrol altında tutabildiğini ifade etmiş. Anlaşıldığı kadar %25 civarında önemli bir kitle bu süreyi sınırlamakta zorlanıyor. Yine araştırma sonuçlarına göre her 3 kişiden 1’i sosyal medyada geçirdiği zamanı azaltmayı denemiyor bile. Her 5 kişiden 1’i ise henüz denememiş olmasına rağmen bu süreyi azaltmayı düşünüyormuş. Yaklaşık her 3 kişiden 1’i bu süreyi azaltmayı deneyip başarılı olduğunu ifade ederken, yaklaşık her 6 kişiden 1’i ise denemesine rağmen sosyal medyada geçirdiği süreyi azaltamadığını belirtmiş.

Sosyal medya bağımlılığı günümüzde psikologlar tarafından da ciddi şekilde ele alınıyor ve günlük hayata yansıyan etkileri inceleniyor. Çoğumuz ‘istediğim zaman kullanmayabilirim’ dese de gün içerisinde boş kaldığımız her an elimiz gayri ihtiyari telefona gidebiliyor. Bu bir bağımlılık göstergesi mi? Olabilir. Çünkü araştırmaya katılan her 10 kişiden 1’i sosyal medya bağımlısı olduğunu belirtirken, 4’ü kısmen bağımlı olduğunu, 5’i ise bağımlı olmadığını belirtmiş. Uzmanların yaptıkları araştırmalara göre sosyal medya psikolojiyi kötü etkileyebiliyor. Herhangi bir uzman kontrolünde değerlendirme içermeyen, kişinin tamamen kendi beyanına bağlı sonuçlara baktığımızda her 10 kişiden 2’si sosyal medyanın psikolojisini olumsuz etkilendiğini ifade etmişler. Her 10 kişiden 6’sı ise psikolojisinin etkilenmediğini, sadece 2’si olumlu yönde etkilendiğini söylemiş.

Peki Corona virüs sosyal medya kullanımımızı etkiledi mi? Ülkemizde ilk corona virüs vakasının tespit edilmesiyle beraber günlük yaşantımızın birdenbire değiştiğinin farkındayız. Evlerimize çekilmek bu değişimin en önemlilerinden biri. Hepimizin evde geçirdiği sürenin arttığı bir gerçek. Acaba bu durum sosyal medyada geçirdiğimiz süreyi etkilemiş olabilir mi? Yapılan araştırma salgından dolayı insanların %57’sinin sosyal medyada geçirdiği süreyi arttırdığını, %40’ının ise bu süreyi değiştirmediğini göstermiş. Koronavirüs salgınından dolayı evde kaldığında sosyal medyada günde 5 saatten fazla kalanlar %21, günde 4-5 saat zaman geçirenler %19, günde 2-3 saatini verenlerse %36 imiş. Günde 1 saat oyalananlar %14, günde 1 saatten az kullananlar %7 ve hergün girmediğini söyleyenler ise sadece %3 seviyesinde kalmış.

Salgından dolayı, hepimiz sevdiklerimizle aramıza mesafe koymak ve sosyal yaşantımıza ara vermek zorunda kaldık. Eve kapandığımız bu süreçte birçoğumuz, ailemiz ve arkadaşlarımızla sosyal medya kanalları yoluyla iletişim kuruyoruz. Ayrıca şimdiye kadar hiç kullanmadığımız kadar görüntülü konuşma yapıyoruz. Araştırma sonuçlarına göre katılımcıların %95’i Whatsapp üzerinden görüntülü konuşuyormuş. %16’sı Facebook Messenger kullanırken, Skype ve Zoom uygulamalarını tercih edenlerin oranı ise %13'müş.

Kuşkusuz sosyal medya kullananlar büyük çoğunlukta. Fakat araştırmaya katılan her 20 kişiden 1’i de sosyal medya kullanmadığını belirtmişler. Peki, sosyal medyayı kullanmayanların sebebi ne acaba? Yapılan araştırmaya göre katılımcıların %33’ü fazla zaman aldığını düşündüğü için, %15’i özel hayatın gizliliğine uygun olmadığı için, %14’ü ise kullanmayı sevmediğinden dolayı sosyal medya kullanmıyormuş. Diğerleri; Vaktim olmadığından (%13), Bilgilerimin güvende olmadığından (%8) ve Mutsuz ediyor (%5) demiş. Kalan muhtelif sebeplerle 'Diğer' seçeneğini işaretleyenler ise %10 olmuş.  

20 Mayıs 2020 Çarşamba

20 Mayıs 2020 Çarşamba 15:00 CORONA GÜNLERİ............................Virüsler pazarı

Hocalar rüzgârı 

Corona günleri ile birlikte TV kanallarımızda bol miktarda uzman profesörle de tanışmış olduk. Zaten habercilerin gündemden yağ çıkarmasına alışığız. Ortaya çıkan her son dakika haberini suyu çıkana kadar; tekrar tekrar, değişik açılardan, hatta arşivlendikten sonra bile tepe tepe kullanıyorlar. Hiç normalleri yok, haber aşkına kendileri uçlarda gezdikleri gibi insanları da oluşturdukları sanal gayya kuyularına çekip boğuyorlar. İyi ki 'Zapplama' diye bir şey var, yoksa medyadaki haber girdaplarına kapılanların panik atak olmamasına imkan yok.

Kanalların bir gündemi allayıp pullayıp saatlerce işlemesinde bildik bir yöntemleri var. Nasılsa her konunun uzmanı bulunabiliyor. Çağırıyorlar ekrana, dakikalarca görüş ve değerlendirmelerinden istifade ediyorlar. Can havliyle gündemi takip etmeye çalışan normal bir izleyici yarış içindeki kanalları dolaştıkça kafası daha da karışıyor. Kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi adına gerekli ve faydalı olan bir çaba, zaman ilerledikçe kakafoniye dönüşüyor. Corona virüs sebebiyle kanal kanal dolaşan hocalarımız da maalesef böyle bir görüntü verdi. Her gün bir haber kanalında misafir edilen uzman profesörler bazen çok farklı şeyler söyleyip kafa karıştırdılar. Sonunda pazardaki sebze meyvenin iyisini seçtiğimiz gibi o tv kanalı senin, bu tv kanalı benim dolaşan hocaların da iyisini, güvenilir olanını seçmeye başladık gayrı ihtiyari.

Salgın sebebiyle toplumun bilinçlendirilmesi lazımdı, yönlendirmek gerekiyordu, anlatmak lazımdı tamam. Fakat bu iş medyanın harala gürelesi arasına karışınca şirazesinden çıkıyor. Bu sefer de hiç birini ciddiye almamak gibi bir tepkiye neden oluyor izleyicide. Yine de içlerinde en itimad veren konuşmacılar bilim kurulundaki profesör hocalar. Onların dışındaki bazılarının resmen şov yaptıkları aşikar. Kendi görüşlerini bilimsel kesinlikte doğru gibi lanse ediyorlar. Salgın gibi ölümcül bir konuda her kafadan ayrı ses çıkmasını doğru bulmuyorum. Hele de siyasi meselelerde olduğu gibi tartışmaları hiç de hoş olmuyor. İnsanları bilinçlendireceğiz derken kafaların iyice karıştırılmasının izahı yok. Fırsatçılık yapıp sıkıntılı bir ortamda reklam peşinde olmak, para kazanma derdinde olmaksa anlı şanlı bilim insanlarımıza yakışmıyor.

Medya kanallarının bu insanı yoran tavrı, çoğu kişiyi zaten hiç haber izlememe ya da bir ordan bir burdan kanal kanal zaping yapma tepkisine zorluyor. O zaman da doğru tavsiyeler yerine ulaşmıyor ve pek de geçerliliği kalmıyor bütün o konuşmaların. Meselâ aklıma geldikçe güleyim mi kızayım mı bilemiyorum; Ortam bu kadar tehlikeliyken taziye çadırı kuran (45 vaka) ya da nişan yapan (93 vaka) insanlar bu kadar mı habersizler olup bitenden. Hadi diyelim kırsal kesimdir, belki Tv seyretmiyorlar. Ya istanbul'da boğazda bank üstünde parti yapanlara, sahilde maskesiz grup halinde seyran yaparken kendilerini ikaz eden polisleri "Biz de bunlar ne zaman gelecek diyorduk" diye şakalayan hali vakti yerinde gençlere ne diyeceğiz? Sevgili hocalarım, kıymetli haberciler ne oldu şimdi onca mesainiz, neye yaradı bilinçlendirmeleriniz?

Sosyal medya pandemisi

Corona salgınıyla birlikte Türkiye’de sahte hesaplar üzerinden gerçek dışı paylaşımlar yaparak kamuoyunu korku ve paniğe sevk eden virüsler de ortalıkta cirit atmaya başladı. Önce Cobit-19 virüsünün Türkiye’de çok sayıda insanın ölmesine sebep olduğu iddiaları sosyal medyada hızla yayıldı. Sonra da yürütülen mücadeleyi itibarsızlaştırmaya yönelik bir çok asılsız haber ve iddia ortaya atıldı.

Tabi ki sahte ses, görüntü kayıtları ve görsellerle yapılan bu paylaşımlar üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele birimi de harekete geçti ve bu sahte hesaplar bir bir tespit edildiler. Yapılan açıklamada "sosyal medya üzerinde milli ve manevi değerlere saldırı ile sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak yapılan hakaret ve saldırılar ile korku ve panik oluşturarak kamu düzenini bozan paylaşımlar için 7/24 esasına göre sanal devriye faaliyetleri yürütülmektedir" denildi. Bu vesile ile bir kez daha açıkça gördük ki şer odakları buldukları her fırsatı mikrop saçmak için kullanıyor.

Corona virüsü nedeniyle evlerinde kalan halk zamanın çoğunu internette geçirmeye yöneldi. Hatta giderek artan şekilde zorunlu ihtiyaçlarını da internetten karşılamaya başladı. Bu durum sosyal medya kullanımında yoğunluğa neden olduğu gibi internet üzerinden alışveriş trafiğini de ciddi oranda arttırdı. Bu durum siber saldırganları da harekete geçirmiş gözüküyor. STM ThinkTech tarafından hazırlanan Siber Tehdit Durum Raporu'na göre gerçek zamanlı Corona virüsü haritaları adı altında zararlı yazılımlar içeren uygulamalar bulunmuş.

Bu uygulamalar vasıtasıyla çok sayıda kullanıcının kişisel verileri ele geçiriliyor, kullanan kişilerin kamera ve mikrofonlarına da erişim sağlanabiliyormuş. Raporda aynı zamanda, kendisini CİMER Duyuru Grubu olarak tanıtan bazı kişilerden de bahsediliyor. Bu kişilerin, vatandaşın kişisel bilgilerini ele geçirmeyi amaçlayan bir siber saldırı grubu olduğundan bahsediliyor. Siber saldırganların vatandaşların kredi kartı bilgilerini ele geçirerek satmayı hedefledikleri de ifade ediliyor. Bu nedenle söz konusu raporda kullanıcıların, güvenilir kimliğe sahip olmayan hiçbir uygulamayı kullanmamaları gerektiği belirtiliyor.

Bu arada Türkiye’de son zamanlarda artan şekilde dini konularda ya da dini kişiliklere saldırılar da yoğunlaştı. Bu saldırıların ortak özelliği dini hassasiyeti olmadığı çok belli olan kişilerin topluca aynı noktalara saldırması. Muhtemelen bu şekilde toplumdaki dini duygularda bir çözülme ve güven sorunu başlatılmak isteniyor. Kamuoyunda saygın kişilikler yıpratılarak bu paylaşımlar üzerinden siyasi bir rüzgar yakalamaya çalışıyorlar. Özellikle korona günlerine denk gelen Ramazan ayı ile birlikte 'nefret suçu' niteliğindeki bu saldırılar da yoğunlaştı. Özellikle Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş üzerinden maksatlı olduğu belli kampanyalar üretildi.

Hangi vesileyi kullanırsa kullansınlar bu parazitlerin ulusal varlığımıza, bütünlüğümüze ve sağlam sosyal dokumuza kast ettikleri açık. Oturup bunlara ciddi ciddi cevap yetiştirmeye, kontra saldırılara hiç gerek yok. Sadece şikayet etmek, ilgilileri haberdar edip uyarmak yeterli. Devletin mücadele birimleri var gereğini yaparlar. Nasıl corona virüsle toplum olarak bilinen en etkili mücadele evde kalmak, maske kullanmak ve sosyal mesafe ise bu virüslere karşı da aynı şeyi yapabiliriz. Emin olmadığımız şeyleri paylaşmak, siyasi beklentilerimize malzeme yapmak onların fitne ateşine odun taşımaktan farklı olmaz. Sade vatandaşlar olarak böyle ihanet girişimlerini ve şeytani vesveseleri tedbirli davranarak kendi pisliğinde bırakmak en iyisi. Bulaşmalarına alet olmamak lazım.

20 Mayıs 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı162.................................Güçlü ve Zayıf yanlar(II)

Güçlü ve Zayıf yanlar(II)

ENERJİ VE DOĞAL KAYNAKLAR alanında bugün değilse bile orta vadede Susurluğun gelişmesine katkı sağlayacak “Güçlü yönler”; “Rüzgâr enerjisi kapasitesi”, “Güneş enerjisi”, “Biyogaz potansiyeli” ve “Jeotermal kaynaklar” olarak görülüyor. Günümüzde kişi başına tüketilen enerji, refahın önemli göstergelerinden birisi. Üretim artışı ve yükselen toplumsal ihtiyaç sebebiyle dünyada enerji tüketimi hızla artıyor. Enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 78,5’ini ithalat ile karşılayan Türkiye bu konuda büyük ölçüde dışa bağımlı. Doğal olarak da bu bağımlılık başta cari açık ve enerji güvenliği olmak üzere birçok ekonomik ve stratejik olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla yerli enerji üretimi ülke açısından en kritik konular arasında yer almakta. Rakamlara bakılırsa Türkiye’de yerli enerji üretimine sadece hidrolik ve yenilenebilir kaynakların katkı sağladığı görülebiliyor. Bu nedenle gerek enerji arz güvenliği ve gerekse kaynak çeşitliliğini sağlamak üzere yakın ve orta vadede yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması bekleniyor. Aynı zamanda çevresel olumsuz etkileri de en alt düzeyde olan kaynaklar bunlar. Hem ucuz hem de temiz enerji üretebileceğimiz alternatifler. Bu bağlamda içinde bulunduğumuz bölge rüzgâr, güneş, jeotermal ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynakları bakımından oldukça zengin bir potansiyele sahip. 
Rüzgâr alan yüksek rakımlı tepelerde her yıl daha fazla rüzgârgülü görüyoruz. Yerli enerji kaynaklarının giderek stratejik değer kazandığı bir ortamda, Güney Marmara Bölgesi ülkemizde rüzgâr enerjisi üretimi alanında Türkiye’nin lideri durumunda. Zira Temmuz 2013 verilerine göre; Türkiye’de 2.619 MWh olan rüzgâr enerjisi kurulu gücünün 800 MWh ile yüzde 30,6’sı bölgemizde yer alıyor. Bu miktarın 666 MWh’sı Balıkesir’de,  133 MWh’sı da Çanakkale’de kurulu.  Bölgenin rüzgâr enerjisi gücünün 2019 yılı itibariyle 1.200 MWh artışla 2.000 MWh’e çıkarılması hedeflenmişti. Yakın bir zamanda Marmara ve Ege Bölgelerinin yaklaşık 4.800 MWh’lik kapasite artışıyla birlikte toplamda yüzde 70’i bulan 6.808 MWh Kurulu güce ulaşılması mümkün olacak. Bu şu anlama geliyor: Marmara ve Ege Bölgelerinin kesişim noktasında yer alan Güney Marmara Bölgesi’nin, ekonomik ve coğrafi hinterlandı ile birlikte Türkiye’de rüzgâr enerjisi pazarının odak noktasında yer alması öngörülüyor. Mevcut ve öngörülen “Rüzgâr enerjisi kapasitesi”, özellikle de lisanssız elektrik üretim alanı bu konuda faaliyet göstermek isteyen KOBİ’ler için çok güçlü bir potansiyel. “Güneş enerjisi” konusunda da bölgede gelişmekte olan bir pazar söz konusu. Ancak bu enerji kaynağından şu an için çok fazla yararlanabildiğimiz söylenemez. Bunun en temel nedenleri ilk yatırım maliyetlerinin çok fazla olması, depolama sorunu, elektrik üretmede kullanılan sistemlerin teknolojisinin yeteri kadar gelişmiş olmaması vb. gibi faktörler. Ancak gerek son zamanlarda giderek artan bireysel elektrik üretim düzeyi, gerekse orta vadede bu sistemle ilgili teknolojilerdeki gelişmelere paralel olarak bu alanın çok daha fazla önem ve işlev kazanacağı ortada. Nitekim çevremizde bu işi yapan firma sayısı ve bireysel olarak bu sistemi kurup kendi ihtiyacını karşıladıktan başka fazla elektriği satan kişi sayısı giderek artmakta. Muhtemelen kurulması öngörülen OSB’de bu konuda çalışacak firmalar da olacaktır. O zaman bu sektör ilçemiz için önemli bir kazanım ve güçlü bir yön haline gelecek. Tabii ki tercih yapma gücümüzle ve firmaları yönlendirecek yetkili kişilerin basiret ve dirayetiyle. 
 Öte yandan tarım ve hayvancılık faaliyetleri bölgemizde oldukça yoğun. Yapılan hesaplar büyükbaş, küçükbaş ve kanatlı hayvan gübrelerinin, diğer organik atıkların ve gıda sanayii atıklarının biyogaz tesislerinde işlenerek ülkenin toplam elektrik üretiminin yüzde 5,9-11,6’ini karşılayabileceğini ortaya koymuş. Bu durumda “Biyogaz potansiyeli”nin ilçemiz için hiç değilse orta vadede güçlü bir yön olarak öne çıkacağı öngörülebilir.  Öte yandan Jeotermal ile ilgili verilere GMKA’nın yenilenebilir araştırma raporunda yer verilmiş. Bu verilere göre termal olarak Gönen ve Edremit Güre bize kıyasla çok çok ileri düzeyde. Örneğin oralarda 15-20 tane kuyu açılmış iken bizde sadece bir tane açılmış durumda.  Buna karşılık sıcaklık ve debi olarak Yıldız’daki kaynak bu iki bölgeyi de geçiyor. Ancak tanıtım ve yatırım eksiği nedeniyle Yıldız da, Kepekler de çok zayıf kalıyorlar. Simav gibi yakın bölgelerde jeotermal kaynak hem binaları, hem de seraları ısıtma amacıyla kullanılıyor. Fakat büyük yatırım gerektirdiğinden Devletin öncülük yapması ya da teşvik vermesi gerekiyor bu alana. Şu an ve orta vadede sahip olduğumuz “Jeotermal kaynaklar” bölgemiz açısından hem tarım, hem de ısıtma amaçlı değerlendirilmeyi bekleyen güçlü bir rezerv durumunda.  
Yapılan tarama çalışması ve katkılar sonucu ENERJİ VE DOĞAL KAYNAKLAR sektöründe tespit edilen “Zayıf yanlar”ımız; “İlçenin maden çıkarma bakımından geride kalması” ve “Doğal kaynakların yeterince değerlendirilememesi” ile “rüzgâr enerjisi türbinlerinin çevreye olan etkisi, yaban hayatına verdiği olumsuzluklar” olarak belirlenmişti.
Balıkesir ili ülkemizde yenilenemeyen doğal kaynaklar anlamında zengin yer altı rezervleri ile biliniyor. Bölgede çıkarılan başlıca endüstriyel hammaddeler bor, kil, zeolit, halloysit ve kaolin. Granit rezervleri bakımından da Erdek-Kapıdağ, Ayvalık-Bağyüzü ve Susurluk-Çatal Dağ öne çıkıyor ki inşaat sektörünün gelişmesi oranında doğal taş kullanımının arttığı bir gerçek. Ayrıca Susurluk ve Kepsut ilçelerinde vollastonit; Dursunbey, Susurluk ve Gönen ilçelerinde de sırasıyla manyezit, jips ve kükürt oluşumlarına da rastlanıyor. Bu sebeple bölgemiz tarih boyunca madencilik faaliyetlerinin kesintisiz olarak yürütüldüğü bir bölge olmuş.


Türkiye’de işletilen ilk bor yatağının Sultançayır’da olduğunu pek çok kimse bilmez. Öte yandan halen Demirkapı Köyünde cevheri kalomanit olan ve Ömerköy Köyünde cevheri pandermit olan iki bor rezervi daha bulunuyor. Söz konusu maden bölgemizden bugüne kadar çoğunlukla hammadde olarak ihraç edilmiş, katma değeri yüksek uç ürünlerin üretimi bölgede gerçekleştirilememişti. Halen de günümüzde “İlçenin maden çıkarma bakımından geride kalması” zayıf bir yönümüz, bu doğru. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde sahip olduğumuz madenlerin yine ülkemizde işlenerek katma değeri yüksek ürünlere dönüştürülmesi yaklaşımı benimsenmiş durumda. Bu öncelikten yararlanmak ilçemiz için de mümkün. Böylece mevcut doğal taş ve madenlerin işlenerek hammadde ya da ara mamul olarak değil de nihai ürün halinde satılması Susurluk için yeni istihdam alanları açılması anlamına gelecek. 
       Aynı şekilde geçmişte oldukça faal bir şekilde işletilen Dereköy maden suyunun yeniden aktive edilmesi olabilir mi? Bu konunun araştırılması gerekiyor.  Acaba rezerv ekonomikliğini mi yitirdi, yoksa işletme sorunları yüzünden mi atıl kaldı? Piyasa rekabeti nedeniyle çalıştırılmasına mani mi olunmuş?  Her hal-u kârda "Maden suyu kaynağının atıl durumda bırakılıp işletilmiyor olması" Susurluk için ele alınması gereken zayıf bir yön. Aynı değerlendirmeyi "Susurluk çayının kumu" için de düşünmek mümkün. Bir zamanlar ilçe için önemli ölçüde bir gelir ve istihdam kaynağı durumundaki bu potansiyel bugün neden atıl vaziyette?  Bu sorular ışığında gerek Maden suyu için gerekse Dere kumu hakkında mevcut potansiyeli, kapasitesi, neden işletilmedikleri ve gelecekte işletme imkânının olup olmadığının araştırılması gerekiyor. Bulunulan nokta hakkında bilgi sahibi olmazsak, nereye gideceğimize ve nasıl yürüyeceğimize dair stratejik öneriler geliştiremeyiz. Stratejik plan tekniğinde Zayıf yönlerin durum analizi kapsamında ele alınması; bu konularda gelişme ve güçlendirme şansımızın olup olmadığını anlamak için zaten.
Güçlü yönler kapsamında değerlendirdiğimiz ilçemiz Rüzgâr enerjisi kapasitesinin çevreye ve yaban hayatına verebileceği bazı olumsuzluklar da söz konusu olabilir. Bu bağlamda “rüzgâr enerjisi türbinlerinin çevreye olan etkisi, yaban hayatına verdiği olumsuzluklar” da incelenmeye değer hususlar. Aynı şekilde “jeotermal enerjinin kullanılması sonucu açığa çıkan atık suların ve havaya karışan zehirli gazların neden olduğu çevre kirliliği” için de benzer uygulamalar araştırılarak risk değerlendirmesi yapılabilir. Bu konularda muhtemel olumsuzlukların göz ardı edilerek önemli çevresel zararlara neden olunmasına daha işin başlangıcında iken meydan verilmemeli.
Tabii ki enerji konusunda devletin politikaları ve öncelikleri ihmal edilemez. Enerji ve doğal kaynaklar konusunda da 2023 ten sonra yapılacak ulusal planda yenilenebilir enerji kaynaklarının önemini koruması ve doğal kaynakların değerlendirilmesi yaklaşımının sürdürülmesini bekliyoruz. Hiç kuşkusuz bu konuda da siyasi partilerimize ve bizi temsil edenlere çok görev düşüyor. Bu bağlamda inanıyoruz ki; dış çevreden yönelen Fırsat ve tehditler ile mevcut Güçlü ve Zayıf taraflarımızın gözden geçirilmesi; ilçemiz ile ilgili önceliklerin belirlenip bunlar üzerinde yoğunlaşarak stratejik çıkış noktaları bulunmasını kolaylaştıracaktır. Bu çalışmaları tamamlamamız 2023 sonrası dönem için önümüzün görülebilmesi ve maksimum kazanç istikametinde gerçekçi bir plan yapılabilmesi açısından çok önemli. Bu çalışma sayesinde daha plan aşamasına geçmeden olduğumuz yeri görmemiz, öncelikler ve hedefler konusunda mesafe almamız mümkün olabilecek. En azından ortak bir bilinç oluşturulması ve plan yapacaklara belli bir zemin sağlama görevini yerine getirmiş olacağız. Gelecek hafta inşallah bu yazımızda yer veremediğimiz “SANAYİ” sektörüyle devam edeceğiz. Bin aydan hayırlı Kadir gecenizde yapmış olduğunuz duaların kabulünü niyaz eder, ramazan bayramınızı da şimdiden tebrik ederim.

19 Mayıs 2020 Salı

19 Mayıs 2020 Salı 12:00 CORONA GÜNLERİ......................................Kadir gecesi

Kadir gecesi

Bugün Kur'anda müjdelenmiş "Bin aydan daha hayırlı" bir gece; Kadir gecesi. Aynı zamanda 19 Mayıs Bayramı. Corona günlerinin 71.ncisinde, sokağa çıkma yasaklarının 6.sındayız. Dışarda bahar tüm güzelliğiyle arz ı endam etmiş. Havalar kanımızı kaynatırcasına ısınmış. Ramazan ayının son "elveda!" günlerindeyiz. Önümüz Bayram. Evlerimizde kalmaya, corona musibetine karşı biraz daha sabretmemiz gerekiyor.

Evet dışarıya çıkmayı, özgürce dolaşabilmeyi özledik. 19 Mayısın gençlik aşısını damarlarımızda hissedebilmeyi, kurtuluşun hikayesini bir daha, bir daha duymayı özledik. Ailemizle bir araya gelmeyi, yakınlarımızla, sevdiklerimizle kucaklaşabilmeyi özledik. Camiye gidebilmeyi, saf saf birlikte Hakkın divanına durabilmeyi özledik. Güldür güldür teravihleri, mukabeleleri, şen kandilleri özledik. Ramazanın son on gününde kadir gecesiyle kanatlanıp bayrama doğru süzülmeyi özledik. Birlikte dua edebilmeyi özledik. Arefenin aydınlığını, bayramın coşkusunu özledik.

Ancak bu özlemlerimiz şimdilik içimizde yaşanmaya, yaşandıkça da büyümeye devam ediyor. Bir taraftan da düşünüyoruz; halimizden dersler çıkarmaya umutlarımızı canlı tutmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki, özlemler iyidir, güzeldir. İçimizdeki sevgiyi yeniden yeşertip büyütür. Sevgimiz büyür büyür de "Ah şimdi olsa!" diye dilimizden dökülüverir. Daha önce belki fark edemediklerimizin kadrini kıymetini bildirir. Unutmuşsak, sahip olduklarımıza şükretmeyi hatırlatır bize. Aniden elimize gelenleri, karşımıza çıkıveren şeyleri daha iyi görmemizi sağlar. Tıpkı bu gece gibi. Mübarek olsun.

Kadir gecesinin "Bin aydan daha hayırlı olması" olağan üstü bir şey, bilene. Kur'anla anmak ve yaşamak ne güzel, nasibi olana. Sanki bizzat kendimize yazılmış ilahi bir mektup gibi, o gece bize gelmiş bir mesaj gibi okuyabilene aşk olsun. İbadet ve dua ile değerlendirebilene ne mutlu. İşin gerçeği hangi gece olduğu son on gün içine gizlenmiş, anlayabilene. Bitmekte olan ramazanın burukluğu ile bayrama erişmenin sevinci birbirine karışmış, görebilene.

İnşallah şimdiye kadar pek çok şeyin geride kalması gibi bu corona günleri de geçecek. Allahın izniyle yine birlikte olacağımız güzel ve sağlıklı günler yaşayacağız. Bugün özlem duyduğumuz pek çok şey aniden elimize geliverecek. "Oruç tuttunuz, sabrettiniz, sebat ettiniz ve metanet gösterdiniz buyrun işte Bayram sizin!" denecek yakında. Ama, dileyip durduğumuz şeyler elimize düştüğünde "o gün biz ne yapacağız, nasıl davranacağız?" işte o önemli. Unutacak mıyız yaşadıklarımızı, özlemlerimizi, umutlarımızı? Hiç ders çıkarmayacak mıyız "bir küçücük virüsün" dünyaya yapıp ettiklerinden. Hamdetmeyecek miyiz kurtulduğumuza, şükretmeyecek miyiz kavuştuğumuz güzel günlere? Sevdiklerimize daha bir sarılarak "iyi ki varsın" demeyecek miyiz?

Bayramınız kutlu olsun, Kadir gecesi inşallah bu gecedir, mübarek olsun.

Farklı bir görüş -yorumsuz-

"Bakara 185. Ayeti Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini, Duhan ve Kadir sureleri de Kur’an’ın gece vakti indirildiğini bildirmektedir. Ama Kur’an’da, bu gecenin Ramazan ayının hangi gecesi olduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır.

Kadir suresinde, Kadir Gecesi’nin değerinin bildirilmiş olmasına karşılık tarihinin, zamanının bildirilmemiş olması, Kur’an’ın öneminin, o gecenin öneminden daha ön planda tutulması gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü o geceye, kadir suresinde bildirilen değeri kazandıran Kur’an’dır. Yani önemli olan o gece değil, o geceyi özel bir gece haline getiren esas değer'dir KUR'AN'DIR.!!!

Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu, kesin belirlemelerle ifade edilmiş şekilde, hadis damgalı rivayetlerde bile yer almamıştır. Aslında …Nebinin bu gecenin hangi gece olduğunu bilmemesi veya hatırlamaması çok doğaldır. Ama onun da hayatını değiştiren bu olayı biliyor olması ve Allah’ın Kur’an’daki öğretisine sadık kalarak, bu olayda Kur’an’dan başka hiçbir şeyin önemli olmadığı gerekçesiyle gece hakkında bilgi vermemesi, akla daha yakın gelmektedir.

Böyle olmasına rağmen rivayetler bu konuda da devreye girmiş ve Kadir Gecesi’nin kesin zamanını haber veren hepsi birbiriyle çelişkili yüzlerce ifade, hadis adı altında piyasaya sürülmüştür. Bunlar, tutarsız ve çelişkili oluşları bir yana, düşük ifadeli oluşları yönüyle de Nebimize hiç yakışmayan uydurmalardır. ….Çünkü Kur’an, kesin olarak bilinmeyen bir tarihte inmeye başlamış ve inişi tamamlanmıştır. İkinci bir Kadir Gecesi’nin yaşanması mümkün değildir.

Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgiler bu kadardır.

Kur’an, Kadir Gecesi hakkındaki ayetleri ile insanlara çok önemli bir mesaj vermektedir. Bu mesaj herkesin, bin aydan daha hayırlı olan, meleklerin kendisine yardıma koştuğu, mutluluklarının hemen başladığı bir kadir gecesinin olması gerektiğidir. Bu kadir gecesi ise BİZİM KUR’AN İLE TANIŞTIĞIMIZ, ONU HAYAT REÇETESİ, REHBERİMİZ, IŞIĞIMIZ, RUHUMUZ, ŞİFAMIZ, İBRET LEVHAMIZ, HAYAT DÜSTURUMUZ, HAYAT YÖNETMELİĞİMİZ YAPTIĞIMIZ GECEDİR, GÜNDÜZDÜR, SAATTİR, DAKİKADİR, SANİYEDİR.!!!

Gerçekten de insanın Kur’an’a sarıldığı an, onun hayatının dönüm noktasıdır. O an, bin aydan, bir ömürden belki milyonlarca aydan bile daha hayırlıdır. Çünkü kurtuluş, Kur’an’ın tanınmasına, ona inanılmasına, içeriğinin anlaşılıp uygulanmasına, kısaca Allah’a teslim olunmasına bağlıdır.

Dinimizde faziletli zamanlar ve mekanlar asla yoktur ama faziletli ameller vardır. Faziletin dereceleri de, yapılan işin zahmeti ve emeğiyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla keramet gecede değil, KUR’AN’DADIR.!!!

Yani özet olarak Kadir Gecesi, Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ilk gecedir. Nebimize elçilik görevi ilk bu gecede verilmiştir ve bu görev, alemlere tüm milletlere ve canlı-cansız tüm varlıklara rahmet içindir. Öyleyse bu ilk gece alemler için bir dönüm noktası olmuştur. Alemlerin kurtuluşu da bu Kur’an’ın insanlığa gelişi ile olacağından, herkesin hayatını etkileyen özel anlar gibi, bu gecenin bin aydan daha yararlı olması tabiidir. Bin ay ifadesi de çokluktan kinaye olup, Binlerce ay anlamındadır.

Ayetlerin bu mesajını çarpıtan zihniyet, önce kerameti geceye yüklemiş sonra da Bu gece bütün günahlar affolunur tarzında bir çok yalan ortaya atmıştır. Bu zihniyete göre yıl boyunca her türlü haramı, günahı işlemiş ve Allah’ın emirlerini çiğneyip Müslüman olmanın gereklerinden uzak yaşamış olanlar, bu gecenin yüzü suyu hürmetine affedilecekler ve bütün ömrünü Allah’a saygıyla geçiren ve haramdan, günahtan kaçınan kişilerin seviyesine geleceklerdir. Başka bir bakış açısı ile Kadir Gecesi’nden bir gün evvel ölenler günahlarıyla ölecekler, Kadir gecesinden sonra ölenler ise affedilmiş olarak öleceklerdir.

Böyle haksızlıkların Allah’a yakıştırılması öncelikle büyük bir cinayettir. Bu tip hastalıklı görüşler, insanların, Allah’ı sadece böyle ikramiyeli gecelerde hatırlamalarına, İslam’ı sadece böyle gecelerde yaşamayı yeterli görmelerine ve kulluk görevlerini yapmamalarına yol açar.!!! Diğer taraftan, Kadir Gecesi’nde affa uğrayacağını düşünen kişi için cezaların caydırıcılık özelliği kalmaz ve bu uygulama insanları adeta suç işlemekten çekinmez yapar. Sonuç olarak bu yalan yanlış rivayetler, senenin her gününde, her saatinde, her saniyesinde mükemmel bir şekilde yaşanması gereken İslam dinini, sadece belli bir gün ve gecelerde yaşanır hale getirir, getirmiştir de.!!!

Hakkıyla kur'an'ı öğrenip hayatına uygulayan biri olmayı Rabbim'den Niyaz Ediyorum."
-----------

17 Mayıs 2020 Pazar

17 Mayıs 2020 Pazar 13:30 CORONA GÜNLERİ...................................Günler geçiyor

Coronanın getirdikleri

Corona günleri iki buçuk aya doğru gidiyor. Bugün 68. gün. Başlangıçta buralara varacağını düşünemediğimiz 'olağan dışı bir dönem' yaşıyoruz. Böyle bir salgın daha görülür mü bilmem. Ancak sadece bizim değil herkesin, sadece ülkemizin değil bütün dünyanın çok farklı bir deneyim içinde olduğu muhakkak. Bu deneyim ölümcül bir hastalık karşısında 'olağanüstü tedbirlerle yaşamak' ya da 'ölümden korkmak'la sınırlı değil. Bireysel rutinlerimizi, aile alışkanlıklarımızı, sosyal ilişkilerimizi ve ekonomik durumumuz gibi daha bir çok 'normalimizi' etkiledi.

En başta 'Maske' gibi bir malzemeyle tanıştık. Dezenfektan, kolonya ya da sabunla 'temizlenme ritüelleri' edindik. 'Sosyal mesafe' kavramı girdi hayatımıza. Kendi kendimizi eve hapsetme yani 'izolasyon' deneyimi yaşadık. Bu uygulama '65 yaş üstü ve 20 yaş altı' için zorunlu oldu hatta. Bazı noktalarda ve hallerde 'karantina uygulamaları' bile gördük. Öğrenci yurtları '14 günlük karantina' binaları, oteller evlerine gidemeyen 'sağlık çalışanları için barınma mekânları' oldu.

Ulusal sınırlar kapatıldı ya da son derece sıkı kontrolle yapılır oldu. Hava ulaşımı ise sadece devletin yurtdışı operasyonları için kullanıldı. Şehirler arası 'ulaşım kısıtlamaları'yla sınırlandırıldık. 'Toplu taşımalar asgariye indirildi', o da bin bir tedbirle. Sıkış tepiş bindiğimiz metro, otobüs ve minibüslerin üçte bir yolcu ile çalıştığını görmek doğrusu bayağı ilginç oldu. Çoktandır unuttuğumuz, görmeyi ummadığımız 'sokağa çıkma yasakları'yla da yeniden karşılaştık. On beş milyonluk megakent İstanbul hiç bu kadar sessiz görülmemişti. Yollar, köprüler, meydanlar tarihi günler yaşadı.

Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca'nın açıklamaları günümüzün adeta ayrılmaz bir parçası oldu. O anlarda hep TV'lere kilitlendik. Sayılar yükseldikçe gerildik, bir an önce 'Pik' yaptığını görmek istedik. 'Plato' deyimini de bu anlarda duyduk öğrendik. Nisan sonunda grafikler aşağıya doğru boyun büktüğünde yarışın son düzlüğüne vardığımızı anlamıştık. Karşıdan belli belirsiz bir finish çizgisi görmüş gibi nefeslerimiz kesilmişti. İş hayatından bildiğimiz 'güncel tablo ve grafikler' de hiç bu kadar evlerimize girmemişti doğrusu. Sayılardaki düşüşü "Hadi inşallah!" dualarıyla gün gün izlemiş olduk. Avrupa ülkelerinin, Amerika'nın içler acısı durumlarını gördükçe hem onlara acıdık, hem de "Çok şükür halimize" dedik içten içe kendimize.

Süreç ilerledikçe herkes bir şeyler 'öğreniyordu'. Dünya sağlık örgütü salgının diğer ülkelerdeki gidişinden, bilim insanları Dünya sağlık örgütünün raporlarından, Siyasiler ve ülkeler diğerlerinden, hekimler hastaneler birbirlerinden, idari yapılar uygulamalarından çok şey öğrendi. 'Sağlık alt yapıları'nın ne kadar sağlam, ne kadar işlevsel olduğu test edildi salgın sürecinde. Eksikler, zaafiyetler görüldü. 'Aşı geliştirme çalışmaları' neredeyse 50 ülkede eş zamanlı olarak ve yarışırcasına sürüyor. Birbirleriyle kanlı bıçaklı ülkeler diğerlerinden sağlık malzemesi ister oldular. Bizim gibi bazı ülkelerse bir yandan salgınla uğraşırken bir yandan da kendi malzeme, ilaç ve cihaz üretimlerini geliştirmeye yöneldi. Dünyada 'savaş ve terör gündemleri' bir süreliğine ikinci üçüncü plana itildiler.

Eğitim, spor, kültür sanat ve ekonomi dünyası da kendi payını aldı aldı bu süreçten. Her sektör kendine özgü 'yaşam destek çözümleri'ni üretmek zorunda kaldı. Salgın sadece sağlık alanında hasar yapmadı, hayatın diğer kısımlarına da zarar verdi. İşyerleri kapandı, üretim aksadı, bir çok insan işsiz kaldı, spor müsabakaları ve sosyal kültürel etkinlikler yapılamadı. Adalet hizmetleri asgariye indirildi. Eğitim kurumları da bu süreçten en çok etkilenenler arasındaydı. Uzaktan eğitim, dijital yayın ve internet teknolojisi tabanlı uygulamalar geliştirildi.

Hükümetler salgınla uğraşırken başta ekonomi olmak üzere bundan etkilenen kesimler için peş peşe paketler açmak zorunda kaldılar. Evsizlere, ihtiyaç içindeki ailelere, işsiz kalan ve kepenk kapatan işyerlerine, havayolu sektörüne, tarım ve hayvancılığa destekler verildi. Yardım kampanyaları düzenlendi. Bütün hükümetler 'bu hayat öpücükleri' olmazsa salgından daha büyük yıkımlarla karşı karşıya kalacaklarını anlamışlardı. Başbakanlar, üst düzey yöneticiler, askerler ve toplumun önünde yer alan pek çok insan da bu hastalıktan nasibini aldı. Bazıları kurtulamadı, ancak hayata tutunanlar bu salgının hiç de 'şakaya gelir yanı olmadığını' görmüşlerdi.

Salgının evlere hapsettiği milyarlar ölçüsünde insan adeta yeni bir yaşam tarzına geçti. Her istediği zaman dışarıya çıkamayan, çıktığında yasaklarla ve zorunluluklarla karşılaşan insanlardık artık. Hayatın devam edebilmesi için marketler, fırınlar, su dağıtıcıları, kargolar ve eczanelerin açık tutulması gerekiyordu. Bir kere daha anlaşılmıştı ki 'hayatta olmazsa olmaz şeyler var'. Mesela ulaşılabilir gıda olmazsa evlerindeki insanlar nasıl tutulabilecekti? İlacını bulamayan milyonlarca insan çok farklı bir trajediye daha yol açmaz mıydı? Dışarıya çıkıp alışveriş edemeyen insanlara internet üzerinden bu ihtiyaçlarını karşılama ve evlerine ulaştırma imkanları açık tutuldu.

Şimdi dünyanın her noktasından 'normalleşme' sesleri yükseliyor. Hükümetler hala salgınla uğraşırken, bir taraftan da ülkelerinin normal hayata nasıl dönebileceği üzerinde kafa yoruyorlar. Bilim insanları henüz erken diyorlar ama bazı ülkeler 'kademeli geçiş süreci'ni başlattılar bile. Ne kadar önemliymiş ki ilk açılan işletmeler arasında berber, kuaför ve güzellik salonları var. Lokanta, cafe vb. için hala yeşil ışık yok. Turizm sektörü ne yapacak henüz belli değil. Özellikle turizm gelirleri yüksek olan bazı Avrupa ülkelerinin bu yıl oldukça kötü bir düşüş yaşayacakları anlaşılıyor. Öte yandan dükkanlar, AVM'ler, fabrikalar derken, o ki bir ay içinde peyderpey normale dönebileceğiz. Ancak şu da var: bu 'normal' bildiğimiz normal olmayacak. 'Farklı bir normal' yaşayacağımız daha bu günden belli. Örneğin; maskeli, sosyal mesafeli ve el yıkamalı hayat bir süre daha bizi bırakmayacak gibi görünüyor.

Yaşadığımız günler

Bugün Corona günlerinin 69.ncusu. Virüsün Türkiye'ye girişinden itibaren; 9 Marttan beri hiç aksamadan her gün 'Corona günleri' yazıyorum. Şu ana kadar çok nadir evden çıktım. Mart ayındaki İzmir, Orjan ve İstanbul seyahati, Nisan başında yasaklara takılmadan Ankara'ya dönüş. İzmir'de her sabah hastaneye gidiş ve akşam eve gelişler. İki kez de pazara ve markete çıkmak için. 25 Nisan gecesi annemin cenazesi için Ankara'dan Susurluğa gidiş. Ertesi günü onu toprağa verme ve geri dönüş. 

Ankara'da iki kez bahçedeki çiçek ve fidanlar için aşağıya inme ve bir kez de markete gidiş. İşte topu topu bir elin parmaklarını geçmiyor sayısı. Geçen hafta 10 Mayısta hanımla birlikte 65 yaş üstüne verilen izin kapsamında parka çıkalım dedik. O benden daha fazla, tam 2 aydır evden dışarı adımını atmamış. Artık bunalmış durumdaydı, iyi olur diye düşünmüştüm. Ancak sonra yaşımızın daha 62-63 olduğu, 65 yaş üstü gruba girmediğimiz aklımıza geldi. Yani bu sefer de biz sokağa çıkma yasağına takılmıştık. Üç gün sonra yakın bir markete çıktık birlikte. İşte bu kadar. Genelde evde geçmiş bir tünel gibiydi benim için corona günleri. Hala da o tüneldeyiz.

Hiç alışık olmadığımız bir zamandan geçiyoruz. Hiç değilse haftada bir gün, özellikle de cumartesileri dışarı çıkma alışkanlığımız vardı. Genellikle Kızılay'a, bazen Ulus'a, nadiren de Gölbaşı'na giderdik. Dolaşır, alışveriş eder, yemek yer akşam saati elimiz kolumuz dolu eve dönerdik. Lazım olduğumuzda iki yaşındaki küçük Ece Mercan torunumuz için İncek'e gidip gelmelerimiz olurdu. Bu gidiş gelişler de bizim için o haftayı renklendirmiş olurdu. Gün içinde hemen evimizin karşısındaki camiye gidip gelirdim. Akşam namazından sonra yatsıya kadar Kur'an okumalarımız vardı. Haftada iki gün de cemaat olarak caminin altındaki küçük odada bir araya gelir, çay içer sohbet ederdik. Haftada üç gün spor yapma ve yüzme imkanım vardı. Saat 1-1,5 gibi semtimizdeki yaşam merkezine gidiyordum. Bir saati koşu bandında, yarım saat aletli çalışma kısmında ve yine yarım saat kırk beş dakikası da havuzda geçerdi. Bazen saunasına girerdim. Duş alıp eve gittiğimde saat beş olmuş olurdu. Bu kış küçük kızım ve bebeği bizdeydiler. Onun ilk altı ayı her gün değişen ve gelişen halleriyle adeta evimizin tadı, tuzu, neşesiydi. Nenesinin kuzusu, dedesinin kınalısı, yakışıklı delikanlısı küçük Tuna da el bebek gül bebek büyüdü aramızda. Dört gün sonra tam yedi aylık olacak.   

Bazı haftalar çocuklarımız gelirdi evimize. Yemek yer ailedeki doğum günlerini hep birlikte kutlardık. Öğretmen olan büyük kızım da bu yıl sık sık bizimle oldu. Zaten geleneksel olarak hep sömestr tatilinde torunlarımızla birlikte Ankara'ya gelirler. İstanbul'da çalışan küçük oğlum da bazen çıkıp geldi aramıza. Birlikte çıkıp bir yerlere gitmeyi severiz. En son yine hep beraber Haymana'daki bir termal otele gitmiştik. Günü birlik olsa da küçük torunlar dahil maaile güzel bir gün yaşamıştık. Corona öncesi güzel, tatlı, kendimize göre renkli bir hayatımız vardı. Şimdi de haftada iki gün; yasak olmayan Pazartesi Perşembe  günleri küçük torunlarımız bize geliyor. Bunun dışında ne biz onlara gidebiliyoruz, ne de onlar rahatça bize gelebiliyorlar. Bereket, küçük oğlumla 2 Nisan'da İstanbul'dan birlikte gelmiştik Ankara'ya. Çalıştığı özel şirket evden çalışma düzenine geçtiği için dönmedi İstanbul'a, şimdilik birlikteyiz. Göya bu yıl ramazanı biz onun yanında geçirmeyi planlamıştık. Ama öyle olmadı. O bizim yanımızda, ramazanı birlikte geçiriyoruz.

Bu dönem hiç olmadığı kadar "yazabildim". Çünkü evdeyim, ortamım müsait ve yazmayı seviyorum. En başta 'Corona günleri' yazı serim bugün 69.u gününde. Yer yer bir belgesel tadında, bazen anı niteliğinde, çoklukla 'Ne düşünüyorum?'un cevabı günlük köşe yazısı mahiyetinde şeyler. Planlı değil, o gün hissiyatım, aklıma gönlüme düşen neyse onları yazıyorum. Güncele bağlılığım, herhangi bir konuya zorunluluğum yok, daha ziyade bana ait gündemler. Nadiren ilham gelmiş bir şiir yazmışım, bir yerde bir şey okumuşum onun tedai ettirdiği düşünceleri aktarmışım. Başlangıçta belli bir başlık bile atmıyorum. Yazıp bitirdikten sonra başlık kendiliğinden ortaya çıkıyor. Zaten kalemi elime aldığımda-bilgisayarımın klavyesi tıkırdamaya başladığında- inisiyatif benden çıkıyor sanki. O yazı kendi kendine bir rota çiziyor. Üslubu, hacmi ve ayrıntıları sanki önceden belirlenmiş gibi şekilleniyor. Yazıp bitirdiğimde "işte tam da böyle bir şey olsun isterdim" diye düşünmeden edemiyorum. Sanki Rodin'in eserlerini yaparken hissettiklerini ben de yaşıyorum. Malum, meşhur Fransız heykeltraş Rodin’e heykellerini nasıl yaptığını sorduklarında “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor” diye cevaplamış ya öyle. O taş blogun içinde bir heykel var, ama nasıl bir şey? Her çekiç darbesi, her düşünce, her duygu an be an heykeli şekillendiriyor. Sonunda taşın içinde soyulup ortaya çıkan heykel "İşte bu!" dedirtecek ölçüde güzel ve anlamlı.

Bir başka yazı serim memleketim Susurluk'la ilgili. Yaklaşık olarak 25 haftadır "Susurluk için ne yapılabilir?" sorusuna cevap olmak üzere yazılar yazıyorum. Amacım  'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân' yapılmasını sağlamak. Politik bir hedefim yok, aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyorum. Geleceğe uzanan yolu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamak lazım diye düşünüyorum. Bu çalışma zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi olmayacak. Onu bizzat Susurluk yapacak. Ama bu yazılarla ona giden yolu gösterecek; anlamayı, benimsemeyi, inanmayı, destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmaya çalışacağım. Kişisel olarak Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu merak ediyorum tabi. Fark şu ki: olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyeceğim. Şu anda ayrıca oluşturduğum bir WhatSapp grubuyla destekli bir şekilde Stratejik Plan yaklaşımının “Neredeyiz?” sorusuna cevap bulmaya,  düşünmeye ve önerimizi netleştirmeye çalışıyorum. Bu çaba aynı zamanda 'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân yapılmalı' önerimizi de şekillendirecek.

24 Nisandan itibaren hayatımıza mübarek Ramazan ayı da girdi. Onunla birlikte rutin corona günlerimiz daha bir canlandı, manevi bir iklimle bütünleşerek farklı derinlikler kazandı. Oruç ibadeti ona renk katan sahur ve iftarlarla sürüyor. Bugün 23. oruçlu günümüz. Rahmet ve mağfiret dolu "Merhaba" günlerini arkada bıraktık. Artık azaptan kurtuluş vesilesi son on gün, yani "Elveda" günleri içindeyiz. Bitmesine çok az kaldı. Önümüzdeki Salıyı çarşambaya bağlayan gece Kur'anda bin aydan hayırlı olduğu müjdelenen Kadir gecesi. Ondan 3-4 gün sonra da inşallah bayram. Her gün biri TRT1'de sahur sonrası namaza kadar, diğeri saat üçte Diyanet Tv'de olmak üzere iki Kur'an cüzü takip ediyorum. Mukabeleyi bu şekilde yapmak hoşuma gidiyor. Bir taraftan okunan kur'an kulağımda, öbür yanda meali alt yazıda. Klasik olarak yüzünden de okuyup takip edebilirim, hamdolsun biliyorum. Ancak Kur'an ayında onun ne dediğini, ne anlattığını, uyarı ve müjdelerini bir kez daha anlamak istiyorum. Buna doyamıyorum diyebilirim. Zira her seferinde farklı boyutlarını, ilginç hitaplarını ve zihnime gönlüme dokunan taraflarını keşfediyorum. Ramazan hayır hasenat duygularımızı da kabartan bir ay. Her fırsatta onu da yapsam, onu da versem, başka kime ne yardım edebilirim düşüncemiz eksik olmuyor. Allah kabul etsin.

Üç aylarla birlikte her güne bir 'Esma-ül Hüsna' paylaşmayı sürdürüyorum. Ancak bu yıl öncekilerden farklı olarak her gün bir 'Esma' bir de 'peygamberimizin dilinden dua' paylaşıyorum. Allah şükür bu güne kadar aksatmadım, inşallah bayram sonuna kadar da tamamlarım diye düşünüyorum. Corona günleri yazılarımı genellikle öğleye kadar, Esma ve duaları ise gece yatmadan önce yayınlıyorum. İlaveten haftada üç gün Cuma, Cumartesi ve Pazar Susurluk Reis gazetesinde çıkacak yazılarımla meşgulüm. Çarşamba sabahları da gazetede çıkan yazımın paylaşıldığı saatler.

Büyük torunlarımın ilki 17 yaşında, diğeri 9. Nazlı önümüzdeki sene liseyi bitirip üniversite sınavlarına girecek. Yağız da bu yıl üçüncü sınıfta, seneye ilkokulu bitirmiş olacak. Üçüncü torunum Ece Mercan geçen ay Nisan'ın 16'sında iki yaşına girdi. En küçük torunum Tuna bebek de yedi aylık. Torunlarım ailemin neşe ve sevgi kaynakları. Hayatımızın tam da odak noktasındalar. İki yıldır; olacak, oldu, güldü, konuştu, emekledi, oturdu, tay tay durdu, yürüdü kelimeleriyle özetlenebilecek bir gündemle geçiyor günler. Onları çok seviyoruz, çok tatlılar. Onlar da nennelerini, dedelerini seviyorlar. Neredeyse her anlarını, her birlikteliğimizi fotoğraflayıp kayda alıyoruz. Corona günlerinde gidip gelemesek de teknoloji sayesinde sık sık çocuklarımızla görüntülü konuşmalar yapıyoruz. Yaşlandığımızdan mı nedir? Ailemiz, çocuklarımız ve torunlarımız artık hayatımızın olmazsa olmazları. Kendimize ait plan ve zamanlardan daha çok onlarla dolu yaşamımız.

Bu kadar ağırlıklı ve öncelikli olmasalar da benim başka çocuklarım torunlarım daha var. Çiçeklerim ve fidanlarım hayatıma eşlik eden bir başka güzellik. Apartmanımızın girişinin üstünde markiz denilen büyükçe bir balkonumuz var. Sadece yan komşumuz ve bizden çıkış yapılabiliyor. Komşumuz sağ olsun çok iyi insanlar. Çiçek ve fidan konusunda da anlaşıyoruz. Bu yıl balkonda epey bir çiçeğimiz oldu. Sardunyadan hanımeline, papatyadan güllere, karanfilden açelyaya kadar bir çok çiçeğimiz var. Zeytin, limon, kayısı ve kiraza kadar da fidanlarımız. Geçen yıl attığımız şeftaliler de çıktı. Ayrıca apartmanın önünde bir sıra gül de dikmiştim. Aslında birkaç yıldır uğraşıyorum. Her yıl tutanlar çoğalıyor. Bir hanımelim, 2 ıhlamurum, 2 salkım söğüdüm, 1 iğdem ve 6-7 tane de yeni diktiğim kayısı fidanlarım var. Karşı tarafta sağlık ocağı önüne ve cami bahçesine ektiğim meşe ve ıhlamurlar hariç. Bugünlerde havalar birden çok sıcak oldu. Onları biraz daha sık sulamam gerekiyor.

Corona günleri ülkemizde ve dünyada bütün vahametiyle sürüyor. Dünyada vaka sayısı 5 milyona, ölenler de neredeyse yarım milyona ulaşmak üzere. Yine de herkeste bir normalleşme beklentisi var. İnsanlar oldukça bunaldı. Ekonomideki kötüye gidiş de eklenince hükümetler mecburen normalleşme senaryoları üzerinde çalışıyorlar. Bizde de tablo iyiye gitmekle birlikte henüz sona erdiğine dair verilere ulaşılamadı. Son bir aydır hafta sonları ve bayramlar sokağa çıkma yasağı konuyor. Bu gün de 19 Mayısla birleştirilmiş bir yasak gününü daha yaşıyoruz. Umutlarımız sembolik olarak 'Bayram'a odaklanmış durumda ama görünen o ki bayramda da belki sokağa çıkamayacağız.  Camilere gidemediğimiz, Cuma ve teravih kılamadığımız gibi bayram namazı kılmak da mümkün olmayabilir. Bayramı bayram gibi yaşayamayacak, sevdiklerimizle bir araya gelip kucaklaşamayacağız. Umutlar şimdilik bayram sonrasına, haziranın ortalarına doğru kaydı. En çok merak ettiğimiz şey yazlığımıza ne zaman gidebileceğimiz. Ancak gidebilsek bile, alıştığımız normale uymayan farklı bir normal yaşayacağız. Maskeli, sosyal mesafeli ve mümkün olduğunca evde kalmaya dayalı bir normal…Rabbim hayra çıkarsın. 

Bu dönem sadece corona virüs değil, annemin hastalığı ve vefatı da derin izler bıraktı hayatımızda. Kreşlerin ve okulların kapanması dolayısıyla çocuklarımızın zor günler geçirdiğine şahit olduk. Zorunlu ücretsiz izne çıkarılmaları ve maaşlarından kesinti yapılması gibi oldu bittiler karşısında onlarla birlikte üzüldük. Dışarıya çıkamayan çocukların zaten bunalmış durumdaki anne babalarının tepesinde enerji boşaltmaları karşısında çaresizdik. Dostlarımızı arkadaşlarımızı göremedik. Vakit namazlarına camiye gidemedik. Sıkıldığımızda dışarı çıkıp gezemedik. Spor yapamadık, hiç olmazsa çıkıp yürüyebilseydik. Evde kalmak corona için önemli bir tedbirdi, anladık ve uyduk zaten. Sabır, sebat, tahammül ve metanet değerli kazanımlarımızdı. Fakat bahar günlerinde evlerimizin dört duvarı arasında sıkışıp kalmak da çok zordu doğrusu.