23 Ocak 2019 Çarşamba

23 Ocak 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı95.....................................Yolcu yolunu bil

Yolcu yolunu bil

Demek dünyada görebildiklerimiz hep bizim için düşünüp ibret alma vesilesi. Ayetler sadece Kur'anda yok, görebilene etrafımızdaki her şey birer ayet aslında. İnsana hamd etmeyi, şikayet etmemeyi, umudu ve azmi hatırlatıyorlar. 

Yaşama tutunmayı, sevgiyi, ömür yolculuğunun anlamını ve vuslata olan aşkı öğretiyorlar.

Millete hizmet yolunda emanete talip olmak, bunun için çalışmak da kutlu bir iş. Nasıl su dağları, kayaları aşıp yoluna giderse “Ben yaparım” diye meydana çıkanlar da ‘Besmele’ ile öyle yola çıkıyorlar. Hak nasip etmişse bir kaya çatlağında bitip boy veren ağaçlar gibi olacaklar. Yeter ki lütfun nereden geldiğini unutmasınlar. Gayretleri kadar, şecaat, edep ve zarafetle de yol almayı bilsinler.

Seçim yarışı hafif hafif ısınıyor. Şu ana kadar çirkin, olumsuz bir durum yok. İnşallah nazar değmez. Gayet güzel, mertçe ve millete hizmet önerilerinin, projelerin yarıştığı bir mücadele izleriz. Her sağduyulu insan gibi benim de gönlüm, bu seçimlerin demokrasi er meydanında mertçe, centilmence, delikanlıca bir mücadeleyle, kazasız belasız sonuçlanmasını istiyor.

Geçmişte yüzümüzü kızartan, sıkıntı veren çok tecrübe yaşadık. Genellikle demokrasimiz bunları aşmasını bildi. Ama yaralandık, berelendik. Yüzümüzü kızartan, inciten, yerine göre hiddetlendiren pek çok kötü anımız var. Bu sefer de kazanan demokrasimiz olsun. Zedelenmeden, yıpranmadan, çirkinleşmeden, alnımızın akıyla çıkalım bu süreçten.





21 Ocak 2019 Pazartesi

21 Ocak 2019 Pazartesi 23:30 KAYIP DEFTER'den...............................KAYIP DEFTER KİTABI




KAYIP

DEFTER

  

 

Oğlum Cüneyte…

 

 

 

Kanada'dan gelen mektup

7

Süleyman

9

Çöpten Çıkan Defter

11

Burası nasıl bir yer böyle

14

Olay var !

18

Yirmi yıl sonra yeniden

23

Jetonlu Telefon Kulübeleri

28

Yurtta boykot, Spor Salonunda basket

32

Fırtına yaklaşıyor

38

Kim bu Burdur'lu Ahmet ?

44

Özel (!) Görev

55

Aaa Müdürmüş !

61

Bir efsane gibi

70

Sadece kırmızı, sadece mavi olabilir mi dünya ?

75

Yangın var !

81

Tv de futbol

88

Çözüm için üç ilke

95

Yol haritası

102

Hadi bakalım kolay gelsin

109

Tuvaletteki kızlar

115

İki ateş arasında

122

Aha ! Valla bomba patladı

126

Öğrenci gazetesinde aşk

132

Yok daha neler

138

Başka meseleler

143

Culluk hastalığı

149

Yeni döneme hazırlık

155

Haydi bismillah

163

Büyük değişim

169

  

Sosyal faaliyetler

185

Sürprizlerle dolu günler

218

Yabancılar geliyor

228

Spor, konser, sergi ve daha çok şey

235

Bu hiç hesapta yoktu

239

Yurt FM

246

Kantinde pankart

252

Kritik görüşme

264

Flash TV de açık oturum

276

Yurtta Ramazan

285

Ramazan geldi hoş geldi

291

Yeşil çevre kulübü doğuyor

297

Süreç devam ediyor

307

Farklı bir nevruz

315

Sancılı günler

323

Ziyaretçilerimiz

333

Bir rüyam var !

338

Bir gezi denemesi

349

Onlarla birlikte

355

Pamukkale turu

365

Yine vukuat, yine olay

372

Karışık duygular

383

Müdür gidiyor !

399

Veda zamanı

411

 


Kanada'dan gelen mektup

 

Gelen kargoyu hızla açtım. Kanada'dan gönderilmişti ve göndericiyi tanımıyordum. Ama çok meraklanmıştım. Bir taraftan da "Allah Allah ne ki bu böyle" diye söyleniyordum. 


İçinden çıka çıka açık kahverengi eski bir ajanda ile CD çıktı. 


Birden irkildim, elimdeki şey tanıdıktı. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlamış, merakım daha da artmıştı.

 Çabucak kargo poşetini çöpe attım. Salonda bir koltuğa çöktüm. Aman yarabbi ! bu benim kayıp defterim. İşte içinde de benim el yazımla yazılmış notlarım. Ama Kanada'da ne arıyormuş ? Nasıl yani ya !

 

Sayfaları çevirdim titreyerek. Oldukça yıpranmıştı. Üzerinde yer yer solmuş lekeler vardı. Bazı sayfaları yırtılmış, bazılarının üzerinde ise küçük çocukların yaptığı türden çizik, resim ve karalamalar görülüyordu. 

 

Bu arada, kapağın hemen altında katlanmış bir kağıt fark ettim. Açtım, bir mektuptu. El yazısıyla ve ingilizce yazılmıştı. Anladığım kadarıyla bir solukta okudum. Mektup Helen ÇAKIR isimli bir kadın tarafından yazılmıştı. Eşi Türkmüş ve defter ondan kalmış. Galiba üç ay önce kaza geçirip ölmüş.

 

Defterin bana ait olduğunu araştırıp öğrenmişler. CD de de eşinin yazdıkları varmış. Biraz da defterin bulunduğu günlerden ve sonrasından bahsediyor. 

Elimde mektup, kucağımda defter donup kalmışım. Eşimin sesiyle irkildim. "Neymiş, kimden gelmiş ?" Başımı çevirdim, bir şeyler söylemek istedim ama gözlerim dolmuş, boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Kaybolan defterimi göndermişler" diyebildim yalnızca.


Merakla yanıma oturdu. 17 sene önce bir otobüsde unuttuğum çantamı ve içinde yazdıklarımla kaybolan defterimi o da hatırlamıştı. Defteri şöyle bir karıştırıp usulca yanıma koydu. Benim ruh halim karmakarışıktı. Çok sevinmiştim ama içimden nedense ağlamak geliyordu. "İyi hadi, çok üzülmüştün. Bak sonunda o seni buldu." dedi gülerek. 

 

Defteri elime alıp rastgele bir sayfasını açtım. Bursa'daki yurt müdürlüğüm sırasında tuttuğum bir günlüktü. Açtığım sayfa da yurtta öğrenciler için başlattığım sosyal, kültürel, sportif etkinliklerin hazırlıklarından bahsediyordu. Evet oydu.

Bursa'da geçirdiğim o unutulmaz onbeş ayın hikayesi. Benim için sanki onbeş yıl gibi geçen o sıradışı mücadele. Onu bulmuştum ama şimdi nasıl olup da on yedi sene sonra bana ulaşabildiğini öğrenmem lazımdı.

 

Kaybettikten sonra başından neler geçmiş, kimlerin elinde okunmuş ve nerelere gitmişti. İçindekileri görmek için CD'yi açmalı ve bir an önce mektubu ingilizce bilen birine tercüme ettirmeliydim.  

 

 

Süleyman

 

İki gündür aklım başımda değil. Helen'den gelen mektup adeta allak bullak etti beni. Çünkü, defterin başına gelenlerden çok onun büyük acısıydı ilk öğrendiğim. Helen Yunanistan uyrukluymuş. Süleyman'la ikisi üç sene önce yüksek lisans için geldikleri Kanada'da tanışıp birbirlerini sevmişler. Bir yıl önce de Ankara'da evlenmişler.

Ama çok kısa sürmüş mutlulukları. Ağustos ayında bir trafik kazası geçirmişler. Helen, hafif yaralı kurtulmuş. Süleyman'ın hastaneye geldiğinde zaten durumu oldukça ağırmış. Ne yazık ki bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamış. 

 

Bu defter hakkında daha önce çok konuştukları için bilgisi varmış Helen'in. Aslında defter çocukluğundan beri Süleyman'ın elindeymiş. Ama, üniversite öğrenciliği sırasında eski eşyalarını elden geçirirken dikkatini çekmiş. İçindekileri okuyunca da bir daha defteri hiç yanından ayırmamış.

 

Süleyman bir taraftan da benim izimi sürmüş kendince. Kanada'ya gitmeden evvel de Mecliste çalıştığımı öğrenmiş zaten. Niyeti benimle tanışmak ve yazdıklarıyla ilgili görüşmekmiş. Ankara'ya geldiğinde beni çok görmek istemiş. Ama olmamış işte. Düğün telaşından buna vakit bulamamışlar. 

 

Anlaşılan Süleyman, üniversite öğrenciliğinden beri bu defterden de yararlanarak bir şeyler yazmaya çalışıyormuş. Onun yazdıklarını bilgisayarından bir CD'ye aktarıp defterle birlikte gönderdiğini söylüyor Helen. Süleyman'ın çocukluğu ve öğrenciliği ile birlikte defterin kendisi hakkında da yazdığını ilave etmiş. 

 

Helen bu defterin ve Süleyman'ın yazdıklarının bana ait olduğunda ısrar ediyor mektubunda.

 

Helen emekli olduğumu, yerleştiğim yeni adresimi de, Türkiye'deki ailesi aracılığı ile öğrenmiş. Acısının çok büyük olduğunu, ama toparlanıp hayata devam etmesi gerektiğini da söylüyor.

 

Süleyman'ın eşyalarını Türkiye'ye gönderirken bu defteri de asıl sahibine iade etmek istemiş işte. Eşinin benimle tanışmayı çok istediğini, bu yüzden günün birinde bunu kendisinin yapabileceğini ümit ettiğini de eklemiş. Çünkü, defter her ne kadar bana aitse de onun için Süleyman'dan bir parça olmayı hep sürdürecekmiş. 

……………..

 

İşte böyle. Mektuptan o kadar etkilenmiştim ki, o gün ne CD'ye ne de deftere el sürebildim. Oysa, CD'yi, defterin nasıl olup da Süleyman'ın eline geçtiğini, yazdıklarını çok merak ediyordum. Nihayet bugün, daha gün yeni ışımışken CD'yi bilgisayarımda açabildim. 

Gördüğüm kadar Süleyman'ın yazıları her biri ayrı bölüm halinde 23 Word dosyasından oluşuyordu. İlk fark ettiğim şey, kendi ağzından yazılmış olduğuydu. Bir üniversite öğrencisinin gözlemleri ve yaşadıkları anlatılıyordu sanki.

 

Ama daha da ilginç olan şey; Süleyman'ın 1992-1993 yılında Bursa Uludağ Öğrenci Yurdunda kalan bir öğrenci gibi yazmış olmasıydı. Anlaşılan, defterimdeki günlükler ona epey malzeme sağlamıştı.

 

İlk bölüm "Çöpten çıkan Defter" başlığıyla yazılmıştı. Merak ettim bir çırpıda okudum. Defterin sırrı artık çözülmüştü.  

 

 

Çöpten Çıkan Defter

 

Adım Süleyman Çakır. Artık bir üniversite öğrencisiyim. Üç yıl süren okul dersane maratonu sona erdi. Nihayet Uludağ Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesini kazandım. Önümüzdeki hafta da Bursa'da olacağım. Şimdi hazırlanmam lazım. Bu yüzden kardeşlerimle birlikte sıkış tepiş kaldığım odama sanki son kezmiş gibi bakıyorum.

Öncelikle şu dağınıklığı halletmeli. Eski kitap ve defterler, her taraf onlarla dolu. Bana hala üniversiteye hazırlandığım günleri hatırlatıyor. Görmek bile istemiyorum. O yüzden hepsini toplayıp atmalıyım. Ardından giyeceklerimi bavuluma doldurmalı.

 

Nihayet kardeşlerim rahat edecekler. En çok da annem sevinecek bu işe. Gideceğim için üzüldüğünü biliyorum ama en azından bu odanın hafiflemiş hali onu da memnun edecektir yani. 

…………..

 

Çöpe atmak üzere kutuya doldurduklarıma son bir kez bakıyorum. Orta boy eski bir ajanda gözüme takılıyor. Elime alıp bakıyorum gülümseyerek. Babamın ilkokula başladığım yıl bana boş sayfalarına yazsın çizsin, okul defterlerimi ziyan etmeyeyim diye getirdiği bir defter bu.

Öylesine sayfalarını karıştırıyorum. Başlangıçta bir ilkokul öğrencisinin yazmaya çalıştığı eğri büğrü harfler, şekiller ve karalamalar görüyorum. Yer yer de çocukça çizilmiş resimler var. Bazı sayfalarını yırtmışım belli. Ama, bu defter birinin günlüklerine benziyor. Bayağı da doldurmuş hani.

 

Yazılmış el yazısını sökmeye çalışıyorum. Fark ediyorum ki bir öğrenci yurdundan bahsediyor. Olay olmuş galiba.

Dikkatimi çekiyor, elimde defter divana oturuyorum. O sayfayı soluksuz okuyorum. Sonra defterin bir başka sayfasını, sonra bir başkasını daha…

…….

 

"Baba bu defter kimindi ?" Babam defteri eline alıp şöyle bir bakıyor. Önce hatırlamıyor. Üsteliyorum. "Baba sen bu defteri bana ilkokul birinci sınıfta getirip vermiştin hatırlamıyor musun? Onu nerden bulduydun ?"

Adam, gözlüğünü takıp bir kez daha dikkatle bakıyor eski, soluk, yer yer lekeli eski ajandaya. Aniden hatırlıyor. "Haa, bu bizim benzin istasyonunda çöpten çıktıydı." Babam yıllarca Aştide bir akaryakıt istasyonunda çalışmış ve şimdi emekli olmuştu. O gün istasyonun çöplerini atarken konteynırda ağzı açık bir çanta görmüş. İçinden bu defter sarkıyormuş.

 

Atıldığını düşünmüş ve alıp ilkokula yeni başlayan küçük Süleyman'a getirmiş. Bu sefer merak sırası yaşlı adama geliyor. "Ne oldu ? Bir şey mi var ?" "Yok baba, bugün eski kitaplarımı toplarken buldum. O zaman hayli yazıp çizmişim, hatta yırtmışım, ama içindeki şeyler bayağı güzelmiş."

 

Babam, annem ve kardeşlerim merakla yüzüme bakıyorlar. Gülerek devam ediyorum. "Defter bir yurt müdürüne aitmiş. Hem de nerenin biliyor musunuz ?" Hepsi dikkat kesiliyor. "Adam Uludağ Öğrenci Yurdu Müdürüymüş." Gülmeye devam ediyorum. Kısa bir sessizlik oluyor.

 

Babam, anlamak için tekrarlıyor. "Yani seni kayıt ettiğimiz yurt mu ? Başımla tasdik ediyorum. "Evet baba. Benim yurt Müdürüymüş. Başından geçenleri yazmış bu deftere." 

…………

 

Üç gündür defteri okumaya çalışıyorum. El yazısı biraz zor okunuyor, ama okudukça kopamıyorum. Vay be ! Adamın başından neler geçmiş. Birden üniversite öğrenciliği ve yurt yaşamı beni korkutuyor. Bir taraftan da merak içindeyim. Şimdi nasıl oldu acaba ?

Yazılanlara göre artık düzelmiş olmalı. Şimdi ister istemez her gördüğüm şeyi ben o günlerdeki haliyle yaşayacağım. Sanki 1991 yılının Eylül ayı sonunda yurda kayıt olan Uludağ Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi öğrencisi Süleyman Çakır gibi.  

 

 

Burası nasıl bir yer böyle

 

Okula başlayalı bir ay oldu. Başlangıçta biraz korktum ama, yavaş yavaş buradaki hareketli yaşama alışıyorum. Bir çok yeni arkadaşım oldu. Üniversite şehrin yirmi kilometre dışında. Büyük ve yeni inşa olmakta olan bir kampüs . Yurt da bu kampüsün içinde. Oldukça büyük ve kalabalık.

Söylendiğine göre Türkiye'nin en büyük yurduymuş. 2000'i kız 3000'i erkek toplam 5000 kişilik. Görükle köyüne yakın olduğu için daha çok bu isimle anılıyor. Günler ne çabuk geçti. 

 

İlk günüm bayağı zor geçmişti. Kayıt için daha önce babamla Üniversiteye gelmiştik ama o gün yurdu ancak uzaktan görmüştük. Bu defa yakından bakınca, hele de içeri girince doğrusu bayağı ürkmüştüm. O günü anlatmalıyım. 

 

"Bursa şehir merkezinden Görükle dolmuşları ile kampüse geldim. Minibüs, fakültenin yakınında toprak bir yolda bıraktı beni. Sanki yurdun yakınına sokulmak istemiyormuş gibi de hızla uzaklaştı. Etrafıma baktım. Yakında duvarı bir sürü afiş ve sloganla yaz boz tahtası haline gelmiş bir trafo binası. Biraz ilerde İdari Bilimler fakültesi binaları. Onların duvarları da öyle.

 

Kayıt olurken bazı öğrenci gruplarının hareketleri gözüme çarpmıştı. Etrafta da bazı afişler görmüştüm. Ama okula başlamanın heyecanıyla olmalı bende daha fazla etki yapmamıştı. Birden, kendimi yalnız, ürkek ve garip hissettim.

 

Elimde bavulum, ıvır zıvır bir sürü poşet ve annemin doldurduğu yolluk (!) çantasıyla yurda doğru 100-150 metre yürüdüm. Yolda okula giden gelen kızlı erkekli gruplar vardı. Sanki onlar da benim gibi ürkek ve tedirgindiler. Ya da bana öyle geldi.

 

Yurt adeta üniversite kampüsü içinde ayrı bir kampüs gibiydi. Etrafı duvarla çevrili geniş bir alanda 10-12 kadar bina ve daha bir sürü şey. Karınca gibi öğrenci kaynıyor. Kapıya yaklaştıkça ortam daha da ürkütücü hale geldi. Giren çıkan öğrenciler, üniformalı görevliler. Etrafta yine afiş ve yazılar.

 

Yorulmuştum. Yan taraftaki listelere yöneldim. Kayıt için listede adımı aradım öylesine. Biliyordum ama bulunca daha bir rahatladım sanki. Bir taraftan da kaçamak bakışlarla etrafıma bakmayı sürdürüyordum. Yeniden çantalarımı yüklendim ve girişte biriken öğrencilere doğru yürüdüm.

 

Kapı camlarında öğrencilerin kimlik göstermeleri gerektiği yazılı. Ama sanki kimse kimlik göstermiyor gibi. Allah Allah acayip şey !. Bu arada birden etrafta bir hareketlenme oldu. Bir grup genç üniformalı görevliyi itip yurda girdi. Müdahale etmek isteyen diğer görevlileri de aralarına alıp tartakladılar.

Düdükler çaldı, koşuşturmalar oldu. Nereden geldiyse, içerden koşup gelen diğerleriyle birdenbire kalabalıklaşan grup bağırmaya ve slogan atmaya başladı. Ben öyle olanları seyrediyorum, dalmışım. Neden sonra "Kayda mı geldin ?" diyen bir sesle uyandım. "Ne ? Ben mi?" Toparlandım. "Evet. Asil listede ismim var"

 

Görevlinin yüzüne baktım, bembeyazdı. Korku ve endişe dolu bakışlarla hem benimle ilgileniyor, sık sık da slogan atan gruba doğru bakıyordu. Yüz kaslarında seyirmeler fark ettim. Bana mı öyle geldi acaba ?

Gösterilen kayıt yerine doğru giderken öğrenciler dağılmış, görevliler hiçbir şey olmamış gibi işlerinin başına dönmüştü bile.

 

Kayıt işleminden sonra kalacağım 2 numaralı bloğa doğru giderken kantinin yanından geçtik Gerçekten ürkütücü bir görünümü vardı. Yurt kampüsünün orta yerinde geniş İki katlı bir binaydı. İçi kadar dışı da kalabalıktı.

Duvarlarda yine defalarca yazılmış silinmiş, yeniden yazılmış, üstünden geçilmiş yazılar vardı. Dış camların bir çoğunun kırık olduğunu gördüm. Kırılmamış olanlarda da malum afişler.

 

Yemekhane ve kantin burası olmalıydı. Büyüklüğü ve içerdeki kalabalık beni şaşırttı. Dahası, öğrenciler birer sandalye almış gruplar halinde kantin dışına da taşmışlardı. Bu arada ayakta gruplaşmış parkalı bazı gençler gördüm. İçlerinde biraz önce yurda girenler de vardı. Belli ki olayla ilgili konuşuyorlardı. 

 

Odama çıktığımda kafam "Allahım ben nereye geldim. Nasıl bir yer burası ?" sorusuyla uğraşıyordu.

Blokta da bazı kayıt işlemleri olmuştu. Can sıkıcı bürokratik şeylerdi işte. Şunu doldur, bunu imzala, git çarşaf, nevresim al, battaniye için de şuraya gideceksin, memuru bekle, şunu yap, bunu yapma vb. bir sürü şey.

 

Ama bu arada memurların hiç birinin mutlu bir hali olmadığı dikkatimi çekti. Hepsi canından bezmiş, korkmuş ve tedirgin görünüyorlardı. Gözleri sürekli kapıda, giren çıkanlardaydı. Ne biçim şey burada da camlarda kimlik gösterilmesi zorunludur deniliyordu ama buna uyan muyan yoktu. Etrafta da yine alışıldık görüntüler. Yazılar, kırık camlar, afişler ve aceleyle girip çıkan gruplar.

 

Sonunda işlemler bitti. Odam 3 katta uzun bir koridorun sonunda bir tuvalatin karşısındaydı. 8 kişilikti. İçerde ikişer kişilik karşılıklı demir ranzalar, girişte de demir elbise dolapları vardı. Odaya ağır bir koku sinmişti.

 

Elimde yastık nevresim etrafa bakınırken "Hoş geldin arkadaşım. Ben Mehmet" sesiyle irkildim. Orta boylu, güleç yüzlü bir genç bana elini uzatıyordu. Birden rahatladığımı hissettim."

 

Yeni ve şaşırtıcı bir dünyaya ayak basmıştım.

 

  

Olay var !

 

Akşam kantine gitmemiştik. Belli ki ikimiz de yorgunduk ve hemen yatıp uyumak istemiştik. Ama sabah da kantine giremedik. Belki de kalabalık ürkütmüştü bizi bilmiyorum. Durmadık işte. Bir taraftan heyecanlıydık ve bir an önce okula gitmek istiyorduk, fakat bir taraftan ikimiz de açtık. Bu yüzden kendimizi okulun kantinine zor attık.

Annemin yolluk olsun diye verdiklerini bir bir çıkardık. Mehmedin getirdiği büyük bardak çaylarla karnımızı doyurmaya koyulduk. "Süleyman, annen ne güzel şeyler koymuş. Allah razı olsun. Pek makbule geçti."

 

Mehmet bir taraftan atıştırıyor, bir taraftan da bana laf yetiştiriyordu. Bu arada, öylesine havadan sudan bir çok şey konuştuk. Kastamonuluymuş, benden üç gün önce gelmiş. O da İdari Bilimlerdeymiş. Birbirimizi bulduğumuza ve arkadaşlığımıza memnunduk. Muhabbetimiz iyiydi.

 

Neden sonra doyduğumuzda etrafımıza bakınmayı akıl edebildik. Bir gariplik vardı sanki. Daha sabah çok erkendi. Ama, çevremizde öbek öbek gruplaşmış öğrenciler fark ettik.

 

Birkaç genç de duvarlara bir şeyler asıyordu. Etraf sessizdi, ortamda sanki bir fırtına öncesi durgunluk vardı.

………….

 

Törenden sonra sınıflarımıza girdik. Yaklaşık 50 kişi vardık galiba. Herkes etrafını süzüyor, daha önceden birbirini tanıdığı anlaşılan ön sıradaki birkaç kişi yüksek sesle şakalaşıyorlardı. Biz de Mehmet’le yan yana oturduk.

Nihayet hoca da geldi kendini tanıtmaya başladı. Daha dersin ilk yarım saati geçmemişti ki aşağıda bir gürültüdür koptu.

 

Askıya yakındım, gayri ihtiyari kabanıma uzandım. Zaten kimden çıktığı belli olmayan bir "Olay var !" sözüyle birlikte bütün sınıf ayaklanmıştı.

 

Kırılan cam sesleri, çığlık ve bağırışlar arasında, bir iki saniye içinde başta hoca olmak üzere hepimiz koridordaydık. Dışarısı bir anda ana baba gününe dönmüştü. Düşünmeden herkesin kaçtığı yöne doğru ben de koştum. Görünüşe göre alt kattaki kantin karışmıştı. İki grup birbiriyle kıyasıya dövüşüyor, bu arada sloganlar, naralar birbirine karışıyor, sandalyeler havada uçuşuyordu.

 

Fakültenin biraz uzağına ulaşınca, durup arkama baktım. Mehmet de koşarak bana doğru geliyordu. Bayağı korkmuştu. İkimiz de nefes nefese idik. Bu arada uzaktan bir grup asker cemsesinin okula yaklaştığını gördüm. Şimdi de büyük bir öğrenci grubu yurda doğru kaçıyordu.

 

Hep birlikte, adeta bir sel halinde yurda aktık. Kimlik, mimlik, görevli falan umurumuzda değildi. Bir an önce güvenli bir yere ihtiyacımız vardı. Nihayet kendimizi odamıza zor atmıştık. 

 

Bizden sonra gelenlerle birlikte şimdi odada 5 kişiydik. İkisi eski öğrenciydi. Mühendislikte okuyorlarmış. Üçüncü sınıf öğrencisi imişler. Hamit Ankaralı, Levent Zonguldaklıymış. Biz üç kişi ise yeniydik. Orhan da Orman Fakültesi öğrencisiymiş. Balıkesir'den gelmiş.

 

O gün odada konuşulan tek şey sabah okulda yaşananlar oldu. Daha doğrusu eskiler anlattı biz dinledik. Bazen çekinerek sorduk. Onlar, tecrübeli abi edasıyla anlattılar.


Geçen sene de böyle olaylar olmuş kampüste. Özellikle bizim okulun devam mecburiyeti olmadığı için geleni gideni belli olmazmış. Olayları çıkartanlar dışardan gelirmiş yani.

Yurtta da bazı olaylar olurmuş ara ara. Hatta geçen sene yurt müdürü odasında rehin alınmış da ancak iki gün sonra 400-500 polis jandarma gelmiş de kurtarmışlar. Adamı o günden sonra gören olmamış. Başka yurda tayin olmuş galiba. O günden beri de yurt idaresi var mı, yok mu belli değilmiş.

 

Çok dikkatli olmalıymışız. Özellikle kantinde. Çünkü karşıt gruplar varmış içerde. Sık sık kavga gürültü çıkar. Çam çerçeve inermiş. Sandalye, bardak ne var ne yoksa havalarda uçuşurmuş. Hele geçen seneki ramazanda çıkan olaylar tam üç gün sürmüş. Bir çok öğrenci yaralanmış, gözaltına alınanlar olmuş.

 

Ama nedense her olay, her kavga gruplaşmayı daha da arttırmış. Yurtta olan olay okula, okulda olan gerginlik de yurda yansırmış. Olay olmasa da taraflar daima gergin ve birbirlerine karşı teyakkuzda imişler.

 

Miş, miş, miş...Sanki bir alacakaranlık kuşağı gibi idi anlatılanlar. Geç vakit uyumuşuz.

………..

 

Sabaha karşı büyük bir gürültüyle uyandım. Odaya bir sürü insan girip çıkıyor. Her taraftan yüksek sesli komut ve bağırış sesleri geliyor, kapı ve dolap çarpma sesleri birbirine karışıyordu. Uyanıp fırlamıştım, ama şoktaydım. Ne yapacağımı bilemez bir halde dikiliyordum.

iri tarafından sertçe itildiğimi fark ettim. "Geç şöyle ! Kimliğini çıkar." diyordu yüksek sesle. Küçücük odada hala ne olduğunu anlayamadığım kalabalık gölgeler ve sesler arasından dolabıma doğru adeta uçtum.

 

Bu defa da bir jandarma askerinin otomatik kırıkkalesiyle burun buruna gelmiştim. O da emretti "Aç şu dolabı !" Eşofman cebimdeki anahtarı hatırlamam, anahtarı çıkarmam ve dolap kilidinin deliğini bulup açmam sanki saatler sürdü. Anı ağır çekim yaşıyordum sanki.

 

Askerin "Hadi be hemşerim bütün gece seni mi bekleyeceğiz" sesiyle kendime geldim. Bu arada göz ucuyla etrafa bakmaya çalışıyordum.

 

Odadaki öğrenciler ranzaların önünde hizaya girmiş, iki polis kimliklerine bakıyordu. Bir polis de kapıda duruyordu. Benim başımdaki ile birlikte iki asker de açılan dolaplardaki eşyalara bakıyorlardı. Diğer askerin baktığı dolaptan aldığı bazı kitap ve kağıtları dikkatle incelediğini fark ettim. 

 

Bu arada koridorda bir gürültü koptu. Kapı açıktı, polis de gürültüye doğru seğirtti. Üç dört polis ve jandarma kaçmaya çalışan bir genci yakalamış, yaka paça götürüyorlardı. Koridordan ve katlardan ağır bir uğultu yükseliyordu.

 

Kapıdaki polis yüksek sesle küfür ederek odaya geriye döndü. Bu arada, dolabımı açmış kimliğimi almıştım. O hiddetle bana da bağırdı "Sıraya geç lan ! Ne bakıyorsun ?" Mehmedin yanına geçtim.

 

Bu arada bir öğrenci yalvarıp duruyordu. "Ben daha yeni geldim. Valla yurda yarın kayıt olcam." Polisler onun önünde birikmişlerdi. "Nüfus cüzdanını ver o zaman."

Gencin traş olmamış yüzü bembeyaz olmuştu. Karmakarışık saçları arasında korkuyla açılan gözlerini görebiliyordum. "Evden çıkarken almayı unutmuşum" dedi kekeliyerek.

 

Birden genci hatırlamıştım. Geçen gün kapıda görevliyi iterek yurda giren ve içerde slogan atan grubun içindeydi. Polisin biri gencin çantasında bulduğu bir tomar kağıtla koridora çıktı. Bu arada genç sıkıştırılmaya devam ediliyordu. "Bunlar ne ? Bildiri mi dağıtacaktınız okulda. Hangi örgüttensin sen?"

 

Dışarıya çıkan polis, amirleri olduğu anlaşılan biriyle döndü. Amir "Alın bunu" dedi sertçe. Direnmeye çalışan genç adeta sürüklenerek dışarı çıkarıldı. Bir süre gencin bağırarak slogan atışını duyduk koridorda. 

 

Odadaki arama bitip polis ve askerler dışarıya çıktığında hepimiz gayriihtiyari cama yığıldık. Yurdun ve blokların bütün ışıkları yanıyordu. Dışarda bir sürü polis aracı ve asker cemsesi kuyruk halinde dizilmişti. Araç farları yurt girişini aydınlatıyor, gecenin karanlığını delen siren ışıkları durmayasıca dönüyordu. Etraf asker ve polis kaynıyordu sanki. Bütün blokların camlarından odalardaki hareketlilik görülebiliyordu.

 

Zonguldaklı Levent küfür ederek konuştu "Ulan uykumuzun içine ettiler. Daha ilk gün, yeni başladık be. Saat gecenin 4'ü. Bu ne biçim hoş geldin böyle !" Mehmed'le göz göze geldik. İkimiz de şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk.  Sabaha kadar uyuyamadık tabi. Zaten, küçük çaplı polis asker ordusu çekilip gittiğinde saat 8 olmuştu. Bu olanlar neydi böyle? Hem korkmuş, hem de meraklanmıştık. Yurt neden basılmıştı? Neler olmuştu ? Bundan sonra daha neler olacaktı ? Öğrenmeliydik.

 

 

Yirmi yıl sonra yeniden

 

Bugün Bursa'ya gelişimin ilk bir ayı doldu. Hala biraz korkuyorum. Sadece bende değil, gördüğüm kadarıyla ürkek ve tedirgin davranışlar çok yaygın burada. Etrafta her an bir olay çıkacakmış gibi sürekli bir gerginlik var. Sanki 1970 li "anarşik" yılların tekrarı gibi sahnelenmiş bir oyun bu. Sanki 20 yıl sonra o film bir daha vizyona girmiş de ben ilk kez seyrediyorum gibi. Farkı şu, bu kez ben o filmin içindeyim.

Sabaha karşı 4'de yapılan yurt baskını ve aramadan sonra devam eden bir hafta boyunca gündemimizde hep bu konu vardı. Anlatılanlara göre; bu tip aramalar senede birkaç defa olurmuş. Yurt büyük ve öğrenci sayısı fazla olduğu için de çok kalabalık bir polis ve asker ordusu gelirmiş böyle. Hep de sabaha karşı olurmuş nedense.

 

Kampüs şehir dışında olduğundan Jandarma bölgesiymiş aslında. Ama bu baskınlar mutlaka polisle birlikte yapılırmış. Bunun dışında üniversite kampüsü içinde ve tabi ki yurtta da polis olmazmış. Olay olduğunda hep jandarma görmemiz bu yüzdenmiş demek ki.

 

O sabah işte bu küçük çaplı polis asker ordusu gittiğinde saat 8 'di. Dört saat boyunca odadan çıkamamıştık. Bu arada duyabildiğimiz seslerden, pencereden görebildiklerimizden olup biteni anlamaya çalışıyorduk.

 

Ara sıra Hamit'le Levent için odaya girip çıkan eski öğrencilerin getirdikleri haberlerden, onların aralarındaki konuşma ve yorumlarından; aramanın okuldaki kavga ile ilgili olduğunu, olayların bu gün ve yarın da devam edebileceğini, yurtta öğrenci olmayan çok sayıda yabancı olduğunu, arama sırasında tam 80 kişinin gözaltına alındığını öğrenmiştik.

 

Gerçekten de o gün okulda çok sıkı tertibat alınmıştı. Dersler yapıldı ama hocalar dahil herkes tedirgindi. En ufak bir gürültüye dikkat kesiliniyor, bu arada doğal olarak da ders bölünmüş oluyordu. Biz yeni öğrenciler kantine inmeye çekiniyorduk. Ders aralarında en çok koridora ve tuvaletlere çıkabilmiştik.

Öğleyin üniversite yemekhanesinde de kısa süreli bir karışıklık oldu. Bir grup yüksek sesle olayları ve askerin üniversiteye girişini protesto etti. Anında dağıtıldılar. 

 

Yurda döndüğümüzde hava hala kasvetliydi. Girişte ve meydanda çok sayıda gruplaşmış öğrenci vardı. Bize birbirlerini gözlüyorlarmış gibi geldi. Ama, kantin daha az kalabalıktı sanki. Bu akşam yemek yiyebilecek miydik acaba ?

Blok girişinde kapıda duran bir grup öğrenci elimize bir bildiri tutuşturdu. Ortada memur filan görünmüyordu. Hızla odamıza çıktık. Mehmet bildiriyi okumaya başladı. Ben de omuzu üstünden onu takip ediyordum.

 

Belli ki yemekhanede protestoyu yapan grup adına dağıtılmıştı. İçinde "Demokratik üniversite, öğrenim özgürlüğü, asker polis defol" gibi ifadeler geçiyordu bol bol. Tam bu sırada elinde aynı bildiriyle Levent girdi. Ama o gülüyordu. Soran gözlerle baktık ikimiz de. "Boş verin, böyledir bunlar. Bol bol laf işte! Hep aynı şeyler."

 

Biraz konuştuk. Hamit de geldi bu arada. Sakinleşmiştik. Yemek için kantine gidip gidemeyeceğimizi sorduk. "Beraber gideriz" dedi Hamit. Biraz sonra Orhan da damladı. Yanakları al al olmuştu sanki. Onun okulunda bir sorun yokmuş ama yurda girince korkmuş. O da yatıştırıldı ve birlikte kantine gittik.

Kantinin ikinci katı tamamen yemekhaneye ayrılmıştı. Önce uzun bir yemek kuyruğunda bekledik. Yemekler bayağı çeşitli görünüyordu. Ama galiba biraz yağlıydılar. Ben çorba, fasülye ve pilav aldım. Mehmet sadece çorba almıştı. Bakıştık, aydınlık yüzü biraz gölgelendi sandım. "Rejim yapıyorsun galiba" dedim, şakalaştık.

 

Diğerleri de kendilerine göre bir şeyler aldılar. Bol ekmek ve suyla cam kenarı bir masaya oturduk. Bir taraftan da kaçamak bakışlarla etrafımıza bakıyorduk.

 

Kantinin bütün ışıkları yanıyordu. Yemekhane de kalabalık sayılırdı. Ama, herkes önündeki yemeğiyle ilgili görünüyordu. Ağır yemek kokusu ve çatal kaşık şakırtısı altında biz de yemeğimize döndük.

 

Masada fazla konuşmamıştık, herkes boğaz davasındaydı tabi. "Ya ben doydum. Pilavı beraber bitirelim mi ?" dedim Mehmede. "Olur" dedi, karşılıklı pilava yöneldik. Onu anlıyordum. 

 

Aşağıya inmeden hemen oturduğumuz yerde Levent'in getirdiği çayları içtik. Aşağısı biraz gerginmiş. Gruplardan birisi bir pankart asmış. Böyle zamanlarda pek aşağıda durmamak lazımmış. Zaten çaylarımız bitince hemen oyalanmadan çıktık. Merdivenlerden inerken o pankartı ve etrafındaki grubu biz de gördük.

 

Gerçekten belli gruplar dışında aşağıda çay içen öğrenci yok gibiydi. Dışarda bir asker cemsesi farkettik. Bir manga asker giriş kapısında konuşlanmışlardı. Anlaşılan kimlik kontrolü yapılıyordu. Levent "Kapıdan olmazsa duvardan atlayıp giriyorlar" dedi gülerek. "Nasıl yani ?" dedi Orhan merakla. Hamit devam etti " Hırsıza kilit ne yapsın. Yurt yol geçen hanı sanki canına yandığımın." Güldük ama, asabi bir gülüştü bu.


Bloğa doğru yöneldik hep birlikte. Bu arada, dışardaki öğrenci kalabalığı dikkatimi çekti. Altına bir sandalye çeken kendini dışarıya atmıştı. "Neden dışarda oturuyorlar ki" diye sordum. Hamit güldürmeye kararlıydı "Ne olacak. Kaçması kolay olsun diye." Bu sefer hakikaten güldük.

 

Blokta memur filan yoktu ama bildiri dağıtan grup hala kapıdaydı. Biz aldığımızı söyleyerek sıyrılıp direk merdivenlere yöneldik. Odamıza çıktığımızda misafirlerimiz vardı. Yaşça daha büyük olduğu belli olan biri ve üç kişi daha.

Gelenlerin Hamit ve Leventle tanıştıkları belliydi. "Naber lan?, İyiyiz be ne olsun, senden naber ?" muhabbetiyle şakalaşıp kucaklaştılar. Levent bizi tanıttı sonra. Yaşlı olanın adı Kemal'miş. Okulunu tam anlayamadım ama futbolla ilgili birisi olduğu çok belliydi. Muhabbetleri hep futbol üzerineydi çünkü.

 

Yanındaki arkadaşları da şakacı, canlı gençlerdi. Bir süre geceki yurt baskınından, aramadan konuştular. Sanki bir komedi filminden söz ediyorlarmış gibiydiler.

 

Meğer Kemal'in öğrenci kartı yokmuş. 4 yıldır bu yurtta kalıyormuş. Memurlar hatta askerler tanıdığı için sorun çıkmıyormuş ama polisten tırsarmış. Arama sırasında nasıl saklandığını, polisleri nasıl atlattığını anlattı abartarak.

 

Birdenbire dünyamıza giriveren bu renkli insanları dinlerken bayağı rahatlamıştık. Ne ara çay yapıldı geldi bilmiyorum. Ama, Levent habire bir yerden çay taşıdı durdu. Isıtıcı ile çay yapıyorlarmış. Yasakmış ama yurtta bu olmazsa olmazmış işte

 

İlk günler gerçekten çok zordu. Okuldaki olay, ardından gece baskını ve etrafta hiç eksilmeyen kavga gürültü sesleri bayağı sinirlerimi bozmuştu.

 

Bereket oda arkadaşlarımız Hamit ve Levent vardı. Adeta bize kol kanat germişler, yol yordam gösteriyorlardı.

 

Balıkesirli Orhan'ın mukallitlikleri ise odanın neşesiydi. Zaten Mehmet'le ben yapışık ikiz kardeş gibi olmuştuk. Okula beraber, yurda beraber, gezmeye beraber. Birlikte yiyor içiyor birbirimizden ayrılmıyorduk.

 

İkimizin de aileleri fakirdi ve okumak, başarılı olmak tek ve ortak amacımızdı. Dersleri dikkatle takip ediyor, notlarımızı paylaşıyorduk. Yurtta okuma salonları vardı, ama oturup ders çalışmak sanki ayıpmış gibiydi. Biz ise onca gürültü patırtı arasında fırsat gözlüyor, bulduğumuz ilk fırsatta da bir köşesinde kafa kafaya verip ders çalışıyorduk. 

 

Bu dünyanın içinde, gürültü patırtı, korku ve endişe eksik değildi. Ama, benim için şimdi; yeni, hareketli, şaşırtıcı, heyecanlı, bazen de komik ve oldukça renkli görünüyor.

 

Günlük okul-yurt geliş gidişleri, arada bir şehre çıkmalar ve akşam yurda dönüşlerle devam ediyor yaşamımız. Yeni arkadaşlar ve gece çay muhabbetleri ise artık benim de olmazsa olmazım. Galiba yavaş yavaş alışıyorum. 

 

 

Jetonlu Telefon Kulübeleri

 

Bugün canım burnumdaydı. Bir haftadır eve telefon edemiyordum. Çünkü, ne okulda ne de yurtta telefon kulübeleri çalışmıyordu. Çalışan zaten hep birkaç tane oluyor. Onlarda da kuyruk ki hem ne kuyruk ! Elimde jeton ordan oraya koşturuyorum ama yok, yok, yok!

En kötüsü de çalışıyor diye kuyruğa girdiğim kulübelerde tam bana geldiğinde jeton yutturmam. Telefon makinelerinin yumruklanması, hatta tekmelenmesi boşuna değilmiş meğer. Ama bazıları bu işi abartmışlar galiba. Okulda ve yurtta bir çok telefon kulübesinin telefon ahizeleri bile sökülmüş. Artık nasıl öfkelendilerse.

 

Annemi, babamı, kardeşlerimi çok özlemiştim. İşin doğrusu param da kalmamıştı. Krediler yılbaşından sonra çıkacakmış. O da çıkarsa. Birbirimizden borç almaya da artık yüzümüz kalmadı. Zaten herkesin kendine göre sorunu var. Bir telefon edebilsem.

 

Annem kıyamaz, ne yapar eder babama göndertir diye düşünüyordum. Elimde son jeton akşam ayazında yurt girişindeki telefon kulübelerinin birindeki kuyrukta bekledim inatla. Karnımın açlığından mı, yoksa 5000 kişilik yurda 4 tane kulübe yapanlara öfkemden mi bilmem mideme ağrılar girmişti.

 

Dört kulübenin birinin ahizesi sökülmüş vaziyetteydi. İkincisi de biraz önce jeton yutmaya başlamıştı. Biraz yumruklandı, ama nafile. O kuyruk da hemen kalan iki kulübeye eklendi tabi. Aramızda kızlar vardı. Çoğunluktalardı da.

 

Bekleyen, jetonunu yutturan erkekler ondan belki daha düşük frekansta küfür ediyorlardı. Bense içimden dualar ediyordum. "Ne olur Allahım bu bari bozulmasın. Kalan son jetonumu da yutturursam ne yapacağım ?"

 

Geliyor, geliyor, hah ! İşte, nihayet sıra bana geldi. Bir ara kızın birisinin jetonu yutulunca hepimizin yüreği ağzına gelmişti. Ama, neyse ki bir iki tokatlanınca makine jetonunu geri verdi kızın. Telefona babam çıktı. Kesilecek diye ödüm kopuyordu. Soğukta dikilmekten de dizlerimin takati kesilmişti artık.

 

Uzatmadım: "Baba param bitti. Bana acele biraz para gönderir misiniz ?" Alel acele ne konuştuk gerisini hatırlamıyorum. Zaten jetonum da bitmişti. Blok kapısından girerken mutluydum.

 

Biraz sonra kalan paramızı denkleştirip üçümüz yemekhanede almıştık soluğu. Bu akşam da kuyruk bir türlü bitmemişti sanki. Nihayet palabıyık ustanın önündeydik. Osman abi yemekleri tepsilere koyan biraz kilolu hoş sohpet biriydi. Bıyıklarından ötürü palabıyık lakabıyla anılıyordu.

Çorbaları bol kepçe doldurttuk. Ekmekleri de özellikle bol bol aldık. Yemek fişleri, kahvaltı yardımı, cebimizdeki ufaklıklar hepsi hesaba dahil edildi. Yağlı mağlı ucuz ne yemek alabildiysek alıp çöktük başına.

 

Karnı doyunca Orhan'ın çenesi açılmıştı. Türlü mukallitlikler yapıyor bizi güldürüyordu. Mehmet hep gülerdi zaten, ama sessizce. Yüksek sesle güldüğünü pek az görmüştük. Bir şeye üzüldüğünde anlardık. Çünkü, yanakları al al olurdu hemen.

 

Çay için alt katta kantin çıkışına yakın bir masaya oturduk. Oradan etrafımızı daha iyi görebiliyorduk. Gürültü patırtı çıkınca da kaçması kolay oluyordu. Kantine girişin sağ tarafı sol gruba aitti. Kızlı erkekli hayli kalabalık olurlardı.

Köşedeki salona benzer odaya onlardan başka kimse giremezdi. Adeta bir komuta merkezi gibiydi. Girişin sol tarafını da sağcılar tutuyordu.

 

Orhan espriyi patlattı:" Bizdeki sağcılar solcu, solcular da sağcıdır arkadaş !" Birbirimize eğilerek güldük. Duymaları iyi olmazdı tabi. Mehmet devam etti;" Biz ne oluyoruz bu durumda ?" "Ne sağcıyız ne solcu durumu mu ?" yine kendi kendimize güldük.

 

Karnımız doymuştu ve keyfimiz yerindeydi. Aslında, Kemal'lerin sayesinde arasatta bir durumumuz vardı zaten. Futbol muhabbeti esas konuydu ve bu yüzden her gruptan sempatizanımız vardı. Bir bakıma bu durum bizim dokunulmazlığımızı da sağlıyordu.

 

Karanlık yüzlü tanımadığımız parkalı tipler hariç bildiğimiz bütün yurt öğrencileri ile selamlaşırdık. Tabi biz çömezler diğerleriyle birlikte olduğumuzda daha da güvende hissediyorduk kendimizi. Onlar olmadığında ihtiyatlı olmak en iyisiydi.

 

Çayları içip bitirmiştik ki Kemal, Levent ve Hamit yanlarında birkaç kişiyle şakalaşarak merdivenlerden iniyorlardı. Yüksek sesle konuşmak ve şakalaşmak ancak onlara özgü bir ayrıcalıktı. Yanımızdan geçerken Hamit bize de seslendi " Hadi lan Süleyman ! Gelin Pin-Pon oynayalım" Peşlerine takıldık. Sağcılara ait kısmın köşe salonuna yöneldik. Kemal bile solcuların tarafına giremezken. Hepimiz bu tarafa rahatlıkla girip çıkabiliyorduk.

Her iki grup da kendi taraflarının nöbetini tutuyor gibi birbirlerini kesiyorlardı. İri yarı düşük bıyıklı birkaç kişi bu tarafın daima en itibarlı masasında otururdu.

 

Aralarından geçerken onlara selam verdik. "Ve Aleykümselam" dediler ellerini kalplerine götürerek.

 

İçerde iki tane masa tenisi masası vardı. Biri doluydu. İkincisi raket, top ve file olmadığı için boştu.

 

Beş dakika geçmedi ki arkadan biri koşturarak onları da getirdi. Neşeyle bazen ikili, bazen de dörtlü oynadık. Seyircilerimiz de vardı tabi olmaz mı ?

 

Bugün karnımızı doyurmuştuk. Neşemiz de yerindeydi yarına Allah kerimdi. Odamıza çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Birisi geçen yurt baskınında gözaltına alınan genç olmak üzere tanımadığımız iki kişi daha vardı odamızda. Biz girince birden sustular. 

 

 

Yurtta boykot, Spor Salonunda basket

 

Orhan odaya çöken ağır sessizliği  bozan ilk kişi oldu. "Geçmiş olsun arkadaş, hoşgeldiniz. Ben Orhan." Elini uzatıp üçüyle de tokalaştı. Diğerleri cevap vermediler.

Yabancı iki gençten diğerlerine göre biraz daha uzun boylusu ayağa kalktı: "Meraba. Ben Vakkas, bu arkadaş ta Halil. Okan'la birlikte bu odada kalacaklar." Hali tavrı, şivesi doğulu olduğunu gösteriyordu. Halil de öyle. Biz de Mehmet'le birlikte kendimizi tanıtıp ellerini sıktık.

 

Okan traş olmuştu. Uzamış saç ve sakalları kesilince yüzü meydana çıkmıştı. Beyaz teni, siyah kaşları ve koyu renkli  gözleri vardı. Ürkek bir tavırla bir süre bizi inceledi tanımak ister gibi. Sonra diğerleriyle karşılaştı gözleri.

 

Ben tedirgin oldum: "Eee Okan kardeş ! nasılsın görüşmeyeli ? Gerçi o gün de tanışmaya fırsatımız olmamıştı ama."  Okan yutkundu sanki boğazı kurumuştu. Dudaklarını ıslattı. Diğer iki gence kaçamak bir bakıştan sonra: "Hiç ne olsun. Memlekete gidip geldim işte." dedi  ve sustu. Belli  ki diğerlerinden çekiniyordu. Hiç te doğulu bir hali yoktu. Daha çok bir büyükşehir çocuğuna benziyordu.

 

Vakkas hala ayaktaydı. Sinirli bir ses  tonuyla konuştu: "O gece Okan'a hiç yardımcı olmamışsınız. Gözaltında işkence görmüş. Bak bundan sonra size emanet. Bir daha olmasın !" Sözleri ve bakışlarında açık bir tehdit vardı. Ortam birden buz kesmişti.

 

Orhan hemen gerilen havayı değiştirmeye çalıştı: "Ya olur mu ? Tabi ki ilgileniriz, siz merak etmeyin. Hangi takımı tutuyon sen kardeş ? Bak bu Süleyman Galatasaraylı, ben fenerli bu Memet de Milli takımcı. Yani gayet demokratız biz bu konuda."

Odadaki yüzlerde bir gevşeme oldu, Halil "Ben de fenerliyim" dedi Orhan'a gülerek. Okan da nihayet gülümsemişti. Nedense Vakkas  açılan bu  bahisten hoşlanmamışa benziyordu. Bize yüzünü ekşiterek baktı.

 

Dışardan ayak sesleri geliyordu, birdenbire; "Halil konuştuğumuz gibi tamam mı ? Okan'la gelirsiniz." Bize de dönüp: "Söylediklerimi unutmayın  ha! " diyerek odadan çıktı.

 

Gelenler Levent'le Hamit'ti. Levent böyle durumlara alışıktı galiba. Ama Hamit  kaş göz ederek sordu: "Naber lan Süleyman ? " "Abi Halil'le Okan yeni geldiler. Bu odada kalacaklarmış. Okan'ı tanıdın mı ?"

 

Bu defa Levent  gülerek karıştı söze: "Bu defa kimliğini getirdin mi genç ?" Okan cevap vermedi. Onun yerine Halil  konuştu: "Bugün kaydolduk yurda. Sorun yok !" 

 

Halil'le  Okan kapıya yakın boş ranzaya altlı üstlü yerleşmeye koyuldular. Levent dolabını açtı üstünü değiştirecekti. Hamit çoktan bizimle muhabbete başlamıştı bile.

 

Böylece odada, 7 kişi olmuştuk. Sadece bir yatak boş kalmıştı. Sabah uyanıp giyindiğimizde  Halil'le Okan uyuyorlardı. Levent'le Hamit ise çoktan çıkmışlardı. Kantinin yanından geçerken olağanüstü bir hareketlilik fark ettik.

 

Hem paramız yoktu hem de kahvaltı yapacak zamanımız. Hızlı hızlı ana kapıdan çıkıp toprak yoldan okula doğru yürüdük. Orhan'ın okulu şehirde olduğu için o bizden minibüse binmek üzere ayrıldı. Kantinde simit ve çayla kahvaltı yaptık. Derse çıktık.

 

Öğleden sonra  okul bir söylenti ile çalkalanıyordu. Bir grup öğrenci okul yemekhanesinde yemek boykotu başlatmış. Aynı boykot yurtta da yapılacakmış.

rtam çok gerginmiş. Mehmet'le yurda gitmeye karar verdik. Yurdun ana giriş kapısında beş tane asker cemsesi vardı.

 

Başlarında bir başçavuş olmak üzere birkaç asker görevlilerin kimlik kontrolüne  nezaret ediyordu. İlerde bir manga askerin yurt idaresi önünde beklediğini de görmüştük.

 

Bir ara memurlardan bazılarının idare ile kantin arasında koşuşturduklarını fark ettik. Kantinin önü yine kalabalıktı. Bütün ışıkları yanıyordu ama bu defa kantin neredeyse boş gibiydi. Kapıları asker tutmuş kimlik kontrolü yapıyordu. Anlaşılan yemek boykotuna karşı önlem alınmıştı.  Bu durumda oraya girip yemek yemek de bayağı cesaret isterdi yani.

 

Blok kapısında ise yine bildik manzaralar vardı. Hiçbir memur yoktu ortada, ama bir grup kapıyı tutmuş, ellerindeki bildiriyi  bağıra çağıra girene çıkana adeta zorla veriyorlardı.  Bir de nutuk dinledik üstüne. Verilen bildiriyi bu arada okuma fırsatımız olmuştu mecburen.

Bu defa konu başlatılan yemek boykotuydu. Yemekler pahalı ve yağlı  imiş. Üstelik çeşit de azmış. Aslında  yüksek öğrenim ve yemek parasız olmalıymış. Bu konularda öğrencilerin de söz söyleme hakkı olmalıymış. Bütün öğrencilerin bu boykota destek vermesi sorumlulukları gereğiymiş. Kısaca anlayabildiğim bunlardı. Geri kalan bir sürü ideolojik cümle ve sloganı tam anlayabilmiş değildim.

 ……………

 

Bugün boykotun ikinci haftası. Kantine genellikle gitmiyoruz. Kemal abilerle birlikte  bir iki kez gittiğimiz oldu. Ama, bu defa da hem sağcıları hem de solcuları  ayrı ayrı dinlememiz gerekti. İki taraf da kendilerini desteklememizi istiyorlardı çünkü. 

 

Anladığım kadarıyla Kemal abi herkese "haklısın" diyor, durumu geçiştirmeye çalışıyordu. O bile sıkıntılıydı olup bitenlerden.

 

Bu ara odamıza girip çıkanlar da artmıştı. Gelenlerin bir kısmı boykotu başlatan ve sürdürenlerdi. Kalabalık bir şekilde odaları gezip, destek istiyorlardı. Bir ara Levent bile sanki onlarla birlikte hareket eder olmuştu. Kemal abi gelip sert bir şekilde uyardı onu. Kafalarımız bayağı karışmıştı.

 

Halil'le Okan ve onları ziyarete gelenler hem yemeklerden ve sistemden şikayet ediyor, hem de boykottan özellikle uzak duruyorlardı. Anlayabildiğimiz kadar bunlar farklı gruplardandı. Ama kim kimdir daha tam olarak bilmiyorduk.

 ………….

 

Hayretler içindeyiz. Yurt üniversite kampüsünün kuzey doğusunda bir tepede çok geniş bir saha içinde konuşlanmış. 1,2 ve 3. bloklar kuzey tarafında. A ve B bloklar Batı yönünde ve C,D ve E bloklar ise güney batı.

Ana giriş kapısı ve idare binası ön tarafta, arkada tepede de personel lojmanları var. Yurdun orta bölümü yemekhane ve kantin. Doğu tarafında ise futbol, açık voleybol, basketbol  sahaları, kapalı spor salonu ve küçük bir koru bulunuyor. Toplam  12-13 blok bina yaklaşık 300.000 metre kare geniş bir alana yayılmış.  

 

Boykottan ötürü çok sıkıldık. Ama, bu kadar öğrenci için bu kadar geniş bir alanda neden hiçbir sosyal, kültürel ve sportif etkinlik düşünülmüyor ? Olan imkanlar niçin değerlendirilmiyor ? Bir türlü anlayamıyoruz. Burası şehrin 20kilometre dışında. Her gün Bursa'ya gidilmez ki. Peki, ne yapacak bu kadar genç.

 

Ön taraftaki idare binasının büyük bir bölümü boş gibi duruyor. Kantinin altında da birkaç tane salon olduğunu tahmin ediyoruz ama hepsi kilitli. En fazla hayret ettiğimiz şeyse kapalı spor salonunun devamlı kapalı olması. Bu duruma en çok Hamit kafayı takmış durumda.

 

Boyu uzun olduğundan aramızda basketbola en fazla düşkün olan o. Açıkçası ben de futboldan fazla severim basketbolu. Anlattığına göre Hamit soğuk havalarda kapalı spor salonunda basket oynamak için defalarca memurlarla konuşmuş. Ama izin vermiyorlarmış.

 

Şimdi Müdür de yokmuş galiba. Raporlu muymuş neymiş. Kemal abi de hallederiz diyor bir türlü ardı gelmiyormuş. İlla da gündüz saati olmalıymış. Konuşmalarından bir şeyler seziyoruz. Galiba bu hafta sonu basket oynayabileceğiz.

 ……

 

Daltonlara benziyoruz. Levent nereden bulduysa bir merdiven getirmiş. Kapalı spor salonunun yurt duvarına bakan doğu tarafında kırık bir pencereye doğru uzanıyor dikkatlice. İttirince pencere içeriye doğru açılıyor ama kırık camdan birkaç parça daha düşüyor o arada şangırtıyla. Sonrasında bir sessizlik oluyor kısa bir süre.

Sırayla önce Levent, Kemal, Hamit, ardından biz çömezler; ben, Mehmet, Orhan, Halil ve Okan içeriye süzülüyoruz.

 

Önde Kemal abi karanlık soyunma odası gibi bir yerden geçiyoruz. Koridoru dönünce Kemal abi bir kapıyı itiyor ve nihayet kapalı spor salonu önümüzde ! Ama o ne ? Salonun yarıya yakın parkesi ya sökülmüş ya da çatıdan akan yağmur sularıyla  çürümüş durumda. 

 

Levent küfürü basıyor tabi anında. Kemal abiyse gülüyor gayet rahat. Biz şaşkın şaşkın bakınıyoruz etrafa.

Salon soğuk ve loş. Bir yarısı savaştan çıkmış gibi görünüyor. Ağır bir küf kokusu genzimizi yakıyor, öksürüyoruz.

 

Orhan tutamıyor kendini kendi şivesiyle "Ulen ne olmuş bure be !" diyor hayretle. Kemal abi hem gülüyor, bir taraftan da bize cevap yetiştirmeye çalışıyor: "Size ne olum. Bak bu taraf sağlam. Hadi verin lan topu! Oynayalım."

 

  

Fırtına yaklaşıyor

 

İyi ki şu yarı yıl tatili var. Yemek boykotunun iyice tadı kaçmıştı çünkü. Zaten hem okulda hem de yurtta olay olmadık gün yok gibiydi. Aç kaldığımız günler çok oldu. Bu defa parasızlıktan değil. O her zaman var. Ama, şimdi paramız olsa da yiyemiyorduk.

Kaç defa ya yemek kuyruğunda, ya da  tam yemeği alıp oturmuşken karşıt guruplar arasında kavga çıktı. Havada uçan yemek tepsileri, sandalyeler, can havliyle kaçışan kızlar erkekler arasında  kim yemeği düşünebilir ki ?

 

Böyle zamanlarda çığlıklar, sloganlar ve kırılan cam sesleri eşliğinde ve adeta birbirimizi ezerek bir an evvel o ortamdan uzaklaşmaya çalışıyorduk. O akşam ve takip eden günlerde de rahat yüzü görmüyorduk tabi.

 

Bir taraftan kendini bu blokların hakimi  olarak gösteren grubun propagandaları, diğer taraftan jandarma eşliğinde idare baskısı. Bloklarda ve odalarda tam anlamıyla pres olmuştuk yani. Bu arada aç kalmışız kimin umurunda ?

 

Arada kaçak maçak ısıtıcılarla çay yapıp ekmek, peynir, simit ne bulursak yemeye çalışıyorduk. Tabi aynı gerginlik anında ertesi gün okula da yansımış oluyordu. Ya da tersi. Okulda bir şey oluyor. Haydi yurtta  devamı geliyordu günlerce.

 

Neyse ki zar zor da olsa sınavlar bitti. Sömestr tatili için evlerimize gittik. Oh be ! dünya varmış. Annemin sıcak çorbasını, kardeşlerimle güreşmeyi, babamı, hep birlikte televizyon seyretmeyi ne kadar özlemişim.

 ……..

 

Sayılı gün çabuk bitiyor. Dönüp geldik tabi kürkçü dükkanına. Daha doğrusu aynı fokurdayan kazana. Haberleri Kemal abiden alıyoruz.

Biz yokken bazı uzlaşma çabaları olmuş. Özellikle tıpda okuyan büyük sınıf abiler işletmeciyle, boykotu yapan grupla ve boykota karşı çıkanlarla görüşmüşler. Aralarına Kemal abiyi alıp idareye de gitmişler. Galiba  her yılın başında yemek fiyatları yeniden belirleniyormuş. Bu yüzden yemekler pahalılanmış gibi bir durum çıkmış.

 

Ama işte yeni yılın  kahvaltı fişleri  ve yemek yardımı da bir miktar artmış. Çözüme katkı olsun diye işletmeci de her ramazan kendiliğinden yardım ettiği 50 kişiyi 100 kişiye çıkarmış. Bu arada Vakkas'ın grubu da boykottan fiilen desteğini çekmiş. Böylece, boykotun bitirilmesi için bir umut ışığı doğmuş.

 

Kemal abiye göre E bloktaki karşıt grup hareketlenmesi de dikkatlerden kaçmıyormuş. Söylentilere göre orada öğrenci olmayan çok sayıda yabancı varmış. Bizim bloklardaki grup boykottan çok bu konuyu gündeme getiriyormuş devamlı. A ve B bloklarda ise zaten daha çok tıp öğrencileriyle dindar gençler ağırlıklıymış. Onlar da bu tür olaylara bulaşmazlarmış.

 

Özellikle Ramazan ayı yaklaştığı için artık bu boykotun bitirilmesi gerektiğini söylüyorlarmış. Ama, herkes yemeklerin daha temiz, bol çeşit  ve kaliteli olması konusunda hemfikirmiş.

 

İdarede müdürü bulamamışlar. Onun yerine müdür yardımcıları ve bazı memurlarla görüşmüşler. Onlar da işletmeciyi daha sık denetleyeceklerine dair söz vermişler. Yani haberler iyiymiş.

 

Ama ben gene de Kemal abiyle Levent ve Hamit arasındaki konuşmalardan bize söylemedikleri bir şeyler olduğunu hissediyordum. Sanki biraz gergin ve tedirgindiler. Onları daha da endişelendiren şey galiba yaklaşan Ramazan ayı ve Nevruzdu. Fırtına yaklaşıyor gibiydi.

 

Halil bizimle daha uyumlu. Vakkas'ların yanında olmadığı zamanlarda daha çok bizimleydi. Bingöl'lüymüş. Fen Edebiyatta  okuyormuş. İkinci yılıymış bu yıl. Geçen sene yurda kayıt olamamış. Ona kalsa bu yıl da gelmezmiş ama Vakkas  abisi 'ne hayır diyememiş. Çok güzel türkü söylüyor. Bazen dinlemeye kattaki diğer odalardan da gelenler oluyor.

Okan'ı pek görmüyoruz. Gelse bile gece geç saatte gelip yatıyor herhalde. Sabah olunca onu uyurken bırakıyoruz. Oda listesinde ismi yok. Onun yerine başka bir öğrenci görünüyor. Garip. Halil de onun hakkında sorduğumuz sorulara kaçamak cevaplar veriyor zaten.

 

Orhan bir defasında  "ulen bu oğlan gene kaçak galiba" deyiverdi. Halil "yok" filan dese de gözlerini kaçırdı bizden. Güya Okan'ı E bloka vermişler, ama orada  hakim grup onu orada barındırmamış. Dövmüşler galiba. Vakkas sahip çıkmış da bu odaya getirmiş onu. Zaten oda listesinde yazılı öğrenci de bu blokta barınamadığı için o da E blokta kalıyormuş.

 

Kemal abilerden böyle o kadar hikaye dinledik ki durum hiç şaşırtıcı gelmedi bize. Çok sayıda öğrenci can güvenliği kaygısıyla  kayıtlı oldukları odalarda değil de ona yakınlık gösteren grupların himayesinde  kalıyor.

 

Yurtta bloklar parsellenmiş sanki. Kurtarılmış bölgeler durumu yani. Bu durumu biz de öğrendik artık. Memurlar bile üstüne gidemiyorlar bu işin. Zaten bu yüzden yurdun çoğu kaçak öğrenci vaziyetinde. Bu arada dikkat ediyorum. Mehmet çok sessiz. Bize katılıyor, bizimle ama kendisi başka yerlerde sanki.

 

Merak ediyorum bu halini. Sormak istiyorum. Gülüveriyor. Ben de daha ileriye gidemiyorum. Bir keresinde odada ağlarken yakaladım onu. Bir mektup okuyordu galiba. Derdi ne acaba ?

 

Ailesinin durumunun iyi olmadığı belli. Giysileri markalı şeyler değil. Benim durumum da eh aşağı yukarı aynı sayılır. O yüzden zaten neyimiz varsa paylaşıyoruz. Boykot nedeniyle bugüne kadar çoğu zaman evden getirdiklerimizle idare etmeyi sürdürdük. 

 

Ama, yaşadığımız bütün bu olumsuzluklara  rağmen Mehmet derslere devam etmeyi ve çalışmayı hiç bırakmıyor. Ben de ona uyuyorum.

 

Böylece iyi bir ikili olduk. O benim can arkadaşım. Öte yandan iyi ki de Orhan var. Onun durumu bizden daha iyi. Parasız kaldığımızda ondan borç istiyoruz. Çok yardımsever, arkadaş canlısı. Parası olmasa bile her zamanki neşesi, muziplikleri yetiyor zaten.

 ……

 

Ramazanla birlikte soğuk da geldi. Kar yağması filan eğlenceliydi ama sonrası o kadar değil. Kaloriferlerde sorun mu varmış ne, üşüyoruz. Memurlar sıcak suyun üniversiteden geldiğini, oradaki sorunlar nedeniyle yurdun ısınmadığını söylüyorlar.

Bulunan çözümse hem tehlikeli bir o kadar da ilginç. Hemen ısıtıcılar çıktı ortaya. Odalarda priz olmadığı için Levent tepedeki ampülden sarkan bir kabloyla elektrik alabileceğimizi gösterdi bize. Gizli saklı çay pişirilen ısıtıcılar artık gündüz vakti bile odalarda yanar olmuştu. Bütün odalarda uluorta çay yapılıyordu.

 

Bir akşam ciyak ciyak bir itfaiye sesiyle camlara koştuk. Bulunduğumuz yerden bir şey görünmüyordu. Ancak, A ve Blokların arkasına doğru koşuşturan bazı görevliler gördük. En az 4 itfaiye aracı siren sesleriyle ve sarı ışıklarını döndüre döndüre o yöne gittiler. "Yangın çıkmış" lafları yükseldi her yandan.

 

Herkes  birbirine soruyordu "Ne olmuş ? Ne var ? Nerde çıkmış yangın ?" Dışarda kesif bir kara duman vardı. Göz gözü görmüyordu. Baktım Mehmet bembeyaz olmuştu. Orhan'ın bir pencereye bir koridora  gitmesi gelmesi, bunu yaparken de sürekli komik yorumlarla bizi korkutmaya çalışması bile hiç birimizi güldürmüyordu.

 

Halil, kaş göz işaretiyle Orhan'ı uyardı. "Lan Balıkesirli ! Yapma be ! Yapma be kardaşım !" Ama, gözlediğimiz kadar dışarda ve bloklarda bir panik yoktu. Bütün öğrenciler pencerelerden sarkmış olanı biteni anlamaya çalışıyorlardı. Bir ara karşılıklı laf atmalar, şakalaşmalar bile yükseldi uğultuyla.

 

Demek ki korkulacak bir durum yoktu ortada. Zaten bir saat geçmeden itfaiye araçlarının yine aynı şamatayla yurttan çıkıp gittiğini de görmüştük.

 

Biraz rahatlamıştık ki Leventle Hamit girdiler nefes nefese odaya. "Çabuk lan ! Isıtıcıyı kaldıralım ortadan" Alelacele kablo söküldü, ısıtıcı tuvalette bir temizlik dolabına  saklandı. Merak içindeydik. Hala yangındaydı aklımız ve ısıtıcıyla ilgili bu telaşa akıl erdirememiştik.

 

Neden sonra "Abi ne olmuş ?" diyebildim çekinerek Levent'e. "Trafo yanmış lan !" dedi yüksek sesle. Meğerse herkes ısıtıcılara yüklenince trafo kabloları yanmış. Yangın buymuş. Hamit Levent'e dönüp "kesin toplarlar ısıtıcıları bu defa" dedi. O zaman ancak aklım suya erdi. Yaptığımız şeyden korktum.  

 

 

Kim bu Burdur'lu Ahmet ?

 

Ramazan başlayalı bir hafta oldu. İlk birkaç gün zor oldu ama artık alıştık gibi. Bu arada Mehmedin bir yönünü daha öğrenmiş oldum. Çocukluğundan beri oruç tutarmış. Gizliden tutmak istemiş ama benden kaçar mı.

İlk gün geç saate kadar okuma salonunda ders çalıştıktan sonra karnımız acıktı tabi. Dolaplarımızda daima kahvaltı türü bir şeyler bulunurdu zaten. Baktık salonda kalan başka bazı öğrencilerde de aynı hareketlenme var. Aramızda sessiz bir anlaşma oldu ve masaları birleştiriverdik. Nerden çıkıp geldilerse Orhan'la Halil de dolaplarından bir şeyler çıkardılar. Artık 10-12 kişi olmuştuk.

 

Bir öğrenci ısıtıcı getirdi. Bir başkası çay şeker filan. Çay yapıldı çabucak. Kantinden gelen ekmek, bir araya getirilen peynir, zeytin, reçel hatta  börek bile vardı masada. Su bardaklarıyla çay eşliğinde bir güzel karnımızı doyurduk.

 

Aramızda büyük sınıf öğrencileri de vardı. Biz biraz ürkektik ama onlar daha rahattılar. Gene de hiç gürültü yapmamaya çalışıyorduk. Ama masadaki muhabbet artık açık açık ramazan ve oruç üzerineydi. Orhan koca bir sürahi su getirdi. Rahatlamıştık.

 

Masa hep birlikte toplanıp kalan malzemeler tekrar dolaplara götürüldü sessizce. Yataklarımıza girdiğimizde işte yine beraberiz diye düşünmüş ve sevinmiştim. Böylece ilk günün tedirginliğini kolayca üstümüzden atmış oluyorduk. İftarı aynı kolaylıkla yapamadık ama. Okulda ders, sınav derken zaten bir hayli acıkmıştık. İftar saatinden iki saat önce kantine gittik.  Alt kattaki boykot hareketliliği biraz tavsamışa benziyordu. Ama, üst katta bizi bir sürpriz bekliyordu.

 

Yemek kuyruğu alışılmışın dışında uzundu. Üstelik kuyrukta olanların büyük çoğunluğunun hiç de oruç tutuyormuş gibi bir halleri yoktu. Hatta aralarında yemek boykotundan tanıdığımız öğrenciler bile vardı. Hiç acele etmiyor, hatta açık açık oyalanıyor gibiydiler.

 

Sırası gelen hiç gereği yokken palabıyık Osman abi ile yemeklerin pahalılığından, çeşit olmadığından çene yarıştırıyordu. Zavallı adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kimse ile münakaşa etmemeye çalışıyor ikide bir "geçelim beyler, ilerleyelim lütfen" deyip duruyordu. Bu yüzden kuyruk bir türlü azalmıyordu.

 

İftar saati yaklaştıkça  kuyruğun arkasında kalanlarla ön taraf arasındaki gerginlik artıyordu. Bize sıra geldiğinde iftar olalı yarım saat olmuştu ama millet hala kuyruktaydı. Kendimize boş bir yer bulup alel acele yemeğimizi yedik. Duyduğumuz konuşmalar, karşılıklı  atışmalar hiç de hayra alamet değildi. Ha şimdi kavga çıktı çıkacak diye bir tarafımız sürekli tetikteydi.

 

Nihayet ancak kaçarcasına kantinden çıktığımızda dışarısının soğuğu ile kendimize gelebilmiştik. Bu arada Halil'in seslenerek yaptığı çay içme teklifini bile kabul edememiştik. O Vakkas'larla birlikte oturduğu masada kaldı. Okan da yanlarındaydı. Sonra onlardan öğrendik ki çok şükür herhangi bir olay çıkmamış.

 

Ramazanın ikinci üçüncü günü Cumartesi Pazardı. Bursa'ya gittik. Yiyecek bir şeyler aldık ve iftardan sonra yurda döndük. Banyo yapmamız lazımdı. Ama, blok bodrumunda bulunan "Türk Hamamı" na bir türlü alışamamıştık. Özellikle de bazı öğrencilerin ortalıkta uygunsuz dolaşmaları bizi çok rahatsız etmişti.

Sıcak su belli saatlerde veriliyordu ve bu yüzden o saatlerde hamam oldukça kalabalık oluyordu. Yani ortam çok gürültülü ve pisti.

 

Öğrencilerden bazıları nereden buldularsa bir hortum bulmuşlar ve kırılmış bir musluktan su alarak ilkel bir duş icad etmişlerdi. Orhan büyük banyo havlusunu hamamın o köşesinde germiş hortumla duş yapıp yıkanıyordu.

 

Biz Mehmet'le biraz da eğlenerek; iyice sabunlanıp sonra da kurnasından mermer hazneye dökülen suyu hamam tasıyla başımıza döke döke yıkandık. "Haydi beyler bekleyenler var !" sesleri arasında da kurulanıp giyindik.

 

Bu arada Orhan söylenip duruyordu: "Ya arkedeş ! Bu zamanda hamam mı olurmuş beyaa." Ben işin daha çok pislik tarafındaydım: "Hiç temizlik yapılmaz mı ya burda ? Ortalık pislikten geçilmiyor."

 

Mehmet'se her zamanki güleç yüzüyle bir orta yol bulmaya çalışıyordu sanki: "Sıcak su kesilmedi hiç değilse. Durup dururken bir de hasta olmak istemiyorum." Orhan bana hak verdi: "Sade hamam mı pis. Tuvaletler rezalet. Her yer şapır şapır. Pislik akıyor beya pislik !"

 

Konuşma birden temizlik konusuna kaymıştı. Ben devam ettim: "En çok neye bozuluyorum biliyor musunuz ?" Cevaplarını beklemeden de sürdürdüm: "Tuvalet taşında yıkadıkları paspasla koridorları ve odaları göya siliyorlar. Ulan oğlum tuvalette yıkanan paspasla temizlik olur mu ?"

 

Mehmet bu defa kendisinden beklenmeyen bir çıkış yaptı: "Hadi ya ! Gerçekten mi ? Yani koridorlar da olmaz ama odalar hiç olmaz öyle !" Odaya girdiğimizde hepimizin gözleri gayri ihtiyari yerlerdeydi. 8 kişilik bu küçücük mekan birden bize daha kirli, basık ve havasız görünmüştü.

………

 

Beklenen kavga ramazanın ikinci haftasında aynen iftar kuyruğunda çıktı. Mehmet'le okuldan gelmiş, üstümüzü değiştirmiş ve iftara gitmek üzere bloktan çıkmıştık ki kantin tarafında bir gürültüdür koptu. Öğrenciler çil yavrusu gibi dağılmış kaçışıyorlardı. Önce Levent'le Hamit'i gördük. Blok girişine doğru koşuyorlardı.

"Ne oldu abi ?" dememize kalmadı Levent: "Olay çıktı. Sakın kantine gitmeyin" dedi. Bir taraftan da başını tutuyordu. Elinde kan vardı. Gerisingeri odaya çıktık. Koridorda Halil ve Okan'la karşılaştık. Telaşla koşarak aksi yönde merdivenlere doğru gidiyorlardı. Hamit "Oğlum nereye gidiyorsunuz? Gitmeyin" dese de onlar çoktan merdivenleri üçer beşer atlayarak alt kata inmişlerdi bile.

 

Orhan odadaydı. Okuldan yeni gelmiş giyiniyordu. Hemen Levent'in yarasına baktık. Fırlatılan bir yemek tepsisi alnına çarpmış ve sağ tarafında üç santim kadar bir yara oluşmuştu. Bereket derin değildi.

 

Orhan hemen dolabından pamuk, oksijen ve tendürdiyot getirdi. Yara temizlendi, pamuk ve bantla  kapatıldı. Kan durmuştu. Ancak o zaman fark ettim ki ki Levent'in üstü başı da dökülen yemekle batmıştı. Bir an önce üstünü çıkarıp temizlenmeye ve eşofmanlarını giymeye çalışıyordu.

 

Hamit'e baktım yüzü bembeyazdı. Anlaşılan o yaralanmamıştı ama belli ki çok korkmuştu. Biraz sonra Kemal abi de geldi odaya. Orhan'la Mehmet pencereden olup bitenleri anlamaya çalışıyorlardı. Orhan: "Len Valla candarma geldi." Mehmet: "Bak bak ! Şu tarafa bak Orhan. Nasıl da kaçıyorlar."  Orhan: " Ulen canına yandığımın. Duvardan atleyip atleyip kaçıyola hemi de."

 

Koridordan sesler, gürültüler gelince bakmaya Kemal abi çıktı. Birileriyle yüksek sesle tartıştığını duyduk. İçeri girdiğinde hala kızgındı. "Ulan kavga çıkarırken bana mı sordunuz. Şimdi gelmiş benden yardım istiyorsunuz." Biz merakla yüzüne bakıyorduk: "Dayağı yemişler. Jandarma gelmiş yurda dayanmış. Ee ? şimdi gelin faşistlere karşı duralım..Tam da yemek boykotu bitmişken ne şimdi bu ya?"

 

O böyle söyleyince nedense ben de birden acıktığımı hatırladım. Açtık, iftar edememiştik. Kalktım dolabı açtım yeni aldığımız bir şeyleri masanın üstüne yaydım. Mehmet'le Orhan da yardıma kalktılar. Beş dakikada iftar sofrası hazırdı. Herkesi buyur ettik.

 

Orhan hem atıştırıyor hem de ikide bir pencereden dışarı bakarak naklen yayın yapar gibi dışarda gördüklerini bize aktarıyordu. Kantin boşalmış. Hemen onun önünde hala slogan atan bir grup varmış. Ama şimdi daha çok kız blokları ve idare önünde bir hareketlilik görülüyormuş.

 

Jandarma girişte ve idarenin kantine bakan yan tarafında tertibat almış. Bu arada bir ambulans girmiş yurda. Herhalde idarenin önünde ilk müdahalesi yapılan bazı yaralı öğrencileri fakülteye götürecekmiş.

 

Kemal abi o gece gitmedi. Bizimle kaldı. Epey geç olmuştu galiba Vakkas ve Halil de geldiler sonra. Ama, Okan yine yoktu ortalıkta. Böylece sahur vaktine kadar konuşuldu.

 

Yurtta olup biten pek çok şeyin perde arkası o gece biraz daha aralandı bizim için. Varılan anlaşmaya rağmen yemek boykotunu sürdürmek isteyen küçük bir fraksiyonun yemek kuyruğundaki tahrikleri ve karşıt grubun bunu bahane ederek saldırmasıyla başlamış kavga.

 

Vakkas hemen kendi arkadaşlarını toparlayıp emniyete almış. Saldıranlar gerçekten dışardan geldiği açıkça belli olan hazırlıklı bir grupmuş.

 

Kavga çıkar çıkmaz E Bloktan topluca gelerek ellerinde sopalarla kantini basmışlar. Bazılarında bıçak, satır filan da varmış galiba. Yaralanıp kaçanları da jandarma  tutmuş. Böylece iki taraftan sıkışan öbür grup duvarlardan atlayarak yurttan kaçmış. Karanlıkta ve geniş üniversite kampüsü arazisinde takip edilmeleri imkansızmış zaten.

 

Dikkat ettim; Vakkas hem saldıran gruba şiddetle karşı çıkıyor, hem de ramazanda iftar saatinde olay çıkaran grubu provakatörlükle suçluyordu. Vakkas'ın sık sık nevruzdan bahsetmesi ve bu halin yaklaşan nevruz kutlamalarını engelleyeceğini söylemesi de ilginçti.

 

Kemal abi ise bu ortamın insanların psikolojisini bozduğunu, ramazana bile saygılarının olmadığını, sürekli kavga dövüşün yurtta sosyal bir yaşam bırakmadığını, mesela hiçbir sporun yapılamadığını söylüyordu. Bu arada spor salonunu o hale getiren hoyratlıktan, kırılıp dökülmesinden ve idarenin çaresizliğinden de bahsetti uzun uzun.

 

Takip eden günler okulda ve yurtta gerginlik içinde geçti. Oruçlu günler ve Ramazan ayı uzadıkça uzuyordu sanki. Korkulduğu gibi bir polis-jandarma baskını olmadı. Memurların, birkaç gün sık sık katlarda dolaştığına şahit olduk o kadar.

Ama, bu işte bir gariplik vardı sanki. Memurların mesaisi bizim okulda olduğumuz gündüz zamanına denk geliyordu. Biz okuldan geldiğimizde de onların mesaisi bitmiş oluyordu. Bu yüzden onları sabah bir sürü servis aracından inerken, ya da akşam mesai bitiminde giderken görebiliyorduk.

 

Öğrencinin yoğun şekilde yurtta bulunduğu akşam saatleri ve hafta sonları ise koskoca yurtta sadece bir nöbetçi memur ve bekçiye benzeyen birkaç görevli bulunduruluyordu. Ne müdür, ne de yardımcıları yoktu meydanda. Gördüğümüz memurlarda ise en çok dikkatimi çeken şey gözlerindeki korku ve endişe idi. Sürekli bir tedirginlik içindeydiler.

 

Bu arada ortalıkta bir nevruz lafıdır gidiyordu ki sormayın. Şimdiye kadar bizim bildiğimiz Nevruz -veya genellikle bilinen adıyla Hıdırellez- bir şenlikti. Ama, anlaşılan bizim bilmediğimiz bir şeyler vardı bunda da. Vakkas'ın grubu bu konuda çok hareketliydi. Bir hazırlık yapıyorlardı galiba. Bakalım ne olacaktı ?

………….

 

Beklenen gün biraz erken geldi. İlkin Türkiye'nin güney doğu ve doğu illerinde peş peşe yapılan gösteriler fitili ateşledi. Televizyon şimdi her akşam polis müdahalesi ve çatışma haberleriyle doluydu. Ülke Nevruz ateşinde kavruluyordu sanki. Bizde de hareketlenmeler başlamıştı. Etrafta bu olaylara ve Nevruza dair afişler, yazılar çoğalmıştı.

İlk olay da bu nedenle üniversitede çıktı. Rektörlük tertibat aldırmış ve afiş asan, yazı yazan bazı öğrenciler gözaltına alınmıştı. Halil'den duyduğumuza göre Okan bildiri dağıtırken yine yakalanmıştı ve sorgudaydı.

 

Ardından olayların ardı arkası kesilmedi. Bir gün Halil de elinden yaralanmış vaziyette geldi odaya. Yurdun girişinde jandarma çevirmiş. Çatışma çıkmış aralarında. Halil aradan sıyrılıp kurtulmuş ama elini bir demire çarpmış galiba. Tabi onu da sardık ettik. Hemen döndü gitti kantine doğru. Artık mekanları orası olmuştu bir süredir. Vakkas da başlarındaydı tabi.

 

Soğuk havaya rağmen kantinin önündeki geniş olanda kah türkü söylüyorlar, kah halay çekiyorlardı. Adeta nöbetteydiler.

 

Bir hafta sonu Bursa'da yaptığımız iftarın ardından akşam yurda geldiğimizde meydanda büyük bir ateş yakıldığını ve etrafında oldukça kalabalık bir grubun halkalanmış olduğunu gördük. Kürtçe türküler söylüyor, halay çekiyorlardı. İlginç geldi biraz uzaktan seyrettik.

 

Mehmet tedirgin olmuştu, galiba korkuyordu. Fazla eylenmedik odamıza çıktık. Bu arada arkamızdan kıyamet kopmuş zaten. Jandarma gelip dağıtmış grubu. Onlar da sandalye, taş ne buldularsa atmışlar askerin üzerine. Ortalık karışmış göz altına alınanlar olmuş.

 

Halil'le Okan telaşla odaya geldiklerinde oradan kaçıyorlarmış. Okan'ın beti benzi atmıştı. Eli ayağı tir tir titriyordu.

……….

 

Nihayet bayram gelmişti. Ramazan bayramı Nisan ayının dördü Cumartesi günü başlayacaktı. Okulda-yurtta peş peşe devam eden bu olaylar bizi bayağı germişti. Bu yüzden Mehmet'le ben daha Perşembe gününden toplanıp Ankara'ya hareket ettik. Cuma günü arafeydi. Otogarda ayrıldık. Mehmet Ankara'dan aktarmalı Kastamonu'ya gidiyordu. Ben de yeniden evime kavuşmuştum.

 

Annemle babam ısrarla Bursa'daki olup bitenleri öğrenmek istiyorlardı. Onları telaşlandırmadan bir şeyler anlattım.

Ama, gözüm kulağım hep televizyon haberlerindeydi. Şükür ki Nevruz ateşi şimdilik söndürülmüş gibi görünüyordu.

 

Bayram alışık olduğum şekilde baklavalı, bayram ziyaretli ve kardeşlerimle gezerek çarçabuk geçti. Mehmet'le bayram tatilimizi takip eden hafta sonuna kadar uzatma konusunda anlaşmıştık. Sayılı gün tabi o da bitti. Cumartesi Ankara otogarında yeniden buluştuk ve Bursa'ya bilet aldık.

…..

 

Baharın ilk günleriydi. Hava ılıktı ve tabiat giderek daha fazla yeşillenip canlanıyordu. İçerde durmak istemiyorduk. Okulda ve yurtta geniş güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bu yüzden kantinin girişinde genellikle her zaman tercih ettiğimiz masada oturuyorduk. Bu kez Okan da bizimleydi. Sadece Kemal abi yoktu aramızda.

Çay içip sohbet ediyorduk. Geçen ay olup bitenlerden, memleketten, ailelerimizden söz ediyorduk. Bu arada her zamanki gibi Levent'le Hamit didişiyor, Orhan'ın şivesi ve mukallitlikleri ise bizi güldürüyordu.

 

Bir ara kantin girişinde etrafına bakınan ufak tefek takım elbiseli birisi dikkatimizi çekti. "Kim ki bu adam ?" dedim ortaya. Levent omuzlarını silkti. Hamit yorum yaptı hemen: "Müdür mü acaba ?" Herkes bir daha dikkatlice adama baktı. Orhan: "Yok beya bundan müdür mü olu. Çelebiden birine benziyo bu" dedi. 

 

Halil dayanamadı oturduğu yerden kalkıp adamın yanına vardı. Bir şeyler konuştular. Sonra adam "peki" der gibi başını salladı ve ikisi birden bize doğru geldiler. "Merhaba gençler ! Ben Müfettiş Erdoğan Yıldız. Nasılsınız ?"

 

Hep birlikte ayağa kalkıp masada ona da yer açtık. Halil her birimizi tanıttı önce tek tek memleketlerimizle birlikte. "Memnun oldum gençler. Ben de Burdur'luyum."  Alışkanlık ya ben: "Hocam" diye hitap ederek araya girdim: "Hocam ! çay ister misiniz?" "Teşekkür ederim. Alayım. Zahmet olacak ama size" dedi.

 

Görünüşe göre; temiz giyimli, kibar birine benziyordu. Ben çay almaya gittim koşarak. Döndüğümde adam anlatıyordu: "Yeğenimin adı Ahmet Yıldız. İdari Bilimler ikinci sınıf öğrencisi." Masadaki herkes benle Mehmede bakıyordu.

 

Hamit açıkladı: "Beyefendi yeğenini arıyormuş. Sen tanıyor musun Süleyman ?" "Kim dediniz?" "Ahmet, Ahmet Yıldız. Bursa'ya yeni geldim. Valilikte teftişteyim. Gelmişken yeğenimi göreyim istedim de." Ben de Mehmet'ten yardım ister gibi yüzüne baktım. O da bana bakıyordu.

 

İsim ikimize de bir şey ifade etmemişti.  Yüzümü buruşturdum: "Valla tanıyamadım hocam. Biz daha birinci sınıfız. Bu yurtta mı kalıyormuş ?"

 

Adam, tereddütlü bir sesle: "Ailesi Bursa'da yurtta kaldığını söyledi. Ama doğrusu bu yurtta mı tam bilemiyorum. Bursa'da başka erkek yurdu var mı ?" benim yerime Levent cevap verdi: "Var hocam. Arabayatağı yurdu var. Ama İdari Bilimler öğrencileri genellikle bizim yurtta kalır. Devam mecburiyeti olmadığı için biz tam olarak tanıyamıyoruz onları"


Dikkat ettim. Bir taraftan çayını içiyor, bizimle konuşuyor, ama, bir taraftan da gözleri sürekli etrafı kolaçan ediyordu. "Peki ne yapacağız gençler ? Bulamaz mıyız şimdi biz bu yeğeni?" Levent birden ayağı kalktı. Kemal abi gelmişti masaya: "Naber lan Levent ? Meraba arkadaşlar !" Bir sandalye çekip oturdu.

Levent tanıştırdı onları. Hemen arkasından da sordu: "Abi,  Hocam müfettişmiş, burda yeğenini arıyor. Sen İdari Bilimler ikinci sınıf öğrencisi Ahmet Yıldız diye birini tanıyor musun ? Biz hatırlayamadık da"

 

Bu sefer Kemal abiye çayını Mehmet getirdi. Masadaki sohbet bir hayli ilerlemişti. "Buluruz hocam. Burası kalabalık bir yurt. Araştırır buluruz. Yalnız akşam bazı arkadaşlara sormam lazım" Adam gülümseyerek Kemal abiye teşekkür etti. "Tamam yarın da geleyim o zaman ben yine aynı saatte. Olur mu ?" "Olur hocam, biz bu masada oluruz. İnşallah yeğenini de bulur getiririz belki."

 

Adam, çayından son bir yudum aldı, bardağı masaya koyarken deminden beri başını çevirip çevirip baktığı hurdahaş durumdaki aliminyum tavana bakarak sordu: "Ne oldu buraya ? Bomba patlamış gibi darmaduman olmuş" Gösterdiği yerdeki alüminyum tavan lambrileri tamamen sökülmüş, yamulmuş ve sarkmış vaziyetteydi. Kemal abi, Levent ve Hamit birbirlerine bakıp yüksek sesle güldüler.

 

Biz de şaşırmıştık. Hakikaten ne olmuştu bu tavana ? Ve neden gülüyorlardı şimdi durup dururken ? Bu arada hep birlikte kalktık. Kemal abi: "Sorma hocam sorma. Burası bir alem yerdir. Anlatması uzun hikaye ama, anlatırız, anlatırız. ." Bir kahkaha daha koyverdiler arkasından.

 

 

 

Özel (!) Görev

 

Evet. İşte Süleyman'ın yazdığı ilk sekiz bölüm böyleydi. Diğer bölümleri de aynı şekilde aktarmaya devam edeceğim. Şu ana kadar onun kurgusuna, üslubuna  ve emeğine genellikle dokunmadım. Ancak, içinde imla hatalarını da içeren düzeltilmemiş metinlerdi.

Bu yüzden sadece ufak tefek tashihler yaptım. Çok çok özel yaşanmış bazı ayrıntıları ise şimdilik ayırdım. Bu hislerini ve düşüncelerini de yeri geldiğinde paylaşmayı düşünüyorum.

 

Bir de bugünkü gibi araya girip, tamamen bana ait bazı özel düşünceleri ve yaşadıklarımı da ilave edeceğim. Çünkü; bunlar defterde yazılı olduğu halde doğal olarak Süleyman'ın bilmesi mümkün olmayan konulardı. Zaten bu yüzden de onları yazamamıştı.

 

Süleyman'ın yazdıklarından anlaşılıyor ki, benim 1992-1993 yıllarında  tuttuğum günlük notlarıma sadık kalarak  sanki o günleri kendisi  de yaşamış gibi kaleme alınmış. Çabasına bakılırsa, belki ilerde bu yazdıkları bir kitap olsun istemiştir. Ama, geçirdiği ani kaza sadece bu niyetini  bitirmekle kalmamış taze gençliğini  ve kısa ömrünü de bitirmişti.

 

Bana gelince, kaybolduktan sonra  günlüklerimi unutmuş, bu şekilde yazmayı ise hiç düşünmemiştim. Ancak, defter tekrar bana dönüp üstelik de Süleyman'ın yarım kalan emeğiyle karşılaşınca orada yaşananları paylaşmaktan, yapmak istediği şeyi  tamamlamaktan kaçamazdım. Belki böylece onun ve orada o günleri, o sıkıntıları çeken binlerce diğer gencin anısını da yaşatabilirdim. Allah sana rahmet etsin Süleyman, rahat uyu, mekanın cennet olsun. 

 

Evet, kendisini Müfettiş Erdoğan Yıldız olarak tanıtan ve sözde yeğenini arayan bendim. Kurumda Muhasebe Müdürlüğü, Muhasebe ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı yapmış yurt müdürlüğü ile uzaktan yakından alakam olmamış biriydim. Belki, kağıt üzerinde Ankara Bölge Müdür Yardımcısı olduğum bir dönem  bundan hariç tutulabilirdi.

Ancak, o dönemde de zaten Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde Kamu Yönetimi alanında Yüksek Lisans yapmıştım. Bu vesile ile ülke çapında seçilmiş 11 yurtta 1988-1990 yıllarını içeren üç yıllık dönemi analiz ediyor, bu arada 262 yurt  yöneticisi ve personeli üzerinde bir alan araştırması üzerinde çalışıyordum. Fakat bu konuda bile master tezim "Yurt işletmeciliği" üzerineydi.

 

Yani, yurt idaresinin işletmecilik temelinde yapılmasına dairdi. İddiam şuydu; kamuda hizmet maliyetleri hesaplanabilir ve şayet devlet işletmecilik yapıyorsa kuralına göre yapmalıdır. Etkin, verimli, ekonomik ve rasyonel hareket etmek işletme yönetiminin olmazsa olmazlarıdır çünkü.

 

Bu konu öylesine önemliydi ki benim için danışman hocama sormuştum: "Hocam tezim sizce hangi konuda olmalı ? Ne tavsiye edersiniz ?" Verdiği cevap gerçekten bir rehber olmuştu bana; "Hangi konuda dertli isen o konuda  yaz."

 

İşte, Bursa Uludağ Öğrenci Yurduna Müdür olarak atandığım 1992 yılı Nisan ayı başına kadar doğrusu yurt müdürü olacağım değil aklıma gelmek, hayalimin ucundan bile geçmemişti. Daha çok tezimle ilgili çalışıyordum. O yıllarda  pc bilgisayarlar çok yeniydi ve Windows programları bilinmiyordu. Henüz bütün kamu kuruluşlarında daktilolar çalışıyordu. Bu nedenle, müsveddelerimi önce elle yazıyor, sonra da daktiloya  çekiyordum.

 

İşte ben bu halde iken, Ankara'da bilinmeyen bir yerde  bir toplantı yapılmıştı. Oldukça geniş, loş bir salondu. Üniformalı bazı subaylar ve çok sayıda  takım elbiseli zevat bayağı ciddi ve önemli bir konu görüşüyorlardı. Aralarında bizim kurumun Genel Müdürü de vardı.

 

Önce fotoğraflarla desteklenmiş bir sunum izlendi. Konu, son günlerde Marmara bölgesinde, özellikle İstanbul Bursa İzmir üçgeninde artan ideolojik olaylar ve örgütsel yapılanmalardı. Bursa'da devam eden öğrenci olayları ise son derece ayrıntılı olarak değerlendirilmişti.

 

Öneri şuydu; Bursa'da çok özel bir çalışma yürütülmeli ve bir an önce orada kümelenen örgütlerin etkinliği kırılarak, terör olaylarının daha fazla alevlenmesine mani olunmalıydı. 

………...

 

Genel Müdür bana Bursa'ya gönderileceğimi söylediği  zaman bayağı şaşırmıştım. APK uzmanıydım ve yurtlarla  ilgili oldukça önemli bir çalışma yürütüyordum. Ancak yurt müdürlüğü yapmak benim işim değildi. Nihayet kurumda Muhasebe Müdürlüğü, Muhasebe ve Mali İşler dairesi Başkanlığı yapmış biriydim. Alanım ve mesleki kariyerim çok farklıydı.

 

Ayrıca bu görev benim düpedüz Ankara'dan uzaklaştırılmam anlamına geliyordu. Genel Müdür ve ekibi kah yumuşak bir dille beni överek, kah hafiften tehdit ederek birkaç gün beni iknaya uğraştılar.

 

Şunu anlamıştım; karar verilmişti, ancak beni güzellikle göndermek istiyorlardı. Bu yüzden; daire başkanlığına eşdeğer maaş alacağım, çünkü gideceğim yurdun 5000 kişilik Türkiye'nin en büyük yurdu olduğu anlatılıyordu.

 

Orda benim gibi tarafsız, olgun, uzlaşmacı birine ihtiyaç varmış. Dediklerine bakılırsa sadece bir yıllığına gönderiliyordum, bu arada Ankara'daki lojmanım muhafaza edilecekti. Böylece aile düzenim de korunmuş olacaktı.

 

Nihayet, orası benim memleketim sayılırdı. Arada 100 kilometre vardı. Ayrıca, oradaki  sorunların hallolması için ne lazımsa  yapılacağı, gereken her türlü desteğin verileceği, yetki konusunda da bir sorun olmayacağı vs. bir sürü vaat sıralanıyordu.

 

Ancak, bildiğim kadarıyla da bu yurt son derece karışık, sürekli öğrenci olaylarıyla gündeme gelen, açıldığı altı sene içinde 11 müdür değiştiren bir yerdi. Gitmeyi düşünmüyordum. Ama, üstüme  çok geliyorlardı, artık çok daralmıştım. Nereden geldi, kim söyledi hatırlamıyorum birisi birden "Korkuyor musun ?" dedi.

 

Beynim dönmüştü. Ne alakası vardı yani. Benim gençliğim de 70'li yıllarda geçmişti. Öğrenci olayları nedir yaşamıştım. Ama aradan neredeyse 20 yıl geçmişti. Şimdi aynı film adeta yeniden oynuyor ve ben çocukluğumun bir kısmının geçtiği yeşil Bursa'ya gitmekten korkuyor muydum yani ?

 

Ağzımdan çıkıverdi; "Asla !" "Tamam giderim." Herkes şaşırmıştı. Ama, ok da yaydan çıkmıştı bir kere toparlamaya çalıştım "Geçici olarak bir yıllığına giderim. Bu süre zarfında siz sözlerinizi tutarsanız ben de elimden geleni yaparım. Çünkü alanım farklı. Kariyerimi yurt müdürlüğünde  düşünmüyorum."

 

Ondan sonraki süreç sanki bir hızlı çekim gibiydi. Araya bayram tatili girdi. Ailemle uzun uzun konuştuk. Çocukların okulları aynen devam edecekti. Ben de sık sık gelirdim. Atamam yapıldı, harcırahımı aldım. Mehil iznim sırasında da yurda geldim. Daha önce tez çalışmam nedeniyle de buraya gelmiştim, ama o zaman üzerinde çalıştığım konu bambaşkaydı. Şimdi durum tamamen farklı. Fokurdayan bir kazana girmeden önce küçük bir araştırma yapmam gerekiyordu. Bir Müdür için "Nasıl bir yerdi ? Neler oluyordu ? Ve Neler yapılması Lazımdı ?" Bütün bunları bir de gençlerin gözünden ve dilinden öğrenmeliydim.

Hayatımın çizgisi birden dönüvermişti. Kafam çok karışıktı. Eşim ve çocuklarım Ankara'da kalmıştı. Bu cehennemden sağ çıkmam lazımdı. Aklımı, gençlik anılarımı, yöneticilik tecrübemi ve en önemlisi yüreğimi de kullanmam gerekiyordu.

 

Yurda yaklaştıkça gerçekten dışardan çok ürkütücü geldiğini hatırlıyorum. Belki de bu nedenle  giriş kapısındaki görevlilere bir öğrenci velisi gibi "Yurt Müdürüyle görüşeceğim" deyiverdim. Beni idare binasına yönlendirdiler.

 

Müdür odasına girdiğimde karşımda stresten mide ülseri olmuş, sürekli midesini ovuşturup bir oturup bir kalkan mutsuz yüzlü birini buldum. Asıl Müdür raporluymuş, bu arkadaş başka bir yurdun müdürüymüş ve vekaleten buraya bakıyormuş.

 

Kendimi tanıtınca adam birden sevindirik oldu. "Hoş geldin Müdürüm. Hemen devir teslim yapalım ben gideyim dedi" ağzı kulaklarına varıyordu.

 

"Hayır" dedim. "Hemen değil" Adam birden koltuğa adeta çöküverdi. "Yani siz demi ?" dedi bezgin bir tavırla. "Hayır. Merak etmeyin geleceğim. Ancak, önce bir hafta kadar bana müsaade et. Yurda girip çıkayım. Öğrencilerle konuşayım. Ne olup bittiğini bir de kendim anlayayım"

 

Hiç unutmuyorum adam bir yanına  çivi batmış gibi ayağa fırladı. "Aman Müdürüm olur mu hiç ? Seni öldürürler içerde." Ben de biraz gerilmiştim. Buna rağmen adamın haline güldüm: "Yok yok korkmayın. Müdür olduğumu söylemem."

 

Ardından ilave ettim: "Ya, ben ufak tefek bir adamım. Fark edilmem bile."  "Yalnız güvendiğiniz bir memuru bana getirin. Bazen ondan yardım isteyebilirim." Adamın şaşkın hali normale dönsün diye çay istedim; "Ağzımız kurudu bir şey ikram etmeyecek misin ?"

 

  

Aaa Müdürmüş !

 

Okulda dersler ağırlaşmaya başladı. Her şeye rağmen günler akıp gidiyor işte. Sömestr tatili, ramazan derken bayram da arkada kaldı. Nihayet bahara çıktık. Ama rehavetin sırası değil. Şimdi artık sınavlara hazırlanmak gerek. Mehmet'le birlikte bütün gücümüzle çalışıyoruz.

Soğuktu, olay çıktı, boykottu, nevruzdu demeden bütün olumsuz şartlarda bile hiç umudumuzu yitirmedik. Birbirimizi uyardık, yardımlaştık ve derslerden kopmadık. Okulda bile sık sık dersler kesildi, hocalar aksattı ama biz bırakmadık. Devam mecburiyeti olmamasına rağmen okula gitmeyi sürdürdük.

 

Tabi, şimdilik neticesini de almış görünüyoruz. Mehmedin durumu benden daha iyi. Ama, sonuçta ikimiz de sınıfın en iyileriyiz. Öğrenci sayısının fazlalığına rağmen hocalarla birebir tanışıyor ve derslere aktif biçimde katılıyoruz. İtibarımız bayağı iyi durumda yani. Özellikle de kızlar arasında.

 

Sınav zamanları etrafımız epeyi kalabalık oluyor. Belki bu ilgiden bunaldığımız da olmuyor değil ama, yine de yardım isteyen herkese yetişmeye çalışıyoruz işte. Bazen Mehmedin yanaklarının al al olduğu, halden hale girdiği de gözümden kaçmıyor değil.

Bu halini bir de o çok özel mektupları geldiğinde yüzündeki kızarmadan tanıyorum. Çünkü, kaç defa gizli gizli  mektup okurken yakaladım onu. Ama artık biliyordum, emindim. Mektuplar onun Ayşe'sinden geliyordu.

 

Bir gün blok girişindeki mektup dolabına bakıyordum. Evden beklediğim mektup gelmiş olmalıydı. Ama bazı mektuplar aşağıya saçılmıştı.

 

Belli ki hoyrat birisi dolabı dağıtmıştı. Onların arasında kendiminkini ararken birden birinin üzerinde Mehmedin ismini gördüm. Baktım, Kastamonu'dan Ayşe Solmaz diye birisinden geliyordu. Gülümsedim, mektubu adeta incitmeye çekinerek aldım ve M harfli dolap gözüne kaldırdım. O zaman anlamıştım işte bazı günlerdeki sevindirik halini, hatta bazen de neden çok ağlamaklı  olduğunu.

 

Böyle günlerde biraz içine kapanıklaşıyor, birkaç gün içinde de mutlaka okuldaki posta kutusuna bir zarf atıyor oluyorduk. Bu hal sürekli tekrar ediyordu. Demek bizim Mehmet aşıktı ha ! Belki de bir sözlüsü vardı memlekette kimbilir. Karar vermiştim, o anlatmazsa ben de sormayacaktım. Bu yüzden bilmiyormuş gibi davranıyordum.

 

Sınıfta kızlar üstüne geldikçe yüzünün kızarması bundanmış demek ki. Böyle zamanlarda yüzüne manalı manalı bakıp gülünce, o da hep aynı mahçup edayla ve telaşla karşılık veriyordu: "Ya Süleyman !.. Ne oluyo be !"

……..

 

Hafta sonuydu. Erkenden kantine gitmiştik. Ne olur ne olmaz, kantin kalabalıklaşmadan bir an önce kahvaltı edip ders çalışmalıydık. Birkaç gündür sanki sınav zamanını bekliyorlarmış gibi ortam tekrar gerginleşmişti. Tam kahvaltımızı bitirmiş çay keyfi yaparken geçen gün tanıştığımız müfettişi bu defa yanında Yurt Yönetim Memuru Bülent olduğu halde merdivenlerden inerken gördük.

Bülent bey ona bir şeyler anlatıyor, o da bir yandan onu dinliyor, bir yandan da merakla etrafına bakınıyordu. Bu kez daha spor bir mont, tişort  ve pantolon giymişti. Çıkışa doğru bizi gördü. Tabi hemen masamıza yöneldi ve "Merhaba gençler. Afiyet olsun. Görüşmeyeli nasılsınız bakalım ?" dedi gülerek.

 

Ayağa kalktık, Bülent bey biraz şaşırmıştı galiba. Adam açıklama yapmak zorunda kaldı: "Bu gençlerle tanışmıştık. Yeğenimin okulunda öğrenciymişler." Biz Bülent beyle tokalaşırken de devam etti: "Nasıl, Ahmet'i bulabildiniz mi ?" Ben "Buyrun hocam, oturmaz mısınız ?" dedim. Teşekkür edip oturdu. Bülent beyde oturmaya mecbur kalmıştı tabi.

 

Mehmet cevapladı sorusunu: "Yok hocam, ikinci sınıflara sorduk. Tanıyan çıkmadı. Değil mi Süleyman ?" Ardından kalkıp çay almaya gitti. Mecburen ben devam ettim: "Hocam, bizim okulda devam mecburiyeti yok. Sınıflar kalabalık. Bir tanıyan buluruz elbet. Bu günlerde sınavlar var. Öğrenci işlerine de sorar araştırırız."

 

Bülent beye döndüm: "Yurtta kaydı var mıymış ?" Aralarında, kısa bir bakışma oldu. Önüne bakarak konuşuyordu: "Evet. Ama, odasında yok, onlar da tanımıyor. Zaten, kimse kendi odasında kalmıyor ki. "Sesi kısılmış gibiydi. Çayını yudumladı sıkıntıyla. Sonra boğazını temizledi ve devam etti: "Olaylardan dolayı belki de yurtta değildir. Bursa'da arkadaşlarıyla evde kalıyor olabilir." 

 

Adam biraz şaşkınlık biraz da merakla sordu: "Nasıl yani ? Yurtta kalan öğrencilerinizi bilemiyor musunuz ? Kimse kendi odasında kalmıyor da ne demek?" Bülent bey iyice sıkışmıştı.

 

Sandalyesinde rahatsız bir şekilde kıpırdadı. Bizden yardım ister gibiydi: "Çok fazla öğrenci var. Olaylardan dolayı bugünlerde durum biraz daha karışık. Herkes can güvenliği nedeniyle kendi grubuna sığınmış durumda. Bu yüzden kimse kendi bloğunda kalmıyor. Yurda giren çıkan belli değil, sorduğumuzda da kimse kartını göstermek istemiyor zaten. Sayımız çok az, biz ne yapabiliriz ki ?" 

 

Masada ağır bir suskunluk oldu. Bu arada adam çayından bir yudum aldı, bardağı masaya bırakırken ağzından hayretle: "Allah, Allah. Öyle mi ?" sözcükleri döküldü. 

 

Masada sessizlik devam ediyordu. Bülent beyin garip hali bize de geçmişti. Biz de tedirgin olmuştuk. O ise yine etrafına bakınmaya başlamıştı. Kantinin ön tarafında çok fazla kırık cam vardı. Sordu: "Camları niye taktırmıyorsunuz ?" Bir müfettiş edasıyla soruyor, Bülent bey de adeta savunmaya geçmiş gibi cevaplıyordu: "Taktırıyoruz. Yine kırıyorlar. Her olay sonrası durum böyle. Ödenek sorunlarının halledilmesi gerekiyor. Ama, Müdür bey raporlu. İdarede de bazı sıkıntılar var." 

 

Tam bu sırada kızlı erkekli kalabalık bir grup gürültüyle kantine girmişti. Doğal olarak gözlerimiz onlara döndü. Doğruca, kendi bölgelerine gidip konuşlandılar. Buna karşılık hemen diğer grupta da bir hareketlenme oldu. Durum açıktı. Bir an önce buradan uzaklaşmamız lazımdı. Ayağa kalktım ve "Hocam. Siz akşam saat 8'de yine gelin. Hem bir akşam yemeği yeriz, hem Kemal abilerle de görüşürsünüz. Belki onlar bulmuşlardır yeğeninizi." deyiverdim.

 

Bülent bey, adeta küçüldüğü sandalyesinden birdenbire canlanıverdi: "Biz de bu arada Müdür beye gidelim. Zaten, burası kalabalıklaşmaya başladı. Belki arkadaşların da işleri vardır. Değil mi ?" Artık hep kalkmıştık. Mehmet: "Sınavlara hazırlanıyoruz. Ders çalışacağız da…" dedi telaşla.

 

Akşam, yemek masasında tam on iki kişiydik. Erdoğan ve Bülent beylerle birlikte yanımızda iki misafirimiz daha vardı, Hasan ve Selim abi. Kemal abi, Levent ve Hamit'le birlikte gelmişti. Orhan ve Halil de yanlarında Okan olduğu halde sonradan katıldılar bize. Misafirlerimiz, Kemal ve Levent abiler kalkmadı, diğer altı kişi misafirlerimizin yemeklerini de alarak oturduk.

Yemek sırasında karşılıklı tanışmalar yapıldı, memleketler öğrenildi, bol bol dersler ve başlayan sınavlar üzerinde konuşuldu. Çaylar içilirken artık masada muhabbet bayağı koyulaşmıştı.

 

Selim abi Mühendislik fakültesi  son sınıf öğrencisiymiş. Hasan da İdari Bilimler ikinci sınıfta okuyormuş. A Blokta Selim abilerle birlikte kalıyormuş. Tarife uyan Ahmet diye bir öğrenci tanıyormuş ama, soyadını hatırlamıyormuş. "Bazen yurtta görüyorum onu. E blokta kalıyor galiba. Ramazandaki olay sırasında yaralandığını hatırlıyorum Sonra da görmedim zaten. Belki sınavlara gelir." 

 

E blok sözü geçince Selim abi Kemal abiye şöyle bir baktıktan sonra araya girdi: "Anlaşıldı, onlara bir sormak lazım." 

 

Herkes gayri ihtiyari kaçamak gözlerle sağ yanımızdaki diğer gruba doğru baktı. Nedense adam'ın dikkati şimdi de anlatılanlardan çok bizim bu halimize dönmüştü. "Soralım o zaman." Kemal abi konuyu kapatmak ister gibi atıldı: "Ben sorarım. Hadi çıkalım artık." Adam üsteledi: "Nereye gidiyoruz ?"  Selim abi: "Bizim odaya gidelim hocam. Muhabbete orda devam ederiz." Çıktık.


Halil'le Okan odaya gitmek üzere yanımızdan ayrıldılar. Kalanımız hep birlikte A Bloka doğru yöneldik.

 

A ve Bloklar diğer bloklara göre daha farklı, küçük, iki katlı ve birbirine bitişik konumdaydılar. Ben ve Mehmet ilk defa giriyorduk oraya. Rahatlığına bakılırsa Orhan daha önce gitmiş olmalıydı. Merdivenlere yöneldik ki Mehmet:"Aaa bak burda bir mescit  varmış !" dedi. Orhan gülerek cevap verdi hemen: "Tabi ya ne sandın. Bu ramazanda teravih bile kılındı burda." 

Bu defa ben onu taklit ederek konuştum: "Ulen ! Demek bizden habersiz buralara da geliyodun hemi."  Gülüştük.

 

Selim abi ile Hasan ikinci katta kalıyorlarmış. Selim abinin burada bayağı tanındığı ve saygı gördüğü belliydi. Karşılaştıklarıyla hep "Selamünaleyküm" "ve Aleykümselam" diye selamlaşıyorlardı. Koridordan geçerken ağaç elbise dolaplarında el girecek büyüklükte delikler görünce adam gene sormadan edemedi tabi: "Ne olmuş bunlara böyle ?" Selim abi ve Kemal abi seslice güldüler.

 

Adam durmuş, kapıları delik dolaplara bakıyordu. Biz de durduk, merak etmiştik. Kemal abi cevap verdi buna: "Bak hocam. Sınav stresi olunca böyle bir yumruk vuruyorlar dolaba, böyle oluyor." Bu arada bir boksör gibi de sağ elini dolaba doğru sallamış ve yumruğunu deliğe sokmuştu. Bu sefer de onun komik haline hepimiz birden güldük."

 

Misafir olduğu duyulunca başka gelenler de oldu. Oda adeta tıklım tıklımdı. Bizim odalardan biraz daha büyük müydü yoksa içerde sadece iki ranza olduğu için mi onca insanı almıştı bilmiyorum. Ama kapıda ayakkabılar çıkarılmış, böylece bir kısmımız da yere serilmiş halı üzerine oturmuştuk.

Adam en itibarlı köşede, pencere önündeki masaya buyur edilmişti. Bir süre kendisine yönelen meraklı sorulara cevap verdi. Birkaç genç hemencecik çayları yapmış, geniş bir tepsi ile dağıtıyordu.

 

Anlaşılan burda da ısıtıcılar çalışıyordu. Selim abi yönetim memuru Bülent beye bakarak: "Kusura bakma Bülent bey, başka türlü çay içemiyoruz. Ama, geçen günkü yangından sonra mümkün olduğunca gereksiz yere kullanmıyoruz onları. Buna emin olabirsin yani." 

 

Odadan kıkırdamalar duyuldu. Ama, kısa kesildi hemen. Çünkü Selim abi konuyu değiştirmiş adama bir soru yöneltmişti: "Hocam yeğeninizin ailesiyle görüştünüz mü ?" Adam, ciddi bir tavırla biraz düşünüp cevap verdi: "Bayramda Ankara'dan telefonla görüştük, ama o zaman buraya geleceğim belli değildi. Buraya gelince de işten güçten vakit bulup arayamadım. Ahmet'i hemen bulabilirim sandım. Böyle olacağını bilseydim…" 

 

Kemal abi atıldı: "Hocam merak etmeyin siz. Yeğeninizi buluruz. Yalnız size nasıl ulaşacağız ?" Adamdan önce Bülent bey araya girerek cevapladı bu soruyu: "Bana söylerseniz ben haber veririm kendisine." Adam da başını sallayarak tasdik etti bunu.

 

Bundan sonraki sohpet Ankara'dan, siyasi olup bitenlerden, Bursa'daki öğrenci olaylarından dönüp dolaşıp yine yurda gelmişti. Sürekli bu olayların nedenlerini, nasıl çözülebileceğini soruyordu. Hemen hemen herkes konuştu. Kendince önerilerde bulundu.

 

Kimi idarenin zayıflığından, kimi illegal örgütlerin faaliyetlerinden söz etti. Kimilerine göre yurt bu kadar öğrencinin ihtiyaçlarını karşılayamıyordu.


Temizlik yok, tuvaletler akıyor, telefon kulübeleri yetersiz ve yemekler pahalıydı.  Bazıları ise yurtta sosyal, kültürel hiçbir etkinliğin olmadığından, sağlık sorunları olduğunda karşılaştıkları zorluklardan bahsediyordu.

 

Sıra kemal abiye gelince o bildik rahat tavrıyla bir cümlede hükmünü verdi, kestirip attı: "Spor yok arkadaş bu yurtta ! Spor olan yerde bunlar olmaz. İnsanlar daha sağlıklı düşünür ve ortama zarar verecek şeyleri barındırmazlar."  Odadan "Doğru, doğru" sesleri yükseldi gülme sesleriyle karışık.

 

Kemal abi kıvamını bulmuştu. Biraz da hiddetle devam etti: "Sahamız bozuk, kapalı spor salonumuz duman olmuş, üstelik kapısında da kocaman bir kilit var, Basket potaları kırık, voleybol filesi yok ki oynansın. İki tane pinpon masası ile spor mu olurmuş. Millet birbiriyle kapışmaktan top mop oynayamıyor ki hani nerde kaldı müzik, tiyatro, satranç filan.

 

Kısaca bu kadar gencin enerjisini atabileceği, dostluk ve arkadaşlıkların kurulabileceği bir ortam yok ki burda. İdare mi nerede ? Ara ki bulasın. Akşam saatinde herkes evinde. Bir tane nöbetçi memurla koskoca yurt nasıl döner?" 

 

Nedense herkes Bülent beye doğru bakıyordu. O da bundan rahatsız olmuştu belli ki. Savunmaya geçti: "Tamam da kapalı spor salonunu bu hale getiren, basket potalarını kıran, koyduğumuz fileleri kaybeden, her olayda birbirinin kafasını gözünü kırdığı gibi onca sandalyeyi, masayı kıran, camı çerçeveyi indiren, öğrenci kartını göstermeyen, kayıtlı olduğu odada kalmayan, yurt duvarlarını giriş-çıkış kapısı gibi kullanan, hiçbir yurt disiplin kuralına uymayan biz miyiz ?" Bu defa da ortam gerilivermişti.


Selim abi yumuşak bir sesle müdahale etti hemen: "Arkadaşlar, bu ülke hepimizin. Hepimiz doğuştan kardeşiz. Kavga yerine birlikte yaşamayı, bulunduğumuz ortamı sabote etmeyi değil korumayı, can güvenliği bahanesiyle gruplaşmak yerine huzur ve güvenliğimiz için idareye destek olmayı benimsemeliyiz. Ama bu arada idare de kendisine düşen görevleri ve öğrencinin haklı isteklerini yerine getirmeli." 

 

Bu defa odadan yükselen ses çoğunluğun bu sözlere katıldığını gösteriyordu. Yurt yönetim memuru ile adamın bir an göz göze geldiğini fark ettim, sonra ikisi de başını eğip sustular. Bilmem bu bakışı anlamalı mıydım ? O zaman göremediğim şeyi Salı günü memur Bülent beyi bulmak için idareye gittiğimde bizzat öğrenecektim.

 

Salı günü sınavdan sonra Mehmet'le birlikte fakültenin öğrenci işlerine gitmiştik. Aldığımız cevap bizi çok şaşırtmıştı. "Kayıtlarda Ahmet Yıldız isminde Burdur'lu bir İdari Bilimler ikinci sınıf öğrencisi yokmuş !"

Diğer memurlar Bülent beyi beklerken bize de çay Ismarlamışlardı. Buraya daha önce sadece iki kez gelmiştim. Pek sakin hatırlıyordum. Ama, o gün nedense idare bir hayli hareketliydi. Bülent bey nihayet odaya geldi. Bayağı heyecanlı bir hali vardı.  Biraz hoş beşten sonra kendisine bu haberi verdiğimizde de birden gülmeye başlamıştı. Şaşkınlıkla neden güldüğünü sorduk. "Sizi Müdür beye götüreyim, ona da söyleyin" dedi. "Hadi gelin."

 

Müdür odasının önü kalabalıktı. Giren çıkanlara bakılırsa bugün bir farklılık vardı sanki. Bülent bey "Müsaade edin lütfen !" diye bizi kapıdan içeri aldı. Yoğunluk içerde de farklı değildi. Oturanlar galiba Bursa'daki diğer yurt müdürleri ve Müdür yardımcılarıymış.

 

Masada oturan ufak tefek adam güleç bir yüzle yerinden kalkarak bize doğru geldi. "Gelin bakalım gençler, görüşmeyeli nasılsınız ? " 

 

Gözlerimiz iri iri açılmış, bizi kucaklayıveren tanıdık adama bakakalmıştık. Neden sonra Mehmet'in ağzından bir hayret nidası çıktı: "Aaa Müdürmüş !"

 

 

Bir efsane gibi

 

Galiba iki kişi yerinden kalktı, oraya bizi oturttular. Bu arada artık yeni müdür olduğunu anladığımız adam bizi diğerlerine tanıtıyordu, onları da bize. Oda kalabalıktı. Bu yüzden sesler, konuşmalar birbirine karışıyordu.

Biz ise girdiğimiz şoktan henüz kurtulamamıştık. O halde daha ne kadar kaldık, ne içtik, ne söyledik hatırlamıyorum. Galiba diğerleri hangi okulda okuduğumuzu, memleketlerimizi filan sormuşlardı. Bir ara yurt yönetim memuru Bülent beyin eğilip kendisine bir şeyler söylediğini fark ettim.

 

Yerinden kalkıp bize yönelmişti. "Bana ne söyleyecektiniz gençler ?" dedi gülerek. Mehmet'in sesini duydum yanımda "Hocam, yeğeninizin kaydı yokmuş öğrenci işlerinde" Şimdi bütün odadakilerin bakışları bizim üzerimizdeydi. Cevapsız bir cümleydi bu. Ama nedense biz kalmıştık altında. Önüme bakıyordum.

 

Birden arkadan hafifçe boynumu sıkan bir el ve "Değil mi Süleyman ?" sesiyle irkildim. Ne dediğini anlayamamıştım. Mehmet'e baktım. O da gözlerini iri iri açmış soruyu sorana bakıyordu.

 

Kısa bir sessizlik oldu. Sözün gerisi başkasından geldi "Ne sırrıymış bu ? Merak ettik yani."  "Adı üstünde sır işte. Fazla karıştırmayın." dedi iki eliyle omuzlarımızı hafifçe sıkarak. "O iş artık müfettiş Erdoğan beyin sorunu. Değil mi gençler ?" 

 

Neyi kastettiğini ancak anlayabilmiştik. İkimiz birden yüzümüzde bir gülümseme, başımızla doğruladık onu. O da bize göz kırptı karşılığında.

…..

İdareden ayrıldığımızda hala yaşadığımız olayın şaşkınlığı üzerimizdeydi. "Adam müdürmüş ya ! Müfettiş değilmiş gördün mü bak ?" Mehmet koluma girdi, hızlandık "Hadi  Kemal abiye gidelim. Bu haber onları da şok edecek görürsün."

….

 

"Ne ? Hakkat mı lan ? Dalga geçme bizle Süleyman !" "Yok abi, valla adam Müdürmüş. Konuştuk, şimdi ordan geliyoruz. İnanmazsan Mehmet'e sor bak." Mehmet "Müfettiş filan değilmiş, Ahmet Yıldız isminde bir yeğeni yokmuş zaten. Göreve de bugün başlamış." diye doğruladı beni. 

 

Kısa bir şaşkınlık oldu, birbirlerine Baktılar. Levent elini masaya vurarak konuştu: "Adama bak ya, desene başlamadan önce yurtta ne olup bitiyor anlamak istemiş." Nihayet Kemal abi de inanmıştı anlattıklarımıza.

 

Arkasına yaslanırken dudakları arasından önce bir ıslık sonra da  "Vay anasını be, helal olsun adama." sözleri çıktı. Sonra da birden ayaklandı "Hadi biz de gidelim, hayırlı olsun deriz." 

 

Bir taraftan da yanındaki Hamit'e bir şaplak indiriverdi gülerek "Lan Hamit, bak görüyor musun adamı, öğrencinin içine girdi, bizimle konuştu, yedi içti burda ne olup bittiğini öğrendi başlamadan önce. Valla helal olsun !" 

 

İdare binasına gelinceye kadar sekiz on kişi olmuştuk bile. Merdivenlerden inmiş bazı misafirleriyle birlikte arabasına binmek üzereydi. Bu seferki görüşme ayaktan, birbirini tanıyan insanların yakınlığıyla, kısa ve içten oldu. Bir yere gitmesi gerektiğini, ama mutlaka yeniden görüşmek, hatta bir akşam yemeğini birlikte yemek istediğini söylüyordu.

 

Arabasına binerken bize hayırlı akşamlar diledi, el salladı. Hepimizin yüzü gülüyordu. O anda sanki bir müdürü değil de kendi abimizi uğurluyor gibiydik.

 

Bu durumu fark eden bir Müdür yardımcısı Kemal abiye takılmadan edemedi: "Ne o Kemal, Sen de mi Müdür beyle sır arkadaşısın ? Ne adamsın be, her taşın altından çıkarsın yani" Yanındaki birkaç kişi ile birlikte güldüler.

 

Kemal abi de güldü ama cevabı biraz manidar gibi geldi bana "Bu sefer tam adamına çattınız.  Yurttaki bütün taşları kaldıracak bu Müdür. Söyleyim ben size."

……..

 

Takip eden günlerde yurtta sanki bir efsane dolaşıyordu; "Duydun mu yeni bir müdür gelmiş." "Kendini bildirmeden gelip yurdu dolaşmış diyorlar." "Bir arkadaştan duydum, onlarla konuşmuş, çay içmiş, sohbet etmiş."  "...Hem de öğrencilerin düşüncelerini dinliyor, fikirlerini alıyormuş."

Duyduklarımıza inanamıyorduk. Sadece bizim bilip yaşadıklarımız nasıl olup ta iki günde bütün yurdun diline düşüvermişti. Bir taraftan da öğrenci arasındaki bu konuşmalar günlük haber bülteni gibi yayılıyordu; "Müdür bugün  kantindeymiş" "Biraz önce yemekhanede öğrencinin arasında dolaşıyormuş." "Gece de blokları gezmiş, odalarda öğrencilerle konuşmuş." 

 

Biz bile üçüncü gün sabah vakti okula giderken onu giriş kapısında görevlilerle konuşurken görmüştük. Böylece bütün yurt bu ayaklı gazete haberlerinden müdürün günlük faaliyetini takip eder olmuştu. Tabi bir de bunlara yapılan yorumları ve hararetli tartışmaları eklemek lazım.

 

Yurda bir renk gelmişti galiba. Anlaşılan bu büyük kitle kavgadan, gürültüden, olaydan, gerginlikten o kadar bezmişti ki, ortaya çıkan bu durumu sürekli kendinden de bir şeyler katarak adeta bir tür magazine dönüştürüvermişti. Bizim Müdür daha ilk haftasında tam bir efsaneydi (!) yani.

...

 

Hafta sonu Pazar akşamı onun misafiriydik. Kemal abi kalabalık olmasın diye dışardan sadece Selim abiye haber vermişti. Halil'le Okan da Bursa'ya gitmişlerdi zaten. Onun da yemeğe sadece yurt yönetim memuru Bülent beyi çağırmış olması gözümden kaçmadı. Tam olarak biz bizeydik. Yemeği makam odasındaki toplantı masası üzerinde ve tabldot tepsilerinden yedik.

Menüde o gün öğrenci için çıkan yemekten farklı bir şey yoktu. Zaten kimsenin aklı yemekte değildi ki. Masadaki herkes ona bir sürü şey sormak istiyordu. Belli ki o da bizim düşüncelerimizi merak ediyordu. Bu yüzden yemekte başlayan muhabbet, çaylar içilirken çoktan koyulaşmıştı.

 

Öncelikle neden kendini gizleyerek aramıza girdiğini açıkladı. Çünkü; bu yurtta ne olup bittiğini birinci elden, yani doğrudan bizden öğrenmesi gerekiyordu. Ve bu, öğrenci ile arasına herhangi bir kural, resmiyet, ciddiyet filan girmeden olmalıydı.

 

Ona göre amaca ulaşılmıştı. Ancak, yine de özür diliyordu işte. Bir taraftan da yanlış anlaşılmalara karşı, mümkünse bu konunun aramızda kalmasını rica ediyordu. Geç vakit ayrıldığımızda bir an o akşam, o masada ne çok şeyin konuşulduğunu düşündüm. Sonuçta söylenmesi gerekenler konuşulmuş ve tüm görüşler sansürsüz, aracısız paylaşılmıştı.


Orada bulunanların hepsi bu yurttaki sorunların üstesinden gelinebileceğine inanarak kalkmışlardı masadan. En önemlisi, herkes bir abi-kardeş, dost ve arkadaş olabileceğini görmüştü. Bundan sonraki süreçte de artık birbirlerine güvenebilirlerdi.

  

 

Sadece kırmızı, sadece mavi olabilir mi dünya ?

 

Süleyman "Efsane" demiş. Ama iyi ki de yanı başına (!) işareti koymuş. Yoksa Bursa Uludağ Öğrenci Yurdunda göreve başladığım ilk günleri ben bile tanıyamayacaktım. Şimdi bir arı kovanına girmek gibi hatırlıyorum ilk birkaç haftayı çünkü.

Şehrin yirmi kilometre dışında, kendi zamanında adeta 70'li yılları yaşayan, sadece etrafa bakıp gördüklerimden değil  5000 kişinin uğultusundan bile ürktüğüm bu hengamenin müdürüydüm artık. Belki bilmez cesareti denebilecek bir adım atıp dalıvermiştim içine.

 

Allah da yardım etmişti işte. Sözde yeğenimi sorduğum, bu vesile ile tanışıp konuştuğum gençlerle yüreğimi yatıştırmıştı. O gençler ki daha sonra da bana hep destek oldular. Düşüncelerinden, önerilerinden hep yararlandım. İşte Süleyman da kendisini onların arasına koymuş, öyle yazmış yaşananları.

 

Onun da anlattığı gibi; kendimi bir müfettiş olarak tanıtıp, yeğenimi arama bahanesiyle girip çıktığım bir hafta içinde yurtla ilgili çok şey öğrenmiştim. En azından, fokurdayıp duran o cadı kazanında yaşayan tarafı yani "gençleri" bizzat dinlemiştim. Onlar ki konunun hem öznesi hem de yüklemiydiler. Yüreklerini açtılar bana, düşüncelerini paylaştılar. Ben de gerçekten inanmıştım ki, onlarsız çözüm olmaz.

 

Fakat işin çok başlangıcındaydım. Öğrenmem gereken, hale yola sokmam gereken pek çok şey de vardı, görüyordum. Mesela, en başta yurt idare mevzuatını öğrenmem gerekiyordu.

 

Satınalma, Muhasebe ve Mali işler sorun değildi. Bu konular benim uzmanlık alanımdı. Ama, yurt işletme ve disiplin uygulamaları bana çok yabancı işlerdi. Öte yandan başta altı müdür yardımcım olmak üzere 200 personelimi bir an evvel tanımalıydım.

 

Görev dağılımını, konumlarını ve kapasitelerini değerlendirmem lazımdı. İyi kötü bu yolculuğu beraber yapacaktık. Bana destek mi olacaklardı, yoksa köstek mi ? Elbette onların da söyleyecekleri olmalıydı. Dinlemeliydim, çünkü; onlar buradaki sorunun en önemli parçasıydılar ve fotoğrafın netleşmesi başka türlü mümkün olamayacaktı.

 

Ayrıca, bir de dış taraflar konusu vardı tabi ki. O günlerde Bursa Valisi Necati Çetinkaya, Rektör de Nihat Balkır'dı. Bölge jandarma bölgesiydi ve Bursa'daki Alay komutanlığına bağlıydı. Bunun gibi, çevremdeki tüm siyasi, mülki, askeri, idari, medya ve sivil toplum güçlerinden destek aramam lazımdı. Herhalde burada Donkişotluk yapmayacaktım. Bunu bilecek kadar aklım ve tecrübem vardı çok şükür.

 

Ailemi Ankara'da bırakmıştım. Kaldığım misafirhane Çekirge semtindeydi. Sabah erken demeden, akşam geç oldu eve gitmeliyim kaygısı taşımadan Cumartesi Pazar dahil yoğun bir uğraş içindeydim.

 

Görüşmeler, ziyaretler, toplantılar birbirinin içine giriyor, hesapta olmayan sorunlar peş peşe girdaplar oluşturuyordu.  Çalkantılı bir denize dalmış gibi, nefesimi tutmuş durup dinlenmeden kulaç atıp duruyordum. Bir taraftan da edindiğim bilgileri, aldığım önerileri ve oluşan desteği değerlendirerek en kısa zamanda bir yol haritası çıkarmalıydım. Çünkü, yöneticilik kariyerim; amaçsız, hedefsiz ve stratejisiz yol olmayacağını öğretmişti bana.

 

Bu arada öğrendim ki yurdu kendilerine mesken seçmiş örgütler de harekete geçmişlerdi. Herhalde yurtta esen efsane (!) rüzgarından etkilenmiş olmalıydılar. Tam da buna uygun olarak taraftarlarına işledikleri propagandaya göre ben özel yetiştirilip gönderilmiş bir adamdım. Bu söylem beni durduk yere güldürdü. Benim ne şartlarda buraya geldiğimi bilemezlerdi tabi.

Fakat bu tepkileri aksine, geniş bir öğrenci kitlesinde daha fazla merak ve ilgiye yol açmıştı. Hatta biraz da kafalarında büyütüp bekledikleri umudun işareti sayılmıştı. Moral desteğe en fazla onların ihtiyacı vardı, en çok onlar hazırdı çünkü.

 

Yine de geçen ay yakılan nevruz ateşi henüz sönmemişti. Arada sırada küller yeniden üfleniyor, havada uçuşan kıvılcımlar altta hala bir kor olduğunu gösteriyordu. Bu ortamın devam etmesi isteniyordu bu çok açıktı.

 

Gerginlik ortamı tüm illegal gruplara sempatizan kazandırıyor, her olay konumlarını daha da derinleştiriyordu. Hatta karşıt örgütler, sürekli can güvenliklerini ve birbirlerini bahane ederek kendi varoluşlarını açıklıyorlardı. Yani birinin varlığı diğerinin de hayat nedeniydi burda. Barış ve huzur ortamı ise hepsinin ortak düşmanıydı sanki. İki haftada bunu çok iyi anlamış durumdaydım. 

 

Bloklar örgütlü grupların kurtarılmış bölgeleri gibiydi. Doğal olarak adeta paylaşılmıştı. Ama yemekhane-kantin hepsinin gelmek zorunda oldukları ortak mekandı. Bu sebeple barışın öncelikle orada sağlanması gerekiyordu. Başlangıçta yemek kuyruğunda, masa başında ya da çay sohbetlerinde karşıt grupların önderlerini bulup konuşmak istedim. Böyle gençler de hal ve tavırlarıyla kendilerini ortaya koyarlardı zaten.

 

Mesela böyle bir grupla ayaküstü konuşmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Cumartesi günü öğleye yakın bir saatti. Hava da oldukça güzeldi doğrusu. Sandalyesini alan öğrenci kantin dışına çıkmış öbek öbek gruplaşmışlardı.

Selam verdiğim grup önce soğuk ve mesafeli davrandı. Sanki beklemedikleri bu hamle karşısında ne yapacaklarını bilemediler gibi geldi bana. Konuşmak için ısrar edince de biraz diklendiler. Etrafımız bir anda çevrildi. Kalabalık çoğaldı ve laf atmalar başladı.

 

Yanımdaki müdür yardımcım kolumdan çekiştirmeye başlamıştı. İşin doğrusu benim de kalp atışlarım yükselmişti. Ancak, kararlıydım. Başladığım şeyi devam ettirmeliydim. Bir taraftan konuşmaya çalışıyor, bir taraftan da liderlerini anlamaya çalışıyordum.

 

Tam karşımdaki gence bakarak sordum: "Ben yeni yurt müdürünüzüm ? Sizinle tanışmaya, benden istediğiniz herhangi bir şey var mı diye sormaya geldim. "Herkes susmuştu. Genç bir an etrafına baktı, diğerleri onun bir şeyler söylemesini bekliyordu.

 

Giderek yükselen bir ses tonu ile: "Bu yurtta faşist istemiyoruz. Jandarma polis kampüse giremez. Yaşasın özgür demokratik üniversite kavgamız." diye haykırdı.

 

Konuşmuyor, düpedüz slogan atıyordu. Bu arada bir elini de yumruk yaparak havaya kaldırmıştı. Vücudu gerginleşmiş, yüzünde kasılmalar oluşmuştu. Anlamıştım, haykırışı aslında arkadaşlarınaydı ama, ben yine de bir şeyler söylemeliydim.

 

Her taraf bahar kokuyordu. Kısa sessizlikte kuşların cıvıltıları geldi kulağıma bir an.

 

Biraz da zaman kazanmak için kelimelerin üstüne basa basa konuştum: "Yani, sadece siz olmalısınız, diğerlerinin burada yaşamaya hakları yok öyle mi ? Oldu olacak buraya bir de bayrak çekin bari. Nerde yaşıyorsunuz siz ?

 

Gençler kusura bakmayın ama ben bu filmi yirmi sene önce bizzat içinde yaşayarak görmüştüm. Şimdi herkesin keşke öyle olmasaydı dediği günlere mi dönmek istiyorsunuz yani ? Kendinizi kandırmayın. Burada istemediğiniz insanlarla okulda, otobüste, şehirde, sinemada iç içesiniz. Belki hemşehri, belki de akrabasınız.

 

Etrafınıza bir bakın ! Bahar geldi. Tabiat canlanıyor. Mavi, sarı, yeşil, kırmızı hepsi bir arada. Böyle güzel, doğalı bu. Sadece kırmızı, sadece mavi olabilir mi dünya ? Soruyorum size ?.. Şimdi ben size elimi uzatıyorum. İstemeseniz de size yardım etmeye kararlıyım. Benim buradaki görevim, her şeyden önce sizin güvenlik içinde birlikte yaşayabilmenizi sağlamak. Bunun için çalışacağım. Birlikte olsak daha iyi olmaz mı ?"

 

Etrafımı çeviren gruptan adeta bir homurtu yükseldi. Biraz daha sıkıştırıldığımı hissettim. Karşımdaki genç de sıkıntıyla soluyor, başını yardım ister gibi sağa sola çeviriyordu.

 

Birden kalabalık dalgalandı, deminden beri arada dikilen ama konuşmayan uzun boylu, esmer, parkalı düşük kalın bıyıklı bir genç öne doğru çıktı. Ellerini kaldırarak kalabalığa susmalarını  isteyen bir hareket yaptı: "Tamam arkadaşlar, sakin olalım lütfen." 

 

Bana döndü, kaşları çatık kalın bir sesle elini uzattı. "Hoşgeldiniz. Arkadaşlarımın heyecanını  hoşgörün.  Müdürle konuşmaya hiç alışık değiller. Ancak, siz de bilin ki bizi böyle safsatalarla kandıramazsınız. Mücadelemiz sürecek." 

 

Uzattığı eli sıktım. Evet, işte o olmalıydı. Gülümseyerek karşılık verdim: "Birlikte mücadele edelim öyleyse. Bunun için en kısa zamanda sizinle yeniden görüşmek isterim. Belki anlaşabiliriz ?" "Sanmam" dedi aynı kararlılıkla. "Ama gene de sizi izleyeceğiz, bundan emin olabilirsiniz."

 

Anladım ki konuşma bitmişti. Zaten daha fazla konuşmanın da bir faydası yoktu. Yüzümü ateş basmış, etrafımdaki çemberden daralmıştım. Aralarından sıyrılıp çıkarken bile hala üzerime çevrilmiş kızgın bakışların etkisi altındaydım. Baktım, Müdür yardımcım grubun içinden çok önce çıkmış, beni daha güvenli bir uzaklıkta bekliyordu. Ne ara yanımdan ayrıldı bilmiyorum ama korkusunu anlayabiliyordum.

 

Ben çıkınca o da önden önden idareye doğru adımlarını hızlandırmıştı. Merdivenlerde kolundan tutarak durdurdum. "Benimle son konuşanı tanıyor musun?" "Evet" dedi. "Olaylarda hep başrollerdedir. O grubun lideri konumunda. Öğrencimiz değil, ama yurtta kaçak kaldığını biliyoruz."  

 

Doğrusu bunları ben de tahmin etmiştim. Ama, beklediğim cevap bu değildi: "Adı ne ?" Sarsıldı, önüne baktı sonra: "Bilmiyorum müdür bey. Ama sanırım birkaç defa gözaltına alındı. Jandarmadan öğreniriz."  Odama yöneldim: "İyi o halde, lütfen öğreniverin bir zahmet. Bir dahaki sefere kendisine adıyla hitap etmek istiyorum."


Yangın var !

 

Okulda dersler ve sınavlar bütün ağırlığıyla devam ediyor. Ancak, nevruz olaylarının artçıları da bir türlü bitmek bilmedi. Gruplar arasında sürtüşme olmayan gün yok gibi. Geçen gün Fen Edebiyatta Vakkas'ın grubuyla diğer bir grup kavga etmiş. Yaralananlar, göz altına alınanlar olduğunu duyduk. Bu yüzden tüm üniversitede ve yurtta yoğun bir jandarma kontrolü var.

Fakültede devam mecburiyeti  olmadığından derse gelen öğrenci sayısı da bihayli düştü. Yalnız sınav olduğunda birdenbire kalabalıklaşıveriyoruz. Tabi düzenli olarak derse girdiğimiz ve hocalarla münasebetimiz nedeniyle  herkes tuttuğumuz notların  peşinde.

 

Öyle oldu ki artık taleplere yetişemez olduk. Hele de para tekliflerine ne diyeceğimizi şaşırıyorduk. Bir gün Mehmet'e  dedim ki "Ya biz bunları parayla satsak ya be Memet."   Biraz da kızararak "Olur mu hiç, ben yapamam" dedi. Üsteledim "Ama bak işte görmüyor musun, gidip fotokopiyle çoğaltıp paylaşıyorlar işte. Fotokopi masraflarını da bölüşüyorlar. Bunu biz yapsak hem herkese kolaylık olur, hem de harçlığın çıkar fena mı ?" 

 

Saf saf yüzüme baktı "Olur mu ki ?" "Olur olur. Hiç olmazsa alan almayan belli olsun." Ardından imalı göz kırptım "Ama istersen bazılarına parasız da verebilirsin yani."  Önüne bakarak sustu, gözlerine kadar kızarmıştı çünkü.

 

Bu günlerde yurtta durum sakin. Ama bütün gruplar teyakkuzda, bu çok belli. Sürekli birbirlerini kolluyorlar. Bir akşam yemekte Halil'e onun şivesini taklid ederek sordum "Ya gardaş, geçmiş olsun hele. Geçen gün gapışmışsınız yine bizimkilerinen" 

Halil birden celallendi "Süleyman, zaten canım sıkkındır. Şimdi sizinkilere başlarım ha !" Kendi sesinden kendi ürkmüştü. Sesini etraftan kimsenin duyup duymadığını anlamak için şöyle bir çevresine bakındı.

 

Çatal kaşık tepsi sesleri ve uğultulu yemek telaşından kimsenin duymadığından emin olunca da eğildi, yavaş bir sesle "Bu sefer üç yaralı beş gözaltı oldular. Bizimse bir yaralı dört gözaltımız var. Saldırılarını geri püskürttük. Şimdi kudurmuşlardır." 

 

Orhan yanındaki Okan'ın sırtına vurarak işi şakaya vurdu "Oh ne ala memleket, Fener-GS derbisi gibi. Desene maç şimdilik 3-2 ama her iki taraf ta kuduruk oldu. Bi da sefere artıkın Görükle meydan savaşı yapar, rahatlarsınız" Bu sözleri sevimli el kol hareketleri ve öyle komik bir yüz ifadesiyle söylemişti ki hep birlikte gülüştük.

 

Okan sözü değiştirdi "Dün ne oldu biliyor musunuz ?" Hepimiz ondan yana baktık. "Ne oldu ?" dedim merakla."Yeni müdür Vakkas abilerin odasına geldi." Bu sefer Mehmet atıldı "La ne oldu ? Anlatsana" 

 

Okan bir an Halil'e baktı, onun omuz silktiğini görünce de devam etti "Konuştular. Bizim yurtta olay çıkarmamamızı, barış içinde birlikte yaşam için desteğimizi istedi." Orhan gümbür gümbür konuştu "Heyt be aslanım benim ! İşte müdür dediğin de böle olcek." 

 

Halil hemen makaraya sardı Orhan'ı "Ne o Balıkesir efesi, hemşerine mi bu tezahürat." Bir kahkaha daha koptu masadan. Rahatlamıştık.

 

Ama Mehmet durmuyordu. Okan'a sordu "Ee siz ne cevap verdiniz ?" Okan boş bulundu "Yurtta saldıran taraf biz olmayız. Ama.." sözü yarım kaldı. Halil kaşlarını çatmış Okan'a dik dik bakıyordu. Okan önüne baktı sustu. Halil mecburen konuyu kapatmaya çalıştı "Barış bizim için de önemli kardaş. Ama bizim de idareden isteklerimiz olacak tabi."

….

 

Yurtta son haber yeni Müdürün blok toplantılarına başladığıydı. Önce kız bloklarından başlamış. Bizim odadaki genel kanı; Müdürün örgütlü gruplardan sonra ortada kalan öğrenci kesimine yöneldiğiydi.

Şunu anlamıştım; odasında yaptığımız sohbette söylediklerini adım adım gerçekleştiriyordu. Belli ki, ortaya bir çözüm önerisi koymadan önce tüm taraflara ulaşmak, dinlemek ve düşüncelerini paylaşmak istiyordu. Ama doğrusu bunu böyle bir yerde engellenmeden nasıl başaracaktı bilmiyorum.

 

Ortada duran bizim gibi geniş bir kesimin vaziyetin düzeleceğine dair umudumuz yoktu. Hatta kötü giden yurttaki pek çok şey için de idareyi suçluyorduk. Ama, bir taraftan da duyduğumuz her olumlu haber bizi gizliden gizliye sevindiriyordu. Blok toplantılarının başlaması haberi de bunlardan biriydi.

 

Toplantıların başladığı üçüncü haftaydı sanırım. Müdür bey yanında bayağı kalabalık bir grupla 2.bloğun okuma salonuna girdiğinde biz Mehmet'le ders çalışıyorduk. Şaşırmıştık, ama hemen kalkıp karşıladık. Kısa bir tereddütten sonra orada bulunan diğer öğrenciler de katıldılar bize. Masalar çekilip, sandalyeler sohpet düzenine konulurken, haber çoktan odalara uçmuş, okuma salonu hatırı sayılır bir öğrenci kalabalığıyla dolmuştu bile.

Müdür bey öğrencilere karşı iki tarafında altı müdür yardımcısı ve beş yönetim memuru ile oturuyordu.

 

Biz de tam karşısına yerleşmiştik. Kemal abiler de gelip yanımıza, onlar için ayırdığımız sandalyelere oturdular. Hepimizin yüzü gülüyordu. Bir ara Vakkas abinin de yanında birkaç kişi ile salona girip çıktığını fark ettim, ama durmamışlardı.

 

Müdür beye ve yanındakilere baktım. Sanki biraz gergin gibi geldiler bana. Tam bu sırada göz göze geldik. Gülümsedim "Haydi müdürüm, biz hazırız." gibisine baktım. Rahatlamıştı, o da gülümsedi ve "Merhaba arkadaşlar. Ben yeni müdürünüz Yılmaz Yalçın. Bu akşam ben ve arkadaşlarım sizinle tanışmaya ve sohpet etmeye geldik. İzin verirseniz öncelikle biz kendimizi tanıtacağız. Ardından çok kısa bir hitabım olacak. Ama bu akşam daha çok sizi dinlemek, varsa sorularınızı cevaplandırmak ve bilhassa önerilerinizi almak istiyorum." diye söze başladı.

 

Diğerleri sıra ile kendilerini tanıtırken ben de salona bir göz gezdirdim. Sandalyede oturanlardan başka, yanlar, arkalar ayakta gençlerle dolmuştu. Çoğu omuzunda havlu, eşofmanlı, hatta atletliydi. Belli ki alel acele merak ettikleri müdürü görmeye gelmişlerdi. Fakat hay Allah ! Korktuğum gibi en belalı iki grup ta oradaydı. İçlerinden bazılarını biliyordum. Fakat tanımasam da birbirine zıt tarafta öbekleşmiş duruşları  ve birbirlerine bakışlarından bunu anlamak zor değildi.

 

"Sevgili  gençler, değerli arkadaşlarım ! Bugün aranıza gelişimin üçüncü haftası. Evet bu göreve isteyerek gelmedim. Ankara'da kalmak için direndim de. Ama burayı görünce, sizleri tanıyınca düşüncelerim tamamen değişti. Biliyor musunuz ?

 

Burası benim memleketime sadece yüz kilometre uzaklıkta. Üstelik buraya çok yakın bir köyde geçti çocukluğumun ilk yılları. Kendi memleketimden kaçmayı düşünmüyorum.

 

70'li yıllar benim gençliğimin acılı yıllarıydı. Kendimizi kayıp nesil olarak adlandırdığımız, bugün keşke hiç olmasaydı dediğimiz yıllar. Yirmi yıl sonra sizin, benim memleketimde aynı acıları yaşamanıza göz yumamam. Ne yapacaksın, hatta ne yapabilirsin ki diyeceksiniz. Haklısınız.

 

Ama bir karınca misali vardır bilirsiniz, sizinle birlikte o yolu ben de yürüyeceğim. Ta ki bu karabasan bitsin. Ülkemin gençleri artık birbirinin boğazını sıkmadan, etrafını kırıp dökmeden, hangi fikir ve inancı taşıyorsa onunla ama huzur ve güven içinde birlikte yaşayabilsin. Bunu hep birlikte başarabiliriz. Sebep ne olursa…"

 

Birden yan tarafımızdan patlayan "Komünistler Moskova'ya ! Komünistler Moskova'ya !" sloganıyla sözleri yarım kalmıştı. Tabi derhal diğer grup ta karşılık verdi buna: "Kahrolsun Faşistler ! Kahrolsun Faşistler !" Salon bir anda elektrikleniverdi.

 

Müdür beyin yanındakilerin kalkmaya yekindiklerini gördüm. Biz de ayaklanmıştık. Kavga çıktı çıkacaktı. Sandalyelerin uçuşmasına saniyeler kalmıştı.

 

Kemal abi ayağa fırlamış el kol hareketleriyle iki grubu da sakinleştirmeye çalışıyordu. Ben ise Müdür beye bakıyordum. Kalkmamıştı ama tereddüt içindeydi. O an çevresine bakınıp duran gözlerinde tam bir çaresizlik gördüm. Zaman sanki durmuştu.

 

Böyle kaç saniye geçti bilmiyorum, birden ayağa fırlayıp bağırdığını gördük: "Yangın var !.." O kaynayan salona sanki bir sessizlik bombası düşmüştü. Herkes şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Sessizliği bozan Kemal abinin sesi oldu "Hocam nerde ? Söndürelim !"

O an gerçekten çok farklıydı. Müdür bey beklenmedik öyle bir şey yapmış, öyle bir bağırmıştı ki herkes o anda göstereceği bir yangını söndürmeye hazırdı.

 

Ama, yine de bir gariplik vardı işte. Belli bir noktaya bakmıyordu. Yangın var demişti ama kollarını iki yana kaldırmış, salonu dolduran gençlerin gözlerine bakıyordu. Yüzünde yangın görmüş biri gibi değil de biraz sonra ağlayabilecek birinin ifadesi vardı sanki.

 

Şimdi slogan atanlar dahil bütün salon susmuş gözler Müdür beye kilitlenmişti. Sessizlikte ince bir feryat, duygu yüklü bir ses yankılandı kulaklarımızda:

 

"Yangın işte burda !.. Görmüyor musunuz  alevler sarmış dört bir yanınızı. Arkadaş olması gerekenler düşman olmuş, kardeş kardeşe düşmüş burada. Aynı okulda okuyan, belki de aynı odada uyuyanlar neden kıvılcım saçıyorlar söyleyin ! Ne oldu size böyle ? Nasıl bu hale geldiniz ?

 

Demin söndürelim dediniz. Eminim size bir ateş gösterseydim hepiniz elbirliği eder onu söndürürdünüz. Çünkü, sizde öylesine yiğit bir yürek var ki iki eliniz kanda olsa koşardınız biliyorum. Peki de, yangın sizin yüreğinizde çıkmış, ciğeriniz tutuşmuş neden acısını duymuyorsunuz ? Bu yangını ben görüyorum, hatta siz de farkındasınız ama neden onu söndürmeye çalışmıyorsunuz ? Neden ?..

 

Hepimiz tutulmuş kalmıştık. O ufak tefek adam birden devleşmişti gözümüzde. Bence bu sözler bir müdürün  ağzından değil, yüreğinden geliyordu. Birden, yanıbaşımızdan bir ses patladı "Müdür bey doğru söylüyor. Yeter artık ya ! Her gün olay, her dakka itiş kakış bıktık be !" Baktık Hamit kıpkırmızı olmuş bir o yana bir bu yana bağırıyordu. Boynundaki damarlar patlayacakmış gibi şişmişti.

 

Zaten sesi gürdü, haykırışları salonu doldurmuştu: "Beni tanırsınız, içinizde arkadaşlarım var. Hiç birinizin milliyetçiliğinden vatanseverliğinden kuşkum yok. Ama yapmayın arkadaşlar, etmeyin kardeşler bakın misafirimiz var. Bizimle konuşmaya gelmiş. Zorunuz ne ?

 

Bırakın da adam gibi konuşalım. Bize saygınız yoksa kendinize de mi yok ? Ne kimse Moskova'ya gidecek, ne de kahrolacak arkadaş ! Ya adam gibi oturup dinleyin, fikrinizi söyleyin ya da gidin." 

 

Gümbür gümbür gelen bu sözler sadece salonda değil, adeta bizim ta içimizde de yankılanmıştı. Şimdi bütün salon ayaklanmış her iki gruba meydan okuyordu. "Hamit haklı, ya dinleyin ya da gidin !" "Burası kavga yeri değil çıkın dışarı !" "Ne bu ya ! Bıktık arkadaş." "Müdür bey siz devam edin, siz şimdi bizim misafirimizsiniz" "Lütfen arkadaşlar ! Lütfen !" 

Hava birdenbire terse dönmüş slogan atanlar zora girmişti. Zaten azlıktılar, bu defa da çoklu ateş arasında kalmışlardı. Önce bir gruptan birkaç kişi cılız bir sesle ve akortsuz sloganlarıyla salondan çıktılar. Peşinden diğer gruptan bazıları da homurtuyla ayrıldı. Diğerleri hiç bir şey olmamış gibi dinleme pozisyonuna geçmişlerdi bile.

Başta Kemal abi olmak üzere bir alkış koptu salondan. Herkes rahatlamıştı, yüzümüz yine gülüyordu. Önce Müdür bey oturdu yerine, bir taraftan o da bizi alkışlıyordu. Ardından bütün salon sandalyelere oturma sesleriyle  doldu. Sohbet kaldığı yerden devam edebilirdi artık


Tv de futbol

O andan itibaren zaman bendinden boşalan su gibi aktı sanki. Şunları söylediğimi hatırlıyorum "Yangın varsa karşıdan bakılıp seyredilmez. Kenarda durulmaz, söndürülmesi gerekir. Her işin, her halin önüne geçer bu refleks. Hele can söz konusuysa bir saniyenin bile önemi vardır çünkü. Biz de öyle yapalım, madem yangın var; gelin bu yangını birlikte söndürelim !

El ele verelim, kimin elinden ne gelirse koşalım. Bunun öğrencisi müdürü olmaz, erkeği kızı yoktur. Haydi su dökelim alevlere, daha fazla harlamasın ateş. Sarmasın evimizi ocağımızı, yakıp yıkmasın yüreklerimizi, ağlamasın analar. Bitsin artık bu kavga dövüş..."

….

Uzun ve verimli bir toplantıydı. Oradan ayrıldığımızda saat gece yarısını geçiyordu. Öğrenci personel demeden pek çok kişi söz alıp konuşmuştu. Dikkatle dinlemiş ve not almıştım. Önemli şeyler söyleniyordu, özellikle de yurttaki hizmetler ve fiziki sorunlar hakkında oldukça net bir tablo çıkmıştı ortaya.

Fakat en önemlisi gençler eleştirileri kadar bu sorunların giderilmesi konusunda da önerilerini sakınmıyorlardı. Yani ne yapılması gerektiği hakkında proje üretme sıkıntımız olmayacaktı. Hem de bu projelerin gönüllü destekleyicisi ve koruyucusu olacaklardı. Kafamda aşağı yukarı bir yol haritası şekilleniyordu.

Toplantının başında olay çıkmasına ramak kalmıştı. Tuhaf şey ama yanımdakilerin kalkmaya yekindiklerini gördüğümde bende korkudan eser yoktu. O an aklımda sadece tek bir şey vardı; daha yeni başlayan müdürlüğüm orada gömülecekti.

Kemal iki grubu da sakinleştirmeye çalışıyor, Süleyman ve diğerleri ise bana bakıyorlardı. Onlardan çaresizce gözlerimi kaçırmıştım. Allahım ne yapacaktım ? Ne yapmalıydım ? Zaman ağırlaşmıştı, saniyeler geçmek bilmiyordu sanki.

Tam o anda köşede kırmızı bir şey çarptı gözüme. Bir yangın söndürme tüpüydü bu. Şimşek çakmıştı sanki beynimde. Ardından ayağa kalkmamla avazım çıktığı kadar bağırmam bir olmuştu.

Geçen günkü görüşme, yurtta konuşlanmış benzer grupların beşincisiydi. Daha şimdiden birinin desteği alınmış, ikisi ile bir diyalog içine girilmiş, birinin de hiç değilse mesafeli kalması sağlanmıştı. Anlamıştım ki bu grup dahil kalan ikisi ile en azından şimdilik anlaşabilmem mümkün görünmüyordu.

Zaten birisi tam anlamıyla silahlı ve şiddet yanlısıydı. Bu grupsa silah kullanmıyor ama sürekli kavga ortamı hazırlamaktan da geri durmuyordu. hem daha kalabalık hem de yurttaki etki gücü çok daha fazlaydı.

Bütün çabama rağmen, daha sonraki görüşmelerimizde de hiç bir zaman işbirliği seviyesine ulaşamadık. Fakat, o ilk görüşme zayıf da olsa hep bir köprü oldu aramızda. Daha çok karşılıklı mücadele ettik, ama onlardan doğrudan bir zarar görmedim.

Sonuçta onların düşmanı benim hedefim olmuştu, "Barış ve huzur." Bunu isteyen dostlarım çoğunluktaydı çünkü. Ama diğerleri gibi örgütlü olmadıkları için etkili olamıyorlardı.

Çatışma ortamında zarar gören onlardı. Olay olmasın diye jandarma tedbir alsa daralan yine onlardı. Sığındıkları idare de çaresiz ve etkisizdi.

Bu yüzden arada sürekli ordan oraya savrulan bu gençler haklı olarak koyu bir karamsarlık içindeydiler. Karar vermiştim; örgütlü gençlerden alabileceğim desteği almalı ama daha çok "onlara" yönelmeliydim.

Blok toplantıları öyle başladı işte. Konuştuğum bir çok öğrenci daha fazlasını istiyordu çünkü.  Önce kız bloklarından başladık. Aldığımız sonuç oldukça iyiydi. Tabi ki tepkiliydiler; diğer gruplara, idareye, devlete hatta kendilerine bile. İşlerin düzeleceğine dair umutları yoktu.

Ama, sadece birkaç saatliğine onlara misafir olmak bile olumlu bir hava meydana getirmişti. Değer verip sorunlarını dinlediğimiz için memnun olmuşlardı. Rahatça konuştular. Bu çabamızın devamını istiyorlardı. Geleceğe dair  "hadi bakalım ?" tavrı içindeydiler.

Ben çok daha memnundum çünkü; her görüşme mevcut durumun tespitini, olaylara yaklaşım farklılıklarını ve sorunlar listesini daha da belirgin hale getiriyordu. Özellikle de gelen  önerilerin çeşitliliği ve güzelliğine diyecek yoktu. Bana göre, eğer bir genç öfkesine rağmen öneri de getirebiliyorsa sorundan çok çözümün parçası olacak demekti. Benim aradığım da bu değil miydi ?

Üçüncü hafta erkek bloklarına başladık. İlk toplantıyı Süleyman'ların misafiri olarak ikinci blokta yapacaktık. Ama, biliyordum ki, işimiz kız bloklarında olduğu kadar kolay olmayacaktı. Bu üç blok, aslında birisi daha farklı en az 4 sol fraksiyonun barındığı bölgeydi.

Vakkas'ın grubuyla  konuşmuştuk. Nevruz olaylarının altında o ve grubu vardı. Ağırlıklı olarak ikinci blokta kalıyorlardı. İçlerinden Halil ve Okan bizim sır dostlarımız Levent, Hamit, Süleyman, Mehmet ve Orhan'la aynı odadaydılar.

Toplantıyı önce 2.blokta yapmak Kemal'in önerisiydi. Vakkas'la da konuştuğunu söylemişti. Katılmayacaklarmış, ama herhangi bir sıkıntı da çıkarmayacaklarmış. Uyarısı da şuydu; özellikle karşıt iki grup toplantıyı provake edebilirdi. O yüzden geleceğimiz akşamı önceden duyurmadık. Personelim de bilmiyordu.

Perşembe günü mesai bitiminde yardımcılarımı ve bazı yönetim memurlarını bir bahane ile göndermedim. Yemekten sonra odamda yurtla ilgili idari bazı konuları görüştük. Saat 20.30 da aniden kalkın hadi gidiyoruz dedim. Nereye ve ne için gittiklerini ancak 2.bloğun okuma salonuna girdiğimizde anladılar.

Oldukça heyecanlıydım. Çünkü, o akşam çok önemli bir eşikten geçecektik. Zor olacaktı, ama başarmak zorundaydık. Bu yüzden biraz gerilmiştim. Tam bu anda Süleyman'la göz göze geldim. O kadar sempatikti ki, "Haydi müdürüm, biz hazırız. Korkma !" diye bakıyordu sanki.

İçimden bir besmele çektim ve konuşmaya başladım. Arkadaşlarım kendilerini tanıtırken ben de salona göz gezdiriyordum. İki grup ta oradaydı. Bunu hissediyordum. Nitekim yanımdaki yardımcılarımdan biri kulağıma eğilip: "Müdür bey, olay çıkmasa bari" demişti. Tabi ki onlar benden daha iyi tanıyorlardı bu iki grubu.

Ertesi hafta yoğun Bursa temaslarım oldu. Valiyi, Büyükşehir Belediye başkanını, Ptt Başmüdürünü, Siyasi partileri ve Olay gazetesini ziyaret ettim. Elbette bu ziyaretler çok önemli ve faydalıydı. Ancak, hafta sonuna kadar jetonlu telefon kulübelerini 10'a çıkarmaya, arızalı olanları yenileriyle değiştirmeye ve yurt girişine bir posta kutusu koydurmayı başardım.

Ayrıca, belediyeden temin ettiğim 13 dilek kutusunun sekizini blok girişlerine, ikisini kantine ve üçünü de ana giriş kapısı ile idare kompleksine taktırdım. Bu arada teşvik olsun diye de "Mektuplarımı atacak bir posta kutusu bile yok bu yurtta" diyen bir öğrencinin ismini posta kutusunun üzerine yazdırdım. Şöyle yazıyordu plakette "Bu posta kutusu Selçuk Değirmenci adlı öğrencimizin önerisidir. 09.05.1992 Yurt Müdürü "

Pazar günü geç vakit odamda çalışıyordum. Kemal yanında Selim olduğu halde geldiler. Yorgundum ama çok memnun olmuştum gelmelerine. Odamın ışıklarını yanıyor görünce teşekkür için girmişler.

Belli ki konuşmaların havada kalmamasına, önerilerin dikkate alınmasına çok sevinmişler. Özellikle dilek kutuları için tekrar tekrar teşekkür ettiler. Doğrusu bu çabamın böyle çabuk takdir edileceğini ve benimseneceğini beklemiyordum.

Kemal  "Hani hocam siz kantin tavanını merak etmiştiniz ya ! " Evet dedim "Ne olmuş ?" "Sizi Çarşamba günü kantine bekliyoruz. Ama saat tam 19.30'da gelin olur mu ?" İkisi de gülüyorlardı. Merak etmiştim "Olur, gelirim de neden ?" Tokalaştık, ayrılırken Kemal ısrarlıydı. "Maç var hocam. Hem maç seyreder hem konuşuruz. Unutmayın ama saat tam 19.30'da.İşe güce dalıp geç kalmayın"

Benim maçla filan alakam yoktur. Anlamış olmaları lazım. Ama neden böyle gizemli davranmışlardı ? Kantin tavanıyla maçın ne alakası olabilirdi ki ? Doğrusu meraklanmıştım. 

...

Haftanın ilk üç günü personelimin görev pozisyonlarını yenilemek, görev yetki ve sorumluluklarını netleştirmekle uğraştım. Bu arada yaptığım görüşmelerde aldığım notlarımı yazdırdım, tasnif ettirdim ve 3-4 tane de onlarla toplantı yaptım.

Artık neredeyse yol haritam belliydi. Yalnız ilkelerde tereddüt ediyordum. Çünkü, öğrencilerle personelimi aynı ilkelerde bir araya getirmek zor görünüyordu. Personelim memur olmanın icabı mevzuatta direniyordu. Öğrencilerse önce can güvenliği sonra da çözüme katkı istiyorlardı. Ama kararlıydım, bir an önce bu sorunu da aşacaktım.

Böyle yoğunluk içinde nöbetçi memur hatırlatmasa Kemalin davetini unutmuştum bile. O saatte ne Müdür yardımcısı ne de personel kalmıştı yurtta. Kafamda soru işaretleri tek başıma kantine doğru yürürken orada çok çok farklı bir şey göreceğimi bilemezdim.

Kantine girdiğimde alt kat sağ köşede bulunan televizyonun önünde hummalı bir faaliyet vardı.  Ama, o bölgeyi kendisine mekan seçmiş grup bu defa ortalıkta görünmüyordu. Muhtemelen böyle zamanlarda aralarında bir anlaşma oluyordu. Kemal ve ekibinin etkisi vardı bu işte mutlaka.  Nitekim, onun idaresinde ortadaki masalar çekiliyor, yerine dizi dizi sandalye yerleştiriliyor, düzen intizam onun kısa ve sert emirleriyle sağlanıyordu.

Benim geldiğimi görünce Kemal, Levent ve Hamit bana doğru yönelip karşıladılar. Ön sıra cam kenarında yer ayırmışlardı. Oraya doğru ilerlerken başta Süleyman, Mehmet ve Orhan olmak üzere pek çok öğrenci saygıyla ayağa kalkıp geçebilmem için kenara çekildiler. Ben de tek tek ellerini sıkarak gösterilen yere oturdum.

Şimdi geçmiş gün tam hatırlamıyorum ama Fenerbahçenin bir Avrupa takımıyla maçı varmış o gün.

Maç başladı. Gençlerin heyecanı bir başkaydı. Şöyle bir etrafıma baktım. Sandalyeler dolmuş, kalabalık bir seyirci grubu da arkada ayakta dikilmişti.

Pozisyonlar takip ediliyor, her atak anında sesli olarak tepki görüyordu. Ama gerginlikten eser yoktu. Rahatlamıştım. Ben de kendimi onların bu gulgulesine bıraktım. Yorgunluk ve strese iyi gelecekti bu. Futbolu çok iyi bilmediğimi anlayan Kemal arada bana açıklama yapıyordu.

İlk yarının sonlarına doğru aniden gelişen bir fenerbahçe atağı golle sonuçlandı. Aman Allahım salondan gök gürültüsüne benzer bir ses çıktı. Ben de alkışlayacaktım ki baktım Kemal bana arkayı işaret ediyordu. Döndüm baktım ki o ne ?

Demin gördüğüm arkada ayaktakilerin da arkasında gençler masaların üzerine çıkmışlar, yetmemiş onların da üstüne sandalye koyup onun da üstüne çıkmışlar ve el kol hareketleriyle bağırışıyorlardı. Öne doğru tam bir trübün gibiydi ortam.

Birden fark ettim ki en arkadakilerin elleri kolları aliminyum tavana değiyor, hatta davul gibi onlara vurarak ses çıkartıyordu. Kemal ayağa kalkmış onlara göz kaş işareti ediyor, elleriyle sakin olmalarını isteyen hareketler yapıyordu. Bir taraftan da bana dönüp "İşte hocam görüyorsun ya. Bizim gençlerin arpası fazla geliyor. Olan da tavana oluyor böyle !"

Gözlerim bir bar bar bağıran yerinde hoplayıp duran gençlere, bir de boyuna yumruklanıp davul gibi ses çıkartan dağılmış tavana dönüyordu. Yüzümde gülümseme, donmuş kalmıştım.

Ben bomba patlayıp hurdahaş olduğunu sandığım tavan, meğer "gol" diye bağıran seyirciler tarafından bu hale getirilmişti. 

 

Çözüm için üç ilke

O gün Kemal abinin de çabasıyla başka maç taşkınlığı yaşanmadı. Çünkü, arka taraflara kulaktan kulağa Müdürün burada olduğu duyurulmuştu. Böylece daha bir kontrollü oldular. Maç ta zaten 2-1 mağlubiyetle bitmişti.

Kalabalık azalmış, kalanlar da Levent ve Hamit'in yönlendirmeleriyle masa sandalyeleri normal düzenine getiriyorlardı. Bu arada hemen Müdür beyin ve Kemal abinin bulunduğu yere bir masa yerleştirildi. Etrafına dizilen sandalyelere dizildik.

Masada bizden başka Selim abi de vardı. Meraklı bir kalabalık ayakta masanın etrafını sarmıştı. Kemal abinin uyarmasıyla Mehmet, Orhan, Halil ve ben hemen koşup birer tepsi çay getirdik. Müdürün aramızda olduğunu duyunca kantinde çalışan Erzurumlu Özkan da bizimle gelmişti. Biz çayları dağıtırken o da ikram için masaya bisküvi kraker filan bir şeyler taşıdı.

Masada neşeli bir hava vardı. Koyu Fenerbahçeli Orhan'ın bile yüzü gülüyordu. Müdür beyin aramızda olması, üstelik birlikte maç seyretmek herkesi memnun etmişti. Bir taraftan da alışılmışın dışında ilginç bir durumdu bu bizler için. Çaylar içilirken, maçın kritiği yapılıyor, arada fenarbahçelilere takılıyorlardı.

Bu arada dikkat ettim Müdür bey hala gördüğü manzaranın etkisinden kurtulamamış gibiydi. Kemal abi de bu durumu fark etmiş olmalı ki "Müdür bey, arkadaşlarım adına sizden özür dileriz. TV de maç seyretmek bizim burda hemen hemen tek eğlencemiz. Ama takdir edersiniz ki böyle bazı maçlarda çok kalabalık oluyoruz ve ne kadar uyarırsak uyaralım bazı zarar ziyan da oluyor maalesef."

Müdür bey başını çevirip kantin asma tavanının adeta hurdahaş olmuş kısmına baktı. "Peki bu ne zamandır böyle ?" Selim abi girdi söze "İki yıldır her maçta biraz daha hasar görerek sonunda bu hale geldi. Onarılamadı da niyeyse." Ayaktaki öğrencilerden birisi kıkırdayarak "Tamir edilemiyormuş" diye laf attı arkadan. Herkes güldü bu söze.

Müdür bey de güldü, ama, bir taraftan da hala inanamıyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı "Allah Allah ! Nasıl olur ?" Sohpet koyulaşmıştı ve kimse kalkmak istemiyordu. Çünkü söz dönüp dolaşıp yine "Ne olacak bu yurdun hali?" ne gelmişti.

Levent sahanın kötü olması yüzünden futbol oynayamamaktan, Hamit salondaki bozuk parke zemin nedeniyle neredeyse Basketbolu unuttuklarından, Kemal abiyse bu kadar kalabalık bir yurtta öğrencilerin bu ihtiyaçlarının karşılanamamasının olaylara zemin hazırladığından söz ettiler.

Halil bile çok istedikleri halde türkü çalıp söyleyemediklerini, halay çekemediklerini anlattı. Öğrencilerden biri 2.bloktaki toplantıyı hatırlattı ve öncelikle yangının söndürülmesi ile can güvenliğinin sağlanması gerektiğini dile getirdi. Bir başkası birlikte barış içinde yaşamak için öncelikle herkesin birbirinin fikir ve inancına saygı göstermesi lazım dedi. Mehmet yemeklerden, Orhan temizlikten şikayet etti.

Bense son günlerde yurtta görülen iyileştirmelerden bahsederek özellikle telefon kulübelerinin arttırılması ve çalışmayanların değiştirilmesinden memnun olduğumuzu, bundan böyle idarenin bu tür adımlarına destek vereceğimizi söyledim.

Selim abi her zamanki gibi konuyu toparlayıp son noktayı koyan kişi olmuştu: "Müdür bey, görüyorsunuz öğrenci sizden üç şey bekliyor; birincisi fikir ve inanç özgürlüğünün tanınması, ikincisi can güvenliği ve barışın sağlanması, üçüncüsü de yurdun fiziki, sosyal, kültürel ve sportif eksiklerinin giderilmesi."

Selim abinin zaten hitabeti iyiydi. Bu yüzden çok açık ve veciz bir şekilde durumu özetlemişti.  Etkisi de, masa ve etrafındaki kalabalığın bu sözleri alkışlamasıyla hemen belli oldu.

Sohbet bitmişti. Müdür bey ayağa kalktı, yüzü gülüyordu, hepimizin gözlerinin bakarak "Gençler, sağ olun bu akşam benim için çok yararlı oldu. İlginiz için çok teşekkür ederim.

Burası Türkiye'nin en kalabalık yurdu, üstelik şehrin yirmi kilometre dışında. Sorunlar var, bu çok açık. Ancak, sizin gibi gençler oldukça inşallah bunların hepsinin üstesinden gelebiliriz diye düşünüyorum. İnanıyorum ki biz bu yangını söndürmeye, hasarları onarmaya çalışırken, inşallah temenni ediyorum ki yeni acılar yaşamayız, farklı yaralar açılmaz önümüze.

Mesela, ben bu tavanı tamir ettireceğim, salon parkelerini değiştireceğim, ama onları polis gücüyle koruyamam. Size emanet edeceğim tabi ki. Bana yardımcı olacağınıza söz verir misiniz ?"  dedi. Kalabalıktan hep birlikte bir "Söz Hocam söz!" sesi yükseldi.

Vakit bir hayli geç olmuş, artık ayrılma vakti gelmişti. Hepimizin birer birer elini sıkmaya başladı. Kapıya doğru önünde bir koridor oluşmuştu adeta. Arka taraftan bir ses duyduk "Hocam, hocam !" Hepimiz öne doğru hamle yapan gence doğru baktık.

Bu arada genç önündekileri aralamış Müdür beyin önüne çıkmıştı "Hocam beni tanıdınız mı ? Ben Selçuk." Kendisine uzanan eli sıkarken gülümsedi "İyi akşamlar Selçuk, Nasılsın ?" "İyiyim hocam. Size teşekkür etmek istiyorum."

Heyecanlı bir sesle devam etti "Posta kutusu için çok teşekkür ederim. Beni mahçup ettiniz. Kızdığınızı düşünmüştüm, ayrıca isteğimin bu kadar kısa sürede yerine gelmesine de çok şaşırdım. Şimdi size bağırdığım için pişmanım. Sayenizde artık mektuplarımızı kendi posta kutumuza atabileceğiz. Çok teşekkürler."

Genci tanımıyorduk ama posta kutusunun hikayesini yurtta bilmeyen kalmamıştı. Sarıldılar, "Senin sayende Selçuk, senin sayende. Ben sana teşekkür ederim." Sonra onu kantinin dış kapısından uğurladık hep birlikte. Gecenin karanlığında idareye doğru tek başına yürüdü gitti. Biz de neşeyle odalarımıza yöneldik.

Merdivenlerden çıkarken Mehmet Orhan'a takıldı: "Efe ! hemşerin baya iyi adammış ha. İnşallah muvaffak olur." Orhan zeybek oyunu oynar gibi kollarını açıp kabardı "Elbet ya, ne sandıydın ? Efe dediğin bizde yalnız oynar emme, attığını vurur Kastamonu'lu" 

Ertesi sabah okula gitmeden önce kahvaltı etmek istedik. Orhan bizden evvel hazırlanmış çıkmıştı. Kantine girdiğimizde Orhan'ı Halil ve Okan'la kahvaltılarını bitirmiş çay içerlerken bulduk. Hararetli bir tartışma içindeydiler. Selam verdik. Öyle dalmışlardı ki cevap bile alamadık. Biz de kahvaltı için merdiven altındaki büfeye yöneldik.

Özkan bizi abartılı bir itibarla karşıladı "Ooo...Beyler, günaydın ! Bugün erkencisiniz." Günaydın dedik ikimizde, takıldım "Akşam baya zarara girdin ama, bakıyorum neşen yine yerinde."

Özkan bir taraftan kahvaltımızı veriyor bir taraftan da bize laf yetiştiriyordu "Helal olsun ! Keşke her akşam böyle muhabbet olsa da biz de ikram etsek be Süleyman." Göz kırptı "Bi de fener yenseydi çok iyi olurdu ama ne yapalım kısmet artık." Kendisi Galatasaraylıydı ya beni kızdırmayı seviyordu aklınca.

Mehmet araya girdi kahvaltı tepsisini alırken "Bu sefer biz kazandık Özkan abi. Yurtgençlik Müdür beyle birlikte akşam 2-1 yaptı durumu görmedin mi ?" Özkan espriyi kapmıştı "Doğru, doğru" dedi kafasını sallıyarak. "Şerefine çaylar da benden, hadi afiyet olsun."

Masaya döndüğümüzde hararetli konuşma devam ediyordu. Orhan kıpkırmızı olmuştu, sessizce yanına oturduk."Arkedeş, bir nevruzdur tutturmuşsunuz. Ateş yaktınız o da tamam, nihayet eğlencedir geçer gider yani. Ama sizdeki bu şiddet, bu celal ne ya ? Bizim bildiğimiz hıdırellezde keşkek kazanları kaynar, gençlere salıncak kurulur, ateşten atlanır, gezilir eğlenilir. Baharın gelişi kavga dövüş, etrafı yakarak yıkarak mı kutlanırmış ?"

Anlaşılan Orhan'ın damarına basmışlardı. Çünkü, Halil hala dalga geçer gibi konuşuyordu "Sen öyle san Balıkesir efesi. O ateş hiç sönmeyecek, ta ki ezilen halkların özgürlüğü sağlanıncaya kadar." Orhan elindeki çay kaşığını tepsiye attı, kızmıştı "Sizin davanız başka arkedeş ! Nevruz mevruz bahane"

Onu hiç böyle görmemiştik. Mehmet onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Okan'a baktım, tedirgindi çatalıyla oynuyordu.

Araya girmem gerektiğini düşündüm "Halil, bak sen de Müdür beyi dinledin. Adam elinden geleni yapıyor. Neyse ne ama bu nevruz gerginliğini artık uzatmasanız. Hem karşı tarafı da tahrik etmiş oluyorsunuz böyle."

Bu sözlerime destek hiç umulmadık kişiden, Okan'dan geldi "Tamam, Halil abi tartışmayalım artık. Herkesin görüşü kendine, ama biz arkadaşız. Zaten Müdürle de konuşuldu bunlar Süleyman. Bir saldırı olmadığı sürece yanlış yapan biz olmayacağız. Öyle değil mi Halil abi ?" 

Halil nerde durması gerektiğini biliyordu. Gülerek "Tamam kurban. Orhan'ı biraz kızdıralım dedik. O da bayağı doluymuş hani baksana. "Ortam biraz yumuşamıştı. Biz de kahvaltımıza döndük.

Biraz sonra Halil'le Okan kalkıp gittiler. Biz de aramıza Orhan'ı alarak yurdun çıkış kapısına doğru yürümeye başladık. Bu arada kaşla göz arasında Mehmet posta kutusuna bir mektup atıvermişti sessizce.

Görmüştüm ama şimdi takılmanın zamanı değildi. Çünkü, Orhan hala kızgındı. Elini kolunu sallayarak yüksek sesle konuşuyordu "Hele şunlara bakıve bi. Biz kardeşiz diyoz, onlar illaki biz deyip duruyola arkedeş." Mehmet kolunu Orhan'ın boynuna atmış onu zapt etmeye çalışıyordu.

Bense düşünüyordum, işimiz gerçekten hiç kolay değildi. Yani, hem herkes kendi düşüncesinde özgür olacak hem de birlikte yaşamayı öğrenecekti. Nasıl olacaktı bu ? Kavga etmeden nasıl başarabilirdik ki bunu ? İnsanlar nasıl kendi fikirlerine saygı bekliyorlarsa, en karşı oldukları görüş ve inançlara da aynı saygıyı gösterebilirler miydi ?

Aynı ortamda, birbirlerine, yurduna ve okuluna zarar vermeden barış içinde birlikte yaşanabilir miydi ? Hele ki halledilmeyi bekleyen onca sorun ortada duruyorken. Bunların çözümü için de mutlaka elbirliği gerekirken.

Sonuçta; kendine saygı beklemek, başkasına saygı göstermek ve çözüme aktif katkı vermek birlikte mümkün müydü ? Olabilecek miydi ?


Yol haritası

Süleyman haklıydı. Buradaki yangını söndürmek hiç de kolay değildi. Söndürsek bile bu defa sağlanan huzur ortamının sürdürülmesi gerekecekti ? Bunu da başardık diyelim; yaraların sarılması, hasarın onarılması lazımdı. İlaveten üstüne, daha iyi ve güzel şeylerin eklenmesi bekleniyordu.

Gençler bir taraftan düşünce ve inançlarında özgür olmak istiyorlardı tamam. Ama bir taraftan da kavgalıydılar ve birlikte yaşamayı bilmiyorlardı. Kendi görüşlerine saygı bekliyorlardı, fakat başkalarının farklı düşüncelerine katlanamıyorlardı. Aile ortamından yeni çıkıp gelmişler, ancak, henüz birey ve vatandaş olamamışlardı.

Arkadaşlık duyguları onları bazen olmadık mecralara sürüklüyordu. Kendilerini ifade etmek istiyor ama bunu yaparken de etraflarına zarar veriyorlardı. Kurallara ve düzene karşıydılar, lakin bunların yeri hep bilinçsiz bir kitle psikolojisi ve kaosla doluyordu. Devlete ve otoriteye karşı eleştirel, hayal ve isteklerinde ise sınırsızdılar.

Evet, tam çağlarıydı doğru, bu yaşlarda lodos vurmuş çalkantılı bir denize benziyorlardı. İlk bakışta tezatlarla doluydu bu halleri doğrusu. Ama, adı üstünde "Deli kanlı" idiler işte, çağıldayan ırmaklar gibi taşlara çarpa çarpa kimliklerini, kişiliklerini bulmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden hem bulanık hem de alabildiğine duru ve temiz olabiliyorlardı.

Bütün bunlara karşılık onlarsız çözüm de yoktu işte. Sonuçta, ne yapıp edip onları buradaki sorunun değil çözümün bir parçası haline getirmeliydik. Sorumluluk aldıklarında belki birbirlerine ve etraflarına zarar vermeden barış içinde yaşayabilirlerdi.

Bu arada bizim işimiz de çok olacaktı zaten. Halledilmeyi bekleyen onca sorun vardı ve bunu sadece memur kafası ve mevzuatla yapamazdık. Herkesin desteği, elbirliği ve katkısı şarttı.

Bu yüzden o günlerde hem içerden hem dışardan destek ve katkı arıyordum. Bir taraftan yardımcılarım ve personelimle çalışıyor, bir taraftan da sürekli bağlı olduğumuz Eskişehir Bölge Müdürlüğü ile yazışıp görüşüyordum. İşin en zor taraflarından biri de burasıydı zaten. Çünkü, bu alanda her şey gelip kurallara ve mevzuata bağlanıyordu.

Örneğin, benim öğrencilerle diyalog içinde olmam iyiydi ama, sonuçta işlemeyen disiplin yönetmeliğini kullanmam isteniyordu. Yani onlara göre çözüm; yurt kuralları ve cezaydı.

Rektörlük kampüste sorun yokmuş da olaylar hep yurttan kaynaklanıyormuş havasındaydı. Emniyet güçleri de konunun asayiş tarafındaydılar. Yani insanlar birbirinin kafasını gözünü kırsın, söyleyin gelip suçluları alalım tavrıydı bu.

Yangını söndürmek için herkesin farklı dayatması vardı ama, bunun hiç olmaması sanki sadece benim meselemdi. Kendimi dört ateş altında kalmış gibi hissediyordum.

Elbette onları da dikkate alacaktım, fakat biliyordum ki esas sorumluluk benimdi. Yaptığım görüşmeleri, edindiğim bilgileri artık toparlamalı, aklımı ve tecrübemi kullanmalı, ama yüreğimi de koyan bir çözüm formülü geliştirmeliydim.

İlkeler Selim'in özetlediği ve Süleyman'ın yazdığı gibi olacaktı: "Düşünce ve inanç engellenemez, saygıyı hak eder, o halde başkasına da saygı göstermek gerekir. Geriye kalan her şey birlikte yapılabilir."

Elbette en önemli sorun can güvenliği, öncelikli hedef ise "Huzur ve güvenin sağlanması" idi. Bu da görülmüştü ki sadece jandarmayla, kuralla ve zorla olmuyordu. Gayet tabi ki ele avuca sığmaz 5000 gencin hep aynı görüş ve düşüncede olmalarını beklemek de saçma olurdu.

İşte bu üç ilkeden ikisi, can güvenliği yangınını söndürecek, huzur ve güvenin sağlanması hedefinin de kaynağını oluşturacaktı.

Bu temel aynı zamanda üçüncü ilkenin hayata geçirilmesini de kolaylaştıracaktı. Böylece, yurttaki eksiklerin tamamlanması, yanlışların giderilmesi ve hizmetin iyileştirilmesinde elbirliği mümkün olabilecekti.

Kalıcı çözüm; gençleri her halleriyle ve bütünüyle dikkate almalı, farklılıklarına rağmen bir arada tutabilmeliydi. İşte bu yüzden aklım ve kalbim aynı formülde birleşmişti; "Birlikte barış içinde yaşamak." işte buradaki hayalimiz buydu artık.

Daha sonraki blok toplantılarında da bunları anlatarak, yardımcılarımla ve yönetim memurlarımla konuşarak son şeklini vermeye çalıştım. Gelen tepkileri dikkate almak istiyordum. Ortaya çıkan söylem, mümkün olan desteği almalıydı.

Böylece, kalan blokları belli bir sıra takip etmeden, yine aynı yöntemle önceden duyurmadan ve haftanın değişik günlerinde ziyaret ettik. 3.Blok kolay oldu. Bu defa karşıt bir grup olmadığı için gerginlik çıkmadı. A ve B Blokları ise sona bırakmıştım. Ama, 1.blok ve E Blok bizi endişelendiriyordu. Çünkü bu bloklar tam anlamıyla iki karşıt grubun kalesiydiler.

Önce salı günü akşam saatleri E bloka gittik. Bu kez, üç yardımcım ve dört yönetim memurum vardı yanımda. Halleri, tavırları ve söyledikleriyle onların bu gruba yakın olduklarını tahmin etmiştim.

Tahminim doğru çıktı. Toplantı boyunca bu arkadaşlarımın grup üzerindeki etkisini gördüm. Tabi ki yüksek perdeden, bazen tehditvari konuşmalar oldu. Belli ki diğer gruplarla diyalog içine girmem onları rahatsız etmişti.

Ama,  üç ilke; "Düşünce ve inançlara saygı,  huzur, güven ve ihtiyaçların sağlanmasında birlikte hareket etme" noktasında olumlu tepki veriyorlardı. Yani, suları sertti ama diyalog kapıları da açıktı.

Bunda bana olan güvenden çok, daha önceden gelen idareyle işbirliği alışkanlıklarının etkisi vardı tabi. Belli bir liderleri yoktu. Daha doğrusu birden fazla "reisleri" vardı sanki. Bunların en önde geleni de galiba E Bloktan sorumlu yönetim memurum Ertuğrul'du. Bu da beni şaşırtmamıştı doğrusu. Sorun değildi, önemli olan bir şekilde konuşabilmek ve diyaloğu sürdürmekti.

1.Blok toplantısı ise gerçekten zor oldu. Aynı yöntemle, oradaki fraksiyonlara yakın iki yardımcım ve üç yönetim memurumla hemen çarşamba akşamı gitmiştik okuma salonuna. Kısa sürede salon doldu. 

Baktım "Uğur" ve grubu tam tekmil gelmişlerdi. Daha önce kantin önünde konuştuğum gencin adıydı Uğur. Bizi oldukça soğuk karşıladılar tabi. Uğur konuşmuyordu ama grubun üzerindeki etkisi çok belliydi.

Ben de çok uzatmadım. Yalnızca "Düşünce ve görüşlerinize saygı bekliyorsunuz, demokratik talepleriniz olduğunu söylüyorsunuz; haklısınız. Ama aynı zamanda can güvenliğinden de şikayet ediyorsunuz. O halde barış içinde birlikte yaşamanın asgari şartı; herkesin diğer görüş ve düşüncelere saygı göstermesi olmuyor mu ? Yurtta huzuru sağlayabilirsek geri kalan herşey birlikte halledilebilir" mealinde  konuştum.

Zaten bu grup neredeyse herşeye, herkese ve hatta kendine bile muhalifti. Onlar şikayet etti biz sustuk, bazen işi ileri götürüp bağıran çağıranlar da oldu dinledik, konuştular not aldık. İçlerinde makul ve dengeli konuşan, öneri getirenler de oldu mutlu olduk. Uğur'sa dikkatle izliyor ve ısrarla susuyordu. Onun bu hali diğerlerinin saldırması demekti herhalde. 

Bir ara gerginlik iyice arttı. Çoklu ateş altında artık iyice bunalmıştık. Yardımcımın biri "Gidelim artık Müdür bey" dedi. Zaten artık söylenecekler söylenmiş, tekrarlar artmış, havanda su dövülmeye başlanmıştı.

Ayağa kalktım "Görüş ve düşünceleriniz için teşekkür ederim. Bu yurttaki sorunların çözülmesi için elimizden geleni yapacağız. Özellikle de burada konuşulanlardan yararlanacağımıza emin olabilirsiniz. Bize destek ve katkı verirseniz işimiz kolaylaşır. Engellemeseniz bile bizim için yararlı olur. Ancak, bu durum böyle sürdürülemez. Tek başına olsam bile yangını söndürmeye çalışırım. Şimdilik size iyi akşamlar derslerinizde başarılar diliyorum."

Bu defa çıkışımızda hiç alkışlanmadık, birkaç öğrenci dışında elimizi sıkıp yolcu eden de olmadı. Ama, yine de bu akşamı böyle az hasarlı atlattığımız için memnundum.

Ertesi hafta Selim'in önerisi üzerine A ve B blok toplantısını birleştirerek yaptık. Salı günüydü, çok olumlu ve faydalı birkaç saat geçirdik orda.

Bu bloklarda genellikle Tıp, Mühendislik ve İlahiyat öğrencileri kalıyordu. Daha olgun ve doluydular. Tenkit edenlerin bile söyledikleri şeyler not almaya, dikkate alınmaya ve değerlendirilmeye layıktı.  Genellikle bizim iyi niyetimizi, gayretimizi ve kararlılığımızı takdir ettiklerini duyduk. Diğer grupların aksine bize açık açık destek vereceklerini söylediler.

Ayrılmadan önce şu ana kadar tespit ettiğimiz sorunlar listesini okuyarak onlarla da paylaştım. Ayrıca, 1. Blokta söylediklerimi aynen onlara da tekrarladım. Alkışlayarak onayladılar. O zaman kafamda şekillenen yol haritasını da açıkladım onlara.

Önceliğimiz Haziran ayı sonuna kadar mümkün olan karşılıklı saygı, diyalog ve saldırmazlığı sağlamaktı. Yaz aylarında yurdun fiziki sorunlarına eğilinecek, hasarlar onarılacaktı. Yeni dönemin ilk yarısında da dile getirilen ihtiyaçlar için gerekli yeniliklerin yapılması sağlanacaktı. Seneye ramazan ayıyla ve baharla birlikte dönem sonuna kadar yurtta çeşitli sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerin yapılması öngörülecekti.

Öbür yaz mümkün olabilir ise yurtta huzur ve güvenin, barış içinde birlikte yaşamanın sürdürülebilirliğini sağlamak üzere; çok önemli-zorunlu-köklü yapısal değişiklerin yapılması ve 1993-1994 eğitim öğretim yılına bu şekliyle girilmesi planlanacaktı. Açıkladığım bu yol haritası hemen hemen 18 aylık bir dönemi kapsıyor ve beş adımdan oluşuyordu. Aldığımız tepki önceki kadar olmasa da canlı bir alkış oldu.

İşte nihayet ilk bir buçuk ayda yurttaki temel sorunlar tespit edilmiş, nereye ulaşılması gerektiği netleştirilmiş, bunun için nasıl ve hangi adımların atılacağı öngörülmüş oluyordu.

Buradaki bütün bu mücadelenin sonucunda inşallah "Birlikte huzur ve barış içinde yaşamak" mümkün olabilirdi. Bunun için elbette toplam aklımızı, tecrübemizi, bilgimizi ve enerjimizi kullanacaktık.

Ancak, artık şunu iyi anlamıştım ki bütün bunlar şayet çözüme yüreğimizi de koymazsak etkisiz ve sonuçsuz kalacak, sürdürülebilir olmayacaktı.

 

Hadi bakalım kolay gelsin


Bu gün hava oldukça soğuktu. Sanki kış geri gelmişti. Orhan "Hadi bu akşam farklı bir yere götüreyim sizi" dedi. Merakla yüzüne baktık. Bu duvarla çevrilmiş beton ve insan yığını öğrenci hapishanesinde farklı bir yer var mıydı ki ?

Mehmet gözlerini iri iri açarak sordu "Nereye gideceğiz ki ?" Orhan güldü "Korkmayın ya ! Şuracıkta A Bloktaki mescide gitçez sade." Bu defa ben durakladım "Ne ? Namaz mı kılacağız yani ? Ne namazı ?" İkimizin de koluna girdi "Yok beya ! Selim abi davet etti. Sohbet edilcekmiş. İkram da varmış galiba !"

Selim abinin adını duyunca rahatlamıştık. A Bloka doğru yöneldik. Birden duraklayarak sordum "Bizim abdestimiz yok lan Orhan." Kollarımızdan çekeleyerek "Yok yok Süleyman, benim de yok. Namaz kılmaya gitmiyoz ki. Davet var dedik ya !" dedi gülerek.

Mescid zemin katta hemen hemen üç oda büyüklüğünde bir salondu. Kıble tarafı duvarında Allah-Muhammed yazıları vardı. Girdiğimizde aşağı yukarı 30-40 kişinin yerdeki halının üzerine çember olup oturduklarını gördük. Bir kenarda sıralanmış iki divanda da Selim abi ve arkadaşları vardı.

Selam verdik, hep birlikte "Ve Aleykümselam" diyerek karşılık verdiler. Selim abi "Hoş geldiniz arkadaşlar, buyrun geçin oturun şöyle" dedi güleç bir yüzle. İşaret ettiği yere baktığımızda şaşırdık. Toparlanıp bize yer açmaya çalışan kişi bizim Okandı.  

Doğru yanına çöktük. Yüzü aydınlanmıştı, biz ona sen burda ne arıyorsun gibi bakarken o da bize ne iyi ettiniz de geldiniz gibi bakıyordu. Bunu elimi kuvvetle sıkıp bir müddet bırakmamasından anlamıştım.

Hep birlikte Selim abinin sesine yöneldik. "Değerli arkadaşlarım ! Hepiniz hoşgeldiniz. Davetimize icabet edip geldiğiniz için teşekkür ederiz. Bu akşam burada önemli bir sohbet gerçekleştireceğiz. Konumuz İslamda kardeşlik.

Yalnız önce herkes bi sırayla kendisini tanıtsın ki birbirini tanımayan kalmasın ve kardeşliğimiz pekişsin inşallah. Sonra Halim kardeşimiz bize ayet ve hadislerle kardeşlik ahlakını anlatacak. Ardından çay ve meyve ikramımız var. Bu arada da yurttaki son durumu istişare edeceğiz." dedi.

Ardından "Ben Selim Aydoğdu, Afyonluyum. Makine Mühendisliği son sınıf öğrencisiyim. Üç yıldır bu yurtta kalıyorum. Galatasaraylıyım" diyerek kendini tanıttı. Son kelimeyi muzip bir şekilde söylemişti, etkisi de hemen görüldü tabi.

Salonda yüzler aydınlanmış, yer yer gülüşmeler olmuştu. Bunu bilinçli yapmıştı eminim. Çünkü, bir rahatlama oldu hemen. Ne de olsa kalabalık ortamlarda bu tür seremoniler, insanı geriyordu.

Dikkatimizi sıra ile kendisini tanıtanlara verdik. Bazılarını görmüşlüğümüz vardı ama çoğunu tanımıyorduk. Katılanlara bakılırsa gerçekten de bu blokta kalanlar ekseri tıp, ilahiyat ve mühendislik öğrencileriymiş. Sıra bize geldiğinde Selim abi araya girdi ve "Orhan'ı tanıyorsunuz. Süleyman, Mehmet ve Okan da onun oda arkadaşları. Onları ben davet ettim. Sağ olsunlar kırmayıp geldiler" diyerek kısa bir açıklama yaptı. "Devam edelim arkadaşlar…"

Sohbetin konusu özellikle seçilmişti sanırım. Konuyu anlatan İlahiyat 3.sınıf öğrencisi Halim de gerçekten etkili bir sunum yaptı. Gerektiğinde önündeki kitaplardan ayet ve hadis okuyor, kaynağını belirtiyor ve açıklıyordu.

Tatlı bir dili vardı. Sözü "Demek ki farklılıklara rağmen kardeşçe yaşamayı bilmek lazım. Bu bizim hem inancımız hem de kültürümüzün de bir gereği" diyerek bitirdi. 

Doğrusu sıkılmamıştım. Bayağı doyurucuydu, kendi hesabıma epey bilgilendiğimi söylemeliyim. Özellikle  "Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır" ayeti çok dikkatimi çekti.

Nihayet hepimizin Ademden geldiğini biliyordum ama var olan farklılıkların sebebini şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim. Ne kadar doğru aslında. Herkes aynı olsaydı nasıl ayırd edilecekti ki ? Allah her insana farklı şekil, renk, dil, huy ve hal vermiş. Demek böylece birbirimizi daha kolay tanıyabiliyor, hatta sevebiliyoruz.

Önce çaylar geldi. Konu yurtta meydana gelen son gelişmelerdi. Yapılan konuşma ve yorumlardan yeni Müdürün desteklenmesi kararının yine burada böyle konuşulup kararlaştırıldığını anlamak zor değildi.

Özellikle "Saygı hakkındır, ama sen de başkasına saygı göster ve çözüme katıl" şeklindeki üç ilkenin burada çok benimsendiği açıkça belliydi. Tabi ki "barış içinde birlikte yaşamak" istiyorlardı. Zaten bu biraz önce işlenen kardeşlik hukukunun da bir gereği değil miydi ?

Bu yüzden söz alanlar daha çok beş adımlı bir yol haritasından bahsediyorlardı. Yanlış olduğu noktasında değil de, daha ziyade bu yol haritasının gerçekleşebilirliği yönünden tereddütler vardı kafalarda. Mesela, şurada kalan bir aylık bir zaman içinde "karşılıklı saygı, diyalog ve saldırmazlık" sağlanabilecek miydi ?

Hadi diyelim "Yaz aylarında yurdun hasarları onarıldı" ama öğrencinin şikayet ettiği ısınma, sıcak su, rutubet ve temizlik gibi "temel fiziki sorunlar" ne olacaktı ? Yeni dönemin ilk yarısı için öngörülen "gerekli yenilikler" neydi ?

Artık önümüzdeki sene "ramazan ayını sorunsuz ve huzur içinde" yaşamak istiyorlardı. Yine baharla birlikte yurtta çeşitli "sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerin yapılması" konusu elbette çok heyecan vericiydi.

Özellikle bu alanda mümkün olan katkının verilmesinde neredeyse genel bir ittifak vardı. Nihayet öbür yaz  artık yurtta çok önemli-zorunlu-köklü yapısal değişiklerin yapılması mümkün olabilecek miydi ?

Böylece huzur, güven ve barış içinde birlikte yaşama hayali sürdürülebilir miydi ?  Hep bir ağızdan "İnşallah" sesleri yükseldi. Bu da meselenin ne kadar güç ve karmaşık olduğunu bildiklerini, ancak bir o kadar da kuvvetle bunu temenni ettiklerini gösteriyordu. "Hadi bakalım kolay gelsin, bir acayip zor yarış !" dedi birisi. Gülüştük.

Zaman ilerlemiş, sıra meyveye gelmişti. Sohbet süresince arada bir göz ucuyla Okan'a bakmaktan kendimi alamamıştım. Doğrusu, onun burada oluşuna hala inanamıyordum. Bizim için zaten gizemli bir hali vardı.

Ankara Haymanalı olduğunu ve Fen Edebiyat 2. sınıfta okuduğunu bile ancak bu akşam öğrenebilmiştik. Ama bu hali burada bizim için çok daha karmaşıklaşmıştı. 

Çünkü, gördüğüm kadarıyla baştaki tedirginliğini atmış, hatta sunum sırasında soru bile sormuştu. Kafasındaki ikilem sorusuna yansımıştı adeta "Kürt halkını iterek, bu kimliği reddederek nasıl kardeş olunur ?"

Soru gerçekten can alıcı bir soruydu. Halim konuya "Mü'minler  kardeştir" diyerek cevap verdi. Topluluktan birkaç kişi "Ben de kürdüm, ama önce müslümanım" şeklinde konuştular.

Sonunda Selim abi sevecen bir tavırla şöyle bir açıklama yaptı Okan'a "Okan kardeşim, biz bu topraklarda bin yıldır birlikte yaşıyoruz. Sadece kürtler değil, sadece türkler değil, çerkezler, lazlar, boşnaklar, araplar ve gürcüler de var bu memlekette. Birbirimizden kız aldık-verdik yüz yıllardır. Akraba olduk gayrı, oluyoruz, olacağız da. Neyin kavgasını yapalım ?

Vatan bizim, bayrak hepimizin. Devlet de öyle. Biz artık tek bir milletiz. Çanakkale'de, istiklal savaşında omuz omuza savaşmış, kucak kucağa şehid olmuş, yan yana yatarak bu toprakları vatan yapmış bir ecdadın torunlarıyız çok şükür.

Son yüzyılda yapılan bazı hatalara bakarak kadim kardeşliğimizi bozacak mıyız yani ? Cumhuriyeti kuran dedelerimizin ahdini çiğneyecek miyiz ? Sen benim kardeşimsin,  hiç şüphem yok ki sen de benim için öyle düşünürsün. Bir şairin sözüyle; Ey benim bin yıllık kardeşim, unutma; Benimki kanar, senin parmağına çöp batsa…"

Bitirirken sesi titremiş gözleri yaşarmıştı. Okan'a baktım, o da etkilenmişti ama anlaşılsın istemiyordu. Başını önüne eğmiş, kalabalıkta kaybolmuştu.

Oradan birlikte ayrıldık. Aman Allahım ! dışarda lapa lapa kar yağıyordu. Bu bizi müthiş neşelendirmişti tabi. Orhan her zamanki canlılığıyla bir elini benim, diğer elini Okan'ın boynuna atmış türlü muziplikler yaparak yürüyor, bazen de birlikte halay çekiyorduk. Mehmet nedense bize katılmıyordu. Yine sessizleşmiş ve içine kapanmıştı galiba. Ama neden, nesi vardı ? Tamam bu akşam bizim için gerçekten farklı yaşanmıştı. Ama işte, biz neşe içinde oynarken, Mehmet'e ne oluyordu ki böyle ?

Diğerleri de bunu fark etmiş ve duraklamışlardı. O da durdu. Başını kaldırdı, baktık ki gözleri kızarmıştı. Bir müddet nemlenmiş gözleriyle bize baktı. Çok uzaklarda gibiydi. Hepimiz bir gariplik olduğunu anlamıştık.

Kolumu omzuna attım "Ne var Mehmet ? Ne oldu ?" Sözleri çok derinlerden geliyormuş gibiydi "Biliyor musunuz arkadaşlar, benim dedemin babası Hasan onbaşı Çanakkale'de şehit olmuş, en yakın arkadaşları da Diyarbakırlı Hüso, Haymanalı Mustafa ile Balıkesirli Gürcü Vehbi imiş. Onlar da aynı gün şehid olmuşlar. Daha doğrusu bölüklerinden kimse sağ kalmamış."

İşte bunu hiç beklemiyorduk. Hepimiz adeta donmuş kalmıştık. Neden sonra Okan'ın sesiyle kendimize geldik. Mehmet'in koluna girmişti "Benim de büyük dedem orda kalmış. Anneannemden dinlemiştim 57. Alaydaymış."  Bu defa Mehmet dahil hepimiz Okan'a baktık. Kar bile lapa lapa yağmaya ara vermişti. Birden iki şehid torunu birbirlerine sarıldılar. Biz de çok duygulanmıştık. Haymanalı artık o kadar karanlık ve itici gelmiyordu gözümüze.


Tuvaletteki kızlar

Gece bir iniltiyle uyandık. Gözümü açtığımda Mehmet Halil'in başındaydı. Kalktım odanın ışığını açtım. Halil girişe yakın ranzasının alt yatağında oturmuş elleri karnında iki büklüm kıvranıyordu. "Ne oldu, nen var hasta mısın ? "Halil yalnızca inliyor, acı içinde konuşamıyordu.

Mehmet'e baktım. "Karnı ağrıyor galiba" dedi. Yüzü bembeyazdı. Elimi alnına götürdüm ateşi yoktu, ama terlemiş yüzü çok soğuk geldi bana.

Seslerimize önce Levent, sonra da Okan ve Hamit de uyandılar. Herkes uyku semesi Halil'in başına toplanmıştı. Levent "Lan oğlum neyin var, ne oldu ?" Halil iki eli belinde inilti halinde "Bilmiyorum. Çok ağrım var" diyebildi. Okan "Halil abi tuvalete gittin mi ?" diye sordu. Konuşamıyordu ama gittim anlamında başını salladı Halil.

Orhan da nihayet uyanmış, pencere kenarındaki üst kat yatağında yarı doğrulmuş vaziyette "Cırcır olmuştur, cırcır" diye söyleniyordu. Kimsenin gülecek hali yoktu. Hamit "Akşam ne yedin Lan Halil, mideni mi bozdun yoksa ?" diye üsteledi. Halil yüzünü buruşturup hayır anlamında bir hareket yaptı.

Sağlık odası

Durum ciddi görünüyordu. Birbirimize baktık. Herkesin aklından aynı şey geçiyordu. "Hadi hastaneye götürelim öyleyse" dedim. Mehmet "Nasıl, bu saatte, nereye ?" diye kekeledi. "Fakülte aciline gideriz. Bakarlar herhalde" dedim giyinmek üzere dolabımı açarken.

Levent de üzerine eşofmanlarını giymeye başlamıştı. "Hepimize gerek yok, üç kişi yeter" dedi amir bir sesle.

Okan da hareketlendi peşinden. Halil'in giyinmesine yardım etmeye çalışıyordu. Levent kapıdan çıkarken seslendi "Ben nöbetçi memuru bulmaya gidiyorum.

İdarenin önüne gelin siz." Saat üçü geçiyordu. Eşofman, mont kolayda ne varsa üstümüze geçirip Okan'la birlikte Halil'i koltuklayıp yavaş yavaş merdivenlerden indirdik.

Dışarda hava ılıktı. İdarenin önüne geldiğimizde Levent abi, nöbetçi, memur ve beyaz önlüklü bir bayan bizi bekliyordu. İdare merdivenlerin hemen önünde bir araba duruyordu. Önce "Sağlık odası" yazan bir kapıdan içeri girdik. Bayan sağlık görevlisiymiş.

Böbrek sancısıymış

Halil'i sedye gibi bir yatağa yatırttı bize. Bir taraftan sorular soruyor, bir taraftan da tansiyonuna falan bakıyordu.

Ancak onu öyle bırakıp dışarı çıkarken nerde olduğumuzu fark edebilmiştim. "Allah Allah böyle bir sağlık odası var mıydı ki burda ?" Sesim hayretle ve kontrolüm dışında çıkmıştı. Cevap olarak nöbetçi memurun sesi geldi kulağıma. "Bu oda boştu. İçini boyadık, temizledik, müdür bey de gerekli sağlık malzemesini ve görevliyi ayarladı. Bu hafta yeni hizmete açtık daha."

Levent dudak mimikleri ve baş hareketleriyle nöbetçi memuru izliyor, Okan da gözlerini iri iri açmış, odayı inceliyordu.

Biz öyle şaşkın etrafımıza bakarken sağlık memurunun uyarısıyla kendimize geldik. "Önemli bir şey yok, arkadaşınızın böbrek sancısı var. Arabayla fakülte aciline götürün, ben de arkanızdan telefon ediyorum şimdi."  Böbrek sancısı mı ? Biz de zehirlendiğini filan neler düşünmüştük diye geçti zihnimden.

Yine Okan'la kollarına girip Halil'i bekleyen arabaya bindirdik. Levent abi nöbetçi memurla orda kaldı, biz ise yurdun ana giriş kapısından çıkıp stablize yolda gecenin karanlığına daldık.

…….

Okulda olay

Öğleyin ders çıkışı tıp fakültesine yöneldik. Halil gece acilde kalmıştı. Tahlil, röntgen filan çekilecekmiş. Mehmet'le tam rektörlüğün önüne gelmiştik ki üniversite yemekhanesi tarafından büyük bir gürültü koptu.

Ardından kırılan cam ve sandalye sesleriyle birlikte yemekhaneden yüzlerce öğrenci bağrış çağrış dışarı akmış, öndeki cadde kaçışan bu kalabalıkla dolmuştu.

Rektörlük önünde de bir hareketlenme oldu, güvenlik görevlileri koşuştular o yöne doğru. Mehmet "Yine kapıştılar" dedi yüzünü buruşturarak. Ortalıkta dikilip durmanın alemi yoktu, acile doğru hızlandık.

Halil'le Okan'ı koridorda otururken bulduk. Halil'in elinde bir dosya vardı. "Geçmiş olsun" dedim gülerek. Mehmet de yineledi bu dileği. "Sağolun" dedi Halil, yüzünde durumunu alaya alan bir ifade vardı. "Ağrıdan geberiyordum nerdeyse ama bizim böbrek kum döküyormuş meğerse."

Okan ciddi bir ifadeyle araya girdi"tahlilleri yaptırdık, film çekildi, şimdi doktoru bekliyoruz." Halil'e "Ağrın var mı şimdi ?" dedim merakla."Yok, yok Süleyman iyiyim şimdi" diye cevap verdi. Bu defa Okan kıkırdayarak konuştu "Aha ! bu kadar iğne yaptılar, korkudan şıp diye kesildi ağrı tabi." 

Bu arada Halil Okan'a habire kaş göz işareti yapıyordu. Mehmet"Neyse büyük geçmiş olsun, baya korkuttun bizi.." Halil tam cevap verecekti ki dışardan jandarma cemselerinin homurtusu ve siren sesleri duyuldu.

İkisi de ne oluyor gibisine ayaklandılar. Yatıştırmaya çalışarak"Telaş etmeyin ya. Her zamanki gibi yemekhanede kavga çıktı. Demin buraya gelirken gördük" dedim önemsemez bir ifadeyle.

Belli ki tedirgin olmuşlardı, endişeyle birbirlerine baktılar. Onların aklından geçenleri anlamıştım. Arkadaşlarını merak ediyorlardı. "Jandarma şimdi halleder" dedim düşünmeden. Yaptığım patavatsızlığı onların yüzlerinin daha da asıldığını görünce anladım. Bereket tam bu sırada doktor gelmiş ve görevli onları içeri almıştı.

……..

Yurtta gerginlik

İkindi vaktine doğru yurda girdiğimizde ana kapı ve idare önündeki kalabalık burada da bir şeyler olduğunu gösteriyordu. Bu arada Halil'in ağrısı yeniden başlamış, ikinci iğnesinin yapılma vakti gelmişti.  Kalabalığın arasından geçip sağlık odasına doğru giderken, buradaki olayın hemen biraz önce olduğu anlaşılıyordu.

Gruplar birbirinden ayrılmış ama öbekleşmeler halen devam ediyordu. Adımlarımızı sıklaştırdık. Ardımızdan, kapıdan giren jandarma cemselerinin ve üstünden inen askerlerin silah şakırtıları işitiliyordu.

Tam idare merdivenlerine, sağlık odasının kapısına gelmiştik ki sesler çoğaldı ve birden geriden gelen bir dalga gibi kaçışan öğrencilerin arasında kaldık. Kalabalık harekete geçen Jandarma önünde çil yavrusu gibi dağılmış, çok az bir kısmı da bizimle birlikte idare binasına dalmıştı.

Kendimizi bir anda müdür beyin odasının önünde bulduk. Bu arada kaçan iki kız öğrenci oradaki bir bayan tuvaletine girmişti. Müdür beyle odasından çıkmış merdivenlere doğru giderken karşılaştık. Bizi gördü, bir an duraklayarak "Ne oldu ?" dedi. Aramızdaki Halil'in haline bakarak olayda yaralandığımızı falan sanmıştı herhalde.

"Yok Müdür bey ! Halil gece rahatsızlanmıştı da. Hastaneden geliyorduk" dedim aceleyle. "Ha öyle mi, geçmiş olsun. Benim odama geçin siz. Ortalıkta durmayın" dedi ve hızla devam etti yoluna.

Tuvaletteki kızlar

Biraz sonra dışardaki gürültü kesilmiş, jandarma komutanı ve Müdür bey yanlarında o iki kız öğrenci ile beraber içeri girmişlerdi. Kızlardan biri korku içindeydi, diğeri ise çok tedirgin görünüyordu.

Komutan kimliklerini kontrol etti. Bu arada da "Neden olaya karıştınız, neden saklanıyordunuz ?" diye sıkıştırıyordu. Onlar da sürekli "Bizim olayla filan ilgimiz yok, Müdür beyle görüşmeye gelmiştik, sonra korkup tuvalete saklandık" gibi şeyler söylüyorlardı.

Bu arada komutan bizi görüp "siz de kimsiniz siz de buraya mı saklandınız ?" diye üzerimize doğru geldi. Müdür bey araya girip komutana "Tamam komutanım. Onlar benim öğrencilerim. Müsaade edin ben onlarla ilgilenirim. Sizi meşgul etmeyelim" dedi.

Jandarma astsubayı komutan bir an kararsız kaldı, sonra "Öyle olsun Müdür bey, ben gözaltına alınan diğerleriyle ilgileneyim" diyerek odadan çıktı. Müdür bey bize ve o iki kız  öğrenciye dönerek oturmamızı işaret etti. Bu arada kızın biri nöbet gelmiş gibi ağlamaya devam ediyor, diğeri de onu teskin etmeye çalışıyordu. Bir taraftan da onun bize kaçamak bakışlarla baktığını fark ettim.

Bu tedirgin hali nedense onun pek de masum olmadığını düşündürdü bana. Ama bu arada Halil de yeniden kıvranmaya başlamıştı.

İğne olması gerekiyordu. Aceleyle durumumuzu anlattık, bir yönetim memurunu çağırdı ve bizi kapıya kadar uğurladı. Kapısının önünde Müdür yardımcıları ve yönetim memurları birikmişti. Ardımızdan "Beni haberdar edin" dedi ve hep birlikte odaya girdiler.

Olay sonrası

İdare binasında kalabalık kalmamıştı. Yalnız bir grup öğrencinin askerler tarafından kuyruğa sokulduklarını gördük. Anlaşılan bu defa E Blok sakinleri gözaltına alınmış, sıcağı sıcağına ifadeleri alınıyordu. Yine de bir gariplik vardı ama hallerinde. Çünkü, hiç de endişeli görünmüyorlardı. Hatta, yanımızda yönetim memuru olmasa bize bile sataşabilecekleri izlenimini edindim.

Doğrusu, şimdi bizimde onlarla kaybedecek zamanımız yoktu. Hızla merdivenleri inip sağlık odasının önüne geldik. Dışarda bir asker refakatinde hafif sıyrıkları olan iki öğrenci bekliyor, içerde de bir hareketlilik görünüyordu.

Biraz sonra kapıdan sedye ile yaralanmış bir öğrenci çıkardılar. Karnından bıçaklanmıştı ve birkaç yerinde dayak yediğini gösteren kan izleri bulunuyordu. Görünüşe göre ilk müdahalesi yapılmış, hastaneye götürülmek üzere fakülteden gelen ambulansa bindirilecekti.

Ambulans gider gitmez diğer öğrencilere de ayaküstü bakıldı. Sıra bize gelmişti. İçeri girdik, durumu anlattık. Bu görevli bir erkekti. Demek ki burası farklı görevlilerle 24 saat açık tutulacaktı. Halil'e iğnesi yapıldı. Sağlık görevlisine ve bize refakat eden yönetim memuruna teşekkür edip çıktık. Doğrusu hizmetteki bu ataklığı şimdi bir kez daha takdir etmiştim.

Kendi blokumuza doğru giderken Halil daha rahat görünüyordu. Biliyordum, sebebi ağrısının dinmiş olması değildi. O bu günkü olaylarda kendi arkadaşlarının bulunmadığını anlamış, bundan dolayı içten içe seviniyordu.

Havaya baktım hafiften bir yağmur atıştırıyordu. Belki bu sebeple, ama daha çok alınan tertibat nedeniyle kantin önü boştu. Bir an yağmurun toprakta bıraktığı kokuyu, sanki taze bitmiş bir olayın tüten buharına benzettim.  Sevgili yurdum, yaralı bereli örselenmiş evimiz; bir badireyi daha arkada bırakmış gibiydi.


İki ateş arasında


İşaretleyin yeter

İfade için bekleyen gençlerin arasından geçerek kapıyı açtım. Sandalyede oturan gence doğru eğilmiş bağırıyordu: "Lan ben size işaretleyin yeter demedim mi ? Bıçaklayın mı dedim !.." Devam edecekti ama birdenbire beni karşısında görünce durdu, oturdu. Masadaki evrakları karıştırdı bir süre. Bense duyduğum sözler karşısında şok olmuştum. Ne ileri ne geri gidebiliyordum.

"Bişey mi vardı müdür bey ?" Ortam buz gibiydi, beni ise sanki ateş basmıştı. Gülümsemeye çalışarak "Yok.. hayır. Bir ihtiyaç var mı diye soracaktım" Bana bakan yüzü bir an şüphe bulutlarıyla gölgelendi. Tedirgin olmuştu. Sonra karşısındaki gence baktı, bir iki öksürüp kuruyan boğazını temizledi. Durumu nasıl kurtaracağını düşünüyor olmalıydı.

Mübalağalı ve alaycı bir sesle gence yeniden yüklendi "Kafasından burnundan az bişey aksa tamam, armut gibi toplarım onları. Siz ne yaptınız ? Bastınız bıçağı. Ya oğlana bir şey olursa ? Ne b..yiyeceksiniz sonra ?"

Sonra dönüp bana muzip bir ifadeyle göz kırparak "Sağolun, arkadaşlarla biraz daha işimiz var. Bir ihtiyaç olursa söylerim." dedi. "Kim yaptı lan bu işi ? Söyle çabuk, kim bıçakladı onu konuş ?.." İşte ona göre benim duymam gereken doğru cümle buydu. Rahatlamıştı.

Nefesimi tutmuşum. Bir an kendimi boğulacak gibi hissettim. Bu yüzden kapıyı açıp dışarı çıktığımda gözlerim kapalı birkaç saniye nefes alıp verdiğimi hatırlıyorum. Başımı kaldırdığımda karşımda içerde ne olup bittiğini merak eden onlarca göz vardı. Onlara ne söylediğimi hatırlamıyorum. Çünkü, aralarından sıyrılıp odama girdiğimde bile kafam hala allak bullaktı.

Mecalsiz bir şekilde kendimi koltuğuma bıraktım. "Ne oldu Müdür bey, hasta mısınız ?"İrkilmiştim. Gelen sese doğru baktım. Müdür yardımcılarımdan biriydi. Merakla yüzüme bakıyordu. Ancak o zaman odada yalnız olmadığımı hatırlayabildim.

Bayan müdür yardımcısı ve iki kız öğrencide hala oradaydılar. Toparlanmaya çalıştım. "Yok bir şey. Başım döndü galiba, yorgunluktan olmalı." Bayan Müdür yardımcısı gülümsemeye çalışarak "Strestendir Müdür bey. Bugün sabahtan beri hepimizin tansiyonu oynadı zaten. Normaldir. "

…..

Biz gazete çıkarmak istiyoruz

"Demek gazete çıkarmak istiyorsunuz ha ?" Bu soruyla ikisini de endişelendirmiştim. Ama, Hale dikleniverdi hemen "Bu bizim en demokratik hakkımız. Sizden izin istemiyoruz ki ?" Banu uzun süren ağlama krizinden yeni çıkmış, kızarmış gözleriyle bana bakıyordu. Gülerek devam ettim "Ne güzel ! Bizim de böyle bir gazeteye ihtiyacımız vardı zaten."

Hale'nin diyecekleri boğazında kalmıştı. Banu ise şaşkındı. Aslında odadaki herkes fena halde afallamış durumdaydı. Hepsi ciddi miyim yoksa şaka mı yapıyorum gözleriyle anlamaya çalışıyorlardı. "Bakın çocuklar: biz yurtta bir kültür merkezi açmak istiyoruz. İçinde; kütüphane, sosyal etkinlikler masası, öğrenci gazetesi panosu ve eğitim/toplantı  bölümü filan olacak. Böyle bir projede yer almak ister misiniz ?"

İkisi de birbirlerine baktılar. Banu'nun yüzü birden aydınlanmıştı. Bu sefer o heyecanla atıldı "Tabi isteriz. Yani ben çok isterim. Çok iyi olur değil mi Hale ?" Hale tereddütlü görünüyordu. "Ama biz gazete çıkarıp dağıtmak istiyoruz. Öğrenci panosunda asılacak şeyler gazete gibi olmaz. Ayrıca özgür bir gazete olmalı bizimkisi." 

Doğrusu çetin cevizdi Hale, ama ben de ipin ucunu bırakacak değildim. "Tamam. Size müdahale etmeyeceğiz. İmkanınız olursa basabilirsiniz de. Ama unutmayın, onu çıkarmak, özellikle de yurtta dağıtmak için bize ihtiyacınız var. Yoksa yasal olmayan bir bildiri gibi olur. O zaman da yine başınız derde girer."

Bunu özellikle Banu'ya bakarak söylemiştim. İçindeki yüzüne yansıyan biriydi. Anlamıştım ki artık Banu bizim tarafımızdaydı. Nitekim Hale'yi ikna etmeye çalıştı ısrarla "Ne güzel işte. Adı da yurt gazetesi olur. Basamasak bile devamlı bir panomuz olacak. Hem arkadaşlarımızı da davet edebiliriz o zaman. Hadi ama Hale !"

Bu konuşmayı başından beri mesafeli izleyen Müdür yardımcıları bile Banu'nun bu saf ve sevimli haline gülümsediler.  Onların kafasına pek yatmasa da ben biri potansiyel bir militan, diğeri kalbi gazetecilik heyecanıyla atan temiz bir sempatizanı daha kazanmıştım. Artık onları olayların içinde değil kültür merkezinin oluşumunda birer müttefik olarak görecektik.

Giriş kapısına molotof

Kızları uğurlarken komutan da işini bitirmiş odama girmek üzereydi. Neşeli halimize bakıp laf atmadan edemedi "Ne o müdürüm biz yakalıyoruz sen koyveriyorsun galiba." Cevap vermedim önce, içeri buyur ettim gülerek. Müdür yardımcılarını da gönderdikten sonra kapıyı kapatıp masama geçtim.

Bu arada "Sizinkine bir şey diyemem, ama benim işim bu gençlerle konuşmak anlaşmak.  Öyle ki gün gelsin size de ihtiyaç kalmasın inşallah" deyiverdim.  Abartılı bir kahkaha atarak yüksek sesle bir "Amin" le karşıladı bu cevabımı. Laf yerini bulmuştu eminim.

Çaylarımızı içerken ben ona kızların durumunu o da soruşturmasının neticesini anlattı. Bıçaklanan genci ameliyat etmişler ama durumu ağır değilmiş. Bıçaklayanı da belirlemişler, eşkalini kimliğini polise vermişler. E Blokta kalan ama yurtta kaydı olmayan biriymiş. Bugün yarın yakalanır dedi güvenle.

Artık muhabbet memuriyete ve nereli olduğumuza gelmişti. Böylece ikimiz de birbirimiz tanımaya çalışıyorduk. Çünkü, karşılıklı şüphelerimiz vardı ve belli etmemeye çalıştığımız bir tedirginlik yaşıyorduk. Anlaşılan daha burada çok işimiz vardı ve tabi ki de güvene ihtiyacımız vardı. Konuşuyorduk ama aklım hala burada yaşanan karanlık ilişkilerde idi.

Anlamaya çalışıyordum. Doğal olarak buradaki huzur ve güvenin sağlanması yalnızca onlarla olmuyordu ama onlarsız da mümkün değildi. Çözüm, bir şekilde iki tarafın da olumlu sonuç alacağı bir işbirliği olmalıydı.

Aynı şeyleri o da düşünüyordu kuşkusuz. Çünkü, aniden dönüp sordu "Bak Daire Başkanlığı da yapmışsınız. Burada ne işiniz var be müdürüm ? Nasıl düzelecek burası böyle ?" Belli ki biraz iyi niyetle, biraz da mesleki bir merakla soruyordu bunu. Güldüm. "Buraya nasıl geldim. Orası uzun hikaye ama…" devam edecektim, sözüm yarım kaldı, önce pencerelere bir alev şavkı yansıdı, aynı anda da güçlü bir patlama sesi yankılandı. Gürültü ve koşuşturmalar duyduk.

İkimiz de ayağa fırlayıp pencereden dışarıya doğru baktık. Akşam karanlığı çökmek üzereydi, ama dışarda farklı bir aydınlık vardı sanki. Bu arada bazı öğrencilerin korkuyla kaçıştıklarını gördük ama başka bir şey yoktu.

Biraz sonra telsizden verilen bilgi ile  korku içinde odaya giren yönetim memurunun söylediği şey aynıydı: "Giriş kapısına molotof atıldı !.."


Aha ! Valla bomba patladı

Odada muhabbet

Patlama sesini duyduğumuzda "Aha ! valla bomba patladı" dedi Orhan. Hepimiz merakla pencereye koşuştuk. Halil bile hasta yatağında doğrulmuş dışarıya bakmaya çalışıyordu. Giriş kapısı tarafında bazı koşuşturmalar ve sesler  vardı, ama ?.. Yangın çıkmış olmalıydı. Çünkü akşam karanlığında bile çıkan duman görülebiliyordu.

Yalnız biraz önce duyduğumuz patlama sesi ve o yönden kantine doğru kaçışan öğrencilere bakılırsa durum biraz farklıydı galiba. Levent "Tüp mü patladı acaba ?" dedi ortaya. Halil "Bir şey olmuş mudur ki ?" diye ekledi endişeyle."Ambulans falan yok. İnşallah yaralanan olmamıştır" dedim cevap olarak. Orhan "İnşallah be Süleyman, İnşallah" dedi sıkıntıyla.

...

Okan hızla kapıyı açıp içeri girdi "Duydunuz mu ? Giriş kapısına molotof attılar." Herkes pencereden çekilmiş, bu defa Okan'a yönelmiştik. Özellikle Halil çok tedirgin görünüyordu. Okan gülümseyerek "Yok Halil abi, biz kantindeydik. Kimseye bişey olduğu yok, merak etme. Gidip baktım. Müdür bey de ordaydı. Çıkan ateşi görevliler hemen söndürdü. Biraz gürültü yaptı işte o kadar."

Artık yerlerimize oturmuştuk. Mehmet "Molotof neki Okan ?" diye sürdürdü konuşmayı. Gözlerini iri iri açmıştı. Bu hali hepimizin yüzünde bir gülümsemeye yol açtı. Okan açıklama yapmaya çalıştı olabildiği kadar ciddi görünerek "Bir şişenin içine benzin koyuyorsun, sonra kumaş parçalarıyla tıkıyorsun ve tutuşturup…"

Okan sözünü tamamlayamamıştı. Çünkü Halil'le göz göze gelmiş ve ancak onun kızgın bakışlarıyla hatasını anlayıp durabilmişti.

Mehmet'se hemen kendi üstüne alınmıştı bu durumu. Yanaklarının kızarmasından anlamıştım, başını eğmiş elindeki kalemle oynuyordu.

Okan alel acele bahsi değiştirmeye çalıştı. "Sen nasılsın abi ?" Halil yatağına uzanırken dudakları arasından tıslayarak cevap verdi ona "Nasıl olacam ? Bu sancı canıma okudu benim."  Orhan şaka yapma fırsatını kaçırmadı gülerek "Abey,  yediğin iğnelerden olmasın sakın ?"

Espri yerini bulmuştu. Odadan birden kahkaha sesleri yükseldi. Mehmet bile yüzünü kaldırıp gülümsemişti. Halil de güldü ama bir cevap vermedi. Nedense Okan'ın gevezelik günüydü bugün "Halil abim iğneden korkmaz, bu ara tuvalete gitmek daha fazla korkutuyor onu."

Halil yastığında hışımla başını çevirip baktı ona "Okan !"Bir kahkaha daha koptu odada. Okan yapmacık bir hareketle dışarı kaçtı.   

...

Yaralı öğrenciye ziyaret

Yurttan çıkmış ham yolda dalgın yürüyordum. Yanımda bir araba durunca ürktüm birden. Baktım müdür bey "Nereye böyle Süleyman ?" Kapıyı açıp sormuştu "Biraz rahatsızım da Medikoya gidiyordum hocam" dedim. "Gel o zaman götüreyim seni" dedi yan tarafını göstererek. Dolaşıp yanına oturdum, hoşuma gitmişti. Zaten kendimi bayağı halsiz hissediyordum.

Araba hareket etti "Geçmiş olsun, neyin var ?" elimi tutup sıkmıştı bunu sorarken. "Ateşin de var senin." Gülümseyen yüzüne baktım, biran kendini müfettiş olarak tanıtıp bizimle tanıştığı gün geldi aklıma. Daha aradan dört ay geçmişti ama ne çok şey yaşanmıştı bu süre içinde. Bizim için yaptıklarını, çabasını ve daha şimdiden başardıklarını hatırladım bir bir.

"Ne oldu ? Daldın birden. Yoksa başka bir şey mi var ?" İrkildim, elimi çekerken "Yok yok hayır, top oynamıştık da. Terli terli su içtim o yüzden" dedim gülümsemeye çalışarak. "Ben de fakülteye gidiyordum. Hani geçen gün yaralanan öğrenci var ya onu ziyarete. Seni böyle bırakmam. Birlikte gidelim doktora."

Olur der gibi başımı salladım, sonra da aklıma geldi "Size de geçmiş olsun Müdür bey. Bu ara ortalık bayağı hareketli." Neyi kastettiğimi anladı düşünceli bir tavırla "Evet, kapıya molotof atıldı.  Pek önemli bir şey değildi, atan da yakalandı zaten. Ancak verdiği mesaj ..."

Devam etmesi için soran gözlerle bakıyordum. Bu sefer gülerek tamamladı cümlesini "Biz uğraştıkça, birileri de bizimle uğraşıyor herhalde. Demek ki hala yurtta huzur ve güven ortamını istemeyenler var. Gerekirse başka şeyler de yaparız demek istediler galiba. İşte bu ihtimal daha fazla düşündürdü beni."

Bu arada tıp fakültesinin önüne gelmiştik. Doğru polikliniklere doğru gittik. Önce benim işim halledildi. Tahmin ettiğim gibi boğazlarım iltihaplanmış. Doktor müdür beyin tanıdığı imiş, bayağı ilgilendi benimle. İlaç yazdı, bir hafta da istirahat etmem lazımmış.

Ordan 3.kata çıktık. Yaralı öğrencinin odasının önünde bir polis, koridorda da bir grup öğrenci vardı. Bizim onlara doğru geldiğimizi görünce tedirgin oldular. Müdür bey doğru içlerinden birine yöneldi ve gülümseyerek elini uzattı "Meraba Umut, nasılsın ?"

Bizim blokta kaldığı için onu ben de tanıyordum. Sol görüşlü öğrencilerin liderlerinden biriydi. Levent abinin söylediğine göre de en gözü karası, en etkili olanı imiş.

Umut kısa bir tereddütten sonra kendisine uzatılan eli zorlama bir gülümseme ile sıktı. "Meraba hocam, hoş geldiniz."

Oradaki herkesin birbiriyle göz aşinalığı vardı ama Müdür bey yine de beni tanıtmayı ihmal etmedi "Bu Süleyman, boğazlarını üşütmüş doktora gösterdik." Hep birlikte geçmiş olsun dediler. "Arkadaşınızın durumu nasıl  ?"

Bu sırada el sıkma faslı da bitmişti. Umut "Bugün daha iyi, annesi babası geldi, şimdi yanındalar." "İyi, geçmiş olsun. İnşallah iyileşecek. Biz de bir ziyaret edelim bakalım." Kapıya yöneldik. Polis müdür beyi tanıyordu, başıyla selamladı bize geçerken.

İçeri girdiğimizde önce ayakta altmış yaşlarında takım elbiseli baba karşıladı bizi. Anne ise oğlunun yanı başında sandalyede oturuyordu. İkisi de eğitimli, görmüş geçirmiş olgun insanlara benziyorlardı.

Müdür bey önce onlara "Geçmiş olsun" diyerek kendini ve beni tanıttı. Sonra yatakta yarı doğrulmuş vaziyette yatan öğrenciye "Bugün nasılsın bakalım Serkan'cım" dedi gülerek. Yaralı öğrenci de doğrulmaya çalışarak "İyiyim hocam, ameliyat yerim acıyor biraz" diye cevap verdi.

Anne hemen müdahale edip daha fazla doğrulmasını önledi oğlunun. Konuşmalarına bakılırsa müdür beyin bu ilk ziyareti değilmiş. Demek başından beri ilgilenmiş onunla. Anne baba onun yurt müdürü olduğunu duyunca başta biraz şikayetlendiler tabi. Ama müdür bey sürekli onları teskin edecek şeyler söyledi. Nihayet ayrılırken "Serkan bize emanet, merak etmeyin. İnşallah iyileşecek ve bir daha böyle şeyler yaşamayacaksınız, üzülmeyin. Değil mi Serkan ?" demesi kesinlikle onların duymak istedikleri sözlerdi.

Oradan çıktığımızda bir kere daha anlamıştım ki bu adam sadece aklıyla, tecrübesiyle hareket etmiyor, yüreğiyle de konuşuyordu. Aslında bu öğrenci bal gibi olaylara giren çıkan aşırı militan biriydi, biliyordum. Ancak o hiçbir ayrım gözetmiyor, öğrencisini arayıp soruyor, üstelik ailesini daha da üzecek şeyler söylemediği gibi onları yatıştırmasını da biliyordu. Bu yüzden insanlar ona güveniyorlardı galiba.

Kurban bayramı tatili

İlaçlarımı alıp yurda döndüğümde Mehmed'i tatlı bir telaş içinde bavulunu toplarken bulmuştum. "Ne o Mehmet, pek bisevinçlisin ? Anlaşılan birilerini çok özlemişiz galiba." Mehmet benim bu takılmalarıma artık alışmıştı. Kimi kastettiğimi artık ikimiz de biliyorduk.

Bugün Salı, 11 haziran Perşembe günü ise kurban bayramıydı. Yani bir süreliğine ben aileme, o da "Ayşe" sine kavuşacaktı.

Sözü kendi üzerinden atmak için sordu "Ne oldu, doktor ne dedi ?" Dolabımı açarken "Hiç, bi daha top oynama ha ! Bak karışmam diye yazdı reçeteye" dedim ciddi olmaya çalışarak.  Bir an başını kaldırıp bana baktı. Onun bu saf haline dayanamayıp kıkırdadım. "Dalga geçme be Süleyman, ne oldu söylesene." Valizimi çıkarıp onunkinin yanına açtım. "Faranjit mi ney, işte o olmuşum. Bir hafta istirahat verdi."

İkimiz de güldük, zaten kurban bayramı tatili için memlekete gidecektik. "İyi işte, en iyi doktor anadır oğlum" dedi, "O seni iyileştirir, artık nane limon mu, zencefilli çay mı ? Gelsin sıcacık çorba, gitsin ıhlamur, adaçayı. Oh yavrum oh ! Keyfe bak Süleyman'da."

Ortam bu ara karışıktı. Zaten bayramdan sonra da finaller vardı. Doğrusu bu bir haftalık tatil iyi denk gelmişti. Ben de ailemi kardeşlerimi özlemiştim. Neşeyle çantalarımızı hazırladık.

Tam çıkarken Kemal abi, Levent ve Hamit'le birlikte odaya giriyorlardı. Girerken aralarındaki hararetli konuşma da onlarla birlikte doldu odaya. Tabi ki konu her zamanki gibi futboldu.

Kemal abi çantalarımızı görünce "Nereye gidiyorsunuz Süleyman ? Hani bugün de top oynayacaktık ?" Mehmet benden önce cevapladı onu "Pazar günkü oyundan sonra Falanjit olmuş da."

Önce herkes bir durdu sonra da hep birlikte güldüler onun bu cümlesine. O ise neden güldüklerini anlayamamıştı. Bu arada bayramlaşıp vedalaşmıştık. Onu tutup odadan çıkardım.

Merdivenlerden inerken uçuyordu adeta. Arkasından yetişmeye çalışırken bir taraftan da takılmaya devam ediyordum "Dur la Memet dur. Sen de falanjit olacaksın yavaş !"

 

Öğrenci gazetesinde aşk

Bayram dönüşü

Bayram tatili ne çabuk geçti. Bir taraftan bayramın o kendine özgü telaşı; kurbandı, baklavaydı, olmazsa olmaz eş dost akraba ziyaretleri. Bir sürü özlediğim sevdiğim insan, sürekli açılan kalkan sofralar, neşe ve muhabbet. Öbür yandan; annemin hastayım diye birbiri ardınca içirmeye zorladığı çeşit çeşit baharatlı çorba ve çay. Akşamları ısrarla üst üste giydirilip yatakta terletilmeye çalışılan zavallı ben.

Arada kardeşlerimle sinemaya, gençlik parkındaki lunaparka ya da Atatürk Orman Çiftliğindeki hayvanat bahçesine kaçmalar. İşte bütün bunlar hepsi hepsi birkaç güne sığıvermişti. Ama zaman su gibi akmış, tatili kafadan iki gün uzatmama rağmen yine de kısa sürmüştü işte. Kalbim şimdi bir kez daha evimden ayrılmanın o bildik hüznüyle eziliyordu.

Otobüsten inip dolmuşla kampüse giderken aklımdan bunlar geçiyordu bir bir. Ama dolmuştan inip stabilize yoldan yurdun giriş kapısına yöneldiğimde ilkin sabahın taze havası doldu ciğerlerime. Sonra güneşin ılık sıcaklığı ısıttı yüreğimi. Gözlerim etraftaki taze yeşilliğe daldı bir süre. Kuş cıvıltıları bu sahnenin fon müziği gibiydi sanki.  Güzel bir haziran sabahıydı yaşadığım ve hüzünlü ruhuma gerçekten çok iyi gelmişti. 

Bulutlu düşüncelerimin birdenbire değişiverdiğini fark ettim. Şimdi sanki bir mutluluk iksiri dolaşıyordu damarlarımda. Karşıdan görünen yurt binalarına baktım. Onlar bile bana artık eskisi kadar ürkütücü gelmediler. Nedense o an sık sık çıkan olayları, itiş kakışı, hatta en son atılan molotofu bile değil de odamı, arkadaşlarımı ve şakalaşmalarımızı hatırladım.

Giriş kapısında son günkü olaydan eser yoktu. Camlar yenilenmiş, yapılan temiz boya ile de çıkan yangından hiçbir iz kalmamıştı. Görevliye  "günaydın" deyip geçerken dikkat ettim o bile gülümsüyordu bu sabah.  Kantin sabah mahmurluğuyla kahvaltıya gelmiş öğrencilerle yeni yeni uyanıyordu güne.

Blok merdivenlerini tırmanırken kalbim tatlı bir heyecanla atmaya başlamıştı. Nasıl olmuştu bilmem, ailemden ayrılmanın hüznü artık içimde sıcacık bir özleme dönüşüvermişti.

Koridorda  Orhan'la karşılaştım. Tıraş olmuş odaya girmek üzereydi. "Vay ! Süleyman, hoş geldin, n'aber ?" Abartılı bir sevinçle kucaklaşıp bayramlaştık. Odaya girdiğimizde Levent, Hamit ve Halil uyuyorlardı. Okan yoktu. Mehmet'se giyinmiş çıkmak üzereydi. Onunla da sarılıp bayramlaştık.

Bir taraftan da göz kırparak "Nasılsın Memedim ? Memlekette ne var ne yok ?" dedim neşeyle. Her zamanki gibi yine kızarmıştı yanakları.

Ama bu sefer cevap vermedi bana. Ağzı kulaklarında, gözleri ışıl ışıldı. Fazla söze ne hacet, anlamıştım. Demek ki mutluydu bizimki. Bu küçük tatil onun için tam bir bayram olmuştu eminim.

...

Kültür merkezi hazırlığı

Kantinde kahvaltı ederken karşımızda her zamankinden daha farklı bir Orhan vardı. Temiz ve güzel giyinmişti, özenle taradığı saçları ve traşlı yüzüyle daha bir yakışıklıydı bu sabah. Hatta parfüm bile sıkmıştı, kokusunu duyuyordum. Mehmet durumu fark etmemiş gibiydi, onun derdi benimleydi. "Bir türlü gelemedin be Süleyman, iki gündür patladım burda sıkıntıdan, iyileştin mi bari ?"

Ona değil de Orhan'a bakarak cevapladım soruyu "İyiyim şükür. Anneme kalsa daha gelemezdim ya, özlemişim be sizi, atladım geldim işte." "Eyvallah" dedi Orhan, canlı görünüyordu ama aklı başka yerdeydi sanki. Çünkü, şaka yapmıyor, bizimkilere de tepki vermiyor ya da öylesine katılıyordu. Ayrıca bir şeyler için bayağı heyecanlı ve acele ediyormuş gibi geldi bana.  Bugün onu ilk defa böyle görüyorduk.

Kahvaltısını hepimizden önce bitirip kalktı. Mehmet "Efe ! nereye böyle, okula mı ?" diye sordu. Orhan bu soruya beni de şaşırtan bir neşeyle cevap verdi "Yok, bugün okulu astım. Yurtta bir Kültür merkezi açılıyo, oraya gitçem şimdi. Hadi eyvallah !" Arkasından boşuna seslendim "Ya ne bu acele ? Nerde, ne zaman açılıyor ?"

Orhan yel olup uçmuştu adeta. Mehmet'le birbirimize bakıştık. O da sanki bir şeyler anlamıştı, şimdi soran gözlerle bana bakıyordu. "Allah, Allah ! Bugün bu çocukta bir hal var ya, bakalım" dedim başımı sallayarak.

Biz de kahvaltımızı bitirip kalktık. Ders saati yaklaşıyordu. Ancak yetişirdik. "Hadi Memet, aç bacaklarını gidelim" dedim çıkarken. İdare binasının giriş kapısına bakan, ne olduğunu ve neden boş olduğunu anlamadığımız iki katlı bölümün ön alt katında bir hareketlilik vardı.

Sabah geçerken oradaki yeni levha benim de gözüme ilişmişti. "Öğrenci Kültür Merkezi" yazıyordu üstünde. Ama öylesine bir görüntüydü benim için. İyice dikkat etmemiştim.  Yüküm vardı ve bir an evvel odama ulaşmak için acele ediyordum. O yüzden elimde bavulum çantalarım hızla yürüyüp geçmiştim uzaktan. Şimdi ikimizin de dikkati o noktaya yönelmiş, farkında olmadan yolumuz oraya çıkmıştı.

Banu'nun gözleri

Baktık, başta Müdür bey, birkaç müdür yardımcısı, yönetim memuru ve bazı öğrenciler hummalı bir çalışma içindeydiler. İçeriye bir sürü masa sandalye taşınıyor, bazı duvarlara da dolap monte ediliyordu.

Orhan da onlarla beraberdi. Ama yanında o iki kızla beraber ! Hani geçende olay çıkınca tuvalete kaçan iki kızla. Birlikte salonun yan duvarına üzeri bordo renkli çuha kumaştan bir pano yerleştirmeye çalışıyorlardı. O kadar meşguldü ki, bizi fark etmemişti bile.

O ara biz de Müdür bey ve yanındakilerle bayramlaştık. "Kolay gelsin Hocam, ne oluyor burası böyle ?"  Tam bu sırada "Öğrenci Kültür Merkezi" levhasının ışığı da yanmıştı. "Tamam, oldu" dedi görevlilere, sonra ışıklandırılmış levhayı ve salonu göstererek "Bak Süleyman ! Burası boştu, şimdi Kültür Merkezi oluyor, hani size söz verdiğim Öğrenci Kültür Merkezi." Bunları biraz da gururla söylemişti. "Hayırlı olsun hocam, tebrikler" dedik Mehmet'le birlikte.

Derse yetişmeliydik. Ayrılmak için tokalaşırken Orhan yanımızda bitivermişti. "Gelin, gelin, bak size ne göstericem." Ağzı kulaklarındaydı ve bizi ısrarla içeri doğru çekiştiriyordu. "Okula gidiyoruz, geç kaldık" desek te Orhan bizi Öğrenci panosunun önüne getirmişti bile. Banu ile Hale sandalyelere çıkmış duvara monte edilmiş Pano üzerinde  "Yurt Gazetesi" yazılı bir başlık yerleştiriyorlardı.

Selam verdik, "kolay gelsin, ne güzel olmuş" dedi Mehmet. Kızlar bizi tanıyıp gülümsediler. Orhan habire bize öğrenci panosunda neler yapacaklarından, çıkaracakları gazeteden falan bahsediyordu. Bense Banu'nun Orhan'la pano arasında gidip gelen mahçup iri gözlerine takılıp kalmıştım.  Şimdi anlaşılmıştı Orhan'ın bu sabahki halleri. 

Mehmet'in kolumdan çekmesiyle kendime geldim "Süleyman, hadi geç kaldık." Orhan'a ve kızlara gülümseyerek baktım bir süre. Ardından "Size kolay gelsin, bizim derse yetişmemiz gerekiyor. Hayırlı olsun, başarılar" filan gibi bir şeyler çıktı ağzımdan. Döndük, giriş kapısına doğru hızla seyirttik.

Hem gülüyor, hem de içimden "Alacağın olsun Orhan, ne ara tanıştın da aşık oldun anlamadım. Gazeteymiş, sen külahıma anlat onu. Demek bugünkü hallerin Banu içinmiş ha! Görürsün sen." 

Mehmet bile bu halimi fark etmiş "Ne oldu, ne gülüyorsun be Süleyman ?" diye tutturmuştu. Ben de ona "Sen hiç Orman mühendisi gazeteci gördün mü ? Görmediysen yetişiyor, Orhan'a bakabilirsin" diye cevap verdim gülerek.

Dersler, final sınavları

Artık final sınavlarına hazırlanmalıydık.  Günlerimiz bu yüzden okul-yurt gidiş gelişleriyle sınırlandı. Akşamları ise mekanımız blok okuma salonuydu. Son olaydan sonra yurtta önemli bir sıkıntı görünmüyordu. Yurt dahil tüm kampüste yoğun jandarma kontrolleri vardı ve alınan tedbirlerden mi yoksa herkesin sınav telaşından mıdır nedir, şimdi okulda ve yurtta o malum örgütlerden pek eser yoktu.

Sınavlar yaklaşmıştı ya, okulda yine herkes tuttuğumuz notların peşindeydi. Mehmet de doğrusu artık bu talepleri bayağı profesyonelce karşılıyordu. Bunların arasında doğal olarak kızlar hep ön sıradaydılar. Ama Mehmet onların bu alakasına karşılık artık kızarmıyor, hatta çatır çatır pazarlık bile yapıyordu. Dersleri aramızda paylaşmıştık, bazı dersler için de yazısı düzgün iyi not tutan bazı öğrencilerle anlaşmıştık.

Mehmet'se bu notları siparişe göre gidip fotokopiyle çoğaltıyor, sonra da üzerine biraz kar koyup satıyordu. Sonuçta herkes durumdan memnundu. Mehmet'in de durumu bayağı düzelmişti böylece. Harçlığı çıkıyordu yani.

Artık ders dışında tek eğlencemiz Orhan'a sataşmaktı. Ama bu sefer şakayı yapan bizdik, "Ama, oğlum ne oluyo be !" diyense Orhan. Bu arada o yine yurt gazetesini ballandıra ballandıra anlatıyor, yazdığı şeyleri ısrarla bize göstermeye çalışıyordu. Durumu odadaki diğer arkadaşlar da öğrenmişti.

Özellikle Levent abi Orhan'a fena yükleniyordu. "Lan oğlum, seni de kaybettik ya ona yanarım, ne güzel top oynuyorduk, şimdi her gün giyinip süslenip Banu'ya, pardon kültür merkezine gidiyorsun, dikkat et bu gidişle sen göbek de yaparsın. Hah, hah, haa…"

 

Yok daha neler

Kültür Merkezi

Finaller devam ediyor. Odadaki herkes kendi başının derdinde. Okan'la Halil zaten ortalarda yok. Büyük ihtimalle kendi arkadaşlarıyla kampa (ders çalışma) girdiler. Kemal abiyi bile o kadar sık görmüyoruz. Levent'le Hamit ise hiç görmediğimiz kadar sınav stresi içindeler. Sürekli ders notu bulma peşindeler. Tabi sınavlarda futbol sorulmuyor. Eğer öyle olsaydı eminim üçü de çalışmadan tam puan alırlardı.

Orhan zaten çok meşgul. Bir taraftan okul, bir taraftan kültür merkezi (!) çocuk ordan oraya koşturup duruyor. Ama Allah var, öğrenci gazetesinin ilk sayısını da çıkardılar. Fotokopiyle filan yapmışlar ama olsun, güzel olmuş. Şimdi yanlarında taşıdıkları gazeteyi her önüne gelene gösterip abone toplamaya çalışıyorlar. Eh, arkadaşımız tabi önce bizi abone yaptı. Olacak o kadar.

Mehmet'le okula gidip gelirken bazen kültür merkezine uğruyoruz. Biraz da meraktan. Çünkü, Orhan'ı kızlarla birlikte görmek hoşumuza gidiyor. Sonrasında takılmak için de malzeme lazım. Ama görüyoruz ki etraflarında bayağı bir grup oluşmuş. Orhan da onların neşesi adeta. Bayağı popüler yani. Kendi şivesiyle onlara şakalar yapıyor, onlar da gülüyorlar.

Fakat, onun dikkati hep Banu'nun üzerinde. Sanki aslında bütün o neşe, komiklik ve enerjisi onun için.  Bakarsan ilgisi de karşılıksız değil hani. Oda Orhan'ın dibinden hiç ayrılmıyor. Birlikte çok hoş bir halleri var. Banu ufak tefek ama bayağı güzel bir kız, özellikle de gözleri.

Hale kadar çenebaz değil. Daha çok gözleriyle konuşuyor gibi. Yanaklarındaki gamze ile sürekli gülümsediğini görüyorsunuz. Biraz mahçup, sessiz ama çalışkan biri. 

Bizi görünce hemen yanlarında yer açıyorlar. Başlıyorlar hararetli hararetli yaptıklarını anlatmaya. Yani haksız da değiller. Gazetelerini çıkardılar, panoları yazı, resim ve karikatürle dolu. Yaptıkları idare tarafından takdir ve teşvik ediliyor. Çevreleri de gittikçe büyüyor. Daha ne olsun.

Bu arada kültür merkezi de gün geçtikçe daha bir şekillenip güzelleşiyor. Yönetim memuru Bülent'i buraya vermişler. O da çalışkan, sosyal, gençlerle iletişimi güçlü biri. Masasını Orhan'ların öğrenci panosunun karşı tarafındaki kütüphane kısmına koymuşlar.

Geçen gün geldiğimizde dolaplara kitap yerleştiriyordu. Bugün gördük ki kütüphane tamamlanmış gibi. Salonun arkaya doğru olan boş kısmı da on kadar küçük kare masayla doldurulmuş. Her birinde dörder sandalye var. Ortam çok uygun, bu yüzden bazı öğrencilerin burada ders çalıştıklarını gördük. Ne zaman gitsek kültür merkezini işte böyle canlı buluyoruz.

Müdürü ziyaret

Kemal abiyi bugünlerde  bayağı hareketli görüyorum. Yurtta bir futbol maçı düzenlemeye çalışıyor. Anladığım kadarıyla, üniversitede de başta futbol olmak üzere başka bazı spor aktivitelerinin de içinde. Yurtta da hemen hemen her kesim tarafından seviliyor. Onun bulunduğu ortamlarda pek kavga gürültü olmuyor. Daha çok gırgır, şamata.

Hafta sonu Mehmet, Orhan ve Okan Bursa'ya gitmeyi planladık. Giriş kapısında baktık Kemal abi, Levent ve Hamit Müdür beyle konuşuyorlar. Yanlarına gittik, selamlaştık. Müdür bey de spor giyinmişti. Üzerinde açık renk bir mont, ayağında kot pantolon ve spor ayakkabılar vardı.

İlgiyle selamımızı aldı "Nasılsınız gençler ?" dedi ardından. "İyiyiz, Bursa'ya gidecektik de" dedim öylesine. Orhan'a döndü "Orhan pano nasıl gidiyor ? Bir sorun var mı ?" diye sordu.

Orhan "Yok Hocam, gazeteyi bu sene bir sayı ile kapatacağız. Ama panoyu sürekli güncelliyoruz. Elimizde bayaa malzeme birikti" dedi ciddiyetle. Müdür bey "İyi, güzel" diyerek memnun bir şekilde başını salladı. Sonra eliyle arkadaki Kültür Merkezini göstererek ortaya, hepimize sordu "Yeni hizmetimizi nasıl buldunuz ?"

Kemal abi cevapladı bu soruyu. "Hocam, biliyorsunuz bizim pek kitapla, gazeteyle filan işimiz olmaz ama konuştuğum arkadaşların çoğu memnun bu açılımdan. Bu arada sizi de tebrik ederim. Söylediğinizde ben de inanmamıştım burada böyle bir şeyin olabileceğine. Ama brovo vallahi, sözünüzü tuttunuz".

"Gençler istedi, bizde onların önünü açtık. Bak şimdi hiç boş kalmıyor, yine onlar sahipleniyor. Aslında 5000 kişilik böyle bir yerde bu tür hizmetlerin olmaması bir eksiklikti. İnşallah önümüzdeki zamanlarda yurttaki diğer sosyal etkinliklerin de merkezi olacak burası" dedi Müdür bey coşkuyla.

Kemal abi fırsatı kaçırmadı "Hocam, çok iyi olur. Mesela futbol, voleybol, masa tenisi, satranç gibi birçok spor etkinliğini birlikte organize edebiliriz. Biz bu işe gönüllüyüz." Eliyle yanındaki Levent ve Hamit'i de göstererek söylemişti bunları. Onlar da gözleri parlayarak başlarıyla onayladılar bu sözleri. Müdür bey elindeki fotoğraf makinesini bana verdi "Hadi Süleyman bizim bir fotoğrafımızı çek, hatıra olsun." Ayrılırken Kemal abi ısrarını sürdürüyordu. "Hocam, haftaya mutlaka bekliyoruz. Unutmayın Cumartesi saat altıda."

Futbol

Yurttaki toprak saha kıyasıya bir maça ev sahipliği yapıyordu. Demek formalar filan her şey önceden temin edilmişti. Kemal abi hakemlik yapıyordu. Levent, Hamit, Okan ve Orhan da sahadaydılar. Halil, ben,  Mehmet, Banu ve Hale 4-5 basamaklı beton tribünün en önünde tezahürat için hazırdık. Bugün sınav stresini üzerimizden atmaya kararlıydık.

Maç başlamadan Müdür bey, iki yardımcısı ve Yönetim Memuru Bülent'le iki arkadaşı daha gelip bizim biraz daha solumuza onlar için ayrılmış yere oturdular. Başlama düdüğüyle maç başladı.

Her iki takım da iyiydi yani. Tabi biz kendi takımımızı tutuyorduk. Orhan'a ise özel tezahürat yapıyor, ayağına her top gelişte ayağa fırlayıp "Haydi Orhan, vur, bas çalımı, helal sana !…"filan gibi şeyler bağırıyorduk. Hele kızlar işi iyice abartmışlardı. İkisi de çığlık çığlığa alkış kıyamet gidiyorlardı.

İlk yarı 2-1 sonuçlandı. Arada Kemal abi Müdür beyin yanına giderek bir şeyler konuştu. Eliyle toprak sahayı gösteriyor. Memnun olmadığını gösteren hareketler yapıyordu. Sahanın bozuk oluşundan şikayet ediyor olmalıydı. Müdür bey de bir ara Kemal abiyle sahaya kadar ilerleyip dinlemeyi sürdürdü. O da Kemal abiye bir şeyler anlatıyordu. Ama, konu her neyse anlaştıkları belliydi.

Gollü ve heyecanlı bir maç oldu. Bir ara Orhan sakatlandı. Saha kenarına sağlık görevlisinin yanına alındı. Endişelendik, kızlar hemen yanına seğirttiler. Ama Kemal abi, kısa bir duraklamadan sonra maçı tekrar başlattı. Hareketlerinden önemli bir şey olmadığını anlamıştık.

Okan da bayağı iyi oynuyormuş ama ha ! Tam iki gol attı. Levent'le Hamit zaten profesyonel futbolcu gibiydiler. Sonunda maç 5-5 berabere bitti. Ama bizim de bağırmaktan sesimiz gitmişti.

Eve gidiyoruz

Dağılırken Müdür bey ve arkadaşları yanımızdan geçtiler. Bu sırada yanındakilere şöyle söylediğini duydum "Kapalı spor salonunun parkelerini bu yaz yenileyeceğiz, bu sahayı da bakım yaptırıp çimlendirebilsek ne iyi olur."

Doğrusu maç üzerimizdeki stresi atmamıza yetmişti ama duyduğum bu haber çok daha güzeldi. Harika dedim içimden, seneye mis gibi salonda basket oynayabileceğiz.

Yurtta yenilik haberleri peş peşe geliyor. Son haber; kızlar için bir kuaför salonu açılacakmış. Bununla da kalmıyor söylentiler yurtta manav, gazete kitap satıcısı, ayakkabı tamircisi filan açılacakmış. Yok daha neler. Bana kalsa yurtta şu kavga gürültü bitsin, herkes barış içinde olabilsin, huzur sağlansın yeter.

Ha bir de şu temizlik konusunu da hallediverseler çok iyi olacak. Bu konuda son zamanlarda bir çaba görüyorum ama bana göre yeterli değil. Mesela, hala tuvalet taşında yıkanan paspaslarla yerler siliniyor. Yönetim memurlarına da kaç kere söyledim.

Sayılı günler geçiveriyor. İlk yılımızın bitmesine, okulun kapanmasına çok az kaldı. Yakında eve gideceğiz. Açıklanan sınav sonuçları hem benim hem de Mehmet için süperdi. İkimiz de mutluyuz. Ama Halil'le Okan'ın dersleri o kadar parlak değil. O yüzden onları rahatsız etmemek için sevincimizi pek belli etmedik.

Halil'in rahatsızlığı da geçti bu arada. Bol bol su içmesi gerekiyormuş. Sürekli şişe suyuyla dolaşıyor. Orhan'ın da ayağında önemli bir şey yok. Tedavisi yapıldı, biraz aksıyor o kadar. Tabi, bunu fırsata çevirmeyi de ihmal etmedi hınzır. Ne zaman görsek Banu'nun kolunda. Kul istemiş bir göz Allah vermiş iki göz. Oh ne ala !

Başka meseleler

Kızlar

Orhan'la Banu'nun aşkını bilmiyordum. Ama Süleyman'ın da bilmediği şeyler vardı. Olaylardan sonra bazı öğrencilerin velilerini davet etmiş, bu kapsamda Banu ile Hale'nin aileleriyle de görüşmüştüm. İkisinin de anne babası gelmişlerdi. Başta kızlara haber vermedik, misafirlerimizi telaşlandırmadan odamda ağırladık ve davetimizin sebebini anlattık. Amacımız, öğrencilerimiz ve aileleriyle bütünleşmekti.

Öncelikle kaldıkları blokun yönetim memuru ve bayan Müdür yardımcımdan kızların yurda giriş çıkış, izin, disiplin vs. durumlarını dinledik. Görünüşe göre ikisinin de öyle göze görünür bir yanlışı yoktu.

Ancak, Hale'nin bazı gruplara yakınlığı gözlenmiş, olay sırasında tuvalete kaçıp sonra da benimle görüşmek istediklerini söylemeleri şüphe çekmişti. Onları Jandarmanın elinden kurtarmıştım ama, durumu da araştırmam gerekiyordu. Amatör bir çabayla gazete çıkarmak istemeleri bu tür konuları tekelinde gören o grubun dikkatini çekmiş olmalıydı. Misafirlerime kızlarıyla ilgilendiğimi, çıkarmak istedikleri gazetenin de kültür merkezindeki öğrenci panosu kapsamında destekleneceğini söyledim.

Her iki aile de çocuklarının herhangi bir olaya karışmasını istemiyorlardı. Ancak, benim bu şekilde evlatlarına sahip çıkmam ve ilgilenmemden de çok memnun olmuşlardı. Bense önsezilerimin doğru çıkmasına sevinmiştim doğrusu. Böylece hem onları aşırı örgütlerin etkisinden kurtarmış, hem de yurtta kültürel bir faaliyetin daha yapılmasına zemin hazırlamıştım.

Nitekim, onlar da benim kendilerine olan desteğimi boşa çıkarmamış, her ikisi de kültür merkezinin aktif üyeleri olmuşlardı. Hale bu konuda çok daha etkiliydi. Özellikle de daha önce iletişim halinde olduğu gruba direnmesi ve hatta onları kültür merkezi faaliyetlerine davet etmesi gözümden kaçmamıştı.

Aileler rahatlamıştı, ondan sonra kızlara haber verdik. Çok şaşırdılar tabi, biraz da kuşkulandılar. Ama, doğrusu anne babaları öyle sıcak ve canlı davrandılar, öyle normaldiler ki kızlar çok kısa bir tereddütten sonra ailelerinin kendilerini ziyarete geldiğine inanmışlardı. Yüzleri gülüyordu, onları yanıma alarak fotoğraf çektirdim.

Güvenlik

Tabi ki en önemli ve öncelikli sorun yurttaki öğrenci olaylarının sona ermesiydi. O yüzden başta tespit ettiğimiz ilkelere ve yol haritasına bağlı hareket ediyordum. Bu amaçla her geçen gün daha fazla öğrenci kitlesine ulaşmaya, gruplarla görüşmeye ve gerginliğin azaltılmasına çalışıyorduk. Diğer taraftan da dilek kutuları, spor faaliyetleri, sağlık odası, kültür merkezi vb. gibi açılımlarla haklı ihtiyaçlara karşılık veriyorduk.

Ancak, bu çabalarımız yanında yurtta güvenlik tedbirlerini gözden geçirmeyi ve gereğini yapmayı da ihmal etmiyorduk. Bu kapsamda Valilik, Rektörlük, Alay komutanlığı ve Emniyet Müdürlüğü ile defalarca görüşmüştüm. Görünüşe göre onlar da böyle ilgili ve çözüm çabası içindeki bir müdürden memnundular.

İstediğim şey basitti; "işimizi zorlaştırmayın, aksine yolumuzu açacak şekilde bizi destekleyin. Olaylar olduktan sonra değil, olmadan önlemeye yönelik etkili tedbirler alalım."

Gerçekten de bu yönde alınan tedbirler etkili olmuş, olayların sıklığı ve hacmi azalmıştı. Böylece, hem üniversite normal programını devam ettirebildi, hem de öğrenciler final sınavlarına daha rahat hazırlandılar.

Ben de yurdun fiziki sorunlarını gözden geçirmeye ve öğrenci ihtiyaçlarını karşılayacak bazı farklı çabalara imkan bulabilmiştim.  Örneğin, önümüzdeki döneme kuaför salonu, gazete dergi kitap satıcısı, manav, pastane, ayakkabı tamircisi, kuru temizlemeci ve çamaşır yıkama makineleri gibi yeni bazı hizmetleri planlıyordum artık.

Yine de burası 5000 kişilik bir yurttu ve güvenlik sorunu her zaman önemli, öncelikli ve çok boyutlu olmaya devam edecekti. Çünkü, karşılaştığımız problemler sadece öğrenci olaylarından ibaret değildi. Mesela az da olsa hırsızlık vardı. Sık sık geçimsizlik ve kız meselelerinden kaynaklanan küçük kavgalar oluyordu. Yurtta kaydı olmayanların sahte kart kullanarak, duvardan atlayarak ya da kapıda olay çıkararak bir şekilde yurda girmek istemeleri ise gayet sıradan hadiselerdi.

Ama, bunların içinde en vahimi kuşkusuz uyuşturucu ve fuhuş şebekelerinin varlığıydı. Odak noktası ise maalesef kız öğrenciler oluyordu.

Uyuşturucu belası ve polis

Bir gün benimle görüşmek isteyen bir kız öğrenciyi odama getirdiler. Kız bayağı korkmuş görünüyordu ama dengesiz hareketleri, ani çıkışları, bazen de sayıklar gibi konuşması daha fazla dikkatimi çekti.

Özet olarak bana şehirde, fuar alanındaki çay bahçelerinde yuvalanmış bir uyuşturucu şebekesini polise ihbar ettiğini,  istekleri üzerine bir süredir onlarla işbirliğini yaptığını, ancak bir şey yapılmadığını, şimdi de ortada kaldığını, kendisine bir zarar verileceğinden korktuğunu anlattı.

Şimdiye kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Doğal olarak konuyu il emniyet müdürüyle görüştüm. Adamın laubali hareketleri çok canımı sıktı ama sabrettim, kızı kullanan sivil polisi çağırttım.

Onun anlattıkları beni daha da şaşırtmıştı. Evet, söz konusu kız öğrenciyi tanıyordu. O çay bahçelerinden birinde yakışıklı bir gençle tanışmışlar, içtikleri meşrubata hap atıyormuş. Bağımlı olmuş, oraya gitmeden yapamaz olmuş. Fakat ısrarla diğer arkadaşlarını da götürmesini istiyorlarmış. Gitmişler de.

Sonra bir polis baskını sonrası kız ondan yardım istemiş, o da sözde bir daha buralara gelmemesini, yoksa kötü yola düşebileceğini söyleyip korkutmuş. Bir daha da görmemiş.

Düpedüz yalan söylüyordu anlamıştım. Israrla o çay bahçesindekilere herhangi bir işlem yapıp yapmadıklarını sordum. Birbirlerine bakıp bana konuyla ilgisiz şeyler anlattılar.  Onlara göre ben bu işlerden uzak durmalıydım, o kız öğrenci de zaten bu yolun yolcusuydu ve kafasından uydurduğu şeyleri anlatıyordu.

Merak etmemeliydim, onlar görevlerinin başındaydılar bana da başarılar diliyorlardı.. Görünüşte nezaketle konuşuyorduk ama dişlerimi sıka sıka çenem ağrımıştı. Yüzlerindeki sırıtma daha da sinirime dokunuyordu. Hiddetle ve elim boş olarak yanlarından ayrıldım.

O kız öğrenci için yapabildiğim tek şey ailesiyle görüşüp okulunu dondurmasını sağlamak ve memleketine göndermek oldu. Zaten neredeyse okulla derslerle alakası kalmamıştı. Ayrıca burada kalsaydı etrafını da bu pisliğe bulaştıracak, kendisi de o çukurda boğulacaktı.

Bir battaniye altında 3 kişi

Konu kız öğrencilerden açıldı. Onlarla uğraşmak başlı başına bir uzmanlık alanı olmalıydı. Gün geçmiyordu ki kız bloklarından tamamen onlara özgü sorunlar gelmesin. Biri titizdir, öbürü dağınık haydi bir kavga sonu idarede biter.

Biri sokaktan kedi toplar getirir sevmek için, öbürü kedi sevmez basar çığlığı, haydi bir olay daha. Militanı da cazgırdır, karşıt görüşlüsü de. Bir karışırlar saç saça baş başa, olay var sanılır. Ancak kız bloklarına değil jandarma, erkek personelin bile girmesi izinledir. Yönetim memurları yetişip ayırıncaya kadar birbirlerini bayağı hırpalarlar.

Gönül davaları, kıskançlık, psikolojik sorunlar ve depresyon da oldukça sık rastlanan sorunlardır kız öğrenciler arasında. Zaman zaman hırsızlık vakaları da olur. En çok da ayakkabı, çanta, kıyafet hırsızlığı.

Bir anımı daha anlatayım yeri gelmişken. Komik mi, trajik mi, düşündürücü mü siz karar verin. Bir sabah erken saatte yurda geliyorum. Şoföre kampüsün doğusundan ağaçlık bölgeden dolaşan toprak yoldan gidelim dedim. Güneş henüz doğmamış ama yakın, sabahın güzelliği, sakinliği muhteşem.

Araba hızla toprak yolda ilerliyor. Ben de arkada gözlerim dışarda yeşillik denizine bakıyorum. Birden bir battaniye fark ettim yolun sağ tarafındaki açık alanda. Yurttan sık sık battaniye çalındığını öğrendiğim için, şoföre durup geri gelmesini söyledim. 

Battaniyeyi almak üzere arabadan inmiştik ki bir sürprizle karşılaştık. Battaniyenin altından üç tane baş kalkmış, uyku mahmuru gözlerle bize bakıyorlardı. İki kız bir oğlan aynı battaniyenin altındaydılar, etraflarında da bira şişeleri.

Üçünü, battaniyeleri, çöpleri topladık aldık arabaya, geldik yurda.

Bir taraftan akşamdan kalma halleri, bir taraftan daha uykudan uyanamamış gözleri, biraz da korkmuş solmuş yüzleriyle odamda karşımdaydılar. Hemen sıkıştırmadım, önce çay, poğça, peynir filan biraz kahvaltı etmelerini istedim.

Asıl şaşkın olan bendim ve doğrusu ne diyeceğimi bilemiyordum. Neden sonra "Nedir bu haliniz, ne yaptınız siz böyle ?" diyebildim. Epey bir sorgu sualden sonra anlaşıldı ki, sözde akşam biraz dolaşalım, bira içelim demişler. Sonra da vakit ilerleyip geç olunca yurda giremeyeceklerini düşünüp orada sızıp kalmışlar.

Üçü de ufak tefek şeylerdi. Kızlardan biri Bandırma'lı hemşerimmiş. Oğlanın hali bugün bile hatırımda, yüzü kıpkırmızı, gözleri hep yerdeydi. Kızlardan fazla o utanıyordu. Ağzından dirhemle laf çıkıyordu. Ayıldıkça kızlardan biri iyice cazgırlaştı. Onları tutmaya hakkım olmadığını, on sekiz yaşından büyük olduklarını, ne isterlerse yapabileceklerini filan ağzına geleni söylüyordu yani.

Haklıydı da aslında. Nasihat edecektim, baktım sözüm tesir etmeyecek. Ayrı ayrı görüşmeye karar verdim. Bu arada bloklarının müdür yardımcılarını çağırdım ve disiplin yönetmeliğine göre işlem yapmalarını istedim. En azından yurt demirbaşını yurt sınırlarının dışına çıkarmak gibi bir suçları vardı. Ne yapmış olsalar da bu üç fidanın geleceğini karartmamalıydım. Bu nedenle diğer kabahatleri (!) benimle onların aralarında kalacaktı.

İfadeleri savunmaları alındı, her üçü de battaniye ve alkol almaktan dolayı ceza aldılar. Her birisiyle de ayrı ayrı ve dakikalarca görüştüm, güzelce uyardım, nasihat ettim. Bu arada yapılan disiplin soruşturmasını bahane ederek ailelerine üstü kapalı birer mektup yazdım.

Oğlanın ailesi geldi görüştük, kızın birinin ailesi de telefon etti ama Bandırma'lının ailesinden ne telefon ne bir şey. Merak edip araştırdım. Meğer ailesi yaşlı ve fakirmiş. Kızlarıyla ilgilenebilecek durumda da değillermiş. Daha da üzüldüm.

Kızım saydım onu. O zaman ve daha sonra sürekli ilgilendim onunla. Ne yazık ki bir sene sonra yurttan ayrılıp evine döndüğünü ve ailesine bakmak için çalışmaya başladığını öğrenecektim.

Culluk hastalığı

Yaz tatili başlıyor

Yıl bitmek üzereydi. Birkaç gün sonra öğrencilerin büyük bölümü evlerine gideceklerdi. Tabi ki yazın tamamen boşalmıyordu yurt. Yaz döneminde sınav, kurs gibi okulla ya da başka sebeplerle yurtta kalmaya devam eden öğrenciler oluyordu. Ama bu öğrenciler o zaman yurdun belirli bir bölümünde toplanıyorlardı.

Böylece yurdun onarım, bakım, ilaçlama, temizlik, yenileme gibi önemli çalışmaları aşağı yukarı üç ay kadar süren bu yaz tatili süresince yapılabiliyordu.

Bir de nöbetçi yurt uygulaması vardı. Örneğin Bursa'daki yurtlardan o yıl nöbetçi olan, diğerlerinin öğrencilerine de açılıyordu. Hatta bu yurtlar aynı zamanda yaz tatilinde gezi, sportif etkinlikler vb. faaliyetler sebebiyle ülkenin diğer şehirlerinden gelen misafir öğrenci gruplarına da ev sahipliği yapıyorlardı.

Biz o yıl nöbetçi değildik. Zaten yapacak çok işimiz vardı.  Öncelikle hasar tespiti yapıp onarmak, eksiklerimizi gidermek, yol haritamıza göre yapmak istediğimiz yenilikleri Eylül sonuna yetiştirmeye çalışmalıydık.

Bu arada üzerinde çalıştığım raporu tamamlamalı ve destek almak üzere hem bağlı olduğumuz Eskişehir Bölge Müdürlüğü hem de Genel Müdürlükle görüşmeliydim. Eski bir Muhasebe Müdürü ve Muhasebe Mali İşler Daire Başkanı olarak bürokrasi çarklarının ne denli ağır işlediğini en iyi bilenlerdendim. Özellikle de planlama, keşif, projelendirme, bütçeleme, programa alma, ihale, uygulama gibi yatırım süreçlerinin tamamlanması en seri şekilde bile asgari bir buçuk yıl sürerdi. 

Bu yüzden yaz dönemini iyi değerlendirip hem bir yıl sonrasının temellerini atmalı, hem de bu yılın imkanlarını zorlamalı ve kullanmalıydım. Ayrıca mevcut cari harcama sistemi de doğal olarak buradaki olağanüstü şartlara uygun değildi.

Bu nedenle mutlaka, düşündüğümüz projeler için bürokrasiye takılmadan kullanabileceğimiz farklı, ilave finansman kaynakları ve sponsorlar bulmam gerekiyordu.

Çözüm raporu

Raporu tamamlayıp önden yazılı olarak Bölge Müdürlüğüne gönderdim. Tabiatıyla hiyerarşik düzen gereği onların da bu raporu Genel Müdürlüğe göndermeleri gerekiyordu. Raporun önemli bir kısmı yurtta huzur ve güvenin sağlanmasına yönelik analiz, teşhis ve çözümlere ayrılmıştı.

Tabi ki yatırım konusu olan ya da ancak onların desteği ile yapabileceğimiz şeyler özellikle vurgulanıyordu. Mesela yurdun ıslak zeminlerinden kaynaklanan rutubet sorununun çözülmesi, Blok hamamlarında ilave duş kabinleri yapılması, Kapalı Spor Salonunun tamiri, Giriş kapısının yeniden düzenlenmesi ve ihata duvarının üzerine yarım metre yükseklikte dikenli tel çekilmesi gibi şeyler hemen ve mutlaka yapılmalıydı.

Ayrıca önümüzdeki dönemde ana giriş ve blok kapılarına kart okuyuculu turnike sistemlerinin konması, her blokun girişine yönetim memuru odaları, her blokta da büfe kantinler yapılması da önerilerimiz arasındaydı.

Bir de E Blokun kız öğrencilere tahsisini de istemiştik. Zaten C ve D Bloklar kız öğrencilerindi. E Blokun da onlara katılması suretiyle hem orada belli bir grubun yuvalanmasını önlemiş olacak, hem de idarenin hemen yanındaki C-D-E  blokların bütünlüğü sağlanmış olacaktı.

Yatırım konuları dışında destek istediğimiz ikinci önemli husus da personel takviyesiydi. En az 20 ilave güvenlik elemanı ve 8 Yönetim memuru verilmeli, mevcut 40 temizlik görevlisi sayısı ise 80'a çıkartılmalıydı. 

Ayrıca, buradan sürekli kaçmaya çalışan, aklı burada olmayan çok sayıda personelim vardı. Ya Eskişehir'in eli bu personel üzerinden çekilmeli, ya da buraya daha kalıcı personel verilmeliydi. Çünkü, şayet kendi güvenlik sistemimizi kuramaz, sağlam bir idare yapısı oluşturamazsak korkarım ki bu gidişle yurtta bir jandarma karakolu kurulması kaçınılmaz olacaktı.

Raporun son bölümü ise yurtta yapmayı düşündüğümüz sosyal, kültürel, sportif yenilikler ve etkinliklere ayrılmıştı. Yurtta öğrencinin ihtiyacı olan tüm hizmetleri verebilmeli, enerjisini yöneltebileceği etkinlikler sağlayabilmeliydik.

Bu kapsamda, yurtta ihtiyaç olan küçük işletmeler açabilmeli, atıl durumdaki salonları konser, tiyatro, sergi, satranç ve masa tenisi gibi etkinlikler için değerlendirmeliydik. Bana buraya gelirken söz vermemiş miydi ? İşte ben de hem elimden geleni yapmış, hem de ihtiyaçları tespit etmiş ve bildirmiştim.

Culluk hastalığı

İlk hayal kırıklığını maalesef Bölge Müdürlüğü ile yaşadım. Bölge Müdürü iyi bir insandı. Daire Başkanı iken dostluğumuz olmuş, ailecek de görüşmüştük.

Ancak, mütereddit bir yapısı vardı. Muhtemelen ben ona göre çok gözü kara ve atak davranıyordum. Ama bunu bana doğrudan söyleyemiyordu. Genellikle sessiz kalıyor, ilgileniyor gibi görünüyor ama bana aktif destek vermekten çekiniyordu.

Aslında Bölge Müdürlüğü bürokrasisinin özelde 5000 kişilik yurt ve genelde de Bursa'yı yenilir yutulur lokma görmediklerini ta başında hissetmiştim. Ayrıca, kanserli bir dokuymuş gibi de davranıyorlardı.

Öte yandan yurt personelinin çoğu hem köken hem de arkalama yönünden Eskişehir bağlantılıydılar. Bu nedenle de imkan buldukları ilk fırsatta oraya kaçmak istiyorlardı.  Yani Bölgenin eli daima yurdun üzerindeydi. Elini de çekmiyor, faydası da olmuyordu.

Bölge Müdürü dostumun Bursa'ya geldiği bir gün Çekirge semtinde yanımızda tecrübeli bir yurt müdürü olduğu halde açık havada yürüyorduk. Göya işten güçten kurtulmaya, hava alıp kendimize gelmeye çıkmıştık. Konuşmaya çalışıyorduk ama kesik kesik ve uzun aralarla. Daha çok düşünüyorduk, derin derin ve  iç çekerek.

"Nedir bu halimiz böyle ?" diye soracak oldum. Yurt Müdürü arkadaş "Culluk hastalığı !" diye cevap verdi, gülüyordu. Ben de güldüm ama yine de merakla sordum "Culluk hastalığı mı ? O da ne öyle ? " Bölge Müdürü "İşte böyle Hindi gibi düşünüp durursun ya, işte ona Culluk hastalığı deriz aramızda" dedi gülerek.

Böylece gergin ortam rahatlamış, yerini karşılıklı esprilere bırakmıştı "Peki tedavisi yok mu bu hastalığın ?" dedim ısrarla. "Yok" dedi Bölge Müdürü, "Kışın öğrencilerden, yazın da işlerden kurtulamazsın bu dertten, bu da bir meslek hastalığıdır yani !"

Genel müdürle görüşme

Hala Çekirgedeki misafirhanede kalıyordum. Arada ailemi görmek için Ankara'ya gidiyor, bu vesileyle de Genel Müdürlükte ilgililerle görüşüyordum. Yalnız son görüşme benim için şok ediciydi adeta.

Çünkü, düzenlediğim rapordan burada kimsenin haberi yoktu. Böylece, raporun Bölge Müdürlüğünde sümenaltı edildiğini öğrenmiş oldum. Tabi bir kopyasını elden verdim, sözlü olarak da anlattım ve destek istedim ama bunun hiç de iyiye bir işaret olmadığı açıktı. 

Genel Müdür zaten yeni Bakanın getirdiği taşra politikacısı tipli biriydi. Hakkımda hiç de iyi düşünmediğini biliyordum. Ona göre biz kendinden önceki Genel Müdür ve Bakanın ekibiydik ve tasfiye edilmemiz gerekiyordu.

Yine de kendisiyle görüşüp raporumu ve oradaki tespitlerimi aktardım. Oraya geçici gittiğimi, ailemin hala burada lojmanda olduğunu ve bana verdikleri destek sözlerini de özellikle hatırlattım. Beni dinledi, hatta anlattıklarım ilginç bile geldi eminim, ancak halinden tavrından hiç de sözünü tutacak gibi görünmüyordu.

Görüşmeden çıktığımda bir an şöyle düşündüm; ne garip, orada başarıyor gibiyim, ama buralarda yalnızım. Orada konuştuğum, iletişim kurduğum iyi kötü sözlerini tutan gençler var, buralarda sırtımdan hançerleniyorum. Öyle geldi ki bana, Bursa'da artık kendimle baş başayım. Bunlar oradaki yarayı yüreklerinde hissetmiyorlar. Uzaktan maşa kullanıyorlar, o da benim.

Görüyorum ki sorun benim derdim haline gelmiş, çözemezsem bir kenara atıverecekler, çözeceksem de hiç tereddütsüz başarıyı kendileri üstlenecek. Şunu da anlamıştım ki işler normale dönse bile bunlar bu tavırlarıyla en kısa sürede yine orayı kanayan bir yara haline getirirler.

Ankara'dan bu düşüncelerle ve sadece bir tek konuda olumlu bir destekle döndüm. Daha önce de bir ambulans aracı almaya muvaffak olduğum Yurtkur vakfından sağladığım ilave finans imkanıydı bu.

Aslında o kaynağın da büyük ölçüde fikir babası bendim. Çünkü, Vakfın Denetçiliğini yaparken bağış sağlamayı teşvik etmek üzere yurt müdürlerine temin ettiği bağışın yüzde ellisini orada harcama imkanı getirmiştik.

İşte bu yöntem 5000 kişilik bir yurtta benim için şimdi oldukça ciddi bir potansiyel anlamına geliyordu. İşte bu formüle işlerlik kazandırmalı ve kullanmalıydım.

Üniversite işbirliği

Ankara'dan döndüğümde Üniversitenin eski ve yaşlı Rektörü gitmiş yerine Tıp Fakültesi dekanı yeni Rektör seçilmişti. Tabi hayırlı olsun ziyaretleri yapmak, bu arada da bu yeni ekiple nasıl bir diyalog kurabileceğimi görmek istedim. Üniversiteyle başta öğrenci olaylarından kaynaklanan huzur ve güvenlik sorunları, ısınma sistemimizin ortak olması, ulaşım, sağlık, aynı kampüs içinde olmak ve diğer sosyal konularla ilgili olarak pek çok ilişkimiz vardı.

Bu nedenle ortak hareket etmek, en azından sürekli diyalog halinde olmak gerekiyordu. Eski rektörle olduğu gibi bu yeni ekiple de münasebetlerimizi pozitif tutmalıydım. Bu çabamın karşılığını da aldım sayılır. Ziyaret ve görüşmelerim sırasında özellikle yeni ekipten rektör yardımcısıyla çok olumlu bir işbirliği imkanı buldum. Çalışmalarımı beğendiklerini ve her türlü desteği vereceklerini söylediler.

Bu arada bir düşüncelerini de öğrenme fırsatı bulmuştum. Ben kapalı spor salonunu onarıp yeniden hizmete sunmak istiyordum, onlar da yeni Beden eğitimi Bölümü için uygun bir yer arıyorlardı. Sponsor ararken karşıma ondan çok daha iyi bir seçenek çıkmıştı. Eğer bizim salon Üniversitenin Beden eğitimi Bölümüne verilecek olursa; hem onarım bakımına Üniversite de katılacak, hem de yıl boyunca güvenli bir şekilde öğrenci hizmetine açık olabilmesi mümkün olabilecekti.

Ki bu bizim gücümüzü aşan bir konuydu. Doğrusu teklif bizim için olağanüstü uygundu, onlar için de aradıkları mekanı kampüsün içinde bulmak sevindiriciydi.

Ayrıca, bu açılım yurttaki normalleşmeye de bence büyük katkı sağlayacaktı. Hemen teklifi yazılı hale döktüm ve Bölge Müdürlüğü kanalıyla Genel Müdürlüğe olumlu görüşle ilettim. 

Bu arada kapalı spor salonu için usta bulmuş, parke malzemesini temin etmiş ve işe başlamıştık. Çalışmalar başladığında bu işe en fazla sevinen de öğrenciler olmuştu. Kemal ve arkadaşları zaten teşekkür ede ede bir hal oluyorlardı. Hatta öğrendim ki parkeler kamyondan indirilirken yardım bile etmişler. Doğrusu bu iş için çok uğraşmıştım ama nihayet oluyordu.

Bu onarımın esasında ciddi bir yatırım konusu olması dolayısıyla normal yoldan tamamlanması zor gözüküyordu. Ancak, bazı Bursa'lı işadamları, Büyükşehir Belediyesi ve özellikle de üniversitenin desteği ve katkılarından sonra artık işin önü açılmış gibiydi.

 Yeni döneme hazırlık

Onarım bakımlar

Öğrencilerin büyük çoğunluğu gitmişti. Kalanları da E Blokta toplamaya çalışıyorduk. Sayımlar yapılıyor, malzemeler depolara kaldırılıyor, bir taraftan da eksik gedik tespit ediyorduk. Kırılmış camlar, kapılar, dolaplar, sandalye ve masalar filan. İşimiz çoktu; bloklar elden geçecek, akan yerler onarılacak, rutubetli kısımlar kazınıp yeniden sıvanacak, boya ve ilaçlamalar bitirilecekti.

Odaların, giysi dolaplarının boşaltılmasına hemen başlanılmıştı. Tabi ordan burdan inanılmaz sayıda elektrikli ocak çıktı. Sahipleri memleketlerine gittiği, olsalar da zaten yasak olan bu şeyleri hiçbir öğrenci benim diyemediği için bulunan ocaklar pencereden dışarı atılıyorlardı. Gördüğümde ben bile gözlerime inanamadım, çünkü blokların yanında atılıp kırılmış ocaklardan küçük tepeler oluşmuştu. Her yıl bu durum böyle tekrar ediyormuş.

Bloklarda, koridorlarda, odalarda boya gereken lekeli yerler kapatılıyor, esaslı bir temizlikle yeni döneme hazırlanıyorlardı. Bu arada epey bir battaniye, yastık nevresim kayıpları olduğunu da öğrenmiştik. Bunun sebebi de yıl sonuna doğru bazı öğrencilerin şehirde ev tutmaları ve maalesef yurttan bu malzemeleri de yanlarında götürmeleriymiş. Depozitolar var ama doğrusu bu tür kayıpları telafi edecek miktarda değildiler. Dolayısıyla da her yılın sonunda bu tip sorunlar nedeniyle bir sürü disiplin işlemi yürütülüyormuş.

Yurttaki en büyük fiziki problemlerden biri, binaların prefabrik olması ve ıslak zeminler nedeniyle blokların bir çok yerinde görülen akma ve rutubetin bir türlü önlenememesiydi.

Her yıl yapılan yüzeysel onarım bakımlar sorunu temelli çözmekte yetersiz kalıyor, yapılan keşif ve teknik raporlarsa yatırım konusu çok büyük bir işten bahsediyorlardı.

Bunu yapabilmek için yurdu bir sene boşaltıp kapatmak, ihale suretiyle müteahhit sokarak her tarafı kırıp yeniden yaparak çözmek gerekiyordu. Bu da olacak şey değildi tabi. Benden önce de bu gündeme gelmiş ancak yapmayı kimse denememişti.

Soruna bu yıl ben de belki köklü çözüm bulamayacaktım ama öğrencilerin özellikle tuvaletlerdeki akıntılara çok tepki gösterdikleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Böyle durumlarda yapabildiğimiz sadece yukardan pislik damlayan tuvalet kabinlerini kapatmak oluyordu. Tabi bu da aslında bir çaresizlikti ve daha fazla tepki çekiyordu.

En sevindiğim şey kapalı spor salonundaki çürümüş kırılmış parkelerin yenilenmesine başlanmış olmasıydı. Günde birkaç defa uğruyor, işin nasıl gittiğine bakıyordum. Bu arada bir taraftan da salonun kırık camları takılıyor, duşları elden geçiriliyor ve boyanması gereken yerler boyanıyordu. Çünkü bizim salonun önümüzdeki dönem Üniversitenin Beden Eğitimi Bölümü olarak hizmet görmesi hemen hemen kesinleşmişti.

Zorlanan personel

Bir taraftan da memurlar için yıllık izin kullanma zamanı geliyordu. Onların da eylüle kadar dinlenmesi, aileleriyle tatil yapmaları lazımdı. Bu yüzden rutin işlerin büyük çoğunluğunu bir ay içinde tamamlamak gerekiyordu.

Toplantı üstüne toplantı yapıyorduk. Bir taraftan yapılacaklar sıraya konulup programlanıyor,  bir taraftan da öncelikli olanlara başlanıp bitiriliyordu. Aynı zamanda da dönem başına yetişmesi gereken yeni şeyler üzerinde çalışıyorduk.

Bu arada personelimle daha fazla ilgilenme imkanım da olmuştu. Buraya geleli daha üç ay olmuştu ve sanki yangın yerine düşmüş gibi can havliyle olaylara kilitlenmiştik.

Kim kimdir, ne yapar, nasıl yapar, derdi sorunu var mıdır, en önemlisi fikri var mıdır tam anlayamamıştım. Toplantılar dışında sık sık boş bloklarda dolaşıyor, oradan sorumlu personelle de daha yakın konuşma imkanı buluyordum.

Müdür yardımcılarımdan ikisi dışında izlenimim olumsuzdu. Yönetim memurlarından da sadece Bülent, Abdullah, Taner, Mustafa, Ayşe ve Sibel göz dolduruyorlardı.

Yurtkur vakfının temizlik şirketi elemanları dahil yaklaşık toplam 200 kişiydiler. Büyük bölümü hizmetli, güvenlikçi, teknisyen ve şoför gibi yardımcı personeldi. İdarenin belkemiği Yurt Yönetim Memurları 7'si bayan toplam 28 kişiydiler.

Yoğun tempom onları şaşırtıyordu. Bunu gözlerinden, öf püf eden davranışlarından anlıyordum. Mutsuzdular. Her gün gözleri saatlerinde, mesai bitiminde beş dakika içinde kaçarcasına servislere binip gidiyorlardı. Bazen kızıyordum, ama ne şartlar altında çalıştıklarını, en kötüsü çaresizliklerini düşününce de bu sefer onlara acıyordum.

Toplantılar sırasında fark ettim ki zamanımızın önemli bir kısmını iş dışında yurtta nasıl huzur ve güven sağlanacağı konusu üzerindeki konuşmalar alıyordu. O kadar karamsarlık içindeydiler ki bir türlü buranın normale dönebileceğine inanamıyorlardı.

Belki de haklıydılar,  yaşadıkları ağır bir travma haliydi ve üzerlerinde adeta kalıcı hale gelmişti. Onlarla konuşurken öğrencilerle hiç olmadığı kadar zorlanıyordum.

Yenilikler

Önümüzdeki dönem için belki de en önemli yeniliğin yurt idaresinin elden geçirilmesi olduğunu artık anlamıştım.  Öğrenciler gibi bir an evvel onlarla da ortak bir anlaşma zemini bulmaya mecburdum.

Şayet çözüme inanmazlarsa katkıları da o ölçüde zayıf kalacaktı. Bu da nihai başarıyı olumsuz etkilerdi tabi. O yüzden toplantıları fırsat bilerek personeli tespit ettiğim ilkelere ve yol haritasına inandırmaya ve kazanmaya çalışıyordum.

Geneli buradan ilk fırsatta kaçmak isteyen, aklı burada olmayan kişilerdi. Zaten çoğunlukla Eskişehir'liydiler ve oranın eli sürekli bu personel üzerindeydi, onu da görüyordum. Şayet sağlam bir idare oluşturamazsak sonunda huzur ve güvenlik yurtta bir jandarma karakoluna ihale edilecekti.

Buradaki üç aylık görev sürem boyunca en fazla konuşulan şeylerden birisi hiç kuşkusuz kaçak öğrenci sorunu ve bunu önlemekte yetersiz kalan yurt ihata duvarıydı.

Duvar  1,5 metre yüksekliğindeydi ve gerçekten kolayca üstünden aşıp geçilebiliyordu. Bunu ben de defalarca kendi gözlerimle görmüştüm. Personelime göre bu yükseklik yeterli değildi ve caydırıcı olması için üstüne en az 80 santimlik bir dikenli tel örgü çekilmesi gerekiyordu.

Öğrenciler zaten mevcut duvarı bile hapishane duvarı olarak nitelerken bizim dikenli tel çekmemiz ters geliyordu ama Jandarma ve Bölge idarecileri de böyle düşünüyorlardı. En azından teknik ve mali boyutunda bir sorun olmayacağı ve hemen yapılabileceği açıktı. Hiçbir şey yapmamaktan iyiydi.

Şayet duvar kenarına çepeçevre yeşil sarmaşık türü bitkiler ekebilirsem bu durumu biraz yumuşatabilirim diye düşünerek onay verdim o projeye. Giriş kapısının yeniden düzenlenmesi de dahildi buna.

Dönem başlamadan işletmeci, servis ve temizlik hizmeti ihalelerini de yenilememiz gerekiyordu. Özellikle yemek boykotu kantin işletmecisini epey yıpratmıştı.

Biz de yaşananlardan edindiğimiz tecrübeden yola çıkarak yeni ihaleyi daha bir özenle yapmalıydık. Şartnamede bu konuda bazı değişiklikler yapılması kafamda iyice netleşmişti. Temizlik elemanı sayısını 80 olsun istemiştik ama onu da en az 60'a çıkarmak şarttı.

Gelecek yıl için en önemli yenilik ana giriş ve blok kapılarına kart okuyuculu turnike sistemlerinin konması, her blokun girişine yönetim memuru odaları yapılması, ayrıca her blokta  küçük büfe kantinler yapılması olacaktı. Blok hamamlarında ilave duş kabinleri yapılması da mutlaka gerekiyordu.

Ayrıca, yurtta öğrencinin ihtiyacı olan tüm hizmetleri verebilmeli, enerjisini yöneltebileceği tüm etkinlikleri sağlayabilmeliydik. Bu kapsamda, yurtta ihtiyaç olan kuaför, manav, gazete, dergi satış yeri, kuru temizlemeci, pastane, ayakkabı tamircisi vb. küçük işletmeler açabilmeli, atıl durumdaki salonları konser, tiyatro, sergi, satranç ve masa tenisi gibi etkinlikler için değerlendirmeliydik.

...

Lojmana taşınıyoruz

Yoğun bir yaz dönemi bitmiş, dönem başı yaklaşmıştı. İki ay içinde planladığımız pek çok şeyi yapabilmiştik.  Salon parkeleri yenilenmiş, bütün ihata duvarı seksen santim yüksekliğinde dikenli telle çevrilmiş, hasarlar büyük ölçüde giderilmiş, tüm bloklar elden geçirilmişti. Kapalı spor salonu artık Beden Eğitimi Bölümüydü.

Sadece giriş kapılarına turnike sistemi yapılması hemen olabilecek gibi görünmüyordu. Çünkü ne Bölgede bunu projelendirebilecek bir kapasite, ne de tam olarak bizim isteklerimize uygun bir firma vardı. Anlaşılan onu da ben teklif alma, deneme filan diyerek ihale edilebilecek şekle getirmeye çalışacaktım.

Kantin işletmesi, servis ve temizlik hizmeti ihaleleri hazırlıkları son aşamadaydı. Yurtkur vakfı ve kurum yetkilileriyle yaptığım görüşmeler sonucu temizlik elemanı sayısının 60 olmasında mutabakat sağlanmıştı.

Her blok girişine  yönetim memuru odaları yapılması , ayrıca her blokta  küçük büfe kantinler yapılması konusunda ne yazık ki Bölge bizi yalnız bırakmıştı. O yüzden bunları kendi imkanlarımızla yapmaya çalışacaktık. Sıra blok hamamlarına ilave duş kabinleri yapılmasına gelmişti.  Bu arada tuvaletlerdeki akmalar onarılmış, rutubet lekeleri boya badana ile kapatılmıştı. Ama biliyorduk ki içine öğrenci girince bu altyapı yine aynı sorunları çıkaracaktı.

Yurtta ihtiyaç olan kuaför, manav, gazete, dergi satış yeri, kuru temizlemeci, pastane, ayakkabı tamircisi vb. küçük işletmelerin açılması Bölge Müdürlüğünün aklına pek yatmıyordu. Anlaşılan bu konu da ancak benim insiyatifimle yapılabilecekti. Buna karşı çıkmayacaklarını, işler kötü giderse sorumlu olarak beni bileceklerini anlamıştım.

Yine atıl durumdaki salonların konser, tiyatro, sergi, satranç ve masa tenisi gibi etkinlikler için değerlendirmesinde yetki bende görünüyordu. Bunlar için de Bölgeden destek beklememeliydim, artık bütün bunları kendi imkanlarımızla yapacaktık.

İşlerin yoluna girdiği Ağustos ayının sonlarında ben de kısa süreli bir tatile çıktım. Ailemle birlikte Ankara'ya döndüğümde ise bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Onca söze rağmen evimize lojmanı iki ay içinde boşaltmamız gerektiğini bildiren bir yazı göndermişlerdi.

Bunun rutin bir yazı olduğunu biliyordum, belki süreci bir yıl daha böyle idare edebilirdik. Çünkü yüzyüze görüşmelerimde her yöne çekilebilecek yuvarlak laflar ediyorlardı. Ancak yine de niyetlerinin hayır olmadığı artık iyiden iyiye belli olmuştu.

Ben onlarla uğraşırken en büyük sorun kendimizden geliverdi. Tam da onları ikna etmiş, çocukları okullarına hazırlamış, bir yıl daha dayanma konusunda anlaşmışken eşim aniden "biz de gelelim" deyivermişti. Anlaşılan bir yıl daha böyle kalmak istemiyor, bunu göze alamıyordu.

 abi ne söylediysem ikna edemedim. Okulların açılmasına bir hafta kala apar topar lojmanı boşaltıp Bursa'ya taşındık. Bir taraftan yurt kampüsündeki boş bir lojmana yerleştik, bir taraftan da çocukları Bursa'daki okullara yazdırdık.

Artık çoluk çocuk aynı ortamda, o sıkıntıları birlikte yaşayacaktık.


Haydi bismillah

Açılış var

Yurt bütün gücüyle açılışa hazırlanıyordu. Yaz boyu yapılan çalışmalar aşağı yukarı tamamlanmış, açılış töreni için 28 Eylül Pazartesi günü belirlenmişti. Yurdun eski öğrencileri yavaş yavaş geliyordu. Yeniler için de kültür merkezinde bir kayıt kabul ekibi oluşturmuştuk.

Bu düzen yaklaşık bir bir buçuk ay kadar sürecekti. Öğrencileri bloklara göndermeden bütün kayıt işleminin burada yapılmasını amaçlamıştık. Bu arada yurt hakkında, kurallar hakkında ve toplu yaşam hakkında öğrenci ve aileleri bilgilendirilecekti.

Kaydı tamamlayıp kartını alan öğrenci gideceği bloka yönlendirilecekti. Orada yerleşeceği kat, oda ve giysi dolabının numarasını öğrenecekti. Çıkıp eşyasını dolabına yerleştirenler kendilerine söylenen saatte aşağıya inip nevresim, yastık, battaniye gibi şeyleri alacaklardı.

Bu arada ailelerin içeriye girmelerine izin verilmediği için, isteyenlere gruplar halinde küçük bir tur yaptırıp giriş kapısında kendileri için hazırladığımız bekleme salonunda çay ikram edilecekti. Böylece burada çocuklarıyla vedalaşıp ayrılan ailelerin yurt hakkında iyi bir izlenim edinmelerini sağlamış olacaktık. 

Bloklarda temizlik ekipleri harıl harıl çalışıyordu. Bu kez onlarda da bir değişiklik yapmıştık. Eskiden ucuna büyük keten çuvallar çakılmış paspaslarla yerleri silerlerdi. Ancak, bunları koridorların ucundaki wclerde tuvalet taşlarında yıkayabiliyorlardı. Bu hal de odalarında tuvalette ıslanmış paspas istemeyen gençlerin tepkisiyle karşılaşıyordu.

Haklıydılar tabi, ancak ekibin başka çaresi de yoktu. Fikir bir öğrenciden gelmişti "ya vileda gibi bir şeyiniz yok mu ?"

Bu soru üzerine kafamızı çalıştırmış, teknisyen elemanlarımızın da yardımıyla bir tekerlekli varil vileda icad etmiştik. Yazın Bursa'dan kullanılmış eski variller buldurup ikiye kestirdik. Her kata iki tane hesabıyla altlarına dört tekerli bir tabla, arkasına da sürüş demirleri yaptırdık. Paspaslar da tamamen yenilendi.

Böylece, bir hortumla doldurulmuş yarım varillik temiz suda on oda paspaslanabiliyordu. Üstelik iş daha seri hale gelmişti. Bu ilkel temizlik arabaları satın alınan tekerlek, demir, kaynak elektrotu ve boya dışında tamamen bizim imalatımızdı. Sadece varilleri firma bulmuş, kestirip temizleyip getirmişti. Böylece bu soruna kendimizce bir çözüm geliştirmiştik..

Acı haber

Açılıştan bir gün önce geç saat gelen bir telefonla sarsıldık. Eşimin babası vefat etmişti. Tabi hanım allak bullak oldu. Gitmemiz lazımdı ama onu yarı baygın, perişan halde nasıl götürecektim ? Üstelik benim sabah yeniden yurtta olmam gerekiyordu. Açılış törenini iptal edemezdim, dahası öğleyin valinin başkanlığında çok önemli bir güvenlik toplantısı vardı.

Cenaze bulunduğumuz yere yüz kilometre mesafedeydi ve acele etmeliydik. Eşim ailesinin tek çocuğuydu. Böyle bir günde tabi ki orada olmalıydık.  Ancak sabah benim de geri dönmem lazımdı. Çok zor bir durumdaydım. Ani bir karar verdim ve yurdun ambulansını hazırlamalarını söyledim. 

Çocukları lojman komşularımıza emanet ettik.  Eşim hala nöbetler halinde ağlıyordu. Sağlık odasında bir sakinleştirici verildi, ambulans sedyesine yatırdık ve o şekilde yola çıktık.

Gece yarısını geçe babasının evine vardık. Cenaze arka odada halının üzerine uzatılmıştı. Üzerinde beyaz bir çarşaf örtülüydü. Bir de bıçak. Sebebini tam bilmiyorum ama bizim oralarda bu bir gelenekti.

Hacı anneyi daha metin bulduk. Ama ana kız bi hayli ağladılar. Yatsı namazını kılarken ölmüş. Çok yaşlı sayılmazdı 63 yaşındaydı. Ama birkaç yıldır hastalığı artmıştı. Eskiden beri astım ve bronşitten muzdaripti.

Neden sonra sabaha karşı ana kız sakinleştiler. Giderken beni bile korkutacak kadar kötüydü. Ama şimdi daha iyi görünüyordu.

Abdest aldık, kur'an okuduk, dua ettik. Sabah ezanları okunmaya başlamıştı. Komşulardan, akrabalardan gelenler oldu. Artık cenaze hazırlıkları başlamıştı. Durumu anlattık, ailenin erkekleri cenaze ile ilgileneceklerdi. Olsam iyiydi ama madem gitmem gerekiyordu yapılacak bir şey yoktu.

Kan akıtmak lazım

Olaylı geçen yıllar personelimi iyice bezdirmişti. Yurdu açılışa hazırlarken yönetim memurlarımdan biri  "Müdürüm kan akıtmak lazım" demişti. Biraz utangaç biriydi, pek konuşmazdı. Yüzüne bakmış "Nerden çıktı bu şimdi Hasan ?" demiştim gülerek. Cesaretini toplamış ve "Müdürüm buraya hiç kurban kesilmemiş, ondan oluyor bunlar" demişti gözlerini iri iri açarak.

Kastını anlamıştım, ama biraz daha dürtmeliydim. "Hasan, olaylarla kurbanın ne alakası var, kan akıtmak ne demek ?" Yardım ister gibi etrafına bakmıştı, birkaç arkadaşı başlarıyla tasdik edince iddiasını savunmaya geçmişti "Müdürüm sıkıntı varsa orda bir şey var demektir. Bence kan akıtmak lazım ki, derdi tasayı alsın. Hem etini de fakir fukaraya dağıtmak lazım. Sadaka olarak. Her türlü kazaya, belaya karşı gelir derler. Ondan."

Aslında iyi fikirdi. Baktım diğer personel de buna sıcak, "tamam" dedim. "İnşallah tören öncesinde bir kurban keselim. Etini de temizlik personelinden münasip arkadaşlara dağıtalım."

Elimi omzuna vurmuş, boynunu sıkarak"Aferin be Hasan, iyi dedin, sevapları da sen toplarsın böylece." demiştim.

Haydi bakalım

Eşimi cenaze evinde bırakıp sabah gün doğarken aynı araçla yurda dönmüştüm. Üzgündüm, acılıydım. Elbet babasının cenazesinde eşimin yanında olmalıydım.  Ama işimin başına dönmeliydim. Bugün önemli bir gündü. O yüzden içim buruk ayrılmıştım ordan. Evde çocuklarımın kahvaltısını verip, servisle okullarına gönderdim. Ben de hazırlanıp idare binasına geçtim.

Saat sekizde personel servisleri geldi. Açılış hazırlıkları yapıldı ve yurdun giriş kapısında toplandık. Tamamen kendi aramızda sade bir törendi. Hayırlı olması temennisiyle kısa bir konuşma yaptım. Ardından kurban kesildi ve fotoğraflar çekildi.

Benim aklım hala eşimde ve cenazedeydi, ayrıca yorgun ve uykusuz görünüyordum. Ama artık yaşanan bütün sıkıntıları arkada bırakarak yeni bir döneme, huzurlu bir yıla başlamayı istiyorduk. İyi hazırlanmıştık, bu yılın kazasız belasız geçmesi için dua ediyorduk ve umutluyduk. "Haydi bakalım, bismillah !" diyerek kapıyı açtık.  

Saat ona kadar yurtta öğrenci kayıt kabul merkezindeki hazırlıklara eşlik ettim. MİT Bölge Müdürlüğündeki toplantı saat onbirdeydi. Gittiğimde henüz vali gelmemişti. Oval uzun bir masada çoğunu tanımadığım bir çok insanla birlikte bekliyorduk. Hava ağır ve tedirgin ediciydi. İyi ki benimle birlikte Bursa'daki diğer yurdun müdürü arkadaş da vardı.

Ayrıca, alaydan bir binbaşıyı ve emniyet müdürünü de tanıyordum. Ama konuşma yoktu, herkes önündeki dosya ve kağıtlarla meşgul görünüyordu.

Biraz sonra Vali beraberinde yeni rektörle birlikte salona girdiler. Aralarındaki yakınlık ve sohpet dikkat çekiciydi. Rahattılar ve yüksek sesle gülüp şakalaşıyorlardı. Bu durum salondakilerin gergin bekleyişlerini de rahatlattı. Artık toplantı başlayabilirdi.

Toplantı

Toplantı gündemi öğrenci olaylarıydı. Rektör yeni seçilmiş, öğretim yılı yeni başlamıştı. Bazı kıpırdanmalar oluyordu ama henüz büyük bir olay olmuş değildi. Geçen seneki ve önceki yıllarda meydana gelen olaylar derin izler bırakmıştı. Etkilerinin bu yıl da devam edebileceği konuşuluyordu.

Konu üniversite kayıtları sırasında meydana gelen bir olayın nasıl olduğu, kaç kişinin gözaltına alındığı ve üniversitenin ceza verip vermeyeceği üzerinde düğümlenmişti. Rektör ve jandarma ısrarla olayın "dışardan gelen kişilerce" gerçekleştirildiğini vurguluyorlardı. Onlara göre üniversitede bir sorun yoktu, dışardan gelen ideolojik gruplar üniversiteyi karıştırmak istiyorlardı.

Kurum temsilcisi olarak bana da söz verildi. Öğrenci hareketleri hakkında özet bir bilgi verdim, sonra da yaptıklarımızı anlattım. Alıştıklarından farklı şeyler anlatıyordum. Şaşırdıkları belliydi. Bana göre güvenlik önemliydi, ama daha önemlisi ortak yaşamın inşaasıydı. Bunun için de öğrenciler dahil tüm taraflar el birliği yapmalıydı. 

Güvenlik güçleri, üniversite, yurt idaresi, yerel idareler, medya ve sivil toplum kuruluşları bu sorunun köklü ve sürdürülebilir çözümü için sorumluydular.  Mesele sadece güvenlik güçlerinin üstüne ya da sadece Üniversite ve yurt idaresine bırakılamazdı. Ayrıca öğrencileri dikkate almayan hiçbir çözüm de kalıcı olmazdı. Bu nedenle olaylara günübirlik yaklaşılmamalı, bir taraftan herkes görevini yapmalı ama daha fazlası için yardımlaşmalıydı.

Vali tam bir hamaset adamıydı. Konunun fazla ciddileştiğini ve derinleştiğini düşündü muhtemelen. Lafı aldı ve dokunaklı bir söylevden sonra başka birine söz verdi. Canım sıkıldı, zaten dün geceden dolayı kafam dumanlıydı, üstelemedim.

Aklımda kalan yalnızca şu cümleleri oldu "Arkadaşlar ! gençlerimiz bizim geleceğimizdir, tabi ki onların burnunun bile kanamasını istemeyiz. Ancak, devleti, üniversitemizi de üç beş çapulcuya teslim edemeyiz. Müdür beye bu yeni anlayışı ve çalışmalarında başarılar diliyorum. Yalnız dikkatli olmasını da tavsiye ederim. Malum ya evvelsi sene o öğrenciler müdürlerini rehin almışlardı da ancak iki gün sonra onu kurtarabilmiştik. Hah ha ha haa..."


Büyük değişim

Yurda dönüş

İlk değişiklikleri yurdun giriş Kapısına geldiğimizde fark ettik. Kapı yükseltilmiş, beton platform üzerine turnike demirleri yapılmış, ön ve yan taraflara yönlendirme panoları konulmuştu. Giriş binasının boyası pırıl pırıl, yenilenen Uludağ Yurt Müdürlüğü yazısı ise göz alıcıydı. Mehmet’le durup birbirimizin yüzüne baktık.

Bu arada girişin yan tarafından açılan bir kapıdan bardakta dönen çay kaşığının o kendine özgü sesleri geldi kulağımıza. Baktık, giren çıkan öğrenciler, aileler var. İçerisi de bayağı kalabalık. Anladık ki, buraya çay ocağı gibi bir şey yapılmış. Elimizde olmadan merakla kapıdan içeri girdik.

Orta büyüklükte bir oda, 4-5 tane kare masa, sandalyeler, sol tarafta bir banko, üzerinde bisküvi, sandviç vs. şeyler, arkasında da bir çay ve tost makinası. Burnumuza mis gibi bir tost ve çay kokusu geldi. Karnımız da açıkmış olmalı. Bir masadan kalkan aile yerine oturuverdik.

"Buyruuun !" diyen genç bir sesle irkildik. Elinde diğer masalardan topladığı boşlar, güleç yüzlü bir adam bize bakıyordu. "Şey iki tost, ayran var mı ?" Gülerek cevapladı bizi "Olmaz mı, hemen şimdi ?"

Elindeki boşları ocağa bıraktı, elinde bir bez tekrar geldi. Masamız silinirken sordum "Hocam, ne zaman oldu burası, neden ?.." Hani derler ya pire gibiydi, bir taraftan işini yapıyor bir taraftan da bize cevap vermeye çalışıyordu.

"Yeni, daha on beş gün oldu açtık. Müdür bey, ziyaretçi odası, görüşme bekleme salonu gibi yaptı burayı. Ben de çalıştırıyorum işte."

Etrafımıza baktık. Gerçekten üç aile, yeni öğrenci olduğu anlaşılan çocukları, bir masada da beş öğrenci, önlerinde çay bardakları, tost tabakları sohpet ediyorlar. Bu arada bizim de tostlarımız geldi, önümüze döndük.

Tost ayran güzeldi, üstüne birer de çay içtik. Burası çok hoşumuza gitmişti. Ucuzdu da. Hesabı ödedik, çıkarken ocakçıya seslendik "Hayırlı olsun, çok güzel olmuş burası. Yine geliriz. Adınız neydi ?" Ellerini önlüğüne silerken "Sağ olun, adım Nuri. Hep bekleriz inşallah" dedi yine güleç bir yüzle.

Aaa! Ne güzel olmuş

Çantalarımızla oradan çıktığımızda sol tarafta bir şey daha fark ettik. Telefon kulübelerinin bulunduğu kısım tamamen yenilenmiş, makineler değişmişti. Hepsi pırıl pırıl görünüyorlardı. Önünde alıştığımız kuyruklar yoktu.

Birkaç öğrencinin Nuri’den jeton alıp çıktığını gördük. Demek burada jeton da satılıyordu. Valla iyiymiş. İkimiz de gülüyorduk. Karnımız doymuş, evden ayrılmanın hüznü, yolculuk yorgunluğunu da üzerimizden atmıştık.

Etrafımıza baka baka yürümeye başladık. Önce ışıklı bir "kuaför" levhası dikkatimizi çekti. Sağlık odasının yan tarafında, kültür merkezi sırasındaydı.

Kültür merkezinde de farklı bir kalabalık göze çarpıyordu. Sanırım içerde yeni öğrenciler için bir kayıt kabul merkezi kurulmuştu. Çünkü giriş kapısında böyle bir yönlendirme levhası görmüştüm.

Kuyruktaki öğrencileri işaret ederek "Çömezler gelmiş lan Memet, bak !" "Evet" dedi Mehmet, "Biz de geçen sene öyle tedirgin ve heyecanlıydık. Ama bak bu sene bir teşkilat kurmuşlar. Yurt kayıtlarını burda yapıyorlar galiba."

İdare binasının yan tarafından geçiyorduk. Önünde ışıklı "Nöbetçi Memur" yazan bir oda gözümüze çarptı. İçerde tanıdığımız bir Yönetim Memuru birkaç öğrenciyle konuşuyordu. Karşıdan selamlaşıp seslendik "Ooo Yunus bey, hayırlı olsun. Güzel olmuş." O da bize eliyle mukabele etti, yüzünde zoraki bir gülümseme vardı.

Ben "Neden acaba ? "diye düşünürken Mehmet’in sesiyle irkildim. "Aaa... Süleyman, bak buraya ayakkabı tamircisi de gelmiş !" Döndüm, gösterdiği yerle zaten burun buruna gelmiştik. Gerçekten de orada bir ayakkabı tamircisi oturuyordu.

Orta yerde, ne olduğunu anlayamadığımız iki üç metrekarelik içi boş anıt gibi bir yerdi. Şimdi kapısı penceresi takılmış, önüne de küçük bir "Ayakkabı Tamiri Yapılır" levhası asılmıştı. Açık kapıdan İçerde çalışan ayakkabı tamircisini gördük. İçimiz bi tuhaf olmuştu. Hiç alışık olmadığımız şeyler görüyorduk. Ne oluyordu ? Rüyada mıydık ?

Kantin önümüzdeydi. Hiç de geçen seneki gibi ürkütücü görünmüyordu. Yeni boyanmış, ışıklar içinde daha bir pırıltılı geldi bize. "Ya Memet, içerde bişeyler görüyorum, dükkanlar mı var ?" Mehmet de durmuş anlamaya çalışıyordu. "Var ama ne olduğunu anlayamadım, tam görünmüyor." dedi.

"Ben bi bakayım" dedim merakla, "Sen az bekle burda." Mehmet çantalarla kaldı. Kantine girdim. Büyülenmiş gibiydim. Kantinde birbirine bitişik "Manav", "Kitap, dergi, gazete, kaset" ve “Terzi" dükkanları vardı. Ağzım açık önlerinden geçtim, gerçekten öyleydi.

Bir tarafta meyve kasaları, öbür yanda gazete ve dergiler. Terzi kapıya çıkmış, bana doğru "Buyrun, yardımcı olayım" demez mi ?"

Birden sevindirik oldum sanki. Bütün duygularımı adama döktüm "Aaa! Ne güzel olmuş burası. Valla harika. Hayırlı olsun, hayırlı işler."

Cevap terziden değil arkamdan gelmişti. "Ne o şaşırdın mı, Sülo ?" Döndüm, Levent abiydi. Arkamda durmuş bana sırıtarak bakıyordu. Kucaklaştık "Hoş geldin arkadaş." Hoş bulduk abi. Ya neler olmuş buralara böyle ?" "Sorma, bu hale Kemal abi bile olsa inanmaz. Ama öyle işte. Biz de geldiğimizde şaşırmıştık."

"Terzi bile var" dedim hayretle. "O bişey mi, Kuru temizlemeci de açılacakmış, bak şu boş kısım onun için hazırlanıyor" dedi Levent abi. Gösterdiği yöne baktım, gerçekten orada bir hazırlık vardı. "Demek kuru temizlemeci olacak ha ? Allah Allah ! Daha neler göreceğiz bakalım?

Beni çimdiklesenize, yorgunluktan uyuyakaldım da rüya mı görüyorum acaba ?" O çimdik Levent’ten geldi ama, daha çok pençe gibiydi. Hopladım “Off ya ! Levent abi, anladık uyumamışım. Sen de vur deyince öldürüyorsun yani !”

Beraber sarmaş dolaş çıkışa doğru yürürken ancak o zaman kantinde oturan öğrencileri görebildim. Sanki geçen yılın gergin havasından hiç eser yoktu.

Herkes sakin sakin oturmuş çay içiyor, sohbet ediyordu. "Hadi gel lan Süleyman, çay içelim" dedi Levent abi. "Mehmet dışarda, çantalarımız var. Daha yeni geldik de" dedim aceleyle.

Mehmet ancak aklıma gelmişti, bekletmemeliydim. Dışarıya doğru yöneldim "Sağol. Biz bi şeyler yedik girişte, çıkıp eşyalarımızı yerleştirelim. Sonra görüşürüz."

Odam odam güzel odam

Hızlı adımlarla bloğumuza doğru yürüdük. Bir an evvel odamızı ve arkadaşlarımızı görmek istiyorduk. Blok girişinde yönetim memuru Ekrem'le karşılaştık. Geçen sene idaredeydi. O bize "Hoş geldiniz" dedi biz de ona.

Bu sene beraberiz dedi gülerek. "Odamız değişmemiştir inşallah" dedim. Elindeki listeye baktı, "Oda numaranız neydi ?" "307" dedik ikimiz de. "Süleyman Çakır, Mehmet Doğan" dedi Mehmet Ekrem'in yanına sokularak. Birlikte listedeki sıramızı buldular. Ekrem başını kaldırdı "Yok aynı oda, yalnız bir iki değişiklik olabilir" dedi. "Saat ikide depoya gelin nevresimlerinizi vereyim" diye de ilave etti.

Mehmet, merdivenlerden çıkarken "Sadece Halil yok listede, diğerleri Levent abi, Hamit, Orhan, Okan hepsi var, iki de yeni öğrenci yazmışlar" dedi kısık sesle.

Koridorda Okan'la karşılaştık. Özlemişiz, sarıldık kucaklaştık. Dün gelmiş "Na'ber Okan ?" dedim öylesine. "İyiyim" dedi gülerek, bu yıl da beraberiz." Bir iki çanta aldı eline, takılmadan edemedi Mehmet’e "Ne o hocam yüklenmişsin yine. Ne var bunlarda böyle ? Evden kim bilir neler koymuşlardır, bize de düşer değil mi ?"

Mehmet kızardı "Yok bişey, üç beş nevale, fındık fıstık işte." Ben de karıştım söze "He ya, biz biliriz o fındık fıstık şeyleri. Annen mutlaka börek koymuştur. Bu akşam sendeniz." "Tamam ya, istediğiniz börek olsun, yeriz beraber" dedi odaya girerken.

"Ne yiyosunuz lan ?" Hamit'in sesiydi bu. İçerde üç kişiydiler. Selam verdik, Hamit'le de kuçaklaştık. O da bize iki yeni arkadaşı tanıttı "Bu Metin, Kayserili sizin bölümden, bu da Hasan Zonguldak'tan gelmiş. Neydi abicim senin bölümün ?"

Metin zayıf, orta boylu, esmer, Hasan'sa kumral, iri siyah gözlü biraz topluca bir arkadaştı. Ellerini sıkarken Hasan cevap vermeye çalışıyordu "Ben Fen Edebiyatta okuycam. Öğretmen olmak istiyorum."

Okan canlandı "Aaa ben de Fen Edebiyattayım. Hangi bölüm ?" "Kimya" dedi Hasan Okan'ın gözlerine bakarak "Sen hangi bölümdesin ?" Okan "Fizik, fizik 3.sınıf, bölümlerimiz aynı blokta" dedi biraz da abilenerek.

Hamit gürledi "Allah muhabbetinizi arttırsın yavrular, bırakında adamlar bi nefeslensin." Bavulları, çantaları bir kenara yığdık. Herkes bulduğu yere çöktü, hakikaten yorulmuştuk.

Hoş geldin partisi

Bir saat kadar dinlendik. Saat ikiyi geçiyordu, aşağıya inip nevresim ve battaniyelerimizi aldık. Hasan’la Metin de bizimle beraber gelmişti. Hep birlikte yataklarımızı yaptık, biz artık tecrübeliydik ama onların acemilikleri bayağı komikti. Tertemiz çarşaflar mis gibi kokuyorlardı. “Ohh..yatağım da yatağım, özlemişim seni be !”diye daldım içine.

Hamit’in sesini duydum o zaman "Demin ne yemekten bahsediyordunuz bakim siz ?" Okan fıkırdadı "Mehmet'in annesi börek koymuş da." Baktım Mehmet yine kızarmıştı, araya girmek zorunda kaldım "Durun bakalım, çocuk daha bavulunu açmadı. Ne amelsizsiniz ya !"

Mehmet kalktı bir çantayı açmaya başladı, bir taraftan da "Tamam, tamam ben de acıktım zaten. Açın şu masayı, toplayın üstündekileri, getiriyorum." Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz, duymak istediğim de buydu zaten. Hemen hopladım indim ranzadan. Masayı toplamaya başladım.

Hamit "Yaşşa lan hoca, bi tanesin sen, lan oğlum Okan fırla şurdan 314'te çay yapıyorlardı. Varsa altı çay kap gel." Oda hareketlendi, çarçabuk masa boşaltıldı, üstüne gazete serildi, Okan hızla çıktı.

Baktık Metin sucuk getirmiş, Hasan da Peynir. Bende de biberli domates konservesi vardı, onu çıkardım. Mehmet’in annesi ıspanaklı börek yapmış, Hamit çatal buldu, suyu ben doldurdum. Küçük masa beş dakikada tepeleme nevaleyle dolmuştu. Okan elinde çay tepsisi "Çaylar !" diye içeri girdiğinde hepimiz masanın etrafına toplaşmıştık bile.

Böyle yorulmuş ve acıkmışken, üstelik ne bulduysak arkadaşlarla birlikte yediğimiz şeylerin tadı başka hiçbir şeyde yok. Yarım saat içinde masada ne var ne yok silip süprülmüştü. Metin'in çıkardığı sucuk bile çiğ çiğ yendi, bitti. Okan üç defa başka odalardan çay toplayıp getirdi. Kendimiz yapmaya bile sabredememiştik.

Sade karnımız aç değilmiş, bu odayı, böyle yemeyi ve birbirimizi de özlemişiz. Hem yedik hem muhabbet ettik. Yazın ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi, yurdun nasıl değişmiş olduğunu, kantindeki değişiklikleri, her şeyi konuşuyorduk. Fakat günün bombası Mehmet’ten gelmişti; "Ben nişanlandım !.."

Kısa bir sükut oldu masada, ardından herkes adeta Mehmet’in üstüne atladı.

"Tebrik ederiz, Vay hocam ! hayırlı olsun, Ulan ne ara kız buldun da nişanlandın, bak sen yere bakan yürek yakana, Heyt be ! Aslanım benim, Allah tamamına erdirsin, düğün ne zaman ?" Çocuk mıncıklanmaktan, el enselerden, tebrik bombardımanından konuşamıyordu. Kızarmış yanaklarından bir tek ben fark ettim mahçupluğunu. Bir taraftan kendini sakınmaya çalışıyor, öbür yandan da yüzünde alı ala moru mor gülümsemeye çalışıyordu.

"Aşk olsun Mehmet, bana bile söylemedin" dedim yapmacık bir sitemle. Gözlerime baktı, gerçekten alınıp alınmadığımı merak etmişti, kekeledi "Ama…ama sen, sen biliyordun." Üzülmüştü, onun kederlenmesine dayanamazdım. Güldüm, "Tamam ama çağırmadın beni nişana, düğüne gelirim ha ! Beni atlatamazsın" dedim göz kırparak.

Rahatlamıştı, "Tabi ki, ama nişanı kendi aramızda yaptık, öyle bildiğin gibi olmadı." Elini gösteriyordu. O zaman fark ettik parmağında parlayan yüzüğü. Sarıldım "Hayırlı olsun kardeşim, çok sevindim" dedim tekrar. Diğerleri koro halinde eşlik ettiler bana "Hayırlı olsun, tebrikler !"

Kayıt kuyruğu

Ertesi gün Levent'le Orhan da geldiler. Bizim ekip tamamdı. Yurdu da özlemişiz hani. Kahvaltıdan sonra birlikte dolaşmaya çıktık. Kültür merkezinin önü ana baba günü gibiydi. Kayıt kuyruğu giriş kapısına kadar uzanıyordu. "Bu yıl kayıtlar burda yapılıyor" dedi Okan.

İçerde bayağı teşkilat kurulmuş, kayıt kabul işlemleri masalarda oturan yönetim memurları tarafından yapılıyordu. Orhan'ın gözü Banu'yu arıyordu. Hemen daldı içeri.

Ben Hasan'a sordum "Bütün kayıt işlemleri öyle mi ?" "Evet" dedi, "içerde 4 masa var, sırayla tüm kayıt işlemi burada bitiyor. Daha önce böyle değil miydi ?" Mehmet "Hayır, kayıtlar bloklarda yapılıyordu" diye cevap verdi bu soruya.

Metin "Bu sene misafir öğrenci uygulaması da başlatılmış, ben öyle girdim" dedi araya girerek. "Nasıl yani, senin kaydın yapılmadı mı ?" "Hayır, ben 67. yedeğim. Önümüzdeki hafta sıra gelir dediler. Misafir olarak kayıt oldum" cebinden misafir kartını çıkarıp gösterdi.

"İyiymiş" dedim mırıldanarak. "Daha önce bu sistem yoktu, sırası gelmeyenleri yurda almıyorlardı." Levent abi güldü "Almıyorlardı da sanki iyi mi oluyordu ? Kapıdan olmazsa bacadan, duvardan, bir yolunu bulup giriyorlardı içeri, yurt kayıtsız öğrenciyle doluydu eskiden."

Bu sefer merak sırası Hasan'a gelmişti "Kaçak mı yani ? Peki nerde yatıp nasıl yiyip içiyorlardı ?" Eliyle "Ooo.." işareti yaptı Hamit "Bu yurt eskiden teksas gibiydi. Giren çıkan belli değildi. Herkes bir şekilde, arkadaş falan bir yolunu bulup giriyordu. Eğer bir grubun içindeysen zaten yatak, yemek sorun olmuyordu."

Sonrasında anlattı olup bitenleri bir bir. Metin'le Hasan Hamit'in anlattıklarına dikkat kesilmiş, şaşkınlık içinde dinliyorlardı.

Kantine doğru yürüdük. Hamit anlatıyordu. Ben "Nerde kaldı bu Orhan ?" dedim geriye bakarak. Mehmet güldü "Bulamazsa gelir şimdi, bulursa da bırak kalsın. Özlemiştirler birbirlerini " dedi usulca.

Ayakkabı tamircisine selam verdik, çalışıyordu selamımızı aldı "Buyrun gençler !" dedi ardından.

"Hayırlı işler, spor ayakkabı da tamir eder misin ?" diye sordu Levent. "Getir bakalım" dedi adam, "olursa yaparız." Esmer kara yağız, boylu boslu bir adamdı. "Eyvallah" dedi Levent "Geliriz, sana kolay gelsin."

Kantine girerken baktık Orhan da arkamızda. Biraz yüzü düşmüş gibi geldi, Mehmet'le göz kırpıştık, anlaşılan kızlar daha gelmemişlerdi. Kantinde manav ve gazete satıcısının önünden geçtik. Bir de yönetim memuru odası açılmış, Tufan beyi tanıyorduk. Kapıda ayakta duruyordu, selam verdik, aldı.

Yürümeye devam ettik. Levent abiyle Hamit anaç tavuklar gibi bizi kanatları altına almışlar, hem gezdiriyor hem de rehberlik ediyorlardı. Bir biri, bir diğeri konuşuyordu "Görüyor musunuz bak, neler olmuş neler ! Bir sene evvel bunların hayali bile olmazdı. Şimdi..” dedi levent abi.

“Ulen neler görüyoz be ! Valla gözlerime inanamıyom" diye araya girdi Orhan. "Şuraya pastane, buraya da Kuru temizlemeci açılacakmış. Bir de siz geçen seneki halini görseydiniz buraların" dedi Hamit eliyle camları, duvarları, yukardaki aliminyum tavanı gösterirken. "Her taraf kırık, dökük, patlak, çatlak. Her taraf yazı, afiş filan korkardınız yani."

Metin'le Hasan gözleri büyümüş dinliyorlardı. Bizler ikinci plandaydık. Ama, onlara hikaye gibi gelse de biz o halini bildiğimiz için şimdi bambaşka bir kantin gördüğümüzü çok iyi biliyorduk.

Yukarı çıkıp yemekhaneyi de gösterdiler yenilere. Her şey temiz, pırıl pırıl görünüyordu. Görevliler beyaz ve mavi önlükler giymişti. Tekrar aşağıya indik, merdiven altındaki kantinde Özkan duruyordu. Selam verdik "Naber ? Özkan abi, Selamünaleyküm" dedi.

Orhan "Abi versene şurdan bi paket çekirdek." Özkan da "Ve aleykümselam. Hoşgeldiniz" dedi hepimize bakarak. Hamit de bisküvi aldı biraz. Özkan abiye "Hayırlı işler" deyip İlerledik. Masa tenisi kısmını da gezip kantinden çıktık.

Arkaya dönüp bir daha baktım karşıdan; onarılmış, boyanmış, temizlenmiş haliyle çok güzeldi kantin. Gerçekten inanılması güç bir değişim görüyorduk. "Allah nazarlardan saklasın" dedi Mehmet. "Aminn.." dedim gayriihtiyari. "İnşallah bu rüya bozulmaz."

Yeşil duvar projesi

Bir tarafta kayıtlar, öbür yanda kantindeki değişim, bloklardaki yerleştirme çalışmaları, gerçekten yurtta hummalı bir faaliyet göze çarpıyordu.

Mis gibi temizlik kokan katlar, odalar, tuvaletler, nevresimler dikkatimizden kaçmamıştı. Bu arada nasıl olduysa kız bloklarının önüne gelmiştik. Orhan'ın gözleri D Blokun pencerelerindeydi. Şimdi buraya neden ve nasıl geldiğimizi anlamıştık. Biz hararetli hararetli konuşurken Orhan bizi buraya doğru getirmişti. Aklı fikri Banu'daydı.

E blokun karşısında bir çalışma vardı. Müdür beyle birlikte 30-40 görevli ellerinde kazma, çapa, tırmık toprak düzeltiyorlardı. Manzara çok hoştu, kalabalık hep birlikte kız bloklarının etrafındaki kıraç inşaat artığı yığınları düzeltiyor, yumuşak şevler halinde taze toprak gün yüzüne çıkıyordu.

Böyle kalabalık, başlarında müdür olmak üzere çalışınca da on onbeş dakika eğri büğrü sivri taşlık tepecikler düzgün çimlikler haline geliyordu. Şaşırmıştık, konuşmalarımız kesildi, Orhan bile aynı noktaya bakıp kalmıştı.

"Hocam, kolay gelsin. Ne yapıyorsunuz böyle ?" Levent abiliğin verdiği güvenle sormuştu. Müdür bey elindeki tırmıkla doğruldu, takım elbise içinde terlemişti. "Hoş geldiniz gençler. Görüyorsunuz işte, buralar yurt inşaatından beri böyle kalmış, düzeltip temizleyelim istedik."

Hamit sordu bu defa "Çim mi ekeceksiniz hocam buralara ?" Müdür bey "Yok, bu toprakta çim olmaz ama, ilerde toprak ilave edilip gübrelenirse, hele de sulanırsa neden olmasın ?" Çalışanlara dönüp "Taşları yol kenarına çıkarın, oradan kaldırıp uygun bir yere atarız." diye seslendi. Sonra da bize dönüp devam etti "Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ demişler, öyle değil mi ?"

"Hocam yardım edelim mi ?" öylesine sorulmuş bir şeydi. Orda durup seyretmek, üstelik meşgul etmek rahatsız etmişti beni. Ama o "Olur" dedi. "Şu hanımeli fideleri duvar dibine ekilecek. Sizin elinizle ekilsinler, inşallah tutar."

Baktık, gerçekten yolun öbür yanında duvar kıyısında üç görevli kazmayla küçük küçük çukurlar kazıyordu. Hemen yanlarına gittik, bir kovanın içinde hanımeli fideleri vardı. Hepimiz birer tane aldık, ikişer metre arayla açılmış çukurlara fideleri yerleştirip, boğazlarını toprakla doldurduk. Biraz da gübre ekeledik. Bir görevli bidonla su taşıyordu. Ondan alıp, can suyu verdik fidelerimize.

Okan sormadan edemedi "Ne olcak bunlar, neden ekiliyor ?" Görevli müdür beye baktı, o tekrar çalışmaya dönmüştü. Kısık sesle gizli bir şey söylüyor gibi anlattı: "Siz yoğken yazın bu duvarın üstü dikenli tellen yarım metre daha yükseltildiydi, üstünden atlanmasın deyi herhal. Emme Müdür bey pek sevmedi galiba bu tel işini. Tutturdu ille de yeşillik dikelim, hanımeli koksun, görünmesin duvar deyi. Onun için yapıyoz işte."

O zaman fark ettik duvar tellerinin yükseltilmiş olduğunu. Konuşamadık ondan sonra. Hem diktik, hem suladık, hem düşündük. Nasıl bir hassasiyetti bu ? Güvenlik nedeniyle mecburen telleri yükseltmiş ama gene de içi rahat etmemiş duvarı yeşillendirmeye çalışıyor. Böyle düşünürken biraz sesli düşünmüşüm herhalde "Yeşil duvar !" sözü ağzımdan çıkıverdi. Herkes işitti tabi bu sözümü.

Saydık tam 40 tane hanımeli ekmişiz. "Hocam bitti" dedik karşıdan. "Sağ olun gençler" dedi o da elini salllayarak. Aşağıya idareye doğru ilerledik. Bu arada Okan "Blok girişlerinde de düzenleme yapılıyormuş, memur odası olmayan bloklara da girişler memur odaları yapılıyormuş.

Ha bide turnikeler konacakmış galiba, hani şu döner girişler var ya, onlardan. Hatta D Bloka bir tane örnek Turnike konulmuş bile. Ana giriş kapısına da konacakmış turnikeler. Kartlarımızı oradan okutarak girecekmişiz yurda."

Levent işi şakaya vurup hemen taşı gediğine koydu. "Desene artık kayıtsız kuyutsuz girmek yok. Valla bravo şu müdüre. Pes yani." Okan biraz bozuldu bu sözlere, geçen seneki durumunu hatırlamıştı. O başını eğdi, biz hep birlikte güldük.

Kemal abi anlatıyor

Tam idare binasının önüne gelmiştik ki, Kemal abiyle karşılaştık. Bu sırada biz yeni ekilmiş çimlere bakıyorduk. Geçen sene yoktu bunlar. İdare binasının önündeki yolla duvar arasında kalan boş alanın bakımı yapılmış yemyeşil çim olmuştu.

Duvar kenarına da sıralı gül, hanımeli gibi çiçekler ekilmiş, idarenin önü bakımlı bir bahçe haline getirilmişti.

Yerden hala taze biçilmiş çim kokusu geliyordu. "Vay ! Gençler ! Hoşgeldiniz ya, gözüm yollarda kalmıştı. Ne var ne yok ?" Makineli tüfek gibi konuşmuştu Kemal abi. "Hoşbulduk" dedik ona, Levent'le Hamit neredeyse tepesine çıkacaklardı Kemal abinin. "Durun lan ! Ezeceksiniz beni, soytarılar sizi."

"Hadi gelin şurda oturalım" diye çekeledi Levent abi. Kemal abi eliyle mani oldu ona "Olmaz oğlum, müdür bey uğraşmış yapmış buraları. Daha ilk günden hak tek etmeyelim. Gelin ben sizi daha sakin bir yere götüreyim. Muhabbet ederiz."

Yeni açılan bayan kuaförün önünden, kültür merkezini geçerek Nöbetçi Memurluğa doğru kıvrıldık. Bu sefer Kemal abi anlatıyordu.

"Giriş kapısında misafirler için bir çay ocağı açıldı gördünüz mü ? Bakın buraya da Nöbetçi memurluk yapıldı. Kuaförü farkettiniz demi ? Ya en çok da bu ayakkabı tamircisine sevindim biliyor musunuz. Burası boş garip bir yerdi, şimdi şenlenmiş. Sanki nostalji gibi. Hele kantin, sanki sihirli bir değnek deymiş gibi oldu. Dağılan tavan da tamir edilmiş yazın. Valla helal olsun, ben umutluydum da doğrusu bu kadarını beklemiyordum."

Orhan'ın yanımızdan yine kaybolduğunu fark ettim. Muhtemelen Kültür merkezine dalmıştı. Kantinin önünden sağa doğru spor alanlarına doğru gidiyorduk. Kemal abiden de bu beklenirdi tabi, hiç şaşırmadık. O ise coşmuş anlatıyor da anlatıyordu.

Yazın üniversitenin spor kursları organizasyonunda çalışmış. O yüzden çok az bir tatil dışında hep buradaymış. Bütün hazırlıkları görmüş, yaşamış.

Nihayet, spor salonunun yan tarafında futbol sahasına bakan bir yeşillikte oturduk.

Bugün pazardı ve hava da doğrusu bahar gibiydi. Kemal abi tam "Eee gençler.." diye yeniden başlamaya hazırlanırken Orhan yanında Banu'yla Hale olduğu halde çıkageldiler. "Selamünaleyküm arkadaşlar." Hepimiz dönüp Orhan'a baktık, ağzı kulaklarındaydı. Kızlar da gülümseyerek selam verdiler. Kemal abi toparlandı "Gelin bakalım gençler, yer açın lan kardeşlerimize."

Konu biraz değişmişti, muhabbete karşılıklı tanışma ve hal hatır sormalarla devam ediyorduk. Okan kalkmaya yekindi, herkes nereye gidiyorsun der gibi baktı yüzüne. Soruyu anlamıştı, gülerek cevap verdi "Siz, hadi Okan bize çay getir demeden gidip getireyim dediydim." Herkes kahkahayı bastı tabi. Hasan da fırladı arkasından "Beni bekle Okan, ben de yardım edeyim."

Kemal arkalarından bakarken birden dalgınlaştı "Vay be, Okan neredeyse uçurumun kenarından döndü." Mehmet’e dönerek devam etti "Oğlum bu çocuğun mayası sağlammış be, helal olsun valla. Rahmetli şehit dedeleriniz hakkaten has adamlarmış. Duaları bütün torun torbasına yetmiş baksana." Okan'dan bahsediyordu ama Mehmet’e bakarak söylüyordu bunları. Mehmet "Çok şükür" deyip önüne baktı.

Çaylar geldi, onları yudumlarken muhabbet de derinleşti. Kemal abi dalgın dalgın futbol sahasına bakarak konuşuyordu. "Bu sene sahamız çok güzel. Biliyor musunuz, yazın traktörle sürüp yeniden toprak serdik, çim ektik buraya.

Müdür beye siz deli misiniz dediler. Burası adam olmaz boşuna uğraşmayın dediler. Ama yılmadık, bakın işte sonuç; sahamız ne güzel oldu. İnşallah bu bahar futbol turnuvası düzenleyeceğiz. Müdür beyden destek sözü aldım. Siz de yavaş yavaş antremanlara başlasanız iyi olur. Yazın hamlamışsınızdır."

Metin ürkek çekingen sordu "Abi, voleybol var mı ? Ben oynarım da." "Vay aslanım benim !" dedi Hamit, o kalın sesiyle. Bir eliyle de Metin'in omuzuna dolanmıştı. "Ben de oynarım, bak şurda bir voleybol sahası var, bir de idarenin arkasında" arkadaşlarla tanıştırırım seni, beraber oynarız. Belki biz de bir turnuva düzenleriz ha ! ne dersin ?"

Kemal abi başıyla doğruladı "Bakın göreceksiniz, daha neler olacak neler. Basketbolundan, masa tenisine, satranç şampiyonasından konserlere kadar pek çok şey göreceksiniz bu yıl." Hasan'la Metin’e dönerek "Gençler çok şanlısınız, biz eziyetini çektik, inşallah sizler keyfini çıkaracaksınız. Ama, unutmayın biz size nasıl bırakıyorsak siz de kendinizden sonrakilere daha iyisini bırakacaksınız. Yoksa karışmam bak !"

Son sözlerini biraz rol yaparak, sevimli bir aksilikle söylemişti. Kızlar kıkırdadılar, "İnşallah" dedi Hasan'la Metin ağız birlik.

Orhan'ın sesi duyuldu birden " Erdi bahar sardı yine neşe cihanı a canım / Eğlenelim raks edelim lâle zamanı / Açtı bu dem naz ile gül gonca dehanı / Dinleyelim bülbülü gel nâle zamanı / Fasl-ı bahar seyrine çık sen bize gel de a canım / Gönlümüzü şad edelim bezm-i emelde " Herkes eşlik etti Orhan'a. Orhan Banu'suna kavuşmuş bülbül gibi ötüyordu.

Şarkı neşeliydi, azıcık da hüzünlü gibi. Bittiğinde küçük gruptan bir alkış kıyamet ses çıktı ki, sandık dünyada sadece biz varız. Her şey güzel, gelecek hoş, gerisi boştu.

Kemal abi gözünü ovuşturuyordu "Lan Balıkesir efesi, sen türkü söylerdin. Ne zaman şarkı öğrendin ? Nasıl söyledin ? Aşk olsun sana mest ettin bizi." Bana gözleri yaşarmış gibi geldi, gülmekten de olabilirdi tabi.


Sosyal faaliyetler

Okulda patırtı, yurtta iş güç

Sol ideolojilere sahip gruplar ve gençler için bazı günler önemlidir. 6 kasım, 8 Mart, 21 Mart, 6 Mayıs gibi. Bu işlerin içinde olanlar o günlerde bir takım hareketlenmeler olacağını  da beklerler. Çünkü, birileri aynı şeyleri olağan ritüeller halinde yeniden yeniden tekrar eder, eylem için bu fırsatları sıralı olarak değerlendirirler. Adeta bir enerji boşalması gibidir olanlar. Sonra yine hayat devam eder, bir sonraki güne kadar.

Biz bütün gücümüzle yurttaki büyük değişim için çalışırken dalıp gitmişiz. Günler, haftalar bu hay huy içinde geçivermiş. "Bugün okulda yine olay olmuş !" haberini duyunca ancak o günün 6 kasım olduğunu hatırladım. 6 kasım YÖK'ün kuruluş yıldönümüydü.

Yükseköğretim Kurumu, bundan 12 yıl önce 6 Kasım 1981’de kurulmuştu. Bazıları onu eğitim sistemimizin bütün çarpıklıklarının ana kaynağı olarak görüyorlardı. Aynı zamanda 12 Eylül darbesinin ürünlerinden biri olan YÖK, o gün mutlaka, başta harçlar olmak üzere üniversitelerin denetim altına alınması ve akademik özgürlüklerin kısıtlanma nedeni olarak protesto edilmeliydi.

Bu eylemler her yıl üniversitelerde belli bir hareketlenmeye yol açar, doğal olarak etkisi bizim gibi kurumlara da yansırdı.

Aldığımız bilgiye göre Fen Edebiyat kantininde kavga çıkmış. Büyük ihtimalle bu protestolar ve gerginlik akşam yurda da taşınacaktı. Hemen gerekli tedbiri aldırdım, gelmeleri için Jandarmaya haber verdim, diğer grupları, kantindeki işletmeci ve görevlileri de uyardım. Bu orta seviyede bir alarm durumuydu.

Kantinde pankart açma, bildiri dağıtma, kitap sergisi, gruplaşma ve gerginlik normaldi. Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. Önemli olan bu günün hasarsız, kavgasız atlatılmasıydı. Bu yüzden dikkatimiz gereken tedbiri almakla birlikte, daha ziyade diğer grupların adeta gelenekselleşmiş bu ritüellere tepki vermemesini sağlamak üzerineydi.

Bir taraftan da yurttaki rutubet sorunu, akan tuvaletler meselesi ve tekerlekli temizlik varilleri üzerinde çalışmaya devam ediyorduk. Yurt binaları bir tür prefabrik malzemeyle yapılmıştı ve gerek kuzey cephelerde, gerekse sulu zeminlerde rutubet çok belirgindi.

Yazın yaptığımız bakım onarım, boya sırasında mümkün olduğunca gidermeye çalışmıştık, fakat yaptığımızın sadece sorunun üstünü kapatmak olduğu da açıktı.

Üstelik akan tuvaletler bu sorunu daha da ağırlaştırıyor, bir yandan da öğrenci tepkisinin artmasına yol açıyordu. Konunun daha köklü ve kalıcı çözülebilmesinin bir yolu yok muydu acaba ? Gelen mühendisler keşiften, projeden, yatırım programına alınmaktan ve ihaleden söz ediyorlardı. Bütün bunlar yapılsa bile yurt açıkken, öğrenci varken bir müteahhidin çalışması nasıl olacaktı ?

İnşaat, tadilat, yenileme vs. suların kesilmesi, bazı bölümlerin kapatılması, gürültü, toz toprak bütün bunlar yurtta hayatın durdurulması anlamına geliyordu.

Böyle bir şey ancak birkaç yıl, blok blok ve o bloklara baştan öğrenci almayarak  belki yapılabilirdi. Bu da ihalenin bölünmesi anlamına geliyordu ki, sonuç yine olmaza çıkıyordu.

Bir öğrencinin fikrinden yola çıkarak yazın geliştirdiğimiz tekerlekli temizlik varilleri hemen hemen hazır gibiydi. Bir an önce kullanıma sokmak için sabırsızlanıyordum. Yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Acaba istediğimiz sonucu alabilecek miydik, görevliler bunu benimseyebilecek miydiler, en önemlisi öğrenciler buna nasıl tepki vereceklerdi ?

Ayrıca görevlilerin bu şekilde iş görmeleri için de eğitilmeleri gerekiyordu. En iyisi bir blokta bir ay veya daha uygun bir süre deneme uygulaması yapmaktı. Bu sürede hem temizlik elemanlarını eğitebilir, hem de görevli memurlarımızı bu konuya ısındırabilirdik. 

Böyle de yaptık, pilot uygulama İdareye yakın E Blokta başlatıldı. Her hafta elemanları ve görevlileri değiştirerek, tümünün bu tür bir çalışmaya hazır olmalarını sağlamaya çalışıyordum. Hemen hemen de her gün bizzat gidip işi yerinde denetliyordum. Böylece, bu vesile ile E Bloktakilerle diyalog kurmuş, kontrol dışı kümelenmelerini de gözlemleme imkanım olmuştu.

Kantinde şenlik var

Kantinin yeni haline çok emek vermiştik. Üstelik riskliydi de yaptıklarımız. Bir çok kimse böyle bir ortamda manavın, gazete dergi satıcısının, terzinin yaşayabileceğini sanmıyordu. Hatta bir tek olay, bu güzelliklerin sonu demek olabilirdi. O yüzden sık sık kantinde dolaşmaya çıkıyordum.

Bu hareketim yasa dışı grupların toplaşması, ya da gerginlik çıkaracak türden zıtlaşmalar için de uyarıcı oluyordu. Öğrencilerle bire bir tanışmak, konuşmak da apayrı bir kazançtı benim için. Yaptıklarımı anlatma fırsatı buluyor, onlardan da çok şey duyup öğreniyordum. Ayrıca, benim bu yakınlığım ve sık sık orada görünmem, kantinde görev yapmaya alışık olmayan yönetim memurları için de moral oluyordu.

Başlarda odasında bulamadığım memurlar, benim bu ısrarlı geliş gidişlerim nedeniyle yerlerinden ayrılamaz oldular. Tabi orada olmaları,  yeni kantin ortamının işlerliği ve düzeni için başlı başına bir güvenceydi.

Böyle bir dolaşma sırasında kenarda toplanmış küçük bir grupla tanıştım. Daha doğrusu kulağıma gelen bazı enstrüman sesleri üzerine, o tarafa yöneldiğimde onlarla karşılaştım. Ellerinde gitar, org, flüt ve bazı perküsyon aletleri hoş bir pop müzik parçasını çalmaya uğraşıyorlardı.

Selam verdim, tanıdılar ayağa kalkıp karşıladılar. "Nasılsınız gençler, hayrola orkestra mı kurdunuz ?" Gitar çalan genç "Yok hocam, öyle çalışıyorduk işte. Stres atıyoruz." diye cevap verdi aceleyle. Sanki yanlış bir şey yapıyorlar da suçüstü yakalanmışlar gibi tedirgin olmuşlardı.

"Yaa, yurtta böyle bir orkestra olsa ne güzel olurdu oysa" diye üstüne gittim otururken. Flüt çalan kız öğrenci merakla sordu "Hocam, izin verir misiniz peki ?" Hepsinin gözleri merakla üstüme çevrilmişti, güldüm "Elbette veririm, hatta yardım bile ederim. Ne demek ?" Küçük gruptan bir sevinç uğultusu çıktı. Gitar çalan çocuk inanamamıştı "Nasıl yani, şimdi siz bize yardım mı edeceksiniz ?"

Yönetim memuru Hüseyin ile kantinci Özkan tepemizde bitmişti "Müdürüm ne içersiniz, ne ikram edelim ?" "Sor bakalım gençler ne içerler, ben bir kahveni alırım, orta olsun" dedim Özkan'a. Gençler rahatlamıştı, çay istediler. Yönetim memuruna da yanımdaki boş sandalyeyi işaret ettim oturdu.

Hüseyin bey, bizim depodaki aletler çalışıyor mu ?" "Bildiğim kadar çalışıyor olması lazım Müdürüm. Yalnız en son iki sene önce kullanılmıştı."

Gençler konuşmaya dikkat kesilmişlerdi.  "Onları bu gençlere gösterin bakalım. Kullanılabilirler mi, şayet kullanılabiliyorlarsa bir orkestramız olur fena mı ?"

Masadan bir alkış sesi yükseldi. "Durun bakalım yavaş olun gençler. Olup olmayacağını bilmiyoruz."

Yönetim memuruna döndüm "Neden kullanılmadı iki yıldır ?" Yönetim memuru yüzünü buruşturdu "Olaylardan ötürü müdürüm. Kimsenin müzik filan aklına gelmedi ki, onlar da depoda öylece durdu."

Kahvem ve çaylar içilirken karşılıklı tanıştık. Gitar çalan gencin adı Fikret'miş, kızın adı da Nermin. Üçü kız toplam yedi kişiydiler. Hepsi iyi çocuklara benziyordu. Sohbet koyulaşmıştı, onlar benden, ben de onlardan pek çok şey sormak istiyorduk.

Bunlar karşılıklı konuşulurken fark ettim ki yurtta böyle bir çok yetenekli genç olabilir. Müzik gençler için spor gibi, eğlence gibi bir ihtiyaç. Neden olmasın ? Mesela neden bu gençlerle başlayıp, yurtta enstrüman çalan ya da sesi güzel olan gençlerle devam etmeyelim ? Kurslar düzenlesek, hatta konserler versek ?

"Konser" lafı bu arada benden mi çıktı, yoksa onlar mı istedi bilmiyorum. Ama, birdenbire yurtta bir konser fikri üzerinde konuşuyor bulduk kendimizi. Dedim ki "gençler şurda bir depo var. Onu boşaltmayı düşünüyorum zaten. Birlikte bir bakalım mı ? Orada çalışabilir misiniz ?"

Birlikte kalkıp merdiven altındaki kantinin sağındaki ve solundaki kilitli kapıları açtırdım. İkisi de aşağı yukarı 10 x 20 metre ebadında orta büyüklükte salonlardı. Birinde az bir kantin malzemesi vardı, diğerinde ise tepeleme yığılı sandalye ve masa kırıkları.

Görüntü hiç hoş değildi ve bu iki salon böyle atıl vaziyette kilitlenmiş duruyorlardı. Gençler sağdaki salonu beğendiler. Çalışma ne demek hatta burada küçük konserler verilebileceğini de söylediler.

Soldaki salonsa onları çok şaşırtmıştı. Nasıl olup ta bu kadar sandalyenin kırılmış olabileceğini akıl edemiyorlardı. Üstelik bunların çıkan olaylarda kullanıldığını söylediğimizde kızlardan çığlık atanlar bile oldu.

Yeniden oturduk. "Gençler" dedim "biraz çalsanız da kulağımızın, gönlümüzün pası silinse." Aralarında kısa bir bakışma oldu, gözleriyle anlaştılar. Biraz sonra Nermin'in güzel sesiyle "devlerin aşkı" şarkısının o son derece etkileyici müziği dolmuştu kulaklarımıza.

"uykusuz gecenin ortasında / düşüncelerim sana tutsak / her şeyi kabullenmem çok zor / güneş aydınlıkta doğacak / devlerin aşkı büyük olur / yada ağlar yerle bir olacak / ya kıyametler kopacak  / yada dünyam batacak  / senden öyle ayrılacağım …."

Şarkı bittiğinde etrafımızdan müthiş bir alkış sesi geldi. Baktık biz şarkı dinlerken etrafımızda küçük bir kalabalık birikmiş. Çocuklar başta biraz tutuktular ama sonra açıldılar.

Gerçekten iyi çalıyorlardı. Nermin de son derece başarılıydı. O gün 5-6 şarkı çalıp söylediler. Biz de tempo tutup eşlik ettik, alkışladık. Keyifli bir gündü, ayrılırken ilk fırsatta bir konserde yeniden birlikte olmaya kavilleştik.

Kantinden çıktığımızda yanımızda iki müdür yardımcısı, üç de yönetim memuru vardı. Yanımızdan hızla kantine geçen bir gruptan duyduğumuz şey bizi daha da keyiflendirdi.

Gençler kantine doğru hızlanmış, aralarında konuşuyorlardı "Kantinde şenlik varmış !", "Yok oğlum, konsermiş", "Konser mi varmış ? Yok ya ? Nasıl yani ?", "Valla billa, demin Murat söyledi" , "Hadi gidip bakalım koş."

Yurtta yeni iki salon daha

Hemen emir verdim, sosyal faaliyetler için kantinde iki yeni salon kazanacaktık. Bunları doğrudan bizim kontrol ettiğimiz etkinliklerde kullanabilirdik. Böylece, kantinin bir köşesini bir grubun, diğer köşesini bir başka karşıt grubun zapt etmesiyle oluşan ikili yapıya alternatif mekanlar oluşturabilirdik.

Biliyorduk ki o grupların bulunduğu noktalara onlar dışındaki öğrenciler girmiyordu. Bu da sanki oraların sahibi onlarmış gibi bir algı yaratıyor, gruplar da bu durumdan yararlanıyorlardı. Bu ikili döngünün kırılması lazımdı. Bunun için başlangıçta kantinin içinde diğer öğrencilerin kullanabileceği alternatif mekanlar olmalıydı.

Şayet başarabilirsek karşıt grupların kümelendiği bu iki mekanı giderek onların elinden almalıydık. Bu aslında tamamen algı meselesiydi, oraların onlara ait olduğu kabullenilmişti. Hatta yurttaki ideolojik denge bile bu algı üzerine kuruluydu.

Biz de ilk fırsatta bu algıyı farklılaştıracak kavgasız, çatışmasız çözümler üretmeliydik. Mesela birinin pastane, kafeterya olması fikrini yayabilirdik. "Buraya pastane olacakmış" tevatürü öğrenci kitlesinde destek bulabilir, en azından o kısma ait algıyı ikinci plana atabilirdi.

Diğer bölümün iç kısmında zaten pinpon masaları vardı. Orada da masa tenisi, satranç gibi etkinlikler düzenleyebilirdik. Böylece bu salon da öğrenci arasında farklı şekilde anılmaya başlardı.

Gruplar başlangıçta bu fikirlere karşı çıkmazdı. Çünkü onların sandıkları bu mekanlarda yapılacak bu tür hizmet ya da etkinliklerin de doğal olarak kendi kontrollerinde olacağını düşünürlerdi.

Ancak, biz idare olarak ürkek davranmaz, sabırla hizmet ve etkinliklerimizin başında olursak durum değişebilirdi. Diğer öğrencileri de buralara çektikçe mevcut genel algıların yerini diğerlerine bırakması beklenebilirdi. En azından bir süre sonra gruplar, oraların salt onlara ait olmadığını anlayacaklardı.

Önce kantincinin malzemesi içerde daha ufak bir depoya taşındı. Sonra da kırık sandalye ve masalar idarenin arkasında bulunan atölyeye nakledildiler. Bunun için atölyede de bir düzenleme yapıldı ve tesisat, elektrik, kaynak ve inşaat malzemeleri daha tertipli bir şekilde tasnif edilip yerleştirildiler.

Boşalan salonların boya badanası yapıldı, ışıkları yenilendi, kapı kolları ve kilitleri elden geçirilip onarıldı. Gidip gördüm, gerçekten pırıl pırıl olmuştu, buralarda konser de yapılabilirdi, sergi de açılabilirdi. Hatta kurslar düzenlenebilir, seminer ve sohbetler yapılabilirdi.

Sağdaki salonu hazırlığı biter bitmez çalışmaları için müzik grubuna verdim. Yurdun müzik enstrümanlarını; bateri takımı, elektro gitarı,  bas gitarı, akordionu ve ses teçhizatını da oraya taşıdık. Öğrenciler hemen salonun arka köşesinde bir orkestra platformu yaptılar.

Bazı aletlerde sorun varmış, onları tamire gönderdik. Grubun sevinci gözlerinden okunuyordu. Her gün gibi yemekten sonra, hatta hafta sonları neredeyse bütün gün toplanıp çalışıyorlardı. Tabi, onları tanıyan arkadaşları ve meraklı seyircileri de onları yalnız bırakmıyordu.

Grup yedi kişiden on üç kişiye çıkmıştı. Aralarına şarkı söyleyen ve keman çalan iki kız, akordeon, ağız mızıkası, perküsyon çalan ve ses teçhizatıyla ilgilenen dört delikanlı daha katılmıştı.

107 nolu oda

Bir akşam üstü Selim'in daveti üzerine A Bloka gittim. Öğrenci temsilciliği seçimleri yaklaşıyordu ve arkadaşlarıyla birlikte benimle konuşmak istiyorlardı. Yanımda bir Müdür yardımcısı ve iki yönetim memuru daha vardı. Selim ve arkadaşları bizi blok kapısında karşıladılar.

Birinci kata çıktık. Bizi davet ettikleri oda koridorun sonundaydı. Bu ziyaretin yanlış anlaşılmasını istemiyordum. Koridor boyunca bütün odalara bakmaya ve hiç değilse ayaküstü selamlamaya karar verdim.

Merdiven çıkışında ilk odadan başlayarak kapıları tıklatmaya ve denetime gelmiş gibi içeriye şöyle bir göz atmaya başladım. İlk oda boştu, diğerinde ders çalışan iki öğrenci vardı. Selam verdik, ayağı kalkıp toparlandılar ve selamımızı aldılar. Merak içinde bakıyorlardı, "Kolay gelsin gençler, sınav mı var ?" "Yok hocam, öyle bakıyorduk işte." Ellerini sıktım "Bozmayın, devam edin gençler. Başarılar diliyorum." "Sağolun, gelseydiniz." İşimiz var, öyle bir selam verelim dedik, hadi iyi akşamlar."

Böyle birkaç oda daha gitmiştik ki bir elbise dolabının kapağında kocaman bir delik olduğunu gördüm. Niyeyse bu bloktaki elbise dolapları ahşaptı. Baktım, baktım "Allah Allah, ne olmuş buna böyle" dedim en yakın oda kapısına elimi atarken. Arkamdan bir kıkırdama duydum ama, kapıyı açıp içeri girmiştim, ne söylediklerini anlayamadım.

Bu seferki oda bayağı kalabalıktı. Üç kişi ayakta, iki kişi masada, dört kişi de yataklarda toplam 9 kişiydiler.

Pencereye doğru sağ köşede bir genç uzanmış elindeki kağıda karakalem birşeyler çiziyordu. Yatağının duvarları, içerdeki dolap kapakları ve ranzaların üstünde de bir çok böyle resim yapıştırılmıştı.

Böyle birden içeriye üç dört kişi girince tedirgin oldular, yüzleri asıldı. Toplandılar ama öylesine, "İyi akşamlar gençler" diye selam verdik. Onlar da "İyi akşamlar" dediler "Hoşgeldiniz, buyrun ?"

Bu oda ilgimi çekmişti, masada boşalan sandalyeye oturdum. Şimdi tam da resim çizen gencin yanına düşmüştüm. Elimi uzatıp kağıdı aldım, karakalem bir portre resmiydi, daha yarımdı ama Che Guavera'ya benziyordu. "Ne güzel bir resim bu böyle, yetenekliymişsin" dedim gence bakarak. Biraz şaşırmıştı ama yine de halinde tepkili bir tavır seziliyordu.

Yönetim memuru "Timur tıp öğrencisidir, ama iyi resim yapar Müdürüm. Bütün bu resimler onun" diye açıklama yaptı. Başımı çevirip bir süre diğer resimlere de baktım. Hepsi sol içerikli, ideolojik mesajları açıkça belli olan adeta militanca haykıran resimlerdi, ama gerçekten çok güzellerdi.

Beğendiğimi gösteren bir hareketle "Tebrik ederim Timur, gerçekten çok başarılı resimler bunlar" dedim elini tutarak. Elini kaçırdı hemen "Teşekkür ederim, öyle yapıyorum işte. Dinlendiriyor beni. Arkadaşlarım da beğeniyorlar, yapmayın diyorum ama işte böyle duvarlara da asıyorlar" dedi önüne bakarak.

Güldüm, "başka varmı ? Yaptığın resimlerin hepsi bu mu ?" Arkadaşlarından biri "Bunlar ne ki, çantasında yüzlerce böyle resim var" dedi gururlanarak. "Öyle mi, görebilir miyim ?" dedim gözlerine bakarak. "Nereye koyduğumu şimdi bilmiyorum" dedi kuru bir ifadeyle.

Anladım ki göstermek istemiyor, zaten girdiğimizden beri odada değişik bir hava var. Üstüne gitmedim.

Biraz ordan burdan, okuldan, memleketlerden söz ettik. Dokuzu da bize karşı önyargılı gençlerdi, yurtla ilgili kasıtlı sorular sordular bana. Açık yüreklilikle tek tek cevapladım onları. Özellikle de son dönemde yurtta yaşanan değişimi merak ediyorlardı. Bir saati bulmuştu bu münazara, odadaki hava da gittikçe yumuşuyordu.

Anladım ki bu genç sadece resim yeteneğiyle değil aklıyla, bilgisiyle ve kişiliğiyle de parlak biriydi. Yurttaki terör eylemlerini doğru bulmuyor, ancak bize de güvenmiyordu. Hizmetlerin amaçlı olarak yapıldığı kanaatindeydi. Konuşmalar onun bu görüşleriyle yönleniyor, sorular onun bu çizgisi ile adeta koordine ediliyordu.

Lider vasfı çok belirgindi açıkçası. Saygı duymuştum ona, ayağa kalkıp elini sıkarken kalbimden gelip dilimden çıkıveren bir teklif yapıverdim aniden "Yurtta bir resim sergisi açmak ister misin Timur ?"

Bakışları değişti, arkadaşları da "yanlış mı duyduk acaba ?" diye etrafımızı çevirdi. Üzerine basa basa sordu bu kez o, benim gözlerime bakarak "Siz ciddi misiniz ? Böyle bir olasılık var mı ? İzin verir misiniz ?"

Ben de elini sıkıp gözlerinin içine bakarak "Tabi ki veririm. Bu yeteneğini, resimlerini herkes görmeli. Kantinde yeni iki salon açtık, birinde sergileriz eserlerini. Yeter ki birbirimizi anlayalım" dedim tane tane. İnanamıyordu üsteledi "Nasıl yani ? Benim resimlerim hakkında bir fikriniz olmuştur. Biz de sizi aşağı yukarı biliyoruz. Dünya görüşlerimiz farklı, üstelik yurt kuralları…"

Elimle susturdum "Ben sizleri ayrışmaya değil kaynaşmaya, kavgaya değil uzlaşmaya, hiç değilse birbirinize saygı duymaya çağırıyorum.

Sen bu çağrıma olumlu yaklaşırsan ben de sana her türlü desteği veririm. Senin de bu çorbada tuzun bulunsun istemez misin ? Artık bu yurtta terör, kavga, acı olmasın. Herkes inancında düşüncesinde özgür ve saygın olsun. Kimse kimseye fikrinden, etnik veya inanç kimliğinden dolayı kin duymasın. Artık barış olsun, huzur olsun, esenlik olsun istemez misin ?"

"İsteriz tabi ama.." dedi gülerek, arkadaşları da koro halinde "İsteriz elbet, istemez miyiz ?" diye tekrarladılar. "Tamam o halde, anlaştık bundan böyle birlikteyiz. Ayrıntıları bana gelin konuşuruz. İlk fırsatta da resim sergini açarız. Hayırlı olsun !" dedim çıkarken.

Odadan ayrılırken hepsi kapıya çıkıp bizi uğurladılar. Selimin odasına kadar diğer odaları da kısa kısa ziyaret ettik. Orada da yaklaşık iki saat kadar kaldık, çay içip sohpet ettik. Müzik konserini, resim sergisini ve temsilcilik seçimlerini konuştuk.

Yurtta konser

Müzik grubu yeni açtığımız salonda çalışmalarına devam ediyordu. Arada uğrayıp durumlarına bakıyordum. Yalnızca elektro gitar tamir edilememiş, diğerleri sorunsuzdu. Kendilerine ait bir gitar, flüt, keman ve bazı perküsyon aletleriyle şikayet etmeden hazırlıklarını sürdürüyorlardı.

Son gidişimde izin verirsem  konseri yılbaşından önce yapmak istediklerini söylediler. İki aydır çalışıyorlardı. "Hazır mısınız ?" dedim. "Bu işin sonu yok, böyle bir salonda kendi arkadaşlarımızla biz bize olacağız. Yapabiliriz" dediler. "İyi öyleyse" dedim bir Cuma günü akşamı için anlaştık. Daha on gün vardı, son hazırlıklarını yapabilirlerdi.

Konsere bir hafta kala ziyaretime geldiler. Kendi elleriyle bir davetiye hazırlamışlar, beni davet ediyorlardı. Hoşuma gitti, duygulandım.

"Tamam" dedim. "inşallah, yalnız ailemle geleceğim, dört kişi olacağız ona göre." Buna çok daha sevindiler. Biraz işin teknik tarafını konuştuk, kaç sandalye gerekir, ışık, ses ve güvenlik gibi. Anladığım kadar salon ancak 70 kişi alabiliyormuş. Konsere katılacaklar herkesin yakın arkadaşlarıymış.

Aralarında organize olmuşlar, sahnede olanların dışında ses, ışık, havalandırma, oturma düzeni ve güvenlik konularında işleri paylaşmışlar. Bazı arkadaşları da salon kapısı önünde ve kantinde görev yapacaklarmış.

Kantinde sadece iki yerde dosya kağıdı ebadında ilanları olacakmış. Onun dışında işi büyütüp genellemeyi düşünmüyorlarmış. Bizden de bir güvenlik görevlisi ve iki yönetim memuru istediler. Konser sonuna kadar kantin içinde görev yapmak üzere.

Anladım ki, onlar da kendilerince tedbirli olmak istiyorlar. Başımıza gelen onca sıkıntıdan sonra yurtta böyle bir etkinlik olabileceği fikri bile başlı başına bir riskti zaten. Ama başarmalıydılar, aksi halde daha büyüğü, daha iyisi nasıl yapılacaktı ? Yurttaki değişim bütün alanlarda hissedilmeli ve görülmeliydi.

Onlarda böyle de bir katkı gayreti gördüm ben. Biz de elimizden geleni yapmalı, bu konser sorunsuz gerçekleşmeliydi. Kişisel olarak da bu konserin yapılmasına güvence olmalıydım. Bu yüzden varsa tereddütlerin giderilebilmesine yardımcı olur diye konsere ailemle katılmaya karar vermiştim.

Yardımcılarım ve ilgili memurlarla bir toplantı yaptım. Yapmamız gerekenleri konuştuk, telaşa vermeden Jandarmaya da haber vermeye karar verdik. Bir manga asker çağrılacak, ancak komutan ve askerler idarede misafir edileceklerdi. Bunun için de bir müdür yardımcım da idarede görevli olacaktı. Bu hem bizimle iletişim halinde olmak, hem de misafirlerle ilgilenmek için zorunluydu.

Konser günü geldi. Lojmandaki telefonla yardımcımdan bilgi aldım. Kantin sakin, konser salonu dolmuş durumdaydı. Biz de eşim ve iki çocuğumla hazırlanıp aşağıya indik. Kantine girdiğimizde bizi görevli yönetim memurları karşıladı.

Ayak üstü onlardan da bilgi aldım. Hayret verici bir şekilde militan gruplar ortada gözükmüyorlardı. Diğer öğrenciler de normal hareketlilik içindeydiler. Yemeklerini yiyip çıkıyorlar, ya da çay içiyorlardı. Demek ki, konser yapılacağı duyurusu abartılmamış, gençler aşırı uyarılmamıştı.

Salonun kapısına geldiğimizde yerimize kadar bize iki öğrenci eşlik etti. Salon dolmuş, kapının önünde ve duvar kenarlarında ayakta öğrenciler sıralanmışlardı. Işıklandırılmış sahnede orkestra yerini almış, akort sesleri geliyordu. Biz öne geçip yerimize otururken fark edildik ve bir alkış tufanıyla karşılandık. Eşim ve çocuklarım oturdular, ben de elimle selam verip sessizce yerime yerleştim. Konuşma filan istememiştim.

Konser başladı. Başta heyecanlı görünüyorlardı, ancak ikinci şarkıdan sonra canlandılar. Gözleri ışıl ışıldı, mutluydular, başaracaklardı. Bunu her hallerinden anlamak mümkündü. Gayet de güzel gidiyorlar, coşkularını salona da yansıtıyorlardı. Öğrenciler de şarkılara katılıyor, bitince cesaret verici bir şekilde alkışlayıp arkadaşlarına destek oluyorlardı.

Salonun küçük ve kapalı olması sebebiyle herkes yüksek gürültü ve ses konusunda uyarılmıştı sanırım. Şarkılar, müzik, ses ve seyircinin katılımı hepsi birbirine uyumluydu.

Bir ara arkaya baktım, hemen kenarda dikilmekte olan yönetim memuru ile göz göze geldik "Dışarsı nasıl, her şey yolunda mı ? " anlamında baktım. O da "Hiçbir sorun yok, rahat olun" anlamında bir işaret yaptı. Rahatlamıştım, başarmıştık galiba. Orkestra Fatih Erkoç'un "Ellerim Bomboş" şarkısını çalıyordu. Nermin de bir harikaydı doğrusu.

Fark ettim ki eşim ve çocuklarım da şarkıya tempo tutuyor. Ben de gerginliğimi yendim ve kendimi müziğin akışına bıraktım. Son haftalarda çok yorulmuştum, aslında doya doya ağlamak istiyordum. Tam da şarkısıydı yani, yüzüm gülüyor, ellerim tempo tutuyor ama gönlüm sağnak sağnak yağıyordu:

"Ellerim bomboş yüreğimde bir sızı / Ateşe atılmış bir demir gibi kor hala / Ellerim bomboş gözümde yaşlarla / Güneşin kavurduğu bir çöldeyim…"

Spor salonunda tekvando

Geçirdiği tadilattan sonra Uludağ Üniversitesi Beden eğitimi bölümü eğitimine kapalı spor salonumuzda devam ediyordu. Bu öğrencilerin yurda giriş çıkışları sorununu da kendi kartlarında basit bir etiketle halletmiştik.

Okul gündüzleri, biz akşamları ve hafta sonları salonu kullanacaktık. Böylece, hem salon atıl durumda kalmaktan kurtuluyor, hem de sürekli bakım ve güvenliği teminat altına alınmış oluyordu.

Bir grup öğrenci salonda taekwondo çalışmak istedikleri zaman memnuniyetle kabul ettik.

Çünkü, her alanda ve her grupla hizmet etkileşimi içinde olmak artık değişmez politikamız olmuştu. Bu yüzden gelenler E Blokla ilişkili olduklarını saklamadılar. Biz de bu talebi o grubun yurdun sosyal faaliyetlerine katılma isteği olarak gördük.

Mümkün oldukça hemen her gruba önemsedikleri sosyal, sportif ve sosyal etkinlikler için izin vermeyi düşünüyorduk. Nedeni çok açıktı. Böylece yurtta bir denge kurulmuş ve tüm grupların genel iyileşmeye katkıları alınmış olacaktı.

Ayrıca, her birinin içgüdüsel olarak kendilerine sağlanan bu imkanları koruma gayret içinde olacaklarına da emindik. Sonuçta bu sinerji yurttaki genel ortamın sürdürülebilirliğinin de bir tür güvencesi haline gelecekti. 

İyi niyetimi göstermek için büyük kızım ve oğlum da çalışmaya dahil oldular. Anlaşmaya göre, taekwondo çalışması haftada üç gün akşamları saat 19.00 ile 21.00 arasında gerçekleşecekti. Bu sürede çalışmaya refakat edecek Yönetim Memurlarımız da nöbet usulü orada bulunacaklardı.

Çalışma bu şekilde başladı ilk günler 20 kişi civarındayken, ikinci hafta bu sayı 40'a çıktı. Birkaç defa ben de gidip çalışmayı izledim, hocaları Tıp Fakültesi 4. sınıf öğrencisi iyi bir gençti. Vedat karakteri sağlam, inançlı bir milliyetçiydi. E Blok liderleri arasında değildi ama kendisine saygı duyuluyor, sözü dinleniyordu.

Birkaç kez toplu ortamlarda, gerginlik saatlerinde arkadaşlarını teskin ettiğini görmüş, çözümcül yaklaşımları dikkatimden kaçmamıştı.  Kemal'in grubuyla da iyi bir iletişimi vardı. O da memnun olmuştu çünkü böyle bir spor faaliyetine destek vermeme.

Bir gün ben idare merdivenlerinde duruyordum. Sanırım ön taraftaki çimlerin biçimi yapılıyordu. Vedat da iki arkadaşıyla okuldan geliyorlardı. Selam verdiler bana, selamlarını aldım "Nasılsın Vedat ? Çalışma nasıl gidiyor ? " diye sordum gülerek. Vedat hemen yanıma geldi "İyiyim hocam, sağolun.

Size tekrar teşekkür ederim, çalışma şimdilik iyi gidiyor. Sınav zamanları bazen sayı düşüyor ama hiç 30 kişinin altına düşmedik. Sizin çocuklar da iyi maşallah. Sayenizde biz antrenman yapmış, yeni yeni gençler de bu spora ısınmış oluyorlar."

Omuzuna vurdum dostça "Rica ederim Vedat, keşke seni emeğinin karşılığını da verebilsek. Ama, bu yıl olmadı inşallah seneye" diye devam ettim. "Yok hocam, ne gereği var. Ben bu işi severek gönülden yapıyorum. Hem benim kendi sağlığım için de yararlı" diye itiraz etti teklifime. 

"Peki Vedat sen de sağol, yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyle olur mu ?" dedim usulca, gözlerine bakarak. Elimi sıktı iki eliyle "Tamam hocam, hoşça kal" dedi dönüp arkadaşlarına yetişirken. Sevmiştim bu delikanlıyı, adam gibi adamdı

Yek mume, dü mume..

Akşam saati geç vakit odamda çalışıyordum. Bir davul zurna sesi geldi kulağıma. Zaten yorulmuştum, elimi yüzümü yıkayıp biraz dolaşmalıydım.  Bu ses bahane olmuştu kalkmama.

İki bina arasındaki geçiş basamaklarında nöbetçi Yönetim Memuruyla karşılaştım "Ne oluyor, ne bu ses ?" Yönetim memuru kızardı "Müdürüm şeyy..şeyler halk oyunu oynuyorlar." Anlamıştım, yine de üstüne gittim memurun. "Nasıl izin verirsin, nasıl mani olmazsın bu şeyylere ?" Kelimeyi onun bamteline bastıra bastıra vurgulamıştım.

"Ama müdür bey, siz demiştiniz ki ? Hani siz görüşmüştünüz ya ? Ondan bu şeyler gelmiş işte" artık teklemeye başlamıştı. Milliyetçi bir çocuktu, o grubun adını bile anmak istemiyordu, içten içe bana kızdığını da biliyordum. Daha fazla sıkıştırmaya gelmezdi. "Tamam Ergün. Gel bakalım bu şeyyler ne yapıyorlarmış."

Güneydoğu grubuna şimdilik idarenin yanındaki boş kafeterya binasının üst katını vermiştim. Kemal'le Halil gelip aracılık etmişlerdi. Kısa boylu, esmer siyah gözlü kalın bıyıklı biriydi getirdikleri. Yurtta onlara da Halk Oyunu çalışabilmeleri için izin ve yer verilmesini istiyordu.

Bu şekilde tanıştım Selahaddin'le. Biraz da konuştum öteden beriden. Sadece izin istemiş olmaları bile önemliydi benim için. Zira bu daha önceleri hiçbir şekilde yapmadıkları bir şeydi. Yine de grubu ne kadar temsil ettiğini, etkisinin ve liderliğinin olup olmadığını anlamam gerekiyordu.

Geçen yıldan bu yana bu grupla birkaç kez temasımız olmuştu. Ama her seferinde bir başkasıyla karşı karşıya kalmıştık. Anlaşılan bu "Şeyy.." grubunun eş başkanları çoktu. Ama deneyimlerim bir şeyi bana açıkça göstermişti, bunlar bir şeye söz verdilerse yapıyorlardı. Ne fazla ne eksik, sadece sözlerini. Kurulan ilişkiyi sulandırmıyorlar, konuşulan mevzuyu başka işlerle karıştırmıyorlardı.

Salona girdiğimizde "Yek mûmik, du mûmik, sê mûmik /Çar mûmik, çarde mûmik/ Serê malê misqalik/ Bûk li zavê bimbarek ha nînna/ Ha nînna heyra nînna" diye çalıp söyleniyor, halay çekiliyordu.

Başlarında Selahaddin, yaklaşık 25 kişi kadardılar. Selahaddin yurt öğrencisi olmadığı için kendisine görevli kartı vermiş, davul zurnacıların da onunla birlikte ziyaretçi kartı alarak girebilmelerini sağlamıştık.

Bizi görünce bir el işaretiyle davulu susturdu Selahaddin, oyun da anında durdu tabi. Yanımıza geldi ve merakla bize bakarak "Hayrola Müdür bey, bir şey mi var ?" dedi Selahaddin. "Yok, yok Selahaddin. Sesinizi duyduk da, öyle bakmaya geldik." dedim gülerek.

Pek tatmin olmamıştı, açıklama ihtiyacı hissetti "Bu türküyü bilirsiniz sizin -bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur- diye bildiğiniz türkü. Oynadığımız da halaydır." Tamam" dedim" Selahaddin, oynamaya devam edin siz."

Seyirci birkaç öğrencinin yanına oturduk. Halil de onların arasındaydı "Sen neye oynamıyorsun Halil ?" dedim göz kırparak. Halil hemen oturduğu yerden kalkıp yanıma oturdu, biraz aksıyordu "Müdürüm ben top oynarken ayağımı incitmişim. O yüzden bu hafta oynayamıyacağım."

Davul zurna yeniden çalmaya başladı, bu sefer türkçe söylüyorlardı "Bir mumdur iki mumdur üç mumdur / Dört mumdur on dört mumdur /Bana bir bade doldur /Bu ne güzel düğündür ha ninnah/ Ha ninnah ha ninnah"

Gülümsedim, Ergün'e dönüp laf attım "Bak Ergün seni görünce değiştirdiler. Nasıl da korkutmuşsun insanları." Ergün kaçamak bakışlarla Halil'e baktı, ama o gülüyordu. Sonunda o da artık kendisine takıldığımı, şakadan sıkıştırdığımı anladı da bu sefer hep birlikte güldük.

Güney doğulu öğrenciler bu etkinliğe fırsat buldukça devam ettiler. Biz de onların bu birlikteliklerine zaten boş duran bu büyük salonda müsaade ettik. Bu şekilde ben zaten önleyemeyeceğimiz şeyleri "izinsiz" suçlamasıyla karşıma almaktan kurtuluyor, onlar da halay çekip türkü söylemeyi kavga etmeye tercih ediyorlardı.

Zaman zaman sert bir şekilde karşı karşıya geldiğimiz de oldu, ancak artık hiçbir şey eskiden olduğu gibi birbirinden kopuk değildi. Konuşabiliyor, birbirimizi dinleyebiliyor ve sessiz bir ateşkes uygulaması sürdürebiliyorduk.

Ben ona "Şarkın aslanı Selahaddin ! " dedikçe, o da bana  "paşnavê min eyyubî ye (soyadım eyyübidir) diye cevap verir olmuştu. Halil, Selahaddin ve davul zurna sesinin yurttaki barış için katkısı büyüktü.

Devrimci resim sergisi

Bugün 15 Ocak, Timur'un resim sergisi açılıyor. Bugün aynı zamanda "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanan Türk şair, oyun yazarı, romancı, anı yazarı Nâzım Hikmet Ran'ın da doğum günü.

Timur sergisini ısrarla 15 Ocak'ta açmak isteyince doğrusu başta anlayamamıştım. Sonra öğrendim ki namı-ı diğer Nâzım Hikmet 15 Ocak 1902'de Selanik'te doğmuş. Onun doğum gününe denk getirmek istemiş Timur sergisini. Hatta adını da "Nazım, mavi gözlü dev" olarak belirlemiş.

Bu konu başta yardımcılarım olmak üzere pek çok yönetim memurumu da rahatsız etti. Ancak, Nazım Hikmet'in neticede önemli bir şairimiz, onun düşüncesinde olanlar için de değerli olduğunu anlattım uzun uzun.

Zaten kantinde bir resim sergisine akıl erdiremeyenler, üstelik bir de Nazım'ın ismiyle açılmasını hiç kabullenemiyorlardı. Neticede anlaşıldı ki yine bu iş benim emrimle ve benim sorumluluğumda yapılıyor; "siz bilirsiniz" deyip çekiliverdiler kenara. İş başa düşmüştü. Sömestr tatili yaklaşıyordu ve Timur serginin 10 gün kalması gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden bir haftadır kantinde görevli yönetim memuru Ekrem ve Timur'la serginin gününde ve emniyetli bir şekilde açılabilmesi için büyük çaba göstermiştik.

Salon hazırdı ama, daha bir çok ihtiyaç çıktı hazırlanırken. Allahtan Timur'un arkadaşlarının da el atmasıyla sergiyi gününe yetiştirmiştik.

Bu arada, hem Timur'la hem de arkadaşlarıyla birebir görüşüp konuşma imkanı bulmuştum. Tahmin ettiğim gibi Timur'un etrafında okuyan, yazan, çizen elit bir grup birikmişti. Belli bir ideolojik çizgiye de sahiptiler, ancak asla şiddet yanlısı değillerdi. Bizim çalışmalarımızı da ilgiyle izliyorlar, fakat mesafeli davranıyorlardı.

Onlara göre bizim mutlaka kafamızın arkasında gizlediğimiz art niyetlerimiz vardı. Gösterdiğimiz demokratik tavır ve özgürlük yanlısı tutumumuz yanıltıcıydı. Devletin, hele hele benim gibi kişilerin, gerçek demokrasi anlamında bir düşünceleri olamazdı.

Sergiyi gezmek üzere kantine girdiğimde bir grup öğrenci benimle görüşmek istedi. İçlerinde başörtülü kız öğrenciler de vardı ama ağırlıklı olarak E Blok grubu olduğu anlaşılıyordu. Mecburen ayaküstü konuşmamız icap etti.

Önce Nazım Hikmet sergisi nedeniyle bana bir güzel sitem ettiler. Vatan haini bir kaçağı nasıl olur da yurtta anarmışım, asılan resimler hep yasa dışı komünist simgelerle doluymuş. Yurt yönetmelikleri buna müsaade ediyor muymuş. Yanımda iki müdür yardımcım vardı. Onlar iki üç adım geride duruyorlardı.

Sabırla dinledim onları dedim ki "Gençler Necip Fazıl'ı nasıl bilirsiniz ?" Duraladılar, sonra neredeyse hep bir ağızdan "O bizim üstadımızdır. Allah rahmet eylesin, şairlerin Sultanıdır o. Bizim için büyük bir adamdır" dediler.

"O zaman dinleyin !" dedim onlara. "Şimdi bizim sevdiğimiz, yere göğe koyamadığımız rahmetli üstad bu ülkenin zindanlarında onlarca yıl yattı. Kendisine gerici, yobaz, çağdışı dediler. Ülkesinden kaçmadı ama kendi vatanında parya muamelesi gördü.

Soruyorum size ona yakıştırılan bu vasıflar, gördüğü bu muamele rahmetli üstadın değerini azalttı mı ? Sizlerin, bizlerin ona karşı sevgisini bir zerre azalttı mı ?" Yine hepsi ağız birliği etmişçesine "Asla !" diye cevap verdiler.

Devam ettim "Gençler siz, biz nasıl Necip Fazıl'ı, Arif Nihat Asya'yı, Sezai Karakoç'u seviyorsak bu gençler de Nazım Hikmet'i seviyorlar. Üstadı seven milyonlarca insanımıza karşılık, Nazım'ı da seven bir o kadar insan var bu ülkede.

Ne onların fikirlerini ne de Nazım'ı sevmek zorunda değiliz. Ancak, sevdiklerimize, kendimize saygı istiyorsak, biz de onların sevdiklerine saygı göstermeliyiz. Neticede aynı ülkede yaşıyoruz, kardeşiz, aynı bu yurtta kalmak, burada birlikte yaşamak gibi."

Bir sessizlik oldu, bazı başlar öne eğildi. "Gençler müsaade ederseniz, sergi açılışına katılacağım. Ben bu yurdun müdürüyüm. Vazifem hepinizin inanç ve düşüncelerini dikkate almaktır. Hepinize eşit mesafede talepleriniz karşılamaktır" diye de bağladım sözlerimi.

Çemberden çıkmak üzere hazırlanıyordum ki başörtülü kızlardan biri "Hocam !" dedi. Döndüm "Hocam, biz bir mevlid programı düşünüyoruz. Bize de izin verir misiniz ?" diye sordu. Al yanaklı güzel yüzünde güller açıyordu adeta.

Kabaran bütün duygularım iniverdi "Tabi.." dedim "tabi ki izin veririm. Ne demek ?

Siz böyle bir şey istersiniz de ben hayır der miyim ? Seve seve, seve seve. Ne zaman isterseniz bana gelin ayrıntıları konuşalım. Sizin adınız ne ?" "Gülçin" dedi "Gülçin Selamoğlu." Sevindiği belliydi, gözlerinin içi gülüyordu adeta. 

Sergi salonunun kapısına geldiğimizde Timur ve arkadaşlarının merakla bize doğru baktıklarını fark ettik. Muhtemelen o grupla konuştuğumuzu da görmüşlerdi. "Selam Timur, Merhaba arkadaşlar. Hayırlı olsun serginiz" dedim ellerini sıkarken. Hep birlikte içeri girdik. İçersi bir hayli kalabalıktı, bizim geldiğimizi görünce sesler kesildi, bütün gözler üzerimizdeydi. Timur önümüzde, resimler hakkında bilgi alarak tek tek tüm resimleri dolaştık.

Yaklaşık olarak 100 kadar karakalem çalışma sergilenmişti. Ama gerçekten güzel resimlerdi bunlar. Timur'un hakkını vermek gerek, doğrusu bu işte ustaymış. Resimlerin önemli bir bölümü Nazım resimlerine ve şiirlerine ayrılmıştı. Başka sol içerikli, biraz da militanca resimler de vardı kuşkusuz. Ancak resimlerde, güvercin, zeytin dalı, deniz, gökyüzü ve çiçek imgeleri kullanılmıştı. Yani genel olarak barış ve özgürlük temelinde Nazım üzerine odaklanmıştı sergi.

Resimleri beğendiğimi gördükçe başta Timur olmak üzere bizi dikkatle izleyen arkadaşları da canlanmışlardı. Ziyaretçi defteri önüne geldiğimde salon normal cıvıltısına dönmüştü yeniden.

Ayak üstü ikram edilen meyve sularını içip, sohpet ettik. Bu arada bir öğrenci yanımıza sokulup şunları söyledi "Hocam, biraz önce şu grupla konuşmanızı duydum. Necip Fazıl'ı sevmem ama saygı duyarım. Nazımı sevmeyenlerin de olabileceğini bilirim. Söylediklerinizi takdir ettim, sizi çalışmalarınızla izliyorduk ama gerçekten bu demokrat tavrınızdan dolayı sizi tebrik ederim.

Bu serginin açılışına gösterdiğiniz hoşgörü ve destek için de ayrıca teşekkür ederiz. Ben ve arkadaşlarım sizin gerçekten samimi olduğunuza inanıyoruz. İyi ki varsınız." Genç doğrusu çok etkili konuşmuştu. Etrafımdaki bütün öğrencilerin de aşağı yukarı aynı düşüncede oldukları gözlerinden okunuyordu.

"Rica ederim, ben de size gösterdiğiniz ilgi ve alaka için teşekkür ederim. İnşallah bu yurtta çok daha güzel şeyler olacak" dedim. Timur'un "Hocam, defterimize bir şeyler yazar mısınız ?" sözleriyle konu değişti. "Memnuniyetle" dedim cebimden dolmakalemimi çıkarırken. 

Fidan dikme töreni

Yurdun kuzey doğusunda, lojmanlardan aşağı inen yolun sol tarafı bir koruluktu. Sanırım şantiye binaları buradaymış. Ancak, yurt inşaatından bu yana da bakılmamış ve mezbelelik halinde kalmış.  Zaman zaman fundalık arasında içki şişeleri ve çöpler buluyoruz. Demek izbe ve karanlık olan bu yerler bazen farklı amaçlarla da kullanılabiliyor.

Ne zamandır burayı temizlemeyi, ağaçları meydana çıkarmayı ve boş kısımlara da fidan ekmeyi düşünüyordum. Lojmanların önündeki bakımsız alan çocuklar için oyun bahçesi olabilirdi. Ancak, hem belli bir masraf gerektiriyordu, hem de vakit bulup oralara iş gücü ayırmalıydık. Bir vesile olmalı, bir zorunluluk bu düşüncemi desteklemeliydi.

Nihayet böyle bir fırsat Mart'ta ağaç dikme geleneği dolayısıyla elime geldi. Valilik, Üniversite ve diğer kamu kurumları her yıl Mart ayında fidan dikme etkinlikleri düzenlerler. Hatıra ormanları yapılır. Bu yıl da böyle bir hazırlık duyduğumda harekete geçtim. Özellikle Üniversite, Valilik ve Tömer'e yurttaki bu alanın dikim töreni için uygun olduğunu anlattım.

Hatta bu etkinliğe Türki Cumhuriyetlerden gelen öğrencilerin katılabileceğini önerdim. Böylece onların da katkısıyla dikilen fidanlar küçük bir "Türki Cumhuriyetler hatıra ormanı" olabilirdi. Ancak, alanın tören için düzenlenmesi gerekiyordu ve bunun için yardım istiyordum. Tören Ramazan bayramının hemen sonrasında 4 Nisan Pazar günü yapılabilirdi.

Stratejim kabul gördü ve hemen Spor salonunun arkasındaki küçük alan tören için uygun bulundu. Ramazan bayramının ardından Valilikten iş makinaları gelip çalışmaya başladı. Belediyeden de onlarca kamyon toprak geldi. Ben de elimdeki imkanları seferber edip, yukardan aşağı bütün o alanın yeniden düzenlenmesine ağırlık verdim.

Bu arada firma elemanlarını da mesai saatleri dışında, çıkacak yakacak odun karşılığı koruda çalıştırmaya başlamıştım. Bir hafta içinde orası temizlendi, ağaçlar budanıp meydana çıkarıldı, çocuk bahçesi düzlenip taze toprak yayıldı. Ağaç dikilecek alan hazırlandı.

Türki öğrenciler tören için bilgilendirilip, motive edildi. Fidanlar getirildi, tören programı yapıldı, pankartlar yazıldı, davetli listesi ve ikram işi tamamlandı. Alanımız artık ertesi sabah yapılacak fidan dikim törenine hazırdı.

Sabah başta Vali, Rektör, Alay komutanı ve Belediye Başkanı olmak üzere Tömer Müdürü A. Şerif İzgören ve pek çok daire müdürü geldiler. Alanı dolduran Türki öğrenciler böyle bir etkinliğe katılmaktan dolayı sevinçliydiler. Ben kısa bir konuşma yaparak konuklara hoş geldiniz dedim. Yurtta başardığımız işlerden,  yabancı öğrencilerle ilgili hizmetlerimizden bahsettim. Özellikle Tömer ve Üniversite işbirliğimizden de övgüyle söz ettim. Diğer kurumlara da desteklerinden dolayı teşekkür etmeyi ihmal etmedim tabi.

Benim ardımdan bir Kazak öğrenciyi konuşturdum. Sonra da Rektör ve Vali konuştular. Bu arada misafirlere meyve suyu, çay, kahve ve kuru pasta ikram edildi. Sıra fidan dikmeye gelmişti. Hep birlikte toplam 100 fidan diktik neşeyle. "Türki Cumhuriyetler hatıra ormanı" levhasını da yerleştirdik hep birlikte. Misafirlerimizi yolcu ederken yorgun ama mutluydum.

Güzel ve bereketli bir etkinlik olmuştu. Bu hamleyle birden çok netice almıştım çünkü. Protokol için belki rutin bir tören, geleneksel sembolik bir işti. Ancak, Tömer müdürü için Türki öğrenciler için bu etkinlik çok daha fazlasıydı.

Beden Eğitimi Bölüm başkanı mutluydu, çünkü salonun arkası şenlendirilmişti. Yardımcılarım memnundu, zira hemen hemen hiç masrafsız, il çapında bir organizasyonu kazasız belasız atlatmışlardı. Özellikle lojman personelinin bu işe çok sevindikleri de belliydi. Nihayet çocukları için bir oyun alanı olacaktı. Üstelik önlerindeki karanlık bölge artık daha aydınlık, temiz ve bakımlıydı.

Lojmanlara doğru yürürken ben de çok mutluydum. Kafamdaki düşünceyi hayata geçirmiş, yıllardır el sürülemeyen bu alanın ıslahını başarmıştım. Üstelik olmaz denilen, çok masraflı olur denilen, yurtta onca gaile varken buraya mı bakacağız denilen zorlukları da aşarak.

Temizlenince burada eski bir voleybol sahasının zemini bile ortaya çıkmıştı. Şantiye çalışanlarından kalmış, ancak zamanla üstü otlarla, çer çöp ve fundalıkla kapanmıştı. Sonuçta tümüyle ortaya pırıl pırıl bir eser çıkmıştı. Yurdun kuzey doğusunu çevreleyen, hatıra ormanıyla birlikte bizden sonrakilere kalacak yeşil bir kuşak. Spor alanlarının yanı başında, onlara yakışan, renk ve sağlık katan bir çevre. 

Artık bu bölgede duvardan atlayıp yurda giren çıkan gölgeler olmayacaktı. Artık, sık ağaçlar ve fundalık arasında yakışıksız şeyler yaşanmayacaktı.

Kültür merkezi etkinlikleri

Kültür merkezimiz açıktı ve oradaki faaliyetlerimiz sürüyordu. Kayıtlar nedeniyle iki ay başka meşguliyetler söz konusuydu. Ama kasım ayının ortasından itibaren de normal işlevine döndü.

Şimdi başta kütüphane olmak üzere, öğrenci gazetesi, gezi kulübü, şiir ve tiyatro gruplarının da mekanıydı artık orası.

Özellikle Banu ve Hale ile onların ayrılmaz üçüncüsü Orhan'ı hep orada görüyordum. Galiba derslerini çalışmak dahil vakitlerinin çoğunu kültür merkezinde geçiriyorlardı. Bizim arkadaşlar da alışmıştı onlara, sanki bizden gibiydiler.

Bu arada öğrenci gazetesinin de üçüncü sayısını çıkardılar. Bizim de yardımımızla yurt bülteni gibi oldu. Yurtta değişim, bayan kuaförü açıldı, derginiz gazeteniz artık ayağınızda, terzi Yusuf hizmetinizde, Uludağ gezisi vs. gibi bütün yurt haberleri oradaydı.

Ayrıca öğrencilerin şiir, hikaye ve denemeleri de yayınlanıyordu. Gazeteye sığmayan, ya da henüz yayınlanmayan pek çok haber ve yazı da panodan takip edilebiliyordu. 

Kültür merkezine uğradığım bir gün kalabalık bir gruba rastladım. Kızlı erkekli 15-20 kişi kadardılar. Ellerinde şiir kitapları vardı. Dikkatimi çekti selam verip yanlarına oturdum "Merhaba gençler ! Misafir kabul eder misiniz ?" Hep bir ağızdan "Meraba hocam, hoşgeldiniz, tabi tabi buyrun" diyerek bana hemen yer açtılar. Elimi uzattım, kitaplardan birini alıp baktım. 

Tercüman yayıncılık tarafından Temel Kitaplar serisinde yayınlanan “Türk Edebiyatının En Güzel Şiirleri” adlı bir kitaptı.

Masada ayrıca Enis Batur'un Remzi Kitabevinden çıkmış  "Perişey - Şiirler" kitabı, Gültekin Emre'nin En İyi Şiir dalında ödül almış “Düş Kuyusu” adlı kitabı, Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" adlı şiir kitabı da vardı. Diğerlerine bakamadım, daha bir sürü vardı çünkü.

Gençler dikkatle beni izliyorlardı, dilime bir Attila İlhan şiiri geldi kendimi tutamadım, söyleyiverdim "gözlerin gözlerime değince / felâketim olurdu ağlardım / beni sevmiyordun bilirdim / bir sevdiğin vardı duyardım / çöp gibi bir oğlan ipince / hayırsızın biriydi fikrimce / ne vakit karşımda görsem / öldüreceğimden korkardım / felâketim olurdu ağlardım"

Masadan bir sevinç dalgası yükseldi "Hocam, harikasın kimin bu şiir ?" dedi birisi. "Attila İlhan'ın, onun galiba üçüncü şahsın şiirinden aklımda kalmış" dedim gülümseyerek. "Asıl siz harikasınız. Konu şiir ve siz gençler olunca bravoyu asıl siz hak ediyorsunuz. Ne güzel bir grup bu böyle." 

Karşımda oturan orta boylu, gözlüklü, kumral güleç yüzlü genç kız konuştu "Hocam, benim adım Seval, Eğitim Fakültesi Edebiyat öğrencisiyim.  İnanın şu an çok sevindik. Şiir seven, şiir konuşan bir müdürümüz olduğu için ne mutlu bize. Ayrıca bize bu ortamı sağladığınız için de teşekkür ederiz." Gruba baktım hepsinin gözleri ışıl ışıldı, bu kızı önemsedikleri, saydıkları da belliydi. "Rica ederim, başka yapabileceğim bir şey varsa söyleyin." Ayrılmak üzere ayağa kalkmıştım, tek tek ellerini sıktım. Bu arada onlar da isimlerini söylediler sırayla.

Son olarak Seval yanıma yaklaştı "Hocam, acaba bir şey istesek çok mu olur ?" Temiz yüzlü asil görünüşlü bir kızdı, ne isteyebilirdi ki ? Gene de şakaya vurarak cevaplandırdım "Ne isteyeceğine bağlı." Diğerleri de etrafımızda, konuşmamıza dikkat kesilmişlerdi, kelimeleri seçerek özenle konuştu

"Hocam, biz görüyorsunuz şiir seven okuyan bir grubuz. Yurtta çok sayıda bizim gibi arkadaşımı olduğunu da biliyoruz. Acaba bize izin verir misiniz bir akşam burada bir şiir gecesi yapsak."

Aslında bu teklif beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Neticede yurt etkinliklerimize bir yenisini daha ilave edecek, havayı daha da yumuşatacaktık. Bu sürdürdüğümüz değişim gayretlerine farklı bir renk ve lezzet katacaktı şüphesi. Ancak sadece bu gençlerin kalbini kazanmak bile buna değerdi.

Gözüm kültür merkezinde sosyal etkinliklerle görevli yönetim memuru Fikret'i aradı. "Buyrun müdür bey" baktım Fikret biz konuşurken yanımıza gelmiş, şimdi de benim hemen yanı başımda dikiliyordu. Zeki çocuktu, durumu çoktan anlamış olmalıydı.

Yine de sesimi grubun da duyabileceği şekilde yükselterek Fikret'e talimat verdim "Fikret bey, bak arkadaşlar bir şiir gecesi düzenlemek istiyorlar. Benim için uygundur, yardımcı olalım onlara. Ayrıntıları sen konuş, Müdür yardımcısı Mustafa beyle de istişare et. Gönlümüz şiire susamış, en kısa zamanda bir şiir ziyafeti çekti canım." 

Kısa süreli bir alkış sesi takip etti sözlerimi. Vedalaşıp ayrıldım kültür merkezinden. Banu, Hale, Orhan ve iki arkadaşı da uğurlayanlar arasındaydı. Görünüşe göre onlar da mutlu olmuşlardı bu küçük alışverişten.

Şiir gecesinin yapılacağı gün benim için oldukça gergin ve yoğun geçmişti. Bir an evvel oturup dinlenmek, işle ilgili hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Arkadaşlarım bana geceyle ilgili ayrıntıları anlattıklarında aslında hiç bir şey duymuyordum. Sadece hazırlıkların tamam olduğu ve gidebileceğimi anlamıştım.

Biri bayan iki yardımcım, Fikret ve üç yönetim memuruyla salona girdik. Salon doluydu, aşağı yukarı 150 kişi kadardılar. Bizi alkışladılar girerken. Seval ve arkadaşları ise özenle giyinmiş, gelenleri karşılıyorlardı.

Ön tarafta bizim için hazırlanmış sandalyelere oturduk. Sunucu da Seval'di. Kısa bir açışla beni mikrofona davet etti. Pek tadım yoktu ama galiba birkaç kelime etmem lazımdı. Alkışlar eşliğinde mikrofonu elime aldığımda salonda çıt çıkmıyordu. Önce birkaç bildik selam kelam hoş geldiniz gibi kelimeler döküldü ağzımdan. Durdum, derin bir nefes aldım. Sonrasında bir çağlayan gibi yüreğimden gelip dudaklarımdan dökülen şu mısralar işitildi mikrofondan:

"Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? / Sevmek için güzele mi bakmalı? / Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? / Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? /  Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? / Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? / Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? / Solması için gülü dalından mı koparmalı? / Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? / Öldürmek için silah, hançer mı olmalı? / Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı? "

Şiir bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Bu coşkun tezahürat arasında "Hepinizi gözlerinizden öpüyor, gecenizin hayırlı olmasını diliyorum" sözlerimin bile duyulduğunu sanmıyorum. Mikrofonu Seval'e verdim, döndüm yerime oturdum.

Alkış dakikalar sonra bittiğinde Seval yeniden havalandırdı salonu. "Müdürümüze çok teşekkür ederiz. Victor Hugo'nun -Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?- adlı şiirini paylaştı bizimle."

O gece gerçekten manen yeniden şarj oldum denilebilir. Eski yeni birçok şairden parçalar okundu. Hatta divan edebiyatının seçkin eserlerinden de örnekler vardı aralarında. Küçük de bir yarışma yaptılar. Kendi şiirlerini okuyan 7 kişiden en çok alkış alan ilk üçüne şiir kitabı hediye edildi. Salonun coşkun alkışlarıyla bir kez daha ödüllendirildiler.

İki saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Gece bitip oradan ayrılırken, dinleyicilerden bir çok öğrenci bize tekrar tekrar teşekkür edip sevgi gösterisinde bulundular. Süleyman ve arkadaşları da aralarındaydı. Tabi Orhan, Banu ve Hale de.

En son Seval'in elini sıkıp vedalaşırken onun gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. İçimden onu alnından öpmek geldi, fakat kendimi tuttum. "Hoşça kalın, güzel insanlar" diyebildim ancak.

Dayanışma gecesi

İnsan beşbin kişilik bir ailede yaşasaydı herhalde hayatı çok renkli olurdu. Onun gibi bu yurtta da herkesin, her grubun bir hikayesi, bir aorası vardı.

Bir gün üç öğrenci geldi odama. Beni Bursa'da bir geceye davet ettiler. Çerkez kökenli gençlermiş. Bir kafkasya dayanışma ve folklor programına katılmamı istediler. Biraz konuştuk, bizi çalışmalarımızdan izliyor, yaptıklarımızı beğeniyor ve destekliyorlarmış. Aralarında olmam onları memnun edecekmiş.

Zaten Pazartesi günü sömestr tatiline girilecekti. Yurdun yarısı Cuma gününden memleketine gitmişti. Kendimi yorgun hissediyordum ama onları da kıramadım.

Çekirge semtinde bir düğün salonuydu adres. Kapıda beni tanıdılar ve alıp önde bir masaya götürdüler. Masada on kişi kadar vardılar. Hepsi benim öğrencimmiş. İçlerinden bazılarını hatırlıyordum ama, doğrusu hiç bugüne kadar bire bir tanışıp, görüşmemiştik.

Tek tek kendilerini tanıtıp hoşgeldiniz dediler. Olağanüstü saygı ve konukseverlik gösteriyorlardı.  İçlerinden iki kız ve bir delikanlı kafkas kıyafeti giymişlerdi. Ekipte görevliymişler. Benim de nereli olduğumu, kökenlerimi merak ediyorlardı.

Çerkez değildim ama benim aile büyüklerimin de 93 savaşı denilen günlerde Bursa Balıkesir taraflarına göç etmiş gürcülerden olduğunu anlattım. Daha da sevindiler.

Onlar da aynı acılı yıllarda vatanlarını deniz yoluyla terk etmiş acılı ailelerin torunlarıydılar. Çerkez halkı da aynı rus zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmış müslüman topluluklarındandı.

Bu büyük göç sırasında karadenizde ağır kayıplar vermiş, Samsun taraflarında sahilde hastalıktan kırılmış bir neslin bu topraklarda yeniden kök salmış fidanlarıydılar. Doğal olarak geçmişlerini, kökenlerini, dillerini ve kültürlerini unutmak istemiyorlardı. Ben de onların bu hassasiyetlerine, bağlılıklarına saygı duydum. 

Bir dernekleri varmış ve her yıl bu etkinlik yapılırmış. Bana, o gece için yapılmış yiyecek ve içeceklerden ikram ettiler. Benimle sohpet etmeleri güzeldi ama ne de olsa onlar gençti. Müzik çalmaya başlayınca duramıyorlardı. Baktım nöbet gibi mutlaka ikisi yanımda kalıyor, benimle ilgileniyor diğerleri oynuyorlardı. Biraz sonra bir başka iki kişi geliyor, berikiler oyuna kalkıyorlardı.

Onların yüzüne baktığımda güzel, renkli, acılı memleketimin özetini de görür gibi oldum. Hepimiz dört kıtadan Anadolu topraklarına sıkışmış Osmanlı bakiyesi bir millettik. Ayrımız gayrımız yoktu ve işte bu gençler gibi ülkemizin insanları da bin bir dağdan derlenmiş çiçekler gibiydiler. Her birinin kendine has ayrı kokusu, tadı ve görüntüsü vardı. Bu yüzden seviyordum ülkemi.

Karadenizlisiyle, Egelisi, Çerkeziyle Gürcüsü, Türküyle Kürdü, Manavıyla Muhaciri hepsi bir bağın farklı meyveleriydiler. Ama hepsi bir arada lezzetli, hepsi bir arada anlamlıydılar.

Kirazın tadıyla eriğinkisi bir olur mu, ya yemişle armudun lezzeti ? Üzüm bir olur mu fındıkla ? Rabbim hepsini ayrı güzellikte yaratmış. Yine de onlara anlam, renk ve lezzet katan aynı bağın bostanı olmaları değil mi? Kökleri farklı olsa da neticede aynı toprakta kök salmış, aynı suyla boy vermiş, aynı havada nefes almış çocuklar değil mi bu insanlar ?

Her şey tadında güzel. Artık kalkma zamanı gelmişti. Müsaade istedim, hepsi beni arabama kadar uğurladılar. Davetlerine gelmiştim, mutluydular. Ben de memnundum, zira bu gençlerle de tanışmış, konuşmuştum. Onlar artık benim sadece öğrencim değil, kardeşim ve dostumdular da.


Yabancılar geliyor

Eskiler, yeniler

Odamızın düzeni bozulmamıştı. Eski Arkadaşlar, yine hep birlikteydik. Halil bile zaman zaman uğruyordu. Ama anladığımız kadar artık Okan onlarla birlikte değildi. Başta biraz gergindiler, Halil onu zorluyordu galiba. Buna rağmen Okan bizlen, Orhan'la olmayı tercih ediyordu.  

Biz de durumu fark etmiş onu bırakmamaya çalışıyorduk. Top oynamaya da başlayınca Kemal abiler de onu iyice sahiplendiler. Halil de azıcık uyarılmış olmalı. Bu günlerde odaya geliş gidişleri seyrekleşti. Okan'ın da morali iyi görünüyor.

Bizim Mehmet'le bu sene ikinci senemiz. Artık tecrübeli olduk sayılır. Mehmet'le Okan'ın arası çok iyi. Şehit torunu olduklarını öğrendiklerinden beri sanki aralarında akrabalık varmış gibi oldular. Bir yere gideceğimiz zaman "Okan da gelsin, Okan nerde ? Hadi Okan !" dilinden düşmüyor Mehmedin. Okan da her fırsatta Mehmet'le olmayı, ona danışıp sohpet etmeyi kolluyor. Mehmet ona "Hemşerim" diyor. O da ona "hocam".

Bazen Mehmede takılıyorum "La oğlum, Haymana nere, Klastamonu nire ? Bu hemşerilik nerden, ne ara kanka oldunuz siz ?" Mehmet kızarıyor "Ya Süleyman, hepimiz hemşeriyiz, hep arkadaşız. Okan iyi çocuk, kıskanma" diyor gözlerime bakarak.

Biliyorum alınmamı, üzülmemi istemiyor. Vuruyorum omzuna "Tamam ya, sizin büyük dedeleriniz de arkadaşmış zaten, ondan sebep bu muhabbet" diyorum gülerek. Bu konu onun için çok ciddi "Evet" diyor, "öyleymişler tabi." 

Levent ve Hamit'in üçüncü seneleri bu yıl. Sanki daha fazla ders çalışır oldular. Alttan dersleri kalmış galiba. Kemal abinin bir gün onları azarladığını duyduk da öğrendik. "Bu dersleri vermezseniz top oynayamazsınız. Ne lan bu tembellik ? Nerdeyse mezun olacaksınız hala havaya giremediniz. Çakarım ha !"

Şakayla söylenen bu sözler beklenen etkiyi yapmış olmalı ki, şimdi ikisi de ders notu peşinde. Okuma salonundan çıkmıyorlar.

Orhan'sa zaten bizim grubun neşesi. O olmadığı zamanlar kendimizi eksik hissediyoruz. Odaya girdiği andan itibaren de onunla birlikte neşe doluyor sanki ardı sıra. "Heeyt ! Na'ber oda halkım ?" sesiyle beraber şaka, şamata gırla gidiyor 308 numarada.

Hele de Banu'yla arası iyiyse değme gitsin neşesine. Kırıp geçiriyor bizi gülmekten. Bazen parçalı bulutlu oluyor yüzü. O zaman da biz takılıyoruz ona "Ne o lan, Balıkesir efesi ? Egede gemilerini mi kaybettin, yoğsam yengemiz bozuk mu çaldı bogün ?"

Yalancıktan kızıyor bize, efeleniyor "Gidin başımdan be ! Bi şeyciğim yok benim. Nerden çıkardınız şimdi. Hem yenge menge karıştırmayın bozulurum ha !"

Yalnız son günlerde Orhan'da gizli saklı bir meşguliyet var. Birdenbire elinde bir sürü kaset peydah oluverdi bir de Wolkmen. Durduk yerde bu müzik aşkını "Banu'nun başına vurması" olarak yorumladık. Birkaç kere "ya ! ver şu wolkmeni de biz de biraz kaset dinleyelim" dediysek de alamadık. Hatta biraz kızdı mı ne ?

Güldük, üzerinde durmadık. Orhan bu sana, sağı solu belli mi olur. Ama dün bir mikrofon vardı galiba elinde. Garip.

Bazen dışarda, yurdun çevresindeki yolda yalnız başına geziyor. Aşkından deli oldu herhal. Kendisi kaset dolduruyor şimdi dedim içimden.

Kayseri'li Metin biraz içine kapanık gibi görünüyordu. İlk yılın acemiliği, ürkekliği de vardı tabi. Bu hali Levent abinin üstüne üstüne gitmesini tahrik ediyordu. Kasti olarak Kayserili fıkraları anlatıyordu. O kadar ki Metin gözümüzde kurnaz, sinekten yağ çıkaran biri gibi görünüyordu.

Günler geçtikçe o da bu role alıştı galiba. Parayla, alışverişle ilgili konular olduğunda kendini ortaya atıyor, acemice işler yapıyordu. Bu sefer de makaraya sarılıyordu tabi. Aslında kendi halinde sakin bir çocuktu. Biraz cimri, hesabi bir tarafı vardı galiba. O yüzden Kayseri'li rolüne ısınmıştı.

Hasan Zonguldak'lı, biraz da genç irisi bir arkadaştı. Ama saf bir tarafı vardı Hasan'ın. Aklına gelen, içine doğan dilindeydi. Öğretmen olmayı takıntı haline getirmişti. Bize okulda öğrendiği kimya deneylerini anlatmaya çalışıyordu her fırsatta.

Tombul gövdesi hayli ürkekti yalnız. Yurtta daha önceleri olup bitenler anlatılırken en çok tırsan oydu. En ufak bir gürültüde beti benzi atıyor "Ne var, ne oluyor, olay mı olmuş ?" diye heyecan yapıyordu. Onun da abisi Okan'dı. Böyle hallerde Okan onu sakinleştiriyor, şöyle yap, böyle yapma diye ona abilik ediyordu.

Kemal abi bu yıl tezini vermiş, mastırını tamamlamıştı. Doktora yapmak istediğini söylüyordu. Bu yıl altıncı senesiymiş burada. Yurda o kadar alışmış, o kadar bir parçası olmuş ki bazen onun ailesinin olmadığını, burada doğup büyüdüğünü düşünür olmuştuk.

Ama iyi ki vardı, iyi ki onu tanımış onun grubu içine girmiştik. Bu yurtta hem öğrenciler arasında hem de idare arasında bir itibarı vardı.

Bilenler Üniversitede de aynı şekilde sevilip sayıldığını söylüyorlardı. Bütün spor etkinliklerinde başrollerdeydi. Özellikle de futbolda. Müsabakalarda hakemlik yapardı. Hatta taca çıkmış topun yeniden ayakla vurularak oyuna dahil edilmesini o teklif etmiş FİFA'ya.

Tabi biz onun sadece bu yönlerini değil, insani yönlerini, abiliğini, olgunluğunu, arkadaşlarını koruyup kollayan vefalı dostluğunu da biliyorduk. Bu yurdun daha iyi bir ortama kavuşması için katkılarını da.

Okulda olay, kantinde şenlik

6 Kasım günü Fen Edebiyat kantininde kavga çıkmış. Birileri YÖK'ün kuruluşunu kafasına göre böyle kutluyor herhalde. Sözde harçlar olmak üzere üniversitelerdeki her türlü sorunun kaynağı oymuş. Bir başkaları da üniversitelerin jandarması gibi.

Böyle günler ufak bir kıvılcım bile yetiyor kapışmaya. Bu kavganın etkilerinin yurda yansıması da kaçınılmaz oluyor tabi. Hadi bakalım kantinde pankartlar, bildiriler, gruplaşma ve gerginlik. Yani en az bir hafta on gün huzursuzluk, gerginlik...

Yalnız biz gerginlik var diye oralara pek sokulmazken duyduğumuza göre kantinde bir şeyler oluyormuş. Kantincinin malzeme deposu başka yere taşınmış. Merdivenlerin sol altında kapalı bir başka salonda da tepeleme kırık sandalye ve masa varmış meğer. Onlar da temizlenmiş. Levent'in anlattığına göre boşalan salonların boya badanası yapılıyormuş. Hazırlanan bu yeni salonlarda konserler, sergiler, kurslar, seminer ve sohbetler yapılacakmış.

Bu haberleri duyduktan bir hafta sonraydı. Akşam yemeğimizi yemiş merdivenlerden iniyorduk. Bir müzik sesi geldi kulağımıza. Kantin sakin görünüyordu. Gayri ihtiyari sesin geldiği yöne baktık.

Sağdaki yeni salonda 7-8 kişilik bir müzik grubu toplaşmış çalışıyorlardı. Gözlerimize inanamadık. Bateri takımı, elektro gitarı,  bas gitarı ve orgu ile bayağı bir orkestraydı bu. İçlerinden bazılarını tanıyorduk. Bizim gibi bazı meraklılar da vardı seyreden.

Herkes birbirine soruyordu. Konuşmalara kulak kabarttık "Müdür bey bu salonu bu öğrencilere vermiş. Konsere hazırlanıyorlarmış." Bu sefer de kulaklarımıza inanamadık. Burada, yurtta konser ha ? Olacak şey değil ! Bir taraftan da sevindirik olmuştuk.

Hasan koca gövdesiyle kendinden geçmişti bile. Mehmet bir bana, bir ona, bir etrafına şaşkın şaşkın bakınıyordu. Bir an evvel haberi diğer arkadaşlara vermeliydik. Hızlı adımlarla kantinden çıktık.

Konser gününü iple çektik. Nasıl olduysa bugün aşırı gruplar meydanda yoktu. Kantin de normal hareketlilik içindeydi. Öğrenciler yemek ya da çay için girip çıkıyorlardı. Salon kapısında bizi Haleyle Banu karşıladılar. Biz ben, Mehmet, Orhan, Hasan ve Metin beş kişiydik. Levent'le Hamit çalışıyorlardı, Okan'ın da Bursa'da işi varmış. Kemal abi zaten birkaç gündür ortalarda yoktu.

Banu bize oturacağımız yere kadar eşlik etti.  Erkenden ortalarda bir sıraya oturduk.  Zaten küçük bir salondu, yarım saat içinde de dolmuştu. Salonun ön köşesi sahne gibi ışıklandırılmış, mini orkestra da yerini almıştı.

Arkadan yükselen alkışlar akort seslerini bastırdı bir ara. Baktık müdür bey de eşi ve iki çocuğuyla konsere gelmiş. Hoşumuza gitti, demek söylenenler doğruymuş. Zaten o desteklemezse olmazdı bu konser. Biraz sonra konser başladı.

Sahnede biri solist 5 kişiydiler. Valla ne yalan söyliyeyim baya da güzel çalıyorlardı. Bu durum kısa sürede salona da yansıdı. Hep birlikte şarkılara katılıyorduk. Şarkılar, müzik ve seyirci katılımı hepsi güzeldi. Hele de Hasan'ı doğru dürüst sandalyede otururken görmedim. Sürekli elleri havada, müziğin temposuna uymuş bir o yana bir bu yana sallanıp duruyordu.

Konser bitip odaya çıktığımızda Mehmet hariç hepimizin sesi kısılmıştı. Helal olsun çocuklara iyi hazırlanmışlardı. Biz de sayelerinde güzel bir akşam geçirmiştik, inşallah bunun arkası gelirdi.

Bu yıl sürprizlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bir gün kantinde resim sergisi olduğunu öğrendik. Aslında maçımız vardı, basket oynayacaktık. Ama sergiyi de merak etmiştik.

Ben, Hamit, Okan ve Orhan üzerimizde forma, eşofman, elimizde topla kantine girdik. Öylesine bakacaktık. Resim sergisi bu defa sol tarafta açılan yeni salondaydı.  Girerken kapıda rastladığımız bazı gençler ve salondaki kalabalık genelde sol ağırlıklıydı. Bir çoğunu bu yönüyle tanıyorduk zaten.

Ama asıl şaşırtıcı olan sergini adı ve içerde sergilenen yüzlerce resimdi. Serginin adı "Nazım, mavi gözlü dev" di ve salondaki resimlerin tamamı sol içerikli resimlerdi. Resimlerin tümü karakalem çalışmasıydı ve "Timur savcı" tarafından yapılmıştı.

İçerde dolaştıkça resimlerin içeriği, mesajından çok bayağı güzel olduklarını düşünmeye başlamıştık. Timur da şu etrafındaki gruba bir şeyler anlatan olmalıydı. Valla helal olsun doğrusu yetenekli çocukmuş. 

Resimlerin yarısı şair Nazım Hikmet'e ayrılmış gibi görünüyordu.  Şiirlerinden alıntılar verilmişti çizimler eşliğinde.  Öylesine bakmaya geldiğimiz sergide ağzımız açık bir saate yakın zaman geçirmiştik. Ama asıl sürpriz ziyaretçi defterindeydi.

Timur'u tebrik ettik ve çıkmadan ziyaretçi defterine bir şeyler yazmak istemiştik. Bizden önce neler yazılmış diye bakarken müdür beyin yazdıklarını gördük. Dördümüz de yazıyı soluksuz okuduk. Aklımızdakilerin hepsi uçup gitmişti. Birbirimizin yüzüne baktık, sonra da hepimiz anlaşmış gibi yazının altını imzalayarak salondan ayrıldık. O sayfada şunlar yazılıydı:

"Sevgili Timur,

Sergini dolaşırken hem sevinç hem de gurur duydum. Sevindim çünkü bu yurtta nihayet ilk defa böyle bir etkinlik yapmayı başarabilmiştik. Olmazı oldurmuş, kafamızdaki vehimleri aşmıştık. Bu ülkenin insanlarının, gençlerinin ne denli yurtsever olduğunu unutmuşuz bir an. Bu konuda birinizin diğerinden asla geri kalmayacağını, iş bu ülkeyi sevmek olduğunda duyguların ortak olduğunu bize yeniden hatırlattığın için sağ ol.

Demek ki akıl tutulması yaşamışız bir süre, birbirimizi ötekileştirmişiz. Her birinizin farklı güzellikte, ayrı renkte ve kendine özgü olduğunu, ama, aynı çınarın dalları, yaprakları, çiçekleri olduğunu yeniden hatırlattı bana bu sergin. Kendi adıma sevindim, sizin adınıza, ülkem adına sevinç duydum bütün kalbimle inan.

Aynı zamanda gurur duydum yeteneğinle. Düşüncelerini, inançlarını çizgiyle kağıda dökebilme başarınla. Ayrıca gurur duydum içinde bulunduğun topluma katkı veriş biçiminle. Değerlerine, şairlerine, şiirlerine sahip çıkma cesaretinle.

Ne mutlu bize ki düşüncelerini özgürce yansıtabilen, ancak başkalarının görüşlerine de saygı gösterebilen senin gibi çok sayıda gencimiz var.

Dilerim bu sergi içinde yaşadığımız yurda olduğu gibi ülkemize de ışık saçsın. Kavgayla, şiddetle, can alarak değil; yazarak, çizerek, düşünerek, konuşarak can verelim bu topraklara. Her birimizin özgürce yaşadığı, kula kulluğun olmadığı, insan haysiyetinin ezilmediği bir toplum inşa edilsin.

Bu duygu ve düşüncelerle, seni can-ı gönülden tebrik eder, başarılarının devamını dilerim. Yurt Müdürü, Yılmaz Yalçın"

Orhan "Vay be ! Helal olsun, neler yazmış öyle ?" demese konuşamıyorduk bile. Takıldım Orhan'a "Ülen ! Hemşerim, hemşerim. Ne kadar kıymetliymiş ya bu hemşerin." Elimden topu kapıp basket potasına doğru fırlattı "Tabi ya, kıskanmayın elbet." Bu defa dördümüz de potadan dönen topu kapmak için hamle yaptık neşeyle.

Orhan'ın sırrı

Nihayet Orhan'ın sırrı çözüldü. Meğer radyo yapmış kendi kendine. İnanılmaz ama doğru.

Odada Levent abinin küçük bir radyosu var. İkide bir onu da ödünç alıyormuş. Pazar günü odada Levent, Mehmet, Okan, yeni arkadaşımız İsmail ve ben öyle uyuşuklanıyorduk. Bir Orhan kıpır kıpırdı. Hazırlanıyordu, çıkacaktı herhalde.

Öğleden sonraydı, gülerek "size bir süprizim var" deyince hepimiz kulak kesildik. Orhan dedin mi neşeye hazır olacaksın çünkü. Bu defa da ne yumurtlayacaktı acaba ?

Elindeki küçük radyoyu kendince bir frekansa ayarladı. Levent'e verip çıktı gitti. Yüzünde hınzırca bir gülümseme vardı. Cepleri doluydu, yalnız bu defa elinde beyaz bir de tel gördüm.  Merakımız iyice artmıştı.

Hepimiz Levent'e baktık. O da gülüyordu, demek sürprizin ne olduğunu biliyordu. Sıkıştırdık, söylemedi. Yalnızca "biraz bekleyin" dedi yüzündeki gülümsemeyi sürdürerek. Bu arada kalktı pencereye doğru yürüdü, radyosu kulağındaydı.

Orhan'la radyo arasında bir bağlantı vardı ama. Doğrusu hepimizin aklına radyodan bizim için bir istek yapmış da, bizim de onu dinlememizi istiyordan başka bir şey gelmiyordu. Hani ya, bunun neresi sürprizdi ? Aynı şeyi düşünmüş olmalıyız ki biraz ilgimiz düştü.

Kaldır kolun oynasın, sür cezveler gaynasın

Biraz sonra Levent camı açtı, yüksek sesle "tamam geliyor" dedi dışarıya doğru. Hepimiz kalktık, seslendiği tarafa baktık, Orhan'dı. Kolunu kaldırmış bize el sallıyor, bir eliyle de mikrofona konuşuyordu. Levent'e döndük baktık hepimiz aynı anda. O gayet sakindi, elindeki radyonun sesini biraz daha açtı.

"Sevgili arkadaşlarım şimdi sizin için Balıkesir'in Kızılcıklar oldu mu türküsünü çalıyorum." Ses tanıdıktı, Orhan'dı bu. Arkasından neşeli bir müzik sesi geldi radyodan:

"Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu…"Hepimizin ağzından koro halinde bir "Aaa !" nidası çıktı. Bir radyoya, bir Orhan'a bakıyorduk.

Türkü devam ediyordu: "..gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu, mendili eline, mendil verdim geline..." Vay Balıkesir'li, gene yapmıştı numarasını. Hem de ne numara. Demek sürpriz buymuş. Neşemiz tavan yapmıştı ama.

Cam açık oynamaya başlamıştık. Bu arada belimize kadar sarkıp sesleniyorduk "Lan Orhan bi de çiftetelli çalar mısın ?" "Ben de Ankara misketi istiyorum ama." "Yaşa lan Orhan, helal sana !" Kısa bir süre sonra hem Orhan'ın çevresi, hem de odamız dolmuştu. Radyosunu kapan odasındaki pencereden sarkarak koroya iştirak ediyordu "Hadi, bi Orhan baba patlatsana be", "Tarkan istiyorum abi", "O ağacın altını çalar mısın Orhan?"

Şarkılar türküler peşi sıra geliyordu. Artık radyonun sesi sonuna kadar açılmıştı. Arada Orhan'ın sesini duyuyorduk "teşekkür ederim arkadaşlar, şimdilik elimde olanı çalabiliyorum. İsteklerinizi ilerki günlerde dinleyebilirsiniz. Frekansımız FM.67, ilginizden dolayı sağ olun. Oynamaya devam ediyoruz. “Şimdi oda arkadaşım Süleyman'ın isteğini yerine getiriyorum "kaldır kolun oynasın, sür cezveler gaynasın."  Bir velvele kopuyor bizim odadan. Oynak ritme uyarak bağıra çağıra oynuyoruz hep birlikte.

O akşam bizim odaya girenin çıkanın haddi hesabı yok. Radyosu olan bizi buluyor. En şaşırdığım şeyse her gelen birkaç kaset getiriyor. Orhan'ın ağzı kulaklarında. Dolabı şimdiden tıka basa kaset doldu. Gelecek hafta sonuna randevu veriyor hayranlarına. Israrlara karşı odada birkaç deneme yapıyor ama, hafta içi olmaz diyor. İlginin keyfini  çıkarıyor hınzır.  Bahanesi de hazır, hem de kurnazca "Radyosu olmayanlar o zamana kadar alsın, istedikleri şarkının kasetini de getirsinler ama. Haftaya, haftaya..."  Anlaşılan haftaya şenlik var.

Bunlar da kim?

Bir sabah okula gidiyoruz, yurdun giriş kapısında onlarla karşılaştık.  Yurda gelmiş bir turist kafilesi gibi duruyorlardı. Hepsi bizim yaşlarda, kız erkek karışık sanırım 10-12 kişi kadardılar. Fötr şapkalı, kendilerine benzer orta yaşlı bir adamın etrafına toplanmışlar, bir yandan anlamadığımız bir dille konuşuyor, bir yandan da ürkek bakışlarla etrafa bakınıyorlardı. 

Yabancıydılar, bu çok belliydi ve muhtemelen uzak bir yoldan gelmişlerdi. Çünkü çanta ve bavulları yanı başlarında adeta bir tepecik oluşturmuştu. İçlerinde sarışın uzun saçlı, beyaz tenli mavi gözlü kızlar da vardı. Şaşırmıştık, kimdi acaba bunlar, nereden gelmişlerdi, bizim yurtta ne işleri vardı ?

Okula yetişmek için acele ediyorduk, ama onlara bakmadan da edememiştik. Gözlerimiz karşılaştı bir çoğu ile. Onlarda merakla bize bakıyordu. Bir an içimden "Siz de kimsiniz ? Nerden geldiniz ?" diye sormak geçti, duraklamışım. Mehmedin çekiştirmesiyle kendime geldim. "Hadi Süleyman, geç kalıyoruz."

Birlikte kapıdan çıktık, toprak yolda yürürken sabah serinliği yüzümüze vuruyordu. Yine de "Ya Memet ! Kim ki bunlar, neden gelmişler ?" diye sormaktan kendimi alamamıştım.

Mehmet gayrı ihtiyari arkaya doğru baktı, sonra da omzunu silkerek yakalarını kaldırdı. "Ne bileyim oğlum, misafir kalacaklar herhalde" dedi öylesine. Montlarımıza gömülüp, ellerimiz cepte okula doğru hızlandık.

Kazak, Türkmen, Azeri,...daha da geliyorlar

Okulda bir tevatür dolaşıyordu. "Türki Cumhuriyetlerden binlerce öğrenci gelecekmiş." Gün boyu bu söylentinin aslı esası nedir anlamaya çalıştı herkes. Hatta bu "Türki" lafı üzerine her kafadan farklı bir sürü yorum geldi. Daha çok Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülke adları geçiyordu.

Nihayet bir öğrenci Sosyal Siyaset dersinde dayanamayıp "Hocam, duyduklarımız doğru mu, nedir bu işin aslı ?" diye soruverdi. Meğer, Başbakan Demirel geçenlerde 10000 yabancı öğrencinin Türkiye'de okuyacağını açıklamış. Aslında bu fikir Cumhurbaşkanı Özal'ınmış.

Daha çok o uğraşıyormuş sovyetlerden yeni kopmuş bu ülkelerle. Gelenler de peyderpey ülkedeki bütün üniversitelere dağıtılacakmış. Öncelikle bir yıl türkçe öğrenip sonra bölümlerine geçeceklermiş. Hoca, anlaşılan bu işe karşıymış ki verdi veriştirdi hükümete. Vay efendim zaten biz kendi gençlerimize yeterli eğitim veremiyormuşuz, bu öğrencilerin masrafları da hepimizin cebinden çıkacakmış, yarım yamalak türkçe ile nasıl ders dinleyeceklermiş, üstelik bir sürü uyum sorunu çıkacakmış…falan, filan.

Benim aklım hala sabah gördüğüm gruptaydı. Hiç öyle kazak, türkmen'e filan benzemiyorlardı. Onlar daha böyle esmer, çekik gözlü olurlar değil mi ? Bunlar basbayağı bize benziyorlardı. Hatta bizden bile daha beyaz tenli idiler. Mavi gözlü, sarışın kırgız hiç duymamıştım. Neyse, nasıl olsa öğrenecektik. Dersler bitti, okul dağıldı biz de yurda döndük.

Dünyanın öte yakası bize gelmiş

Bu sefer idarenin önünü hayli kalabalık bulduk.  Hepsi çekik gözlü, sarı kara gençlerdi. Onlar da gruplar halinde toplaşmışlar, ortalarına aldıkları yönetim memurlarını dinlemeye çalışıyorlardı.

Anlaşılan sözü edilen Türki öğrenciler bunlardı. Baktık, kültür merkezinin önünde Orhan'la, Banu onları seyrediyor, biz de yanlarına dikildik.

"La oğlum, ne oluyo burda, ne seyrediyosunuz, kim bunlar ?" Banu hafifçe kıkırdadı, Orhan'ın keyfi yerindeydi "Hiç oğlum, dünyanın öte yakası bize gelmiş de ona bakıyoz işte" 

Yüzleri kıpkırmızı, ter içinde kalmış Müdür yardımcıları ve Yönetim memurlarına takılıyor gözüm. İşaretle, çat pat anlaşmaya, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Bazen tansiyon yükseliyor, kendi dillerinde bağrışıyorlar. Kendi aralarında gruplaşıp, hararetli hararetli konuşuyorlar. Sonra, bir yönetim memuru elindeki listeyle kalabalıktan on kişi alıp bloklara doğru götürüyor.

Bazıları gidenleri kolundan, montundan çekip göndermemeye çalışıyor. Sanırım beraber olmak istiyorlar, ayrılmaktan hoşlanmamış insanların tepkileri var yüzlerinde. Ama yapacak bir şey yok, görevliler ellerindeki listeye göre hareket ediyorlar. Bire bir de anlaşamıyorlar zaten. Kalabalık böyle gitgide azalıyor.

Bu arada ayaküstü bildiklerimizi anlatıveriyoruz birbirimize. Gelenler Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan'danmışlar. Gündüz de gelenler olmuş. Onarlı gruplar halinde birer ikişer katlardaki boş odalara yerleştiriliyorlarmış.

Daha da geleceklermiş, Azerbaycandan, Özbekistandan, hatta Moğolistandan bile, hepsi 10000 kişiymiş. Sabah Moldavyadan da gelenler olmuş. "Neresi lan orası ?" Banu bilmiş bir tavırla cevapladı sorumu "Avrupa'da, Karadeniz kıyısında küçük bir ülke."

Mehmet araya girdi "Sabah bizim gördüklerimiz onlardı demek." Merak ettiğim soru cevaplanmıştı, ama, kendi kendime "Allah Allah, onlar da mı Türkiymiş ?" diye mırıldandım.

İvan, yeni oda arkadaşımız

Odamıza çıkmadan kantine girip yemeğimizi yedik. Levent'le Hamit bize yemek kuyruğunda katıldı. Çaylarımızı da Okan getirdi, aynı masada gırgır şamata bir hayli vakit geçirdik. Konu daha çok kantinin yeni hali ve yurtta değişen şeylerdi. Yapılan hizmetler herkesi şaşırtmıştı, ama memnun da etmişti.

Levent oturduğu yerden beyaz önlük giyen Palabıyık ustaya takılmadan edemiyordu "Usta ! Valla çok yakışmış, yalnız bir eksiği var." Usta bir taraftan kuyruktakilere kepçe kepçe yemek dolduruyor, bir taraftan Levent'e laf yetiştiriyordu  "Neymiş o ?" Levent iki eliyle boğazında kelebek işareti yapıp "Papyonun yok ustam, papyonun."

Palabıyık usta biraz kızıyor, yanakları al al kepçe göstererek "Sana burdan bir çakarsam, görürsün papyonu, mapyonu ükela !" Bu sefer o da dahil hep birlikte gülüyoruz bu atışmaya.

Selim abi geçiyor önümüzden elinde tepsisiyle. Bir an durup bakıyor neşemize, sonra da "Keyfiniz yerinde. Allah tadınızı bozmasın gençler !" diyor o da gülerek. Bu sefer "Amin !" diyoruz hep birlikte, yüksek sesle.

Odamıza çıktığımızda misafirlerimiz olduğunu görüyoruz. Bizden yeni öğrenciler Hasan ve Metin onlara dolaplarını nasıl yerleştireceklerini gösteriyor. "Selamünaleyküm !" diyor Hamit kalın sesiyle. Hasan dönüp "Aleykümselam" diyor, misafirler üç kişi öyle ürkek bakıyorlar.

Tanıyorum onları, sabahki Moldavya mı, Moldava mı işte o gruptan. Mehmet her zamanki inceliği ile "Hoş geldiniz, ben Mehmet !" diyerek elini uzatıyor gülümseyerek. Uzun boylu olan "Hoş gördük be" diye cevap veriyor elini uzatırken. Şaşırıyoruz. "Ben Stefan Topal, bu Dimitri, Dimitri Karaçoban, bu da İvan Kazancı."

Bu kez daha da şaşırıyoruz, "Nasıl yani şivesi farklı ama türkçe konuşuyor bu. Sanki laz gibi, trakyalı gibi. Ama o isimler ne öyle. Yarısı türkçe yarısı rus gibi." İçimden bunlar geçiyor bir an.

Biz de kendimizi tanıtıp ellerini sıkıyoruz bir bir. Stefan aklımdan geçenleri okumuş gibi gülerek devam ediyor "Gagauzlar lafederlär pak Türkçä, ölä, nicä lafedärmiş eski zamannarda cümne insannar, angıları çekiler Türk halkından, Türk soyundan."(Gagauzlar, eski zamanlardan beri temiz Türkçe konuşurlar; ki, diğer Türk halkından ve soyundan olanlar gibi.)

Kim bilir nasıl baktık ki Stefan'a gülerek omzuma vurdu, gürledi "Hayde, biz de türküz be. Hem da Gagavuzuz. Haçan yabancı saymayın ha. İvan sizle kalacak. İyi oğlandır, sevesiniz."  Önce birbirimize sonra da İvan'a bakıyoruz hep birlikte. Sarışın, orta boylu, biraz narin, güleç yüzlü bir cocuk.

İnce ürkek bir ses çıkıyor ağzından. "He ya, ben İvan, ben de türk, sizin gibi yani" diyor kekeler gibi aceleyle. "Hiç de korkunç değilmiş bu ya!" diyor Orhan. Bir kahkaha yükseliyor odadan. Onlar da gülüyorlar bizimle, kaynaşıveriyoruz.

Yeni, yeni sorunlar

Bugünlerde yurtta gündem gelen yeni misafirler. Artık, attığımız her adımda etrafta acemice dolaşan "türki" lere rastlıyoruz.  Gelenlerin de ardı arkası kesilmiyor.

Söylenenlere bakılırsa bizim yurda 600 kişi verilmiş. Bunların daha yarısı gelmiş, yarısı da gelecekmiş. Hem de adını bile bilmediğimiz, duymadığımız yerlerden. Çoğu müslüman ama içlerinde bizim gagavuzlar gibi hristiyan olanlar da var. Hatta geçen gün on tane moğol öğrenci gelmiş diyorlar, onlar da budistmiş.

Nahçıvan, Ahıska, Karatay türklerinden ve daha pek çok akraba topluluklarından da öğrenci bekleniyormuş.

Sabahları belediye otobüsleriyle hep birlikte Tömer'e gidiyorlar. Bir yıl böyle türkçe kursu göreceklermiş. Müdür beyi ve görevlileri sürekli onlarla ilgilenirken görüyoruz. Duyduğumuza göre hiç paraları yokmuş.

Müdür bey belediye ile görüşüp otobüslerden ücretsiz yararlanmalarını sağlamış, ayrıca yurt işletmecisinden de isim yazdırarak yemek yiyorlarmış. Bursları çıkınca kapatılmak üzere tabi.

Bu olay, yurttaki dengeleri de etkiledi. Daha önceki ideolojik gruplaşmalara, şimdi de "türki" gruplaşmaları eklenmişti. Özellikle Azeriler rahat durmuyorlardı. Yurttaki bir grupla etkileşim halinde oldukları belliydi. Kaldıkları bloklarda da sık sık problem çıkıyordu.

Öbür türkilerde de farklı sorunlar yaşanıyordu. Bazıları birbirlerine düşman gibiydiler. Gruplar halinde geziyorlardı. Duyduğumuza göre bunların ülke olarak da araları pek iyi değilmiş.

Bazı öğrencilerin içki içtikleri, yurda geç geldikleri ve kız yurtlarındaki arkadaşlarıyla görüşmek istedikleri konuşuluyordu. Meğer Rusya'da ve onun eski peyklerinde öğrenci yurtları kız erkek karışık olurmuş. Onlar da böyle olsun isterlermiş.

Geçen gün, bir kazak öğrencinin kız bloklarından birinden sarkıtılan çarşaflara tutunarak üçüncü kata çıktığı dedikodusu yayıldı etrafa. Ben ihtimal vermedim ama Orhan Banu'dan dinlemiş, Müdür bey olay üzerine o blokta soruşturma yapmış.

İki hafta önce bizim katta bir gürültü koptu. Stefan ve İvan odadaydılar. Sesler üzerine fırlayıp çıktılar. Biz de arkalarından ne oluyor diye baktık.

Meğer odanın birinde iki Gagavuz öğrencinin dolabında domuz konservesi, salam filan gibi şeyler varmış. Koku üzerine sormuşlar, onlar da bizimkilere ikram etmeye çalışmışlar. Kıyamet kopmuş tabi, meğer aileleri çocuklarına erzak olarak yanlarına koymuşlar.

Nerden bilsinler böyle olacağını. Bizimkiler her haltı yerler ama, konu domuza gelince dindar kesilirler ya, o hesap. Nerdeyse kavga çıkmak üzereydi, yetiştik ayırdık. Kemal abi de gürültüye geldi, anlayıp dinledik. Gülelim mi ağlayalım mı, tuhaf bir durumdu.

Neyse gagauzlara Stefan aracılığıyla durumu anlattık, bizimkilere de "Sizin anneniz hiç yanınıza yolluk koymuyor mu ? Hiç mi sucuk, pastırma getirmediniz ? Bunlar hristiyan kardeşim, ne bekliyordunuz. Anlayışlı olun biraz ya !" deyip sakinleştirdik.

Takip eden hafta bütün gagauzlar sabah akşam o konserveleri, salamları yemekten bir hal oldular. Sonunda bitti de hem onlar rahatladı hem biz.

Spor, konser, sergi ve daha çok şey

Kemal abi spor salonunda tekvando çalışması yapılacağını haber verdi. Anlaşmaya göre, haftada üç gün akşamları saat 19.00 ile 21.00 arasında olacakmış. Hoca da Vedat adında bir tıp fakültesi öğrencisiymiş. 

Levent böyle sporlara biraz eğilimli olduğu için bir iki hafta gitti. Vedat hocayı da tanıyormuş, ama derslerinin ağırlığını bahane ederek devam etmedi.

Bize biraz da gelenler daha ziyade E Bloktan olduğu için gitmek istemedi gibi geldi. Aslında içimizde E Blok sakinleriyle arası en iyi olan oydu. Üstüne gitmedik.

Bizim odada futbol ve basketbol ağırlıklı olduğu için tekvando çalışmasına duyulan memnuniyeti aşan bir ilgi gösterilmedi. Ama tam da bu sıralarda başlayan basket turnuvası fikri çok daha hararetli destek buldu arkadaşlar arasında.

Hamit başta olmak üzere, Okan ve ben baskette iyiydik. Doğal olarak takım kurmamız kolay oldu. Biz de idareden salonda çalışma izni aldık ve antremanlara başladık. Bizimle birlikte üç takım daha kuruldu. En kısa zamanda yurtta bir basketbol turnuvası düzenlemek istiyorduk.

İdarenin, özellikle de müdür beyin bu tür etkinliklere olumlu baktığını biliyorduk. Yurttaki değişim dalgası böyle spor etkinliklerinin de olacağını gösteriyordu.  Kaldı ki hemen her gruba talep ettikleri sosyal, sportif ve sosyal etkinlikler için izin veriliyordu.

Başta bunu garipsemiştik, ancak Selim abinin bu konudaki görüşü farklıydı. O bu olanların yurtta bozulmuş dengelerin yeniden kurulması olarak görüyordu. 

Müdür bey her grupla pozitif etkileşim içinde olmak istiyordu. Ayrıca, her grubun kendilerine sağlanan bu imkanları korumaya çalışacaklarını, böylece tüm grupların genel iyileşmeye katkılarının alınabileceğini düşünüyordu. Dolayısıyla idaredeki bu tavır değişikliği bilinçliydi. Oluşacak toplam sinerji yurttaki iyileşmenin sürdürülmesini sağlayabilecekti. 

Bunu doğu ve güney doğu kökenli öğrencilere folklor çalışması için izin verildiğinde bir kere daha anladık. Duyduğumuz kadarıyla Halil ve arkadaşları müdür beyle anlaşmışlar. Kürtçe türkü çalıp söylüyor ve halk oyunu oynuyorlarmış. Ama bu desteğe karşılık o grup da olaylara karışmayacakmış.

Valla, siyaset böyle bir şey galiba. Elbette yurtta huzur olsun, güven olsun isteriz. Müdür beyin çabalarının samimi olduğuna inanıyorum, ama çözüm için bu yöntem doğru mu bilmiyorum. Sonuç alınıp alınmayacağı da zamanla görülecek. İnşallah alınır.

Bu konuda bazen oldukça ümitvar oluyorum. Daha önce hiç olmayan etkinlikler oluyor çünkü. Mesela geçen ay öğrenciler bir şiir gecesi düzenlediler. Biz de ben, Mehmet, Okan, Metin ve Orhan oradaydık. Tabi Banu ve Hale de. Zaten şiir gecesinin yapılacağını onlar haber vermişler Orhan'a. Seval'le tanışıyorlarmış. Öğrenci gazetesinin şiir köşesini onlar hazırlıyormuş.

Levent'le Hamit gelmek istemediler. Televizyonda Maç varmış. Hasan da onlara katıldı. Metin çok ilgili göründü, onu da götürdük. Salon girişinde gelenleri Seval ve arkadaşları karşılıyorlardı. Özenle giyinmiş, hazırlanmışlardı. Salonda bir mikrofon, bir masa ve dört sandalyeden oluşan basit bir sahne düzenlenmişti. Arkaya da orta boy büyüklükte bir bayrak asmışlar.

Seyirciler için dizili sandalyelere oturduk. Programın başlamasına beş dakika kala şaşırtacak kadar kısa bir sürede salon doluvermişti. Bu arada müdür bey ve ekibi de gelip oturdular.

Anlaşılan gecenin sunuculuğunu da Seval yapacaktı. Kısa bir açış yaptı ve hemen müdür beyi mikrofona davet etti. Mikrofona çıkan müdür beyden herkes bir nutuk bekliyordu ama birkaç kelimeden sonra o aniden bir şiir okumaya başladı.

Galiba Victor Hugo'nunmuş. Şiirin adı da "Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?" imiş.  Hiç beklemiyorduk. Çok duygulu bir şiirdi.  Okunurken salonda çıt çıkmıyordu. Ama, bittiğinde salon alkıştan yıkıldı sanki. Biz de ayağa fırlayıp bu coşkun tezahürata katıldık. 

O gece gerçekten çok özel geçmişti. Okunan şiirler, hatta yapılan küçük yarışma hepsi çok hoştular. Yarışmada kendi şiirlerini okudu bazı gençler. Jüri de salondakilerin alkışlarıydı. Seval'e teşekkür ederken onun oldukça yorgun ama mutlu olduğunu gördüm.

Metin neredeyse ağzına düşecekti kızın. Israrla kendisinin de şiir sevdiğini, şiirle ilgilendiğini anlatmaya çalışıyordu. Neyse sonunda kendini kültür merkezindeki şiir okuma sohbetlerine davet ettirdi de kurtulabildik oradan.

Yurttaki renkli etkinlikler salonlardan taşıp dışarıya da sirayet etmişti. Zaten birkaç aydır yabancı öğrencilerle yurdumuz bayağı renklenmiş görünüyordu.

Bir Pazar günü biz kahvaltıdan sonra basket oynamak için salona doğru gitmiştik.  Baktık bir kalabalık var. Resmi araçlar, makam arabaları ve bir sürü görevli. Merakımız arttı, "Galiba salonun arkasında bir tören var" dedi Okan.

Gittik, gerçekten konuşmalar için bir kürsü kurulmuş, yabancı öğrenciler de hepsi oraya toplanmıştı. Tömer Müdürüymüş, genç birisi konuşunca konuyu anladık. Meğer o bölgede bir fidan dikme töreni yapılıyormuş. Hazırlanan bu alan da yabancı öğrenciler ormanı olacakmış.

Törene üniversite rektörümüz de dahil olmak üzere Vali, Belediye Başkanı ve daha birçok misafir katılmıştı. Konuşmalardan sonra fidan dikimi yapıldı ve bu alana bir levha konuldu. Levhada "Türki öğrenciler hatıra ormanı" yazıyordu.

Törenden sonra ikram faslına geçildiğinde Hamit'le Orhan bir kucak kumanya ve ayran alıp getirdiler. Basket çalışmamızdan sonrası içindi bunlar. Konuklar arabalarına bindirilip uğurlandı. Kalabalık dağıldı. Biz de salona girip ısınmaya başladık.

Aklım hala yurtta olup bitenlerdeydi. Geçen sene ne durumdaydı bu sene nasıl. Adeta yaşanan bu hızlı değişim başımızı döndürmüştü. İnanamıyorduk. Serap mıydı gördüklerimiz. Uyanacak ve bütün bu yaşadıklarımızın aslında bir rüya olduğunu mu anlayacaktık.


Bu hiç hesapta yoktu

Beklenmeyen misafirler

Doğrusu bu hiç hesapta yoktu. Geçen yıldan bu yana canla başla uğraştığımız sorunlara bir yenisi, üstelik hiç beklemediğimiz bir yandan gelmişti.

Anlaşıldığı kadar Türkiye sovyetler birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinden 10000 öğrencinin okumasını üstlenmişti. Bunların küçük bir kısmı orta öğretim seviyesinde, büyük çoğunluğu ise yüksek öğrenim çağında gençlerdi. Yine az bir kısmı da yüksek lisans ve doktoralarını Türkiye'de yapacaklardı.

Bu dalgadan 632 kişi de bize düşmüş görünüyordu. Önce Tömer'de Türkçe öğrenmek, sonra da Uludağ Üniversitesinde yüksek öğrenim görmek üzere Bursa'ya geleceklerdi.  Bu konuya ilişkin yazışmalar Eylül ayından itibaren sıklaşmış, Kasım ayı geldiğinde de ilk kafileler gelmeye başlamıştı.

Ülke olarak Türki Cumhuriyetler tabiriyle o günlerde tanışmıştık. Bu ifade genellikle 6 bağımsız türk cumhuriyeti, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan için kullanılıyordu.

Türki, türk'e benzeyen demekmiş. Aslı olan "Türk Dünyası" kavramını daha önceden biliyorduk. Bu 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılda tüm Türk halkları için kullanılan coğrafi ve kültürel bir kavramdı. Oldukça geniş bir coğrafya alanıydı bu. En batıda Kosova, Karadağ, en doğuda Moğolistan vardı.

Bazı araştırmacılar sadece Orta Asya için bu kavramı kullanıyor, hatta bazıları sadece Türkistan kavramıyla eş anlamlı görüyorlardı.

Ancak Türk Dünyası, tüm Türk soyundan gelen halkları kapsadığı, Orta Asya ve Türkistan kavramlarından daha geniş bir kavramı ifade ettiği için daha fazla tercih ediliyordu. Buna göre Türk Dünyası kavramı; Orta Asya, Anadolu, Kafkasya, Rusya-Sibirya, Orta Doğu, İran ve Balkanlar coğrafyasında yaşayan bütün Türk halklarını ve devletlerini ifade etmekteydi. Yani Orta Asya'ya ek olarak Türkiye, Avrupa, Kafkasya, Çin ve Rusya Federasyonu içindeki tüm bağımsız Türk cumhuriyetlerini, özerk Türk cumhuriyetlerini, Türk topluluklarını, Türk bölgelerini ve diasporasını kapsıyordu.

Türk Dünyası ile eş anlamlı olan “Türkeli” kavramı ise, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgeler için kullanılmış coğrafi ve kültürel bir kavram olarak artık eskilerde kalmıştı.

İşte şimdi de içimiz dışımız en azından bu yabancı öğrencileri ifade eden tırnak içinde yeni bir kavramla, "türki" sözcüğüyle dolmuştu.

A.Şerif İzgören

Bu tarihi dalga Bursa'ya ulaştığında sadece bizi değil pek çok kişi ve kurumu da etkilemişti. Başta Üniversite olmak üzere, Kredi Yurtlar Kurumu, Valilik, İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Belediyeler, Emniyet ve Jandarma gibi kurum ve kuruluşlar bu dalganın doğrudan etkisinde kaldılar. Hatta pek çok sivil toplum kuruluşu ve cemaatler bile birdenbire bu olayın içinde buldular kendilerini.

Tömer Ankara Üniversitesinin Türkçe Öğretim Merkezi adı altında faaliyet gösteren bir birimiydi. Ülke çapında olduğu gibi Bursa'da da şubesi vardı ve bu yüzden gelen yabancı öğrencilerin türkçe öğrenmeleri için bu dönemde oldukça önemli bir görev üstlenmişti.

Özellikle de dil bilmez, parasız, uyumsuz ve belli bir standardı olmayan bu gençleri ilk göğüsleyen kurum kredi yurtlarsa, diğeri onların normal hayata geçişini kolaylaştıran bu kurumdu denilebilir.  Böylece hem türkçeye, hem üniversiteye, hem de ülkeye Tömer'de hazırlandılar o gençler.

İşte o dönem, iki kurum arasında yaşanan bu zorunlu beraberlik, bana çok değerli bir dost ve arkadaş kazandırdı. A.Şerif İzgören'i Bursa Tömer Müdürü olarak tanıdım. Olağanüstü üretken enerjisi, bürokratik olmayan sempatik kişiliği, nezaketi, sıcak dostluğu ve insanlığı ile sadece benim değil tüm öğrencilerin de kalbini kazanmıştı.

Özellikle o yıl dalgalar halinde gelen "türki" lerle ben yurtta, o Tömer'de canla başla uğraştık. Zaman zaman birbirimize gittik geldik. Bu ziyaretler de daha çok öğrencilerin sorunları, uyumu ve sosyal etkinlikleri üzerineydi.

İkimiz de bir şeyin farkındaydık; bu çocuklar sadece öğrenci değildi, sadece genç değildi, yabancıydılar, misafirdiler ve bize emanet edilmişlerdi. Bazen kendi öğrencilerimizden fazla onlara ilgi ve yakınlık gösterdiğimizin de farkındaydık.

Ancak, böyle olmadığı takdirde bizim düzenimizi de bozabilecek bir potansiyelleri vardı. Sadece öğrenim ve barınma ihtiyaçları değil, beslenme, korunma, sağlık, ulaşım ve üst baş ihtiyaçları gibi pek çok konuyla da ilgilenmek zorundaydık. Yalnızca gurbette olmanın, ailesinden uzakta olmanın değil, ülkeleri arasında var olan çekişmelerin onlar üzerindeki yansımalarıyla da uğraşıyorduk.

Bakanlık ve Valilik işin trafiği, geldisi gittisi ile ilgileniyor, Milli Eğitim orta öğrenim grubuyla uğraşmaktan zaten dağılmış gözüküyordu.

Üniversite ise, bir yıl sonrasını düşünüyor, soruna bugünden dahil olmuyordu. Kala kala ortada biz ve Tömer kalmıştık.

Oysa bırakalım kayıt olmayı, kahvaltı yapacak, otobüs bileti alacak paraları yoktu. Görünüşe göre burslarının bağlanması da aylar alacaktı.

Bir Belediyelere koşturup ulaşım sorunlarını çözmeye çalışıyor, bir sivil toplum örgütlerine koşup giyim kuşam vb. yardım almaya çalışıyorduk. Arada çıkan kavga gürültü, güvenlik uyum sorunları ise hep bildiğimiz gibiydi. Devletin gücü olmaması için değil, olduğunda gereği yapılır mantığı ile bir duvar gibi hep önümüzdeydi. 

O dönem bütün bu sorunlar arasında iki kader arkadaşı, iki dost kendi alanlarımızda ve ortak konularda olağanüstü bir gayretle çalıştık. Başta üniversite olmak üzere diğer kurumlar mümkün olduğu kadar bu ortamın sakinleşmesini bekliyor, biz ise fırtınanın tam ortasında üst üste gelen dalgalarla boğuşuyorduk.

Nasıl olacak?

Elbette önceliğimiz onları yurda yerleştirmek, uyumalarını, karınlarını doyurmalarını, temizlenebilmelerini sağlamaktı. Azeri gibi, gagavuz gibi bazılarıyla daha kolay anlaşabiliyorduk. Türkmen ve Özbeklerle biraz uğraşarak. Kazak ve Kırgızlarla konuşabilmek için anlaşılan biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Ama Yakut ya da moğol öğrencilerle anlaşabilmek çok zordu.

Günler içinde bazı ortak kelimeleri anlar olduk, zaten genelde işaret diliyle konuşuyorduk. Başlangıçta dil en önemli zorluklarımızdandı. Yurtta bizimkilerle konuşa konuşa ve Tömer kursları ilerledikçe bu engel de giderek azaldı.

Buna karşılık barınma ihtiyacı karşılanan, öyle ya da böyle karnı doyup çat pat derdini anlatabilen bu gençlerin diğer ihtiyaçları da zamanla sorunumuz olmaya başladı.

Doğal olarak eğlenmek, gezmek, alışveriş yapmak istiyorlardı ve bunun için de para gerekiyordu. Ancak onları ülkeye getiren devlet henüz bu burs işini halledememişti.

Ulaşım sorununu büyükşehir otobüsleriyle, giyim kuşam ihtiyaçlarını da bazı vakıf ve derneklerin yardımıyla kısmen çözebilmiştik. Ama nakit para taleplerini karşılayamıyorduk.

Bu durumda bazı siyasi parti, vakıf ve cemaatlerin yavaş yavaş bu gruplara nüfuz etmesi kaçınılmaz oluyordu. Bunu görüyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Tek yapabildiğim onlar için gece gündüz çalışmak, böylece onların sevgi ve güvenini kazanmaktı.

Şükür ki buna muvaffak oldum ve sıkıntılara rağmen bana danışmayı, anlamadıkları bir şey olduğunda doğrudan bana soru sormayı ve uyarılarıma kulak vermeyi bırakmadılar.

Ben de riskli olmasına rağmen en azından yurttaki ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için döner bir fon oluşturmaya çalıştım. Bu fona başta işletmeciler olmak üzere, yurda kayıt olan öğrencilerden ve özellikle de misafir öğrenci uygulamasından kaynak sağladım.

Sistem şöyle çalışacaktı; bu parayla belirli bir limit dahilinde kahvaltı, akşam yemeği ve kantinden yapacakları alışverişler karşılanacak, burslarını aldıklarında da yavaş yavaş bu borçlar kapatılacaktı.

Sağlıkla ilgili ya da zorunlu hallerde yapılan harcama karşılıksız olacaktı. Bu kapsama daha sonraları sosyal ve kültürel etkinlik masrafları dahil edilecekti.

Finansman kaynağı

Finansman konusunda başka sorunlarımız da vardı tabi. Yapmamız gereken pek çok onarım, bakım, yenileme ve sosyal kültürel etkinlik için normal bütçe imkanları yetersiz kalıyordu. Zira, bizim insiyatifimizle ancak 10.000 lira limitli, bugüne göre 200-300 lira gibi çok cüz'i bir satınalma avansı kullanabiliyorduk.

Bu parayla da haftada ancak birkaç kez, o da satınalma memuru tarafından mevcut mevzuat çerçevesinde sadece yurdun cari ihtiyaçları Bursa'dan temin edilebiliyordu. Bu kapsama girmeyen alım yada harcamalar ihale mevzuatına tabiydi ve gerçekleşmesi zaman alıyordu.

Tabiri caizse "Göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlıyordu." Bu sebeple 5000 kişilik şehir gibi bir yurt kampüsünde, öğrenci içindeyken ve olmazsa, yapılmazsa, gecikirse daha büyük problemler yaşanabilecek şartlarda bu tercih edilebilecek bir yol gibi gözükmüyordu.

Özellikle de yabancı öğrenciler gelmeye başlayınca bu sorun bize çok daha ağır gelmeye başladı. Olayların durulduğu, yurtta hizmetlerin birbiri peşi sıra uygulamaya girdiği bir ortamda artık öğrencinin de beklentisi artmıştı. Yapıldığını görmüş, yapılabileceğine inanmış ve şimdi de daha fazlasının yapılması gerektiğine odaklanmıştı.

Haksız da sayılmazlardı, neticede daha önce bunların yapılamama sebebi yurtta olayların olması ve güvenlik sorunları değil miydi ? Şimdi öyle bir mazeretimiz yoktu. Üstelik yabancı öğrenciler böyle birdenbire bastırınca konuştuğumuz her sorun, her ihtiyaç, her kelime finansman istiyordu.

"Zor buldurur" derler, biz de öyle bulduk çözümü. Ankara'da daire başkanıyken denetçisi olduğum Kurum vakfının kendisine gelir sağlamak amacıyla duyurduğu formül bizim de işimize yaradı.

Formül, vakıf için toplanacak bağışın %50'sinin yurt müdürü tarafından kullanılabilmesine imkan veriyordu. Bu yol, işin kaynak tarafını aşağı yukarı çözmüş olduğumuz için bize bunun için yasal bir zemin sağlayacaktı. Ayrıca, topladığımız bağışın yarısını Ankara'ya gönderip yarısını da yurtta harcayabilecektik. Bu şekilde zorunluluktan riske girip yaptığımız şey aşağı yukarı %95 sağlam bir temele dayanacaktı.

Vakıfla temas edip gereken hazırlıkları yaptık. Belgeli bir şekilde, banka hesabı açtırarak ve hiyerarşik yetkilendirmelerle bağış almaya ve harcama yapmaya başladık. Bu formül en başta, yabancı öğrenciler için zaruret nedeniyle işlettiğimiz fonu çeki düzene koymamıza yardım etti.

Böylece kahvaltı, yemek gibi zorunlu ihtiyaçlar için başlattığımız fon uygulaması, daha sağlıklı bir ortamda yürütülmeye devam etti. Ayrıca, onlar için zorunlu sağlık ve sosyal kültürel hizmetler konusunda da elimiz rahatlamıştı.

Örneğin Kazak öğrenci Nurasıl'ın boya ve resim malzemelerini böyle alabilmiştik. Çok yetenekli çocukmuş, hiç unutmam bu malzemelerle yurda 3x5 metre ebadında dev bir orta asya resmi yapmıştı.

Yurt FM

Orhan sahaya çıkıyor

Hala aklımız almış değil. Bir küçük wolkmen, bir mikrofon ve kuyruğunda yarım metrelik telle nasıl radyo olabiliyor ? Orhan defalarca anlattı, ama hala anlayamadık.

"Amaan...nasılsa nasıl. Yapmış işte çocuk. Bravo ama. Ne hünerler varmış yani oğlanda, helal olsun."  Zaten işin o tarafıyla ilgili değiliz. Cumartesiye parti var.

Hafta boyu bizim oda Orhan'ın stüdyosu gibi oldu. Radyolar frekansa ayarlandı, kasetler verildi, istekler not edildi. Bir taraftan da merak etmiyor değiliz "Orhan bu kadar kasedi nasıl çalacak ?" Ama bizimle çene çalacak vakti yok.  Okan'la ciddi ciddi program hazırlığı yapıyorlar harıl harıl.

Kızlarla da iletişim içindeler anlıyorum. Gündüzleri kültür merkezinde, akşamları da kantinde birlikte görüyorum onları. Bir kere "Ne var programda" diye soracak oldum. "Repertuar hazırlıyoruz" dedi gayet ciddi. Kızlara karşı gülmemek için kendimi zor tuttum.

"Özel radyolar yasak değil mi ?" diye sordu Mehmet. Orhan, yüzüyle boşver anlamında bir hareket yaptı "Kim bilecek, kim görecek ki ? Zaten etki alanı 500 metre. Eğleniyoruz işte."

Kızlar yanlarında, etrafları da baya kalabalıktı. Bir alkış koptu kızlı erkekli gruptan. "İyi o zaman size kolay gelsin" dedim ve Mehmedi kolundan çekip çıkardım oradan. Giderken dönüp eğildim kulağına Mehmedin "Orman mühendisine bak sen, radyocu oldu çıktı başımıza. Hatta bir medya starı !" Neşeyle güldük beraber.

Yurt yıkılıyor

Cumartesi ikindiye doğru Okan ve Orhan'ı tezahüratla odadan uğurladık. Randevu saati gelmişti. Bu kez yanlarında bir çanta dolusu kaset de vardı. Bu arada bloklardan çok sayıda pencere açılmış, Orhan'ın çıkışını bekliyorlardı. Zaten çıkar çıkmaz da bir alkış sesi yükseldi etraftan.

Biraz ilerde kızlar da eklendiler onlara. Yurdun batı tarafındaki yoldan kız bloklarından yukarı doğru yürümeye başladılar. Bizim odada bile üç radyo olmuştu. Bende, Levent abide ve yeni arkadaş İsmail'de. Pencereden yarı belimize kadar sarkmış, radyolar kulağımızda bekliyorduk.

"Sevgili arkadaşlar, radyomuz beklenen yayınına başlıyor. Geçen haftaki deneme yayınından sonra bu hafta sizlere beğeneceğiniz birbirinden güzel ezgiler, oynak türküler ve damardan şarkılar hazırladık. Bu arada isteklerinizi de bize seslenerek duyurabilirsiniz.

Şimdi ilk şarkımızı koyuyorum. Sevenlere gitsin bu güzel şarkı. Nilüfer söylüyor yeniden sev." Bloklardan çığlıklar, canhıraş sesler yükseliyor aynı anda.  Üç radyonun birden sonuna kadar açılmış sesinden gürül gürül bir şarkı işitiliyor:

"Yüreğimdeki fırtına / Dinmedi hala / Titrerdim isterdim / Seni hep kollarımda/Yine bana gel/Yana yana yine beni sev/Hadi beni yine sev/Beni deli deli sev/Beni yine yeni yeni/Yine yeni yeniden sev…"

Müthiş bir tezahürat müziğin sesini bastırıyor. İçimden diyorum ki "Lan Balıkesirli, ulen köftehor ! Bu şarkı Banu'ya değilse ben de Süleyman değilim."

Mehmet bile bir radyoya kulağını yaklaştırıyor, bir Orhan'a laf yetiştiriyordu. Radyodan yayılan ses bu defa bir İzzet Altınmeşe türküsüydü:

"Hanım kızlar kızlar/Canım kızlar kızlar/Bezenmiş düğüne gider/Elma yanaklı kızlar…" Bu türkü de kız bloklarına hediye ediliyordu. Baktık ki kız bloklarında da bazı pencereler açılmış, ellerinde radyolar çığlık çığlığa bağrışıyorlardı.

YURT FM doğuyor

Biz böyle kendimizi kaybetmişken Kemal abiyle Hamit odaya girmiş. Ensemizde bir el boynumuzu sıkınca eğildiğimiz yerden geriye kalktık. Baktık onlar, gülüyorlar "Ne yapıyosunuz lan öyle ? Düşeceksiniz ya."

"Ne yapalım abi, bizim Orhan radyo yapmış, onu dinliyoruz." Açıldığımız yerden o da dışarı baktı, Orhanları gördü ve bize çıkıştı "Lan oğlum, radyolar yasak değil mi ? Hem napıyo bu oğlan ? Aşk kafasına mı vurdu bunun nedir ? cık, cık, cık..." Radyoyu benden alıp kendi kulağına dayamıştı. Bir taraftan da hem bunları söylüyor hem de gülüyordu.  

Bu defa hep birlikte güldük. Ta ki Hamit'in sesiyle uyanıncaya kadar. "Abi lan ! yönetim memurları Orhan'ı gördü valla." Hepimiz pencereye yığıldık.

Radyo yayını kesilmişti. Etraftan ağır bir uğultu yükselmiş, hatta yönetim memurlarına laf atmalar başlamıştı. İki yönetim memurunun Orhan'ı idareye doğru döndürdüklerini gördük.

Kemal abi eliyle  dizine bir şaplak attı "Ulan, kalbime gelen bi kere de başıma gelmesin be ! Çocuğu müdüre götürüyorlar. Billahi de götürüyorlar."  Odada bir sessizlik oldu. Bloklardan hala protestolar, ıslıklar yükseliyordu.

Yine Kemal abinin sesiyle uyandık. "Ben de gidiyorum, siz gelmeyin. Çocuğun başına bişey gelmez inşallah."  Yine başını iki yana sallayıp cık, cık diye diye odadan çıktı. Üzülmüştük.

Bir elimizdeki susmuş radyolara, bir birbirimize, bir de gittikçe uzaklaşan gruba bakıp durduk bir süre. Kızlar geride kalmıştı yalnızca Orhan'la Okan'ı götürüyorlardı. Mehmet Orhan'ı taklit ederek sordu: "Şimcik ne olcek ?"

Dakikalar geçmek bilmedi. Bir saat kadar sonra önce Okan geldi odaya. Hiç de üzülmüş bir hali yoktu. Merakla etrafını çevirdik. "Ne oldu, ne oldu ? Müdüre mi gittiniz ? Ne dedi ? Anlatsana."

Okan keyfini çıkara çıkara önce tek tek yüzlerimize, sonra da önüne baktı gülerek. Sonra da konuştu "Hiiç..Valla hiç bişey olmadı. Hatta Müdür Orhan'a bi teklif yaptı, oda bile verdi." 

Hamit patladı "Ne teklifi, ne odası lan oğlum çatlatmasana adamı, ne oldu ne." Okan ağzındakini bu sefer bir çırpıda söyleyiverdi "Valla abi, Yurt FM doğdu. Hayırlı uğurlu olsun !"

Hepimiz Okan'a bakakaldık. O hala yirmi sekiz dişiyle sırıtıyordu. 

...

Orhan star oldu

Okan bildiklerini anlatmıştı ama şaka gibiydi. İnanamamıştık. Söylediklerine göre odaya sadece Orhan'ı almışlar. Kemal abiyle Banu ve Hale de sonra gelmiş ama onları da almamışlar. Ne olduğunu bilemeden ayakta uzun bir saat geçirmişler. Merak içindeymişler.

Ama garip olan bu arada içeriye birkaç defa kahve, çay girmiş, boşlar çıkmış. Bir ara yönetim memurları da çıkıp köşedeki bir odanın anahtarını aramışlar telaşla. Sonra da bulup açmışlar. Oda boş gibiymiş, içindeki birkaç parça eşya da başka odaya taşınmış. Birkaç defa müdürün yanına girip çıkmışlar.  Aralıktan müdürle Orhan'ın karşılıklı çay içip sohbet ettikleri görülüyormuş. Kemal abi "Ne oluyor ?" diye sormuş ama yönetim memurları bir şey söylememişler.

Sonunda müdürle birlikte çıkmış bizimki. Yüzü gülüyormuş. Birlikte açılan boş odaya geçmişler. Müdür  Kemal abi ve bizi görünce "Ooo siz de mi buradaydınız ? Bakıyorum arkadaşınızı yalnız bırakmamışsınız. İyi, iyi, yalnız korkmayın arkadaşınızı yemedim. Gerçi biraz korktu ama o kadar olacak, değil mi hemşerim ?" Son sözleri kolunu Orhan'ın omuzuna atarak söylemişti.

Sonra tekrar Orhan'la aralarındaki konuşmaya döndü, odayı göstererek  "Burası nasıl ? Yayını buradan yaparsınız. Bir şeye ihtiyacınız varsa bana söyleyin. Yalnız artık haftada üç gün akşamları saat sekiz ile dokuz arasında yayın yapacaksınız. İstekler dilek kutularına atılabilir. Yayından bir gün önce bizim arkadaşlar kutuları açar, radyo ile ilgili olanları ayırır, bu odaya bırakırlar.

Bunların değerlendirilmesi, program akışı konusunda Okan'da kızlar da sana yardımcı olur herhalde. Ama Cuma günü ilk on dakika benim unutmayın. Adı da Biz bize olacak tamam mı ?"  Orhan'ın ağzı kulaklarında, biz ise şaşkın durumdaydık.

Merdivenlere kadar bizimle indi. Tek tek hepimizin elini sıkıp bizi uğurlayacağı sırada bir şey unutmuş gibi durdu "Ya bu şeyin, yani radyonun adı ne olacak ? Bir adı var mıydı ?"

Kemal abi atıldı "Yurt efem" olsun müdürüm. "Hay yaşayasın be Kemal. Doğru, Yurt FM olsun." Orhan'ın yüzüne doğrulatmak ister gibi baktı, Orhan bulutlardaydı zaten "Olur müdürüm" dedi heyecanla "çok iyi olur."

Haline müdür de gülüyordu, tekrar Orhan'ın boynuna kolunu attı, sıktı "Efeye efem yakışır tabi ki, hayırlı olsun bakalım." dedi. Valla billa aynen böyle.

...

Kemal abiyle Orhan odaya girdiklerinde  peşlerinde bir meraklı ordusu vardı adeta. Herkes Orhan'ı tebrik etme yarışına girmişti. Kemal abi bu durur mu, hemen espriyi patlatmıştı "Bizim Orhan star oldu lan, medya yıldızı oldu valla !"


Kantinde pankart

Dilek kutuları

Şaşılacak şey ! Odaya bir telefon koyduk. Yayın sırasında katlardan aranabiliyorlar. Ama Yurt'FM yayına başlayalı beri dilek kutuları dolup dolup taşıyor. Önceleri haftada 10-15 tane şikayet alıyorduk o kutulardan. Şimdi yüzlerce teşekkür, iyi dilek ve öneri çıkıyor.

Tabi bunun en az on katı şarkı isteği, bloklar, odalar, arkadaşlar arası mesaj. Doğrusu olumlu tepki alacağımızı düşünüyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Yurt'FM'in bu yoğunlukta ilgi ve beğeni toplayacağını tahmin edememiştim.

Çocuklar da iyi çalışıyorlardı. Öyle çok da masrafları olmadı zaten. Bir anten, 8 metre kablo, iki mikrofon altlığı, kaset dolabı filan gibi şeyler. Masa, sandalye, teyp gibi ihtiyaçları da elimizdeki demirbaşlardan halletmiştik. İlk konuşmamı da Cuma günü yaptım.

Başlangıçtaki sorunlardan, ilkelerimizden ve bu yurtta huzur içinde birlikte yaşama hayalimizden bahsettim. Bu çerçevede yaptıklarımızı, halen eksik olan şeyleri ve yapmayı düşündüklerimizi anlattım. Verdikleri destek için teşekkür ettim ve her zaman kapımın onlara açık olduğunu belirttim.

Yurt'FM ve dilek kutuları aracılığıyla da bizimle iletişim kurabileceklerini ilave ettim. Yurt'FM'in yurttaki gençlerimizin beklentilerine ve sosyal hayatına olumlu katkı yapacağı inancıyla hayırlı olmasını diledim.

Özel radyoların yasaklandığı, "radyomu istiyorum" kampanyalarının düzenlendiği bir zamanda oldukça riskli, ama bir o kadar da bizim amaçlarımıza yararlı bir şey yapmıştık. İşte gençlerin gücü, rabbimin armağanıydı bu. 

Bir pazar günü

Bir Pazar günüydü. Bursa'ya Pazar alışverişine gidecektik. Bu aynı zamanda ailece birlikte olma ve Bursa'da gezme fırsatıydı. Her hafta sonu bir servis minibüsünü bu  işe tahsis etmiştik. Böylece lojmanda kalanlar haftalık ihtiyaçlarını görebiliyor, birkaç saat de olsa yurdun kasvetli havasından kurtulup, nefes alabiliyorlardı.

Önden çıkmış spor salonu tarafından yurdun giriş kapısına doğru yürüyordum. Üzerimde bir deri mont, kazak, ayağımda da kot pantolon vardı. Servis minibüsü yanında arkamdan gelecek eşim ve çocuklarımı bekleyecek, sonra da binip gidecektik.

Kantini geçtim, her zamanki gibi kalabalık görünüyordu. Giriş kapısına bakan nöbetçi memur odasının önüne geldiğimde içerde oturan yönetim memuruna selam vermek istedim.

Bu odayı yeni hizmete açmıştık. Üstünde beyaz üstüne kırmızı "Nöbetçi Memur" yazısı ışıl ışıl yanıyordu. Böylece, nöbetçi memurluğunu hem giriş kapısına, hem de kantine hakim bir noktada konumlandırmıştık.

Bu oda aynı zamanda yurt kampüsünün orta kısmında ve idarenin güney doğu köşesindeydi. Yani yeri olabilecek en iyi konumda.

Daha önce böyle bir hizmet noktası olmadığı gibi, çoğu zaman nöbetçi memurun nerede olduğu da bilinmiyordu. Oysa mesai saatleri dışında beşbin kişilik koca yurt bir tane nöbetçi memura kalıyordu.

Yurdun sürekli olayla, kavgayla, gerginlikle geçen yaşamı düşünüldüğünde bu durum gerçekten traji komik bir durumdu. İşte bu yüzden radikal bir seçimle idarenin o noktasındaki boş bir odasını nöbetçi memurluk yapmıştım.

Özellikle akşamları ve gece boyu yanan ışığı nöbetçi memurun orada olduğunu gösteriyordu. Psikolojik olarak idarenin 24 saat orada ve hazır olduğunu hissettiriyordu.

Sembolik bile olsa öğrenci kitlesine attığımız böyle her adım zaten beni heyecanlandırmaya yetiyordu. Bu yıl hizmette açtığımız bu oda ise beni özellikle gururlandırıyordu. Her fırsatta önünden geçiyor, yanan ışığını görmeyi seviyor, içinde oturan memura selam verip ona destek olmayı önemsiyordum.

İşte oraya doğru yürürken yine bunları düşünmüştüm.  Doğrusu biraz sonra olacaklar aklımın ucundan dahi geçmemişti.

Yine pankart

"Na'ber Bülent ?" İçeri girmeden kapıdan öylesine sordum. Hava güzel, keyfim yerindeydi. Yönetim memuru toparlanıp kapıya çıktı. Ondan herhangi bir cevap beklemiyordum aslında. "iyiyim, sağ olun" filan da yeterdi.

Ama verdiği cevap tatil günümü zehir edecekti.  "Yine pankart açtılar müdürüm !"

Dondum kaldım. O birkaç saniye içinde kafamdan binlerce düşünce geçti. "Ne yapmalıydım ?  Her zamanki halleri, amaan boşver, Olur mu canım, görmezden gelemem. Ya, nerden çıktı şimdi bu ? Öyle mi ? Peki , sen niye oturuyorsun burada ? Kaldırtsana ?, Kolaysa sen kaldırt , buranın müdürü sen değil misin ?,  Bunu hep yapıyorlar zaten, jandarmaya mı haber vermeli ?, Şimdi bir kere bunu söyledi, duymasan olmaz, duysan ne yapacaksın ?

Soluklanmak, biraz zaman kazanmak istedim herhalde, yine öylesine sordum; "Nerde açmışlar, kim açmış, Jandarmaya haber verdin mi ?"

"Kantinde müdürüm, alt katta müdürüm. Sol grup işte müdürüm.  Jandarmaya haber vereyim mi müdürüm? Memur yüzüme bakıyor, tekrar edip duruyordu. "Müdürüm...müdürüm...müdürüm..."

Kelime o kadar vurgulanmıştı ki yankısını adeta  beynimde hissediyordum. Bir an ateş bastı, iki çift göz yüzüme dikilmiş bekliyordu, bir cevap vermeliydim. Zaman dolmuş, top yine bana dönmüştü. Ama bu sefer durum çok daha ciddiydi.  Geçip gidemezdim, vereceğim cevap benim için artık "olmak ya da olmamak" meselesi olmuştu.

Nasıl oldu bilmiyorum, birden ağzımdan şunlar çıktı: "Ben kantine gidiyorum, jandarmaya haber ver, bir bekçiyle beraber arkamdan gelin !" Yüzümü kantine çevirdim, kalabalık yine dışarıya taşmıştı. İçerisi tam görünmüyordu, yürümeye başladım.

Artık ne tatil günü, ne Pazar alışverişi hiçbirisi aklımda yoktu. Orada boyalı bir bez vardı ve benim için bir varlık yokluk haline gelmişti.

Ağır yürümeye, bu arada düşünmeye çalışıyordum: "Ne yapmalıyım, ne söylemeliyim, saldırırlar mı ? Acaba Jandarma yetişebilecek mi ?" Bir taraftan da hafiften öfkelenmiştim hani. Yurtta yaptığımız onca şeyden, onca diyalogdan, sağladığımız barış ortamından sonra neydi yani bu ?

Üstelik yeni bir dönemin başında "biz varız, buranın efesi biziz, ilke, barış, müdür filan tanımayız" demek değil miydi bu hareket ?  Düzeldiğini zannettiğimiz şeyler yoksa hayal miydi ? Onca çaba, iyi niyet, yaklaşım boşuna mıydı ?

Kantine doğru

Dışardaki öğrenci kalabalığının arasından geçerken oturan gruplarda bir hareketlenme hissettim. Ama yürümeye devam ettim, kantine odaklanmıştım, aklım biraz sonra olacaklardaydı. Garip ama hissettiğim şey korku değildi.  Düşüncelerim nasıl  o pankartı oradan kaldırtacağımla ilgiliyse, kalbim de nasıl olup ta o gençlerle konuşabileceğimle ilgiliydi.

Hem bu tür yasa dışı eylemlere müsaade edilmemeli, hem de kurmaya çalıştığımız diyalog köprüsü yıkılmamalıydı. Bu sorun kazasız belasız atlatılmalı, ben değil yurtta huzur ve güven yara almamalıydı. Yoksa bu yolda harcadığımız çabalara yazık olurdu.

İzlediğim yol zaten kılıç üstünde ve riskliydi. Genel Müdürlük, Bölge Müdürlüğü, valilik, Jandarma, MİT hepsi zaten başarılı olunacağına şüpheyle bakıyorlardı.

Alışılmış bir durum değildi. Zor bir yoldu. O yüzden bu olayı halledemezsem bir daha bu yurtta müdürlük yapamazdım.

Kantin giriş kapısına geldiğimde içerdeki kalabalıktan bir kez daha ürktüm. Durup baktım. Üst kata çıkan iki merdiven arasında bir pankart gerilmiş, önünde bir masa, kitaplar ve etrafında parkalı elleri ceplerinde kızlı erkekli gençler.

Gayri ihtiyari arkama baktım beti benzi atmış yönetim memuru ve koşup geldiği için göğsü körük gibi inip kalkan bekçi hemen arkamdaydılar.

Gene istemsiz bir cümle çıktı ağzımdan "Jandarmaya haber verdiniz mi ?" Sadece başını sallayan, iri iri açılmış gözlerle bana bakan yönetim memuruna acıdım. "siz burada bekleyin" deyip pankart çevresinde toplanmış kalabalığa doğru yürüdüm.

Kimliklerinizi görebilir miyim?

Tanıdığım birkaç yüz gördüm, beni tanımışlar birbirlerine gösteriyorlardı. Hatta iki öğrenci gülümseyerek yanıma geldiler "Hoş geldiniz hocam, nasılsınız ? Bir çay içer misiniz ?"

Onlara ne söyledim hatırlamıyorum, pankarta doğru yürümeye devam ettim. Bu çocuklar işte böyle bir ortamda yaşıyorlardı.

Tuhaf bir cesaret gelmişti sanki üzerime. Elimi montun iç cebine attım, kimliğim oradaydı. Artık pankartın önündeydim. Tüm grubun gözleri üzerimdeydi. Birkaçı bana doğru geldiler. Adeta pankartla arama girmişlerdi. Hiç de misafirperver değildiler.

Onları tanımıyordum kimliğimi çıkarttım ve göstererek "Ben bu yurdun müdürüyüm. Sizi tanıyabilir miyim, öğrencim misiniz ?"

Önümü kestiler. Her biri ayrı ayrı konuşuyordu. "Siz polis misiniz ?",  "Niye kimlik gösterecekmişiz, göstermeyin arkadaşlar !", "Siz ne hakla bunu istiyorsunuz ?" Bir anda etrafımın çevrildiğini gördüm. Elimdeki kimlik kartımı kaldırarak onlardan daha yüksek sesle konuştum.

Burayı kapatıyorum; herkes dışarı!

"Gençler ! Bakın ben yurt müdürü olarak size kendi kimliğimi gösteriyorum. Bu pankart yasa dışıdır. Kaldırmanız için sizinle konuşmaya geldim. Ama önce konuştuğum kişilerin bu yurdun öğrencisi olduğunu görmem lazım. Yurdun içinde herkesin kimliğini isteme hakkım ve yetkim var. Sizler üniversite öğrencilerisiniz, lütfen bana kimliklerinizi gösterin."

Etrafımda bir uğultu yükseldi. Önümdeki grup daha da hareketlendi. Kalabalık arasında sıkıştığımı hissetim. Her kafadan bir ses çıkıyor, el kol hareketleri artıyor, etrafımdaki çember gittikçe büyüyordu. Anlamıştım ki bu şartlarda sesimi işittirmek ve konuşmak imkansızdı. Üstelik durumum gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyordu.

Kaynaşma sırasında bir an sol tarafımda bir boşluk oldu, oradan sıyrılıp merdivenlere doğru hamle ettim.

Birkaç basamak çıktım, arkaya dönüp baktığımda durumun vahametini daha iyi anlamıştım. Merdivenlerin önü miting meydanı gibi olmuştu. En başta kırmızı sarı pankart, bağırıp çağıran, ellerini kollarını sallayıp duran öfkeli bir militan grup ve bizi seyreden diğerleri.

Kimisi hala masalarında, kimisi sandalyelerinden yarı kalkmış, gitmeli mi kalmalı mı kararsızlığında, çoğu ayakta ne olacak bakalım diye seyreden yüzlerce genç.

"Gençler ! Bakın, bu yasadışı pankartı kaldırmanız gerekiyor. Yurt müdürü olarak bunun için kendi öğrencilerimle konuşmaya gelmiştim ancak sizleri tanımıyorum. Kimliklerinizi de göstermediniz. Bu şekilde konuşabilmemiz imkansız. Sizi uyarıyorum, lütfen bu yurdun öğrencisi olmayan kişiler derhal burayı terk etsin. Pankartınızı da indirin. Biraz sonra jandarma gelecek. Kötü şeyler olsun istemiyorum. Lütfen arkadaşlar ! rica ediyorum."

Sesim beni bile şaşırtacak kadar yüksek sesle çıkmıştı. Yoksa, durum o kadar ilginçti ki kantinde bir anlık sessizlik mi olmuştu hatırlamıyorum. Sadece karşımda öfkeli bir grup, arkada da daha fazlasıyla meraklı bakışlar görüyorum.

Ben bitirince öndeki gruptan farklı ses ve davranışlar geliyor. Kimisi bana laf yetiştiriyor, kimisi tedirgin, kimisi de kalabalığı bana karşı kışkırtmakla meşgul.

Arkama bakıyorum, yemek salonu olan üst kattan gençler, hatta aşçılar merdiven başına birikmiş merakla olacakları izliyorlar. Sanki çekilsem kalabalık merdivenlerden aşağıya akıp gidecek.

Tekrar aşağıya dönüyorum. Propaganda sloganlara dönüşmüş durumda: "Bu bizim demokratik hakkımız", "Yurt bizimdir, faşist idare istemiyoruz", "Arkadaşlar, devrimci mücadelemize katılın",

"Yaşasın demokratik, devrimci mücadelemiz !" Neredeyse etraftaki meraklı kalabalığı kollarından çekiştirip önüme yığmaya çalışıyorlar.

O anda kafamda bir ışık yanıyor. Artık ben de onlara hitap etmeye karar veriyorum:  "Arkadaşlar ! Ben bu gençlerle konuşmaya geldim. Ancak görüyorum ki bu mümkün değil. Bu pankart suç, kaldırılması lazım. Üstelik bu arkadaşlar da yurt öğrencisi değil. Biraz sonra Jandarma gelecek, sizlere bir zarar gelsin istemiyorum. Bu yüzden şu an itibariyle kantini kapatıyorum. Lütfen herkes dışarı çıksın!.."

Sözlerim biter bitmez beni de şaşırtan  bir şey oluyor. Hem yukardan, hem aşağıdan yüzlerce genç giriş kapısına akıyor adeta. Bir dakika içinde koca kantin boşalıveriyor. Geriye oraya buraya koşturup çıkanları geri döndürmeye çalışan küçük bir grup kalıyor. Başaramayınca bana doğru geliyorlar.

Söylediklerinin hiçbirisini artık anlayamıyorum. İtiş kakışlarına da aldırmıyorum. Bastırmaya çalıştığım heyecanım had safhada. Bir an evvel buradan çıkmam lazım. Merdivenlerden inip çıkış kapısına yöneliyorum. Kapıya geldiğimde gördüğüm manzara beni daha da şaşırtıyor.

Kantini boşaltan gençler kapıya 20 metre mesafede adeta bir tribün oluşturmuşlar. Anlaşılan hem korkuyorlar, hem de ne olacağını görmek istiyorlar.

Etrafımda kalan 6-7 kişilik grupla kantinden çıkıyorum. Bir taraftan bana sataşıyor, bağırıp çağırıyorlar, öbür yandan kalabalığa propaganda yapmaya çalışıyorlar.

Manzara çok garip, sanki ortada bir sahne var da seyirci pür dikkat ona kilitlenmiş gibi. 

İlginç bir protesto

Zor ayakta duruyorum. Kalbim ağzımda, bacaklarım titriyor. Giriş kapısına doğru bakıyorum birkaç Jandarma cemsesi yurda girmek üzere. Nöbetçi memurluk tarafındaki bir tümseğin üzerinde birkaç yönetim memuru ve bekçi görüyorum.  Merakla ne yaptığımı seyrediyorlar. Son takatimle seyirci kalabalığına sesleniyorum:

"Sevgili gençler ! Çağrıma uyduğunuz için teşekkür ederim. Şimdi bu arkadaşlarımdan da rica ediyorum. Yaptığınız eylem yasadışıdır, suçtur. Yurdun huzur ve güvenliğini bozacak bu gibi hareketlere göz yummamızı kimse beklemesin. Bakın jandarma da gelmiş durumda. Lütfen bu pankartı astığınız gibi kendiniz kaldırın. Size söz veriyorum, benimle konuşmak isterseniz yarın sabah saat 10 da odamda olacağım. Yurdun huzurunu bozan bu gibi hareketleri de protesto ediyorum. O pankart kaldırılana kadar da buradan ayrılmayacağım."

Artık ayaklarım artık beni taşıyamıyor. Olduğum yere çöküp oturuyorum. Arkamda bağırıp çağıran pankartçılar, önümde yüzlerce seyirci. Ortada bağdaş kurup oturmuş bir garip adem. Başım dönüyor, sanki yavaş yavaş bir gayya kuyusuna çekiliyorum. Gözlerim kararıyor, etrafımda bulanık bir girdap oluşuyor, dönüyor... dönüyor...Etrafımda bir gürültü…

Kalabalıktan önce tek tek sonra da hep bir ağızdan, sonra da giderek tonu yükselip slogana dönüşen bir tepki yükseliyor:

"Pankart da istemiyoruz, sizi de !, Müdür haklı, yeter artık ya ! defolun gidin. Yuhhh !, Ne bu ya ! Bıktık artık, kavga gürültü istemiyoruz. Müdür bizim yurt bizim, çatlasın başkaları !"

Gözlerim açık ama etrafım sanki gece gibi kararıyor. Bu arada aniden çevrem kalabalıklaşıp hareketleniyor. Düşüyorum sanıp, tutunmaya çalışıyorum.

Fakat, aksine yukarıya doğru havalanıyorum galiba. Ellerim bir sürü insanın ellerine, omuzlarına değiyor.  Kulaklarımın dibinde gök gürültüsü gibi bir ses. Zorluyorum, görmek için. Yukardan bulanık bir görüntü; etrafımda yüzlerce genç var ve galiba ben onların omuzlarındayım.

Bacağıma, belime, koluma uzanmış onlarca el.  Düşmemeye, tutunmaya çalışıyorum. Bağırıyorlar "En büyük müdür bizim müdür, başka büyük yok !" 

Omuzlarda

Uykuyla uyanıklık, rüyayla gerçek arasında böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Dalgalanan bir insan denizinin ortasındayım. Etrafımda büyük bir kalabalık, havada yüzlerce el kol. Nihayet gün ağarıyor gibi etrafım yavaş yavaş aydınlanıyor.

Gözlerim kalabalık arasında Kemal'i, Süleyman'ı seçiyor. Görüyorum, yüzleri gülüyor, elleri de havada sürekli bağırıyorlar. Alkış, tezahürat gırla gidiyor. Çevreme bakıyorum, küçük tepede nöbetçi yönetim memuru ve bekçileri fark ediyorum. Onların da yüzü gülüyor, galiba onlar da alkışlıyor. Jandarma idarenin kantine bakan tarafında vaziyet almış, onları da görüyorum.

"Tamam…İndirin artık...Teşekkür ederim…" diye tekrar edip duruyorum. Kantin giriş kapısında beni indiriyorlar. Pankartı göremiyorum. İşletmeci İlhami, palamut aşçı, kantinci Selami de oradalar. Onların da yüzü gülüyor.  Orhan hemen önümde ikide bir bana sarılıp öpüyor.

Soruyorum "Pankart ne oldu ?" "Kaçıp gittiler müdürüm, pılısını pırtısını toplayıp arka pencereden kaçtılar."

Rahatlıyorum, jandarma komutanının bana doğru geldiğini görüyorum. "Geçmiş olsun müdürüm" diyor. Onun da yüzü aydınlık. "Çok şükür !" diyorum, "Çok şükür kimseye bir şey olmadan bitti" diye cevaplıyorum onu.

Gençler etrafımda, herkes elini uzatmış, ben de uzatıyorum. Arkamdan bir ses "Müdürüm kantin açılacak mı ?" Herhalde İlhami soran, arkamı dönmeden karşılık veriyorum "Açtım gitti !" Arkamdan bir kahkaha ve alkış sesi patlıyor. Kantinden idareye doğru bir öğrenci koridorundan uzanan elleri sıka sıka ilerliyoruz komutanla.

İdare merdivenlerine geldiğimizde bu defa komutan soruyor "İyi misiniz, bugün burada kalmamızı ister misiniz ?" Merdivenlerde iki müdür yardımcımla karşılaşıyoruz, lojmanlarda kaldıkları için merak edip gelmişler. Nöbetçi memur ve diğer üç yönetim memuru da arkamızdan yetişiyorlar. Derin bir nefes alıyorum, herkesin duyacağı şekilde "İyiyim" diyorum, "bu raundu da kazandık, yarına Allah kerim, gel birlikte sıcak bir çay kahve içelim." Herkes mutlu ve rahatlamış görünüyor, içeriye giriyoruz.


Kritik görüşme

Gazeteci Yusuf

Hizmet aracım Bursa'dan Görükle kampüsüne giden düz, uzun yolda hızla ilerliyor. Gözlerim dışarda, akıp giden binalar, bahçeler ve ağaçlar arasında, düşünüyorum.  

Saat 09.25, biraz sonra makamımda genç misafirlerimi bekliyor olacağım. Dünkü olay sırasında bu davetimi herkes duydu. Gelmemeleri mümkün değil. Gelecekler, hem de dünün rövanşını almak üzere. Ama, bu sefer ben de hazırlıksız değilim. Yapabileceğim her şeyi yaptım, her ihtimali düşündüm. Yine de huzursuz ve tedirginim.

"Müdürüm kantine girebilecek miyim. Fotoğraf çekmem ve bazı öğrencilerle görüşmem gerek." Arabanın arka koltuğunda sol yanımdan gelen bu sesle irkiliyorum. Bursa'nın mahalli gazetesi Olay'dan bir muhabirdi. Yanımda götürüyordum.

Sabah erkenden Bursa Jandarma Alay Komutanlığına ve Valiliğe gitmiş, dünkü olayın değerlendirmesini yapıp, gereken desteği aldıktan sonra Olay gazetesini ziyaret etmiştim. Ne zamandır yurtla ilgili bir haber yapmak istiyorlar, ama yurda girmelerine izin verilmediği için olmuyordu. Bu sefer ben onları davet etmiştim.

Genç bir muhabirdi Yusuf. Aynı zamanda gazetede yazıyordu. Zaman zaman telefonla beni arıyor, ısrarla haber yapmak istediğini söylüyordu. Davetimi sevinerek kabul etti. "Tabi, önce odamda bir çay içeriz. Kısa bir görüşmem var, sonra da seni görevli arkadaşlarla kantine gönderirim" dedim. Dünkü pankart olayından hiç bahsetmemiştim. Nasıl olsa öğrenecekti.

Amacım görüşme sırasında elinde fotoğraf makinesi olan bir gazeteci şahidim olmasıydı. Böylece görüşmenin kontrolden çıkmasını önleyebileceğimi düşünüyordum. "Ne görüşmesi bu ?" diye sordu genç muhabir. Konuyu onun için ilginç hale getirmeliydim.

"Yurttaki sol gruplardan biri" diye imalı bir bakışla cevapladım sorusunu. Birdenbire canlanmıştı "Fotoğraf da çekebilir miyim ?"diye sordu ilgiyle. "Elbette" dedim gülerek. Bir elimle de sağ omzuna vuruverdim hafifçe.

Araba süratle kampüse girdi, şoföre “Mustafa sağ taraftan gidelim“ dedim.  Burası toprak, etrafı koru ormanı yeşillik bir yoldu. Üniversite binaları arasından geçen ana yoldan gitmek istememiştim.

Çünkü riske girmemeliydim, o yolda beklenmedik sürprizler olabilirdi. Bu yol biraz daha dolambaçlı, uzun, tenha bir yoldu. Bekleyen varsa ana yolda beklerdi, böyle bir tali yolda değil.

Araba son tümseği aşıp, sola doğru virajı döndüğünde yurdun giriş kapısı tam karşımızdaydı. Etrafta bir anormallik de görünmüyordu. Kapı açılıp içeri girdiğimizde, telefon kulübelerinin önünde bir anne baba görüp şoförü durdurdum. "Hadi gel Yusuf, burda inelim." 

Birlikte indik, kızlarıyla ayakta konuşmakta olan anne babanın ilgisini çekmiştik. Gülümseyerek onlara doğru yürüdüm, "Hoş geldiniz, neden burda bekliyorsunuz ? İçerde bir çay ocağımız var, orda oturabilirdiniz."

Adam uzattığım eli sıkarken yüzüme merakla bakıyordu: "Müdür beyi bekliyoruz, görüşmek istedik de…" Güldüm, "Beyini bilmem de Müdür benim. Buyrun o zaman odama geçelim, burada ayakta kalmayın, buyrun hanımefendi." 

Yusufu da sağ yanıma aldım, birlikte idare binasına yürümeye başladık. Bir yandan bir şeyler konuşuyor, diğer yandan etrafı kolaçan ediyordum.

Evet, oradaydılar. Kültür merkezinin köşesinde bir grup genç toplaşmış konuşuyorlardı. İçlerinden bazılarını tanıdım. Pankart açan gruptandılar. Bizi görmüş, birbirlerine işaret ediyorlardı. Onları fark etmemiş gibi yaptım. Neşe içinde misafirlerimle ilgilenmeye ve yürümeye devam ettim.

Beklenen görüşme

Hala düşünüyordum, görüşmeye yeterince hazır mıydım ? Sanki hala bir şeyler eksik gibiydi. Artık merdivenlere yaklaşmıştık.

Beklediğim cevap solumdan geldi "Günaydın hocam ! Nasılsınız ?" Geçen seneki Blok toplantılarından tanıdığım iki kız öğrenciydi. Döndüm ellerini sıktım "Günaydın hanımlar, iyiyim, ya siz ?"

Yüzü güleç, konuşkan kızlardı, hemen yanımıza sokuldular. O anda karar verdim görüşmede onlar da olmalıydı; "Haydi gelin size sıcak bir çay ısmarlayayım, üşümüşsünüzdür." 

Yedi kişi birlikte merdivenlere yöneldik. Makam odamın bulunduğu katta alışılmadık bir sessizlik vardı. Memurlar ve iki Müdür yardımcısı odalarına çekilmiş, adeta biraz sonra olacak fırtınadan gizlenmeye çalışıyorlardı. Ya da bana öyle geldi.

Misafirlerimle odaya girdik, gazeteci hemen sağda ilk koltukta, aile ve kızları onun yanında sıralanmış, sol tarafa da iki kız öğrenci oturmuşlardı.

Olabildiğince neşeli olmaya çalışıyordum. Hoşbeş, selam kelam, ne var ne yok gibisinden konuşmalar su gibi aktı. Ortamda ılık bir hava oluşmuş, benim de keyfim düzelmişti.

Bu arada çaylar da geldi, servis yapıldı. Kaşık sesleri arasında kızlardan biri duramayıp, fıkırdadı "Hocam, dün çok korktuk. Size zarar verecekler sandık. Ama bravo valla, çok cesur muşsunuz." Güldüm sadece, cevap verip ilgiyi dağıtmak istemiyordum.

Şimdi sırası değildi. Saatime baktım, 10,05'i gösteriyordu, yani vakit tamamdı. Yanılmamıştım, bir yönetim memuru kapıda belirdi: "Müdürüm, geldiler" Masamdan kalkarken "Tamam alın içeri" dedim, bir taraftan da misafirlerime açıklama yapıyordum: "Bir öğrenci grubuyla görüşmem var, uzun sürmez, siz rahatınıza bakın."

Ben kapıya doğru ilerlediğimde grup içeri girmişti. "Hoş geldiniz" deyip birer birer ellerini sıktım. Beş kişiydiler, oturmaları için kapının hemen yanında, makam masamın tam karşısındaki toplantı masasını göstermiştim.

İçerdeki kalabalığı görünce şaşırmışlardı, gözlerinden tereddüt ettiklerini anladım. "Lütfen oturun, misafirler yabancı değil, bu arkadaşlarınızı tanırsınız D Bloktan, bu öğrencimizin de adı Özlem, bu yıl yeni kayıt oldu.” Bu sefer diğerlerine dönüp açıkladım, "Bu gençlerle dünden verilmiş bir sözümüz vardı, benimle görüşmek için geldiler."

İki kız öğrencinin gülümsemeleri yüzlerinde donmuştu. Devam ettim "Bu da Bursa Olay gazetesinden Yusuf Tahiroğlu, yurdumuzla ilgili bir haber yapacak." Yusuf'u en sona bırakmış, ses tonumla tane tane ama olabildiğince vurgulu biçimde tanıtmıştım.

Yusuf tam da istediğim etkiyi yapmıştı. Grubun gözlerindeki ışığı gördüm, geçip masaya oturdular. Bir gazeteci onlar için ala bir propaganda vesilesi olacaktı. Yine de gergin ve heyecanlıydılar. Bu her hallerinden belliydi.

Geçip masama oturdum. Bu arada biri hanım üç müdür yardımcım da içeri girdiler. Biri gelip kulağıma eğildi "Müdür bey, Jandarma geldi, dışarda tertibat aldılar, komutanı benim odaya aldık." Gözümle ve baş hareketlerimle "Tamam, sen onunla ilgilen" dedim, odadan çıktı. Kalan iki müdür yardımcıma kız öğrencilerin yanında yer gösterdim.

Durum hala bir garipti. Gençler tam karşımızdaki toplantı masasına sıralanmış, aile daha ne olup bittiğini anlamamış, iki kız öğrenci bir bana bir gruba bakıp kalksak mı kalkmasak mı kararsızlığı yaşıyor, Yusuf'sa sanki haberin kokusunu almış gibi, gözünü kulağını dikmiş olup biteni dikkatle izliyordu.

Ortamı yumuşatmam lazımdı, kapıdan bakan görevliye "Gençler içinde çay getir Bekir, bak değerli müdür yardımcılarım da burada, bizimkileri de tazeleyebilirsin" diye seslendim.

Gençlerden lider pozisyonunda olan Uğur'u geçen seneden tanıyordum. Üçü dünkü gruptandı. Birini ise tanımıyordum.

Uğur'a hitap ederek "Nasılsın Uğur? Epeydir görüşmemiştik. Dün de yoktun, demek bu gençler senin arkadaşların."  Uğur yine çatık kaşlı ve gergin bir yüzle "İyi değilim, dün arkadaşlarımıza antidemokratik bir baskı uygulayarak, pankartımızı engellemişsiniz."

Odada gergin bir elektrik dolaştı. Aileye dönerek bir açıklama yapmak iyi olacaktı "Bu gençler dün kantinde açılan yasadışı bir pankartla ilgili olarak, davetim üzerine benimle görüşmeye geldiler." 

Gruptan itiraz sesleri yükseldi "Ne demek yasa dışı", "Asıl sizin tavırlarınız faşistçe", "Pankart devrim şehitlerimizi anmak içindi", "Devrimci mücadelemiz yine sürecek." 

Baktım Yusuf küçük bir defter çıkarmış konuşmaları atlamadan not etmeye çalışıyordu. Aile bir bana bir gruba bakıyordu. Kızlar iyice tedirgin olmuşlardı. Kontrollü gerginlik iyiydi ama, daha net bir tablo olmalıydı ortada.

 "Tamam arkadaşlar, burası sizlere daima açık, gelip benimle konuşabilir, taleplerinizi rahatlıkla iletebilirsiniz. En azından o pankart bizden izin alınmadan asılmıştı, kabul edin." 

Yine sözümü kesip itiraza hazırlanıyorlardı ki "Gençler sizden bir ricam var, bakın burda bir basın mensubu da var. Birbirimizle uygarca konuşalım. Mesela o pankartı bize gösterebilir misiniz. Neyin üzerinde konuştuğumuzu bilelim." 

Bir sorun mu var?

Böyle bir şey beklemiyorlardı, birbirlerine baktılar. Sonra Uğur eğilip sağındaki gence bir şeyler söyledi, o genç de ayağa kalkıp odadan çıktı. Uğur Yusufa bakarak konuştu, olabildiğince sakin ve ikna edici olmaya çalışıyordu

"Arkadaş pankartı getirecek, gazeteci arkadaşımız da görsün. O pankartta yasa dışı bir şey yok. Bize göre izin almamız da gerekmiyor." 

Çaylar gelmişti "Teşekkür ederim Uğur'cum, neden çayını İçmiyorsun ?" Uğur konunun değişmesine sinirlenmişti. Yüzü ekşimiş, kaşlarını çatmıştı "Midem rahatsız, çay içmiyorum" dedi tepkiyle. "Ne var ki midende ? daha çok gençsin" dedim üstüne giderek. 

"Gastritmiş" dedi kısaca. "Geçmiş olsun, dikkat et kendine genç yaşta ülser olmayasın" dedim vurgulayarak. Anne acıyarak bakıyordu Uğur'a, Baba da "Geçmiş olsun" dedi hayretle.

Kapı açıldı, bir yönetim memuru, arkasında biraz önce çıkan gençle göründüler. Elinde rulo edilmiş bir pankart vardı. Yönetim memuru merakla yüzüme bakıyordu. "Tamam gelsin, sen çıkabilirsin Tahsin" dedim ona.

Ayağa kalktım gence "Pankartı şöyle yere serer misin, misafirlerimiz de görsün" dedim. Genç aklınca gurur duyduğu pankartı anında açıverdi masanın önünde. Sarı zemin üzerine kırmızı boya ile yazılmış orta kısmında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının resimleri bulunan ve bildik sloganları içeren ürkütücü bir tabloydu karşımızdaki. 

Yusuf hemen fotoğraf makinesine el atmış arka arkaya çekiyordu. Babaya dikkat ettim, bayağı huzursuz olmuştu, anne gayriihtiyari kızının koluna yapışmış korkuyla pankarta bakıyordu.

Kızlardan biri dayanamadı "Ya biz böyle şeyler istemiyoruz yurtta, huzursuz oluyoruz böyle şeylerden. Her an bir olay çıkacak korkusuyla yaşamak istemiyoruz."

Baba da ayağa kalkmıştı "Müdür bey, lütfen bu gibi eylemlere mani olunuz, nasıl bir yurt bu böyle ? Devletin resmi yurdu değil mi burası ? Çocuklarımızı nasıl emanet edeceğiz size ?" 

Müdür yardımcısı varlığını hatırlatmak istercesine “Size daha önce de defalarca bu tür eylemlere müsaade etmeyeceğimizi söylemiştik” diye araya girdi.

Yusuf fırsatı kaçırmıyordu, hemen gençlere sorusunu sordu "Arkadaşlar, sizce bu tür pankartlar yurtta izinsiz asılabilir mi ? O zaman bu bir yasa dışı pankart asma eylemi olmaz mı ?"

Gençler her yandan gelen bu sözlere cevap verme telaşıyla kontrolü iyice kaybetmiş durumdaydılar. Artık söyledikleri hep tekrar edip durdukları bildik sloganlardan başka bir şey değildi.

Yusuf bir taraftan not alıyor, bir taraftan da her açıdan bol bol fotoğraf çekiyordu. O bile aldığı cevaplardan memnun olmamış, artık soru sormayı bırakmıştı. Zaten aile ve kızlar da üzerlerinden tedirginliği atmışlar, artık doğrudan Yusuf'a yönelmişlerdi. Grup ikinci planda kalmıştı.

Tam da bu esnada Jandarma Bölük komutanı ile Müdür yardımcısı kapıyı açıp başlarını içeriye uzattılar. Komutan "Müdür bey, bir sorun mu var ?" Grup iyiden köşeye sıkışmış durumda, bunalmış, ne yapacaklarını bilemez haldeydi.

Ayağa kalkıp "Teşekkür ederim komutan, biz konuşuyoruz. Herhangi bir sorun yok. Değil mi gençler ?" dedim.

Gruptan tek kelime çıkmıyordu, önlerine bakıyor, parmaklarıyla oynuyor, parkalarının düğmelerini, boyun atkılarını çekiştirip duruyorlardı. Komutan vurgulu bir şekilde dik dik pankarta bakıyordu. Ayağa kalkıp "Tamam komutan, siz istirahat edin biz konuşuyoruz."

Son perde

Kapıyı kapatarak tekrar masama geçtim. Artık sıra son perdeye gelmişti. Herkesin yüzüne bakarak, kelimelerin üstüne basa basa konuştum:

"Burası 5000 kişilik bir yer. Türkiye'nin en büyük yurdu. Hepinizin, hepimizin evi, ocağı. Ancak, son yıllarda burada huzur ve güven kaybolmuş. Özellikle geçtiğimiz birkaç yıl boyunca acı olaylar yaşanmış. 

Fikirler, görüşler farklı olabilir. İnancı, kökeni ayrı olabilir. Buna saygı duymak lazım. Kimse görüşünden, inancından ötürü kınanmamalı, düşman ilan edilmemeli. Kimse kimsenin üzerinde zorbalık hakkına da sahip değil. Var olan farklılıklar da kavgayı değil, tam aksine kaynaşmayı sağlayacak şeyler olarak görülmeli. 

Bu yüzden bu gibi toplu yaşanan yerlerde belli kurallara uymak mecburiyeti var. Neden ? Çünkü, burada hep birlikte yaşama ihtiyacı içindeyiz. Bu doğrudan yaşam hakkıyla ilgili bir şey.

Bu yüzden geçen yıl sizlerin de desteğiyle, hep birlikte buranın huzur ve güveni için bazı adımlar attık. Bir taraftan hizmetimizi iyileştirip geliştirmeye çalışırken, bir taraftan da sizlerle diyalog içinde olmaya özen gösterdik. 

Etrafınıza bakın, geçen yıldan farklı çok daha yaşanabilir bir yurt göreceksiniz. Ama bu çabalarımızın devamı sizlerin desteği ve katkısına bağlı. Bindiğiniz dalı kesmemelisiniz.

Sizin önem verdiğiniz fikirler ve değerler de buradaki ortamın iyileşmesiyle yaşayacak. Diğerininki de, öbürününki de…Herkesin özgürlüğü diğerinin saygısıyla mümkün, sizin özgürlüğünüz öteki saydığınız kişilerin de özgür olmasına bağlı. Demokratik yaşam biçimi de bu değil midir zaten?"  

Uğur sinirli bir şekilde sözümü kesti "Biz devrimci demokrat bir örgütüz. Öncelikle bu yurtta, faşist ve gerici anlayışları istemiyoruz. Jandarma ve polisin üniversiteye girmesine de karşıyız. Eylemlerimiz için sizden izin almak zorunda değiliz. Bu bizim özgürlüğümüz için bir tehdittir. Elbette bu tür faşist uygulamalara karşı tepkimizi göstereceğiz. Kendimizi, görüşlerimizi özgürce ifade edebilmek bizim en temel hakkımızdır. Kimse bu mücadelemizi engelleyemeyecektir. "

Bu defa baba girdi araya "Evladım, ülkemizde demokrasi var. Elbette görüşlerinizi açıklayacak, inançlarınızı yaşayacaksınız. Ancak bu hakkınız diğerlerinin haklarını kısıtlamamalı. Kendinizi ifade etmek isterken, başkalarına zarar vermeyeceksiniz. Ben evladımı buraya bırakıp gideceğim, aklım burada kalacak. Acaba ne oldu, ne olacak diye ? Sizlerin de anne babası var. Onların da üzülmesini istemezsiniz değil mi ? Bence yaptığınız çok yanlış. Bak Müdür bey ne güzel söylüyor. Dersinizi çalışın, güzel güzel okuyun, varsa bir ihtiyacınız gelin Müdür beye anlatın. Yapmayın böyle şeyler…"

Uğur'un sağındaki iki genç adamla alay eder bir eda ile güldüler. Uğur onları bir el hareketiyle susturdu. 

Devam edip toparlamalıydım. "Beyefendi doğru söylüyor, biz burada her görüşten, her inançtan, her kökenden gençlerimizin birlikte yaşayabilmeleri için varız. Toplu yaşamın gereklerini, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için görevdeyiz. 

Bu pankart yasa dışı, hadi öyle demeyelim ama izinsiz. Huzur ve güveni olumsuz etkiliyor, ortamı geriyor. Farklı görüşteki arkadaşlarınızın tepki göstermesine neden oluyor.  Oysa kantin gibi toplu alanlar hepinizin. Orada en az sizin kadar diğerlerinin de güven içinde yemeğini yemesi, çayını içip sohbet etmeye hakkı var. 

Bakın bu yıl orada sizlerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir çok işletme açtık. Huzur ve güven ortamı devam ederse pastane, kafeterya gibi yenilerini de düşünüyoruz. Ancak böyle izinsiz korsan eylemler haklı bile olsanız sizi haksız konumuna düşürüyor. O zaman konu masum bir anma etkinliği olmaktan çıkıyor, diğerlerinin özgürlüğünü de tehdit eden bir güvenlik sorunu haline geliyor. 

Çünkü bu eyleme karşı birileri size saldıracak olsa durum ne hale gelir biliyorsunuz. Bu defalarca yaşanmış burada, hatırlayın.

Sizler üniversite öğrencilerisiniz, aydın, vatansever gençlersiniz. Gelin bu ortamın huzurunu bozmayalım. Birlikte yaşam ilke ve kurallarına riayet edelim. Biz sizin için varız, kapımız da her zaman açık. "

Uğur'un yüzünde seyirmeler görüyordum, bir eli sürekli midesindeydi. Eminim o da  artık sıkıştıkları bu cendereden bir an evvel kurtulmak istiyordu. Bir an onun için üzüldüm, nihayet o bir liderdi. İtibarını korumalıydım.

Son sözlerimi ona hitap ederek tamamladım "Bak Uğur, seni takdir ediyorum. Benimsemesem de mücadelene saygı duyuyorum. Diyalog istediğimi, benimle her zaman konuşabileceğini biliyorsun. Bu pankart işi yanlış. Artık böyle şeyleri bu yurtta görmek istemiyorum. 

Hepinizin bu ortamda hem de kılınıza zarar gelmeden, huzur ve güven içinde yaşaması en temel hak. Benim de vazifem bunu sağlamak. Kendinizce önemsediğiniz insanları anmak mı istiyorsunuz ? Size söz veriyorum, benden izin isteyin size salon tahsis edeyim, orada rahat rahat programınızı yapın. Hatta davet ederseniz ben de seve seve aranızda olurum. 

Şimdi, pankartınızı toplayın ve gidin. Müdür Yardımcım size çıkışa kadar eşlik etsin. Herhangi bir zarar görmeden emniyet içinde yurdu terk edin. Bu mesele de burada kapansın, tamam mı ? Hadi bakalım !"

Flash TV de açık oturum

Pankart olayı ve o kritik görüşmeden bir hafta sonraydı. Bursa'daki yerel yöneticiler ve mahalli basın desteği için dolaşıyordum. Yurtta ne kadar başarılı olursak olalım çevremizdeki kurumlar, iletişim içinde olduğumuz sivil toplum kuruluşları ve mahalli basından yeterli desteği alamazsak işimiz zordu.

Özellikle muhabir Yusuf'un Olay gazetesinde çıkan olumlu haberi çok yararlı olmuştu. Ardından çıkan peşpeşe iki yazı da ilginin üzerimize çevrilmesine yol açmıştı.

Algı şuydu ; "olaylarıyla gündeme gelen Uludağ yurdunda değişim rüzgarları, güzel şeyler oluyor !" Medyanın gücünü kullanmalıydım. O yüzden yerel basın kuruluşlarını ziyarete devam ettim. Bu arada Flash TV'nin Gürsu çıkışındaki merkezine de uğramıştım.

Orada genç atak bir programcı ile tanıştım; Hakan Güneş. Bana hemen bir açık oturum teklif etti.  Memnun oldum ama bu benim tek başıma karar verebileceğim bir konu değildi. "İnşallah, isterim" dedim ayrıldık.

Bölge üzerinden Genel Müdürlüğe bir yazı yazdım. Durumu anlattım ve böyle bir açık oturumun yurdun imajı için faydalı olacağını belirttim. Yazılı değil ama bölge üzerinden dolaylı izin çıktı. Tabi ki yanlış olursa sorumlusu sensin anlamında bir imayla beraber.

Ateş hattında olan bendim. İçine düştüğüm kuyudan çıkmak ta bana kalmıştı.  Dişimi sıkıp, başlattığım süreci devam ettirmeli, destek bulmalıydım.

Kendi kurumumdan hayır yoktu, bari Bursa'da yalnız olmamalıydım. Yurtta ne yaparsam yapayım anlatamazsam kim bilecekti ki.  Ayrıca, yurdun bilinen olumsuz imajını da artık düzeltmeliydim.


İki farklı açılım

Öğrenci temsilciliği

Süreç Genel Müdürlükten gelen bir yazıyla başladı. Aslında rutin, kağıt üstünde kalan bir seremoniydi. Mevzuata göre öğrenci temsilcileri arasından bir tanesi Kurum Yönetim Kuruluna seçilecekti. Bunun için de belli bir tarihte tüm yurtlarda seçim yapılıyor, onlardan biri Bakanın bizzat katılıp yönlendirdiği Genel Kurulda Yönetim Kurulu Üyesi oluyordu.

Bu yıl seçim için ortamın uygun olduğunu düşünmüş olmalılar ki öğrenciler bu işi ciddiye almışlardı. Anlaşılan öncesinden de hazırlığı olan bir oluşum harekete geçmiş, kampanya başlamıştı. Mecburen yurt idaresi olarak biz de seçimin güvenliği ve mevzuat çerçevesinde neticelenmesi için sürece dahil olduk.

Görünüşe göre A Bloktan İlahiyat öğrencisi Selim ve 2.Bloktan İdari Bilimler öğrencisi Uğur yarışacaklardı. Üç kişinin daha aktif olduğunu duyduk, ancak bu öğrenciler gelip başvuruda bulunmamışlardı. Anladığımız kadar alternatif temsilcilik gibi bir iddiaları varmış. İdarenin gözetiminde bir seçimi antidemokratik buluyor, bizimle işbirliği yapmayı da reddediyorlarmış.

Kısa zamanda onların fraksiyonları adına, kendi gruplarını kontrol etme kaygısıyla hareket ettiklerini anladık. Seçimde oy kullanmayacak, katılmak isteyenleri de bloke edeceklerdi.

Birbirinden farklı, iyi zamanda bir araya gelmesi zor grupçuklardı bunlar. Ancak bu çabaları sonuç olarak Uğurun şansını engelliyor, bölünmeye yol açıyordu.

Diğer tarafsa Selim'in adı etrafında bütünleşmiş görünüyordu. E Blok öğrencileri ve Kemal'in etrafındaki sporcu tayfa da Selim'e destek veriyormuş. Selim'le geçen yıldan bu yana tanışıyorduk. Kendi grubu üzerindeki etkisi kadar, yurtta da genel olarak tanınan ve saygı duyulan bir kişilikti. İlahiyatçı olmasına rağmen bütün diğer gruplarla iletişimi olan, hitabeti ve sosyal yönü güçlü bir adaydı.

Bir çok zor günde idarenin yanında olmuş, çözüm için uğraşmış, bunun için önerilerde bulunmuş biriydi. Mesela "Özgür ol, saygı göster ve çözüme katkı ver" şeklinde ifade edilebilecek üç ilke onun çabasıyla hepimizin ortak sloganı olmuştu.

Uğur da geçen yıldan bu yana bildiğim bir isimdi. Öğrenci olaylarında etrafında toplanan grupta bir liderlik etkisi olduğu açıkça görülebiliyordu. Onunla pek çok olayda karşı karşıya geldik, bazen gerildik, bazen de anlaştık.

Grubundaki güçlü militarist eğilimlere karşın, bana daha uzlaşmacı, demokrat bir kişilik olarak göründü. Bilhassa idareye gelip adaylık başvurusu yapması ve bir grup arkadaşıyla beni ziyaret etmesi bunun en büyük işaretiydi.

Yine sert ve gergin tavırları vardı ama, onu anlayabiliyordum. Sonuçta, o bir grup lideriydi. Üstelik çok da homojen olmayan, karmaşık bir ideolojik kitlenin fiili önderi.

Üzerinde çok büyük bir baskı olduğundan eminim. Bir taraftan kendi aralarında, bir taraftan yurtta diğer gruplarla, idareyle ve jandarmayla sorunlu bir ilişkiydi bu.

Sonuçta gencecik çocuklardı bunlar. Omuzlarında hayli ağır bir yük görüyordum. Üstelik, mükemmel olmalarını, kusursuz olmalarını da bekleyemezdim doğrusu.

Yasal olarak aday olan iki öğrencinin bildiri dağıtmasına, bloklarda dolaşmasına, kantinde toplaşmalarına seyirci kaldık. Yalnız Uğur'u desteklemeyen farklı fraksiyonların çıkardığı bir iki olay yurtta belli ölçüde bir gerginlik yarattı.

Güneydoğu kökenli Halil'in grubu da bunlardan birisiydi. Bu konuda taraf tutarak Uğur'un güvenliğini koruyan bir tutum izledik. Sonuçta demokrat davranan, seçilmek için çalışan tarafın yanında olmalıydık. Aynı şekilde Selim'in yabancı öğrencilerden destek alma çabasına da yardımcı olduk. Gruplar halinde gelip bize danışıyorlardı çünkü.

Onlara bu sürecin demokratik bir görev olduğunu, yurt temsilcisinin kendi sorunlarıyla da ilgili çalışmalar yapabileceğini anlattık.

Nitekim seçimin sonucunu belirleyen de büyük ölçüde yabancı öğrencilerin bu blok halindeki desteği oldu. Pazar günü yapılan seçin sonucu Selim 75 oy farkla öğrenci temsilcisi seçildi. Toplam oy kullanan öğrenci sayısı 2800'de kalmıştı.

Protestocu grubun çabaları sadece Uğur'u engellemekle kalmamış, yurtta genel olarak oy verme eğilimini de olumsuz etkilemişti.

Selim'i tebrik ettim. Aynı zamanda da olgun davranmalarını, seçildikleri için herhangi bir taşkınlık yapmamalarını da rica ettim. Zira aslında, yurtta kitle olarak kendisine oy vermeyenlerin miktarı daha fazlaydı. Ama sonuç buydu işte, sandığa göre o seçilmişti.

Açık oturum

Flash TV'nin genç sunucusu ile Perşembe günü saat 14.30 için anlaşmıştık. Açık oturumda bizden başka üç öğrenci  daha olacaktı. Bunlardan biri yeni seçilen öğrenci temsilcisi olmalıydı. Ayrıca biri kız iki öğrenci daha gelecekti.

Öğrenci temsilcisinin ismini ben vermiş, ancak diğerlerinin kim olduğunu öğrenememiştim. Fazla ısrar ediyor olmamak için üstünde durmadım ama bir taraftan da gelecek olanların açık oturumu sabote edebileceğini de düşünmeden edemiyordum.

Bu yüzden randevuya hemen hemen bir saat önce gittim. Yanımda Selim de vardı. Yolda aramızda bir strateji belirledik. Gelecek öğrencilerin aşırı uçlardan olması durumunda, konuşmanın rayından çıkmaması için birlikte hareket edecektik.

Şayet öğrenciler belli bir örgüt adına hareket etmiyor ve herhangi bir ön yargı taşımıyorlarsa serbesttik. Herkes düşüncelerini çözüme katkı sunacak şekilde  özgürce ifade edebilmeliydi.

Biz bu programa kamuoyunu olumlu yönde etkilemek ve yerel basının desteğini almak için çıkıyorduk. 2-3 yıldır Bursa'da oluşan olumsuz algıyı silme çabasıydı bu.

Yurtta alınan mesafeyi anlatabilmeli ve geleceğe dair umudumuzu paylaşabilmeliydik. Yaptıklarımızı kamuoyuna mal edemezsek, sağlanan iyileşme bir saman alevi gibi gelip geçebilirdi.

Çözümün kalıcı olabilmesi yurttaki huzur ve güvenin, hizmetlerdeki gelişmelerin sürdürülebilir olduğuna çevremizi inandırmakla mümkündü.

Muhabir Yusuf'un ifadesiyle "olaylarıyla gündeme gelen Uludağ yurdunda değişim rüzgarları esiyor. Orda artık güzel şeyler oluyor !" algısını güçlendirmemiz gerekiyordu.

Olay gazetesinde çıkan olumlu haber, sonrasında çıkan peş peşe iki yazı bu anlamda zaten ilginin üzerimize çevrilmesine yol açmıştı. Şayet Flash TV'de yapılacak açık oturum başarılı geçerse bu konuda bir adım daha atmış olacaktık.

Kaldı ki, beni tedirgin bir şekilde izleyen Bölge Müdürlüğü ve hiç te dost olmadığını bildiğim Genel Müdürlüğün tavrı da belki değişebilirdi.

Erken gittiğimiz için sunucuyla çay içip sohbet etme imkanımız oldu. Program konsepti, süresi ve içeriği konusunda karşılıklı bilgilendik. Fakat, sormamıza rağmen katılacak iki öğrenci hakkında konuşmuyordu. Arada kayboluyor, geldiğinde işle ilgili mazeretler ileri sürüyordu.

Selim'le iyice kani olmuştuk ki diğer öğrencileri başka odaya almış, son dakikaya kadar da bizimle görüştürmeyecekti. Bir ara onların yurt öğrencisi olup olmadıklarını, değillerse nasıl olup ta yurt hakkında konuşacaklarını sordum.

Bir şey bahane edip fırladı gitti, döndüğünde öğrencilerden birinin halen yurt öğrencisi olduğunu, diğerinin ise daha önce yurtta kalmış, ancak şimdi evde kalan biri olduğunu anlattı.

Ayrıca, endişelendiğimizi sezmiş olmalı ki, "Rahat olun. Öyle aşırı değiller. Sorun çıkacağını sanmıyorum" deme ihtiyacı hissetmişti. Kısmen rahatlamıştım ama yine de Selim'le özellikle yurt öğrencisi olan üzerinde birlikte hareket etmeye karar verdik.

Nihayet makyajlarımız yapıldı, stüdyoya girdik. İşte oradaydılar. Selim direk kızın yanına gitti ve "Merhaba Nilgün, ne var ne yok ?" dedi elini sıkarken. Ben de erkeğin iki yıl evvel yurtta kalmış, şimdi Bursa'da arkadaşlarıyla evde kalan biri olduğunu öğrenmiştim. Adı, Erdoğan'mış. Güleç yüzlü, sıcakkanlı biriydi. Kız öğrenci ise aksine gergin ve huysuz görünüyordu. Onu tanımıyordum, yurttaki grupların önde gelenlerinden değildi.

Göz ucuyla Selim'le konuşmalarını izledim. Problem olacağa benzemiyordu,  olsa olsa ezberlediği şeyleri söylemeye gelmiş biri gibiydi. Artık son derece rahattım, gerilmeye lüzum yoktu. Sunucu öncelikle yurt öğrencileriyle çekilmiş bir vetere izletti. Bu ne zaman nasıl çekilmişti ben de şaşırdım, ama fena değildi. Yurttaki değişim dönüşümü yansıtıyordu.

İlk söz bana verildiğinde oldukça avantajlı başlamıştım. Önce vurgulu bir "yurt" , "öğrenci" ve "kurallı yaşam" konuşması yaptım. Sonra, geçmişte yaşanan olumsuz olaylardan ve bunların meydana getirdiği sorunlardan bahsettim.

Şimdi bütün bunları geride bırakan yeni bir dönem yaşanıyordu. Geleceğe dair umutlarımız vardı ve genel olarak da öğrenci kitlesi bu iyileşmeyi destekliyordu.

Sonrasında önce erkek öğrenciye söz verildi. Delikanlı esprili, samimi bir üslupla yaşadıklarını anlattı. Söyledikleri yurttaki olumsuzluklar nedeniyle eve çıkan birinin tespitleriydi. Bu yüzden yurttan ayrılmak zorunda kalmıştı. Genç aslında dolaylı olarak benim sözlerimi doğruluyordu.

Bu esnada kız öğrenci sürekli huzursuz el yüz hareketleri yapıyor, heyecanı, gerginliği tırnaklarını yiyecek kadar belirgin görünüyordu. Kendisine söz verildiğinde tam da beklediğim gibi robotik bir manifesto okudu. Fakat, ezberlediği şeylerin keskinliği ile kendi hali tavrı ve ürkekliği tam bir tezat teşkil ediyordu.

Bitirdiğinde sunucunun bile dudaklarında ince bir gülümseme vardı. Karşımızda gerçekten kendisinin düşüncelerini değil, örgütünün sloganlarını tekrar eden aciz biri vardı.

Bu yüzden Selim'in işi kolay oldu. Öğrenci temsilcisi olmanın verdiği ağırlıkla öğrencilerin beklentilerini özetledi ve gelişmelerden umudunu vurguladı. Ona göre çözüm için sloganlara değil, akla, sağduyuya ve katkıya ihtiyaç vardı.

Hep birlikte daha iyiye gidilebileceğine olan inancını belirtti. Sık sık benim konuşmama referans verip örnekler vermesi de konuşmasını renklendirdi. Doğrusu sadece beden dilini iyi kullanan biri değil, çok da iyi bir hatipti. Açık oturumun rengi artık belli olmuştu.

Küçük bir ara ve ardından son tur yapıldı. Bu bölüm de daha ziyade tarafların sözlerine cevap verme imkanı olarak değerlendirildi. Genç kız bu defa biraz daha kendisi olmuştu.

Öğrenci temsilciliğine karşı çıkışı, idarenin çabalarını aldatmaca olarak değerlendirmesi ve üniversite özgürlüğü ile ilgili sözleri etkiliydi. Ancak ne yazık ki bu defa süresi oldukça kısıtlıydı ve asıl söylemek istediklerini dile getiremiyordu.

Diğer öğrenci burada duydukları karşısında şaşkındı, görmediği yeniliklere karşı da hazırlıklı değildi. Ne söylediği pek anlaşılamadı. Selim bir harikaydı. Gerçekten bir öğrenci temsilcisi olarak göz dolduruyordu. Bana söz bırakmamıştı, yine de ben geleceğe dair olumlu bir ufuk çizmeyi ihmal etmedim.

Program bittiğinde kız hızını alamamış, açık oturum devam ediyor gibi konuşmaya devam ediyordu. Onu gülümseyerek dinliyorduk. Tabi bu onu daha da sinirlendiriyordu. Sonunda o da pes etti ve kaktı, bir hışım kendisini bekleyen arkadaşlarının yanına gitti. Pencereden dışarıya baktım hala el kol hareketleriyle arkadaşlarına anlatmaya devam ediyordu. Bizim sohbetimiz güzeldi, çayımızı içtik, müsaade isteyerek ayrıldık.

Kalkmadan yayının zamanını, iki adet video kasedini ne zaman alabileceğimizi öğrenmiştik. Bizi uğurlarken sunucunun sözleri hala kulağımda "Müdür bey, biz işin haber, magazin tarafındayız. Siz orada yaşıyorsunuz. Samimi olarak sizi tebrik ederim. Ayrıca bu ülkenin bir genci olarak başarınızın sizin deyiminizle kalıcı olmasını da dilerim.  Çok iyi bir program oldu. Teşekkürler."


Yurtta Ramazan

Günler geçiyor

Bu yılın da yarısı geçti bile. Geçen hafta sömestr tatilinden döndük. Eve gitmesi güzel de, dönünce biraz kötü oluyorum. Ama, burada da arkadaşlarım var. Birkaç gün içinde yine kaptırıveriyoruz kendimizi yurdun hay huyuna.

Doğrusu bu yıl pek de renksiz sayılmaz burası. Geçen yıl olaylardan kroki vaziyetteydik, bu sene de yurttaki değişimden başımız döndü. Yeniliklerin ardı arkası kesilmiyor. Her gün bir yenisiyle daha karşılaşıyoruz.

Derslerde sıkıntı yok. Sınavlar çok iyi geçti. Mehmet'le yarışıyoruz. Bir o geçiyor bir ben. Böyle giderse sınıfın en iyileri gene biz olacağız. Mehmet'e bir de burs bulduk. Öğrenim kredimiz var zaten.

Bu arada ders notu çoğaltıp satma işi de devam ediyor. Ön planda o var, ben sadece ona yardım ediyorum. Böylece, dersleri aksatmadan takip etme, düzenli not alma, hocalarla aktif iletişim ve ekstradan çalışmaya zorluyorum kendimi.

Okulda durum

Arkadaş ve çevre sorunumuz yok. Bayağı popüleriz yani. Sadece bizim değil öbür sınıflardan, hatta alttan dersi kalmış yaylacılardan bile çok müşterimiz var. Böylece Mehmed'in maddi sıkıntısı da artık kalmadı. Kendisi zaten hayatta lüzumsuz harcama yapmaz. Hatta biraz biriktirdiğinden bile şüpheleniyorum.

Bu yılın renkli simaları yabancı öğrenciler. Doğrusu başta ürkmüştük ama, buradaki hayata çok çabuk adapte oldular sanki. Varlıkları yurda yeni bir renk ve canlılık getirdi.

Henüz üniversitede değiller, türkçe kursu görüyorlar. Ama yurtta hep birlikteyiz, nereye baksak onlar var.

Hani olur ya, evde hırgür varsa bile misafir geldiğinde sükut olunur. Onun gibi, sanki ayıp olur gibisinden herkes de biraz kendini topladı galiba. Bazen ufak tefek sürtüşmeler yok değil, ancak genelde misafirperverlik damarımız kabarmış durumda. Yardımcı olabilmek için herkes elinden geleni yapıyor.

Bu arada onlarla ufkumuz da epey açıldı denilebilir. Daha önce ne Kazakistan bilirdik, ne Moldavya. Ne Kırgız şapkası görmüştük, ne de Özbek takkesi. Şimdi onlar bizi merak ediyor, biz de onları.

Her fırsatta memleketlerini, ailelerini, günlük yaşamlarını merak edip soruyoruz. Neden öyle giyindiklerini, Türkiye hakkında ne bildiklerini, burada okuyup ne yapmak istediklerini…Tabi onlar da bize soruyorlar benzer şeyleri.

O kadar ilginç şeyler öğrendik ki. Mesela; Kazak, Kırgız ve Moğolların at eti yediklerini, at sütünden yapılmış kımız adlı bir tür içecek yapıp içtiklerini. Dini konularda ne kadar eksik olduklarını. Evlerine gelen misafirlere Allah rızası için içki ikram ettiklerini duyunca çok şaşırmıştık.

Dillerinde hep şu vardı "Biz 70 yıl komünizm esaretinde yaşadık. Ancak, hürriyeti gördük, anladık.  Siz cennette yaşıyorsunuz."

Gerçekten biz ülkemizin kıymetini bilmiyoruz. Başkası söyleyince de bir tuhaf oluyoruz galiba.

Bu hafta yurtta öğrenci temsilciliği seçimi var. Şaşılacak şey ! Böyle şeylerin olabileceği Kemal abinin bile aklından geçmiyormuş. Ama oluyor işte, adaylar hareketli. Onları destekleyen gruplar da öyle. Ama herhangi bir gerginlik yaşanmıyor. Sanki gruplar arasında görülmeyen bir anlaşma olmuş gibi.

Biz Selim abiyi destekliyoruz. Hatta bunun için afiş astık, el ilanı dağıttık, oda ziyaretlerine katıldık. Kemal abi çok etkili bu konuda. Yurtta Selim abinin kazanacağı yönünde genel bir hava var. E Blok adayı çekilmiş diyorlar. Onlar da desteklerse zaten sonuç kesin gibi.

Ramazan geldi

Ramazan öncesi yurtta bazı hazırlıkların olduğunu görüyorduk. Öncelikle kantinde bazı önlemler alınmış. Geçen yıllarda iftar kuyruğunda yaşanan kavgalar hatırlandığı için hepimiz tedirgindik aslında. Bu yüzden kepçeci sayısının arttırılması herkesi memnun etmişti.

Bir sıra sadece iftarlık tabldot uygulamasına ayrılmıştı. Ayrıca merdiven başına da ayaklı bir menü tahtası yerleştirmişler. O akşam tabldotta ne yemek var önceden görebiliyorduk.

Bu yeniliklerin en ilginci de bloklara çay makinaları yerleştirilmesiydi. Aslında her blokta kantin vardı ama işlevsizdi. Sadece masa, sandalyeler ve televizyon.

Çayı olmayan, en basit bir ihtiyaç için bile büyük ana kantine gitmeyi  gerektiren bu yerler sürekli şikayet konusu oluyordu. Bana göre de bilhassa odalarda çay yapılmasının yasaklanmasına karşılık öğrencilerin dile getirdiği haklı bir istekti bu.

Bu yıl iftar sonrası ve sahur zamanı birer eleman koymuşlar buralara. Çay makinasıyla çay veriliyor. Bisküvi çeşitleri, sandviç, ayran ve meşrubat da satılıyor. Özellikle kız bloklarında çok tutmuş bu uygulama. Oruç tutmak isteyen, ama sahur saati serinliğinde bloğundan çıkıp kantine gidemeyenler için büyük kolaylık.

İsteyenler iftarı bile artık odalarında değil de aşağıda blok kantinlerinde kendi aralarında yapabiliyorlar. İnsanlar böylece odalarda kaçak elektrikli ocak kullanmaktan kurtulmuş oldular. En azından bu konuda haklı bir mazeretleri kalmadı.

Ramazan başında ilginç bir şey daha yaşandı yurtta. Kız öğrenciler kültür merkezinde mevlid düzenlemişler. Bizim de Orhan vasıtasıyla haberimiz oldu. Oda olarak hep birlikte dinlemeye gittik. Kültür merkezi ağzına kadar dolmuş. Erkek öğrenciler de dışarlara oturmuşlar. Kimisi sandalye, kimi tretuvarlar üzerinde. Kimi de gruplar halinde çimlere yayılmışlar. 

Vakit ikindi üzeri. İftara birbuçuk saat var. Hava soğuk değil, güzel ve sakin. Mevlid okuyanların sesi dışarıdan rahatça duyuluyor. Biz sağlık odasının önünde yönetim memurlarıyla birlikteyiz.

Dalmışız, bir ara bir hareketlenme oldu, baktık müdür bey yanında birkaç idareci, merdivenlere gelmiş mevlid dinliyorlar. Sandalye verdiler kabul etmedi. İçerden minder gibi bir şeyler buldular galiba. Hemen oldukları yere, öyle merdivenlere oturdular. 

Çok değişik bir atmosferdi. Bizim Mehmet zaten çok hassas kalplidir, hemen gözleri sulanıverir. Baktım yine sessiz sessiz ağlamakta. Nişanlısı aklına geldi herhalde dedim içimden. Söylemişti, o da hafızmış.

Sonradan Orhan anlattı. Meğer bu mevlidi müdür beyden ilahiyatta okuyan bir grup genç kız istemiş. O da olur demiş. Kemal abi "Olamaz böyle bir şey" deyip durdu hayretle.

"Bir yanda pop konseri, öbür yanda Nazım Hikmet sergisi. Yurtta ezan, teravih, mevlid.." yok yok, biz rüya mı görüyoruz, nasıl oluyor bütün bunlar ?"

Şaşırmakta haklıydı da. Zira, o bizden çok daha eskiydi. Geçen senelerde neler olduğunu en iyi hatırlayanlardandı. 

Yurtta ezan

Ne var ki, bütün bunlar rüya değil, gerçekti. Bu yıl Ramazan 23 Şubat Salı günü başlamıştı. O ilk gün iftar saatinde kuyruktayken ilk ezanı duymuştuk. Önce televizyondan geldiğini zannettik.

Ama bu öyle bir şey değildi. Bayağı yüksek sesle ve bir hoparlörden geliyordu. İftardan sonra merakla sesin geldiği idare tarafına gidip baktık.

Gerçekten idare binasının kuzey doğu köşesinde kantine ve bloklara dönük iki yeni hoparlör konulmuştu. Üst katta bütün ışıklar yanıyordu, merak edip çıktık.

Gözlerimize inanamıyorduk salon boydan boya halılarla kaplanmış, mescid haline getirilmişti. Teravih için son hazırlıklar yapılıyordu. O akşam ilk teravihimizi çok kalabalık bir şekilde kıldık.

Duadan sonra yapılan duyuruya göre bütün ramazan boyunca teravih öncesinde İlahiyat fakültesinden görevli hocalar vaaz edeceklerdi. Hakikaten öyle de oldu.

Ramazan ayı süresince sahurlara kalktık, oruç tuttuk. Kavgasız dövüşsüz ezanla birlikte iftarlarımızı ettik. Değişik hocalardan sohbetler dinledik ve teravih namazlarını da kaçırmadan kıldık.

Hele 20 Mart Cumartesi gününe denk gelen kadir gecesi gerçekten muhteşemdi. Aramızda epey yabancı öğrenci de vardı. Özellikle onlarla birlikte olmak, bildiğimiz yarım yamalak şeyleri tarzanca anlatmaya çalışmak çok hoştu.

Bu yüzden konuştuğum bütün arkadaşlar hep aynı şeyi söylüyordu; bu ramazan ne güzel geçmişti öyle.

Bayram Mart ayının son haftası 24-25-26 mart tarihleri arasında Çarşambadan Cumaya kadardı. Bizim için dokuz günlük bir tatil fırsatıydı. Onun için çoğu öğrenci gibi biz de Mehmet'le kadir gecesinin hemen ertesi günü yurttan ayrıldık.

Gelen bayramdı, eli mecbur memlekete gidecektik. Ama bu defa gerçekten gönlümüz arkamızda kalmıştı.

 Ramazan geldi hoş geldi

Ramazan hazırlıkları

Ramazan yaklaşıyordu. Geçen yıl bayramdan sonra göreve başlamıştım. Bu yıl yurtta ilk Ramazanım olacaktı. 

Daha önceki yıllarda iftar kuyruğunda yaşanan kavgalar henüz unutulmamıştı. Bu nedenle hem öğrenci hem de personel ciddi şekilde gergindi.

Ramazan ayı böyle olmamalı, huzur ve barış içinde geçmeliydi. Oruç ve kur'an ayının manevi iklimi burada da hissedilmeliydi. Kin ve kavgayla değil, hoşgörü ve selametle hatırlanmalıydı. 

Bunun için öncelikle kantinde bazı önlemler almalıydım. Alınacak önlemler hem güvenlik anlamında etkin olmalıydı, hem de öğrenci kitlesinin ilgi ve sempatisini toplamalıydı. Bu yüzden ramazan öncesi ciddi bir hazırlık süreci başlattım. 

İlk olarak kepçeci sayısını arttırarak yemek kuyruğunu dört farklı noktadan aynı anda vermeyi planlayarak işe başladık. İki sıra sadece iftarlık tabldot uygulaması için olacaktı. Tabldot uygulaması iftar saatinin sıkışık vaktinde öğrencilerin hızla yemeklerini alabilmelerine yardımcı olacaktı. 

Ayrıca o akşam tabldot yemeğinin görülebilmesi için de merdiven başına ayaklı bir menü tahtası yerleştirmeyi düşünmüştük. 

Bu uygulamalar gerçekten işe yaramıştı. Bu şekilde hem iftar saatinde aynı kuyrukta yığılma ve gerginlikler önlenmiş, hem de yenilik sayılabilecek bu gibi önlemlerle öğrencinin hayatına renk katılmıştı.

Bloklarda çay

İftardan sonra kantindeki yoğunluğu azaltacak bir başka yenilik de bloklara çay makinaları yerleştirmek olacaktı. Böylece her blokta var olan kantin alanları şenlenecek, öğrencilerin bloklarında çay içmeleri mümkün hale gelecekti. 

Bu mekanlarda masa, sandalye ve televizyon olmasına rağmen en basit çay ihtiyacı için bile büyük kantine gitmek gerekiyordu. Bu durum özellikle kız bloklarında zaten sürekli şikayet konusuydu. 

Erkek bloklarında da  aslında yasak olan, ancak önüne geçilemeyen odalarda ısıtıcı kullanımı bilhassa ramazanda çok artıyordu. Bu tedbirin önemli ölçüde sorunu azaltabileceğini düşünüyorduk. Böylece gayet doğal bir ihtiyacı, öğrencinin çay ihtiyacını yerinde karşılayabilecektik.

Bu konuda en büyük sorun minimum elemanla çalışmaya ve ana kantinde satış yapmaya ayarlı işletmecinin hizmeti bloklara yaymakta isteksiz davranmasıydı. Neyse, Ramazan ayına özel böyle bir uygulama için onu resmen zorladık.

Ardından, çay kazanlarını sipariş ettirdik. Son olarak firma elemanlarından bazılarını ikinci iş olarak iftardan sonra ve sahurda blok kantinlerinde hizmet vermeleri için ayarladık.

Çay makinalarının lezzeti belki klasik demleme gibi olmayacaktı, ama ihtiyacı karşılayabilirdi.  Çünkü yanında ayrıca bisküvi çeşitleri, sandviç, ayran ve meşrubat da satılacaktı. Hatta sıcak su ile hazır çorba imkanı da sunulacaktı isteyenlere.

Böylece belki oruç tutmak isteyip de sahur saatinde dışarı çıkıp kantine gidemeyenler için bir kolaylık, farklı bir alternatif olacaktı bu hizmet.

Yalnız bazı bloklarda kantin için bir yer olmasına rağmen çay makinası ve diğer malzemenin konulabilmesi için banko tipi bölmelere ihtiyaç vardı.

Hayatımda yaptığım belki en komik, en acemice işlerdi. Ne yapabiliriz diye düşünüp,  eski yeni demeden elimizde ne varsa demir, ahşap, tahta, sunta vs. malzemeden küçük bölmeler yaptık o bloklara.

Başlangıçta ortamda çok komik ve eğreti durdular, gecekondu gibiydiler. Ancak boya, cam ve kantin malzemesi sayesinde iyi kötü bir şeye benzediler. 

Böylece, işletmecinin bloklarda hizmet vereceği, malzemesini kilit altına alabileceği küçük kantincikler tamamlanmıştı. Artık öğrencinin baştan beri şikayet ettiği bir ihtiyaç karşılanmış, müstecirin de yapmamak için herhangi bir mazereti kalmamıştı.

Yurtta ramazan

Blok kantinleri uygulamasından belki daha delicesi yurtta ezan okunması ve teravih kılınması fikriydi. Personelimin bu kadarı da olmaz bakışları ve sonu gelmez itirazlarına rağmen ben bu farklılığın yurdun normalleşmesine katkısı olacağına inanıyordum. 

Her sene kavgalı, olaylı, gergin bir ramazan yerine, bu yıl ibadet ihtiyacı karşılanmış bir ramazan geçirecektik. Öğrencilerin böyle bir ortamı koruyup kollayacağını ümid ediyor, hatta bekliyordum. Bu manevi destek de inşallah bize iyi gelecekti.

İlk iş olarak Bursa müftülüğü ve ilahiyat fakültesiyle görüşüp onların desteğini almaya çalıştım. Bana yardımcı olacaklarını söylediler. Gerçekten de müftülük teravih için tahsis ettiğim büyük salonu tamamen dolduracak kadar halı verdi depolarından.

İlahiyat fakültesinden görevlendirilecek hocalar da bütün ramazan boyunca teravih öncesinde vaaz edecek ve namaz kıldıracaklardı. 

Bir tek eksiğimiz kalmıştı; ezan. Onu da salonun kuzey doğu dış köşesine, kantine ve bloklara dönük iki yeni hoparlör monte ederek çözdük. Akşam ezanını da yurttaki ilahiyat öğrencileri okuyacaktı.

Ezan ve teravih

Bu yıl Ramazan 23 Şubat Salı günü başlamıştı. İlk ezanı beklerken bayağı heyecanlıydık. Bir taraftan şükrediyor, bir taraftan da nasıl karşılanacağını merak ediyorduk. Bu yüzden ilk iftarı öğrencilerle birlikte yapmak istedim. 

Tabldot kuyruğunda iken yüksek sesle hoparlörden gelen ezan sesi gayet net işitiliyordu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, kuyruktakilerden ve masalarında radyodan ezan bekleyen öğrencilerden bir sevinç nidası yükseldi. Ardından, herkes iftar etmenin acelesine daldı. Mutluydum, gençler bu sesi sevmişlerdi, başarmıştık.

İdare binasının üst katı olağanüstü bir gün yaşıyordu. Bütün ışıklar açılmış, teravih için hazırladığımız salon apaydınlık olmuştu. Akşam namazını Selim kıldırdı. Ezanı da o okumuş.

Duadan sonra alıcı bir gözle çevreme baktım. Durum gerçekten gurur vericiydi. Salon boydan boya Bursa camilerinden çıkan eski yün halılarla kaplanmış, mihrap seccadesi, tesbihleri ve kur'anı kerimleriyle tam bir mescid haline getirilmişti. 

Baktım, bir çok meraklı öğrenci gelmiş inanamayan gözlerle etrafı seyrediyorlardı. Evime gidemedim, ilahiyattan gelen öğretim üyesi çok güzel bir vaaz verdi. Sonra da o heyecan ve huzurla ilk teravihimizi çok kalabalık bir şekilde kıldık.

Çıkarken etrafımda oldukça fazla sayıda yabancı öğrenci gördüm. Yaptığımız iyilik ölçüsüzdü, bir kez daha mutlu oldum.

Barış içinde bir ramazan

Ramazanın üçüncü günü bir Cuma akşamı bazı kız öğrencilerin talebi üzerine kültür merkezinde mevlid okundu. 

Vakit ikindi ile iftar saati arasında, hava da oldukça yumuşaktı. Yanımda iki Müdür yardımcısı ve birkaç yönetim memuru merdivenlere çıkıp minder üzerinde okunan kur'an-ı kerim ve mevlidi dinledik. 

Söylediklerine göre kültür merkezi kız öğrencilerle dolmuş, erkekler de  gruplar halinde kimisi sandalye, kimi tretuvar üzerine, kimi de  çimenlere oturmuşlar.  Okuyanların sesini rahatça duyabiliyorduk. Duaya iştirak ettik ve o gün ilk kez evime iftar etmeye gittim.

Kadir gecesi de 20 Mart Cumartesi günüydü. O gece yabancı öğrencilerle birlikte gerçekten muhteşemdi. 

Yurtta ezan okunması, vaaz dinlenmesi ve toplu teravih kılınması inanılması güç şeylerdi. Ne var ki, bütün bunlar başarılmıştı. Ramazan ayı süresince kavgasız dövüşsüz iftarlar, canlı sahurlar yaşadık. Değişik ağızlardan vaaz ve sohbetler dinledik, coşku içinde teravih namazları kıldık, huzur içinde oruç tuttuk.  Ramazan ayı barış içinde geçmişti. 

Bu arada sayılı günler bitmiş, yurt bayram havasına girmişti. Ramazan bayramı Mart ayının son haftası  olacaktı ve Çarşambadan Cumaya kadar dokuz günlük bir tatil fırsatıyla gelmişti. O yüzden öğrencinin çoğu kadir gecesinden sonraki gün yurttan ayrılmaya başladı. 

Ben de ailemle birlikte hemen 100 km. uzaklıktaki memleketime gitmeye hazırlanıyordum. Elbette bayram ziyaretiydi amacım. Kendimi gerçekten yorgun ama mutlu hissediyordum. Bu tatil bize maddi, manevi bir mükafat gibi gelmişti.


Yeşil çevre kulübü doğuyor

Yenilikler devam ediyor

Yurtta onarım bakım hiç bitmiyor. Bayramdan sonra geldiğimizde ana giriş kapısında yoğun bir çalışma vardı. Tek turnike iki giriş iki çıkış şeklinde çoğaltılmış, zemine beton atılmıştı. 

Anlaşılan yurda giriş ve çıkışlar ayrı turnikelerden olacaktı. Kartlar elektronik olacakmış. Turnikeye okutturulduğunda kollar dönecek, bu şekilde giriş çıkışlar da elektronik olarak takip edilebilecekmiş. Nasıl olacak bilmiyorduk ama, galiba bu müdür yurda turnike sistemi getirmeye kararlıydı.

Çünkü aynı tadilatların blok kapılarında da başlatıldığını görüyorduk. 

Turnikeler

Kız bloklarında turnikelerle birlikte yönetim memuru odaları da elden geçiriliyordu. Hepsi aynı standartta olacak, bu da öğrenciyle memuru göz göze iletişime zorlayacaktı. Bizim bloklarda da ölçümler yapılmış, yazın ele alınacakmış.    

Öğrenci tepkisinden çekiniyorlar herhalde. Pilot uygulamayı kız yurtlarında başlatmışlar. Eminim güvenlik tarafı çok daha önceliklidir, ancak bu turnike sistemi özellikle akşam imzasını ortadan kaldıracağı için iyi olacak.

Zaten erkek bloklarında işlemiyor gibi, ancak kız bloklarında öğrencilerin sürekli şikayet ettikleri bir uygulama. Yönetmeliğe göre zorunluymuş. Çok saçma, düşünün yukarda odanızdasınız, akşam saat 21-22 arasında inip imza listelerini imzalayacaksınız. 

Belki öğrencinin yurtta olup olmadığını kontrol amacıyla başlatılmıştır. Ama, kesinlikle pratik değil. Üstelik öğrenciyi sahtekarlığa teşvik ediyor. Toptan imzalamalar, arkadaşının yerine imza atmalar falan. Kartlar otomatik olarak okunursa, öğrencinin giriş çıkış hareketleri de direk bilgisayara geçeceği için nihayet bu saçmalık bitecek ! Kutlamak lazım.

Kantinde birdenbire iki salonumuz daha  oldu. Meğer oradaki kapalı kapıların ardında neler varmış. Kırık sandalyeler, camlar, lambalar ve daha bir sürü ıvır zıvır. Görenler yakalanan yüzlerce kaçak elektrikli ocağın da oradan çıktığını söylediler.

Bakım yapılıp, temizlenip boyanınca pırıl pırıl ışıklı, iki yeni etkinlik salonumuz oldu. Biri şimdiden müzikle ilgilenenlerin ortak mekanı. Aralarında organize olmuş çalışıyorlar, hatta bir grup konser bile verdi Ocak ayında.

Diğeri de sanki sanat merkezi gibi çalışıyor. Resim yapanlar, karikatür çizenler, el sanatlarıyla uğraşanlar, hatta mimarlık öğrencileri bile orada. Maket çalışmalarını hep birlikte o salonda yapıyorlar.

Geçenlerde merak edip bir baktım; bir tarafta sohpet edip ellerindekini birbirlerine gösterenler, diğer tarafta masalarda çalışanlar. Salon sanki bir sanat atölyesi gibi olmuş. Düşündüm, ne de çok yetenekli genç varmış aramızda. Neredeymişler bu zamana kadar ?

Ama ne yapsınlar ki, koskoca kantinde köşe salonları iki karşıt grup zapt etmiş, başka da gidecek yer yok. Yeni açılan kültür merkezi de bu ihtiyacı karşılamıyor.

Çünkü orada sessizlik gerek. Bu yeni etkinlik salonları hem kantinin içinde, hem de gürültünün. Hem çalışma, hem eğlence, hem de sohbet ortamı olmuş. 

Kantin zaten yurttaki sosyal hayatın merkezi konumunda. Bu salonlar da bu açıdan tam da uygun yerdeler. Nasıl olmasın ki, böyle ortamların olmazsa olmazı çay, kahve, tost, ayran, bisküvi de hemen yanı başlarında. 

Çay dedim de aklıma geldi. Duyduk ki kız bloklarının TV salonlarına çay makinaları konuluyormuş. Bir kenara da tost, sandviç, bisküvi türü kantin malzemeleri gelecekmiş. Kemal abinin söylediğine göre bu hazırlık yaklaşan ramazan içinmiş. 

Keşke bu uygulama bütün bloklarda olsa. Öğrencinin çay ihtiyacı keyfi bir tercih değil ki, özellikle ders çalışırken ve sohbet sırasında olmazsa olmaz bir durum bu. Ayrıca çay makinaları belki kaçak ocak kullanımını ve odalarda çay yapılmasını da azaltır kim bilir ?

Düşünün, eşofman altını giymiş, kollu atletiyle bir öğrenci canı çay istediğinde kantine gider mi ? Gitmez tabi. İşte o zaman da elektrikli ısıtıcılarda çay yapmak kaçınılmaz oluyor. Yasak ama öyle işte.

Blokta çay varsa niye bu kaçak göçek zahmete girsin ki öğrenci. Gider o kıyafetle blok kantininde çayını da içer, sohpetini de yapar. Blok kantinleri ya da mini büfeler fikrini destekliyoruz arkadaş. Kızlardan neyimiz eksik, biz de istiyoruz bloklarımıza.

Sandalye üretim merkezi

Bu ara okuma salonlarında birdenbire sandalye artışı dikkatimizi çekti. Mevcut sandalyeleri öğrenciler odalara alıyor, yönetim memurları, görevliler alıp salona geri götürüyorlardı. Meğer her odada yalnızca iki sandalye olacakmış. Standardı buymuş yani. 

Odamızdaki masanın etrafına sadece dört sandalye sığabiliyordu zaten. Onlar alınmadığı halde okuma salonumuzun sandalyeleri çoğalınca işin aslını yönetim memurlarına sorduk. 

Meğer idare binasının bloklara bakan arka yüzünde atölyeye benzer bir yerde sandalye üretim merkezi kurulmuş. Bloklardan, kantinden toplanan kırık, hurda sandalye yığınları orada elden geçiyor, tamir edilip blokların okuma salonlarına dağıtılıyormuş.

Bir gün okuldan gelince Kültür merkezinde Orhan'la beraber arkaya dolanıp şu yeri biz de görelim dedik. Baktık ki, hakikaten tepeleme yüzlerce sandalye arasında üç kişi harıl harıl çalışıyor. Biri kaynak yapıyor, diğeri sandalyelere vinleks kaplıyor. Üçüncüsü de bloklara gönderilmek üzere yapılmış sandalyeleri bir yerde topluyor.

Böyle bitmiş, kullanıma hazır 20-30 tane sandalye var orada. Kolay gelsin dedik çalışanlara, selamımızı aldılar. 

Sorduk; "Ne kadar sandalye çıkar buradan ?" Eleman bir taraftan terini silerken bir taraftan da aklındakini bizimle paylaştı; "Her on sandalyeden 6-7 sini kurtarıyoruz. Burada bine yakın hasarlı sandalye var. İnşallah en az 650 sandalye çıkarırız."

Sanki bu sandalyeler bizimmiş, kayıpken bulmuşuz gibi sevindik. Bu hesaba göre kabaca her bloka en az 50 tane yeni sandalye gelecek demektir. Okuma salonları ve blok kantinlerine dağıtılmak üzere.

Yine de "Biz bu yurtta iken sizin işiniz bitmez be usta" dedim yüzümü buruşturarak. Aslında "Keşke bir daha böyle şeyler olmasa, kırılıp dökülmese onca şey" anlamında bir dilekti bu. Orhan fıkırdadı "Kolay gelsin o zaman." İlgimiz onları da canlandırmıştı. Tebrik edip ayrıldık yanlarından.

Yeşil çevre kulübü

Kantine doğru yönelmişken Orhan dayanamayıp espriyi patlattı "Görüyonuz mu ? Nazik yerleriniz rahat etsin deyi adam gece gündüz çalışıyo. İmkan olsa fabrika bilem kurar bu adam be."  Güldük tabi, Orhan yine hemşerisini  övüyordu. 

Ama onun susmaya niyeti yoktu "Yeni telefon kulübelerini gördünüz mü ?" "Evet" dedi Mehmet, "Yuvarlak, renkli, yeni telefon makinaları konulmuş." Orhan haklıydı, kantinin içinde de görmüştüm iki tane. Plastik saydam bombeli siperlikleri olan duvara monteli makinalardı bunlar. "Duyduğuma göre blok girişlerine de konulacakmış aynılarından" diye devam etti Orhan. "Ne iyi, telefon için taa giriş kapısına gitmemize lüzum kalmeycek."

Kantine girerken öndeki açıklık alanda belki 20 kadar görevlinin kazma kürek çalıştığını gördük. Meydanı düzeltip, toprağını yenilemişler, çim ekiyorlardı. Giriş yolu üzerine sağlı sollu gül ekilmiş olduğunu da fark ettik. Demek ki bir süre önce başlatılan açık alanlar yeşillendirme çalışması devam ediyordu. 

Mehmet çocuklar gibi sevinmişti "Yaşasın ! Bu meydan artık yemyeşil olacak, gül bahçesine dönecek yolumuz." Ben de sevinmiştim ama, karamsar günümdeydim herhalde "Bizimkiler bırakırsa tabi. Yarın bahar gelir hepsi yayılır buralara, ne çim kalır ne çiçek." 

Hayalini bozduğum için bana ters ters baktı "Ne yani, çiğnenecek diye çim ekilmeyecek mi ? Koparılacak diye gül olmasın mı ? Biz de bir çevre grubu kurar, mücadele ederiz o zaman. Birileri kırıp dökmek, ezip çiğnemek için uğraşıyor. Biz niçin yapmak için, yeşil için, temiz bir çevre için çalışmayalım ?" 

Orhan şaşırmıştı, Mehmedi ilk defa böyle görüyorduk. Ben bile sevgili arkadaşımı iyi tanıdığım halde boş bulunup duraladım. Bir an onun ne kadar sessiz, mahçup ama inançlarında da bir o kadar çetin ceviz olduğunu unutmuşum.

Canım arkadaşım benim, kolumu omuzlarına atıp sıkıca sarıldım ona "Tamam Mehmet, seni mi kıracağız. Öyle yaparız." Çevre kulübü fikri işte tam da orada, o anda doğmuştu.

Temizlik devrimi

Bizim odamız ön tarafa, güneye bakıyordu. Ancak blokların kuzeye bakan odalarında, özellikle de tam kuzey doğu köşelerde rutubet çok belirgindi. Yazın yapılan tadilat ve boya ile kısa süreli yok olmuş, ancak Ocak, şubat ayında duvarlarda yeniden yer yer yeşillenmeler olmuştu. 

Ayrıca tuvaletlere yakın odalarda durum daha da kötüydü. Rutubet ve koku gerçekten rahatsız ediciydi. Kimse o odalarda kalmak istemiyordu.

Çünkü, akan tuvaletler sorunu devam ediyordu. Şikayet ediliyor, elemanlar gelip uğraşıyorlar, bir müddet hallolmuş gibi görünüyor, sonra akıntılar yeniden ortaya çıkıyordu. 

Şubat ayı ortalarında fark ettik ki akıntılar durmuş, epeydir tamirat tadilat görünmüyor. Akan tuvaletler, bu nedenle kapalı Wc kabinleri yok. Şikayet de duymuyoruz.

Merak ettim, inşaat mühendisliğinde okuyan Talat'a sordum. "Ne oldu, ne yaptılar da akıntı sorunu halloldu, ya da halloldu mu ki ?" Talat bizim blokta kalıyordu. Bazen basket oynuyorduk beraber. Yurttaki tamirat tadilat işleriyle epey ilgiliydi. Tuvalette karşılaşmıştık "By pass" yaptılar dedi göz kırparak. Anlamamıştım, öyle bakıyordum yüzüne. 

Güldü, "Bak" dedi eliyle lavaboların altından geçen pimaş boruları göstererek. "Bu borular aslında duvar içinden geçiyor. Kırıldığı, delindiği zaman da otomatikman duvarlara sızıyor pis sular. Zaten bu binalar prefabrik türü yapılmış." Ben tamamladım sözünü "Öyle olunca da duvarlar rutubet oluyor tabi."

"Evet" dedi "Aynen öyle." "Peki" dedim lavaboların altından geçen boruları göstererek "Bunlar ne ?, Daha önce yoktu". Elini omzuma attı, ciddiye alınmak, mesleğiyle ilgili konuşmak hoşuna gitmişti "İşte By pass bu ! İçerde kalan boruları öyle bırakıp, açıktan pimaş döşeyerek sorunu çözdüler. Bak yukarda üst kattan gelen tuvalet atıklarının geçtiği boruları görüyor musun ? İşte onlar da aynı yöntemle yenilendiler. Böylece akan bir yer varsa duvara, zemine sızmadan anında müdahale edilebiliyor."

O akşam öğrendiklerimi odadaki arkadaşlara anlattım. Levent diğer bloklarda da peyderpey bu işin yapıldığını duymuş "Valla tepeme pislik damlamasından bıkmıştım. Huylu gibi içeri girince her an damlayacak diye ikide bir yukarı bakmaktan işimi göremiyordum. Şimdi rahat rahat... Çok şükür ya !" 

Hamit "İnşallah tuvaletlere yakın odalar da rutubet ve kokudan kurtulurlar" dedi konuyu değiştirmek için. "İnşallah" dedik hep birlikte. Orhan "Ya çok iyi oldu bu iş. Yurtta ne kadar iyi şeyler olursa olsun, adamın tepesine şey damlayınca anlatamıyorsun. Gari iyi oldu, iyi. Bizi izlemeye devam edin…"

Bizim Balıkesirli yine golünü atmıştı, herkes ne demek istediğini anlamıştı. Okan üstüne atladı, şakadan güreştiler yatakta.

Gülmekten kırılıyorduk. Mehmet "Asıl beni dinleyin siz. Benim haberime daha çok şaşıracaksınız" deyince Okan'la Orhan güreşmeyi bıraktılar, gözler Mehmede döndü. O bir şey söylüyorsa hakikaten önemli olmalıydı.

Mehmet önce biraz kızardı ama sonra anlatmaya başladı "Hani geçen sene tuvaletten çıkan paspasla odamız siliniyor diye kızmıştık ya ?" Herkesten "Evet, eee..ne olmuş ?" sesleri çıktı.

"Hani bir ara görevlilerin ellerinde petrol varilleri gibi bir şeyler görmüştük de, bunlar ne böyle diye meraklanmıştık ?" 

Okan "Haa… onlar mı ? Ben onları E Bloka girerken gördüm. Bide saplı arabaları vardı. Altlarına tekerlek takmışlar. Ama, ne olduğunu anlamadım. Onlarla mı ilgili ? Hadi be Memet, çatlatma bizi. ne diyeceksen de." 

"Evet. Varilleri ikiye bölüp vileda gibi saplı temizlik arabası yapmışlar. E Blokta denenmiş, önümüzdeki ay da bütün bloklara dağıtacaklarmış" dedi Mehmet Okan'ı doğrulayarak. "Artık pis paspasların odalarımızda dolaşmasından kurtulacağız."

Mehmedin temizlik konusundaki titizliğini ve çevre duyarlığını biliyordum ama doğrusu yine de konuyu pek anlayamamıştım. "Mehmet nasıl olacakmış o iş ? Elektrikli süpürge gibi mi yani ?"

Mehmet elindeki kalemle boş bir kağıda bir şeyler çizmeye başladı. Hem çiziyor hem anlatıyordu "Biliyorsunuz, her sabah biz okula gittikten sonra görevliler ellerindeki kocaman ağaç saplı paspaslarla koridorları ve odaları siliyorlar.

Ama ucundaki keten çuval paspaslar yine tuvaletlerde yıkanıyor, hem de tuvalet taşlarında. Oradaki musluktan akan suyla sözde temizleniyor, ıslanıyor yeniden koridor ve odalara çıkıyorlar. Şimdi bu iş o tekerlekli yarım varillerle yapılacak. 

Paspaslar değiştirildi. Görevliler yarım varil temiz suyla ancak on oda paspas yapıp suyu değiştirecek şekilde  pilot uygulama ile eğitildi. İşte karşınızda son yılların en ilginç icadı tekerlekli temizlik arabaları ! Çok yakında... hizmetinizdee…"

Bizim Mehmet elleri havada, bir elinde temizlik arabası resmi, bir elinde kalem, ağzı kulaklarında alkışlarımızı bekliyor gibiydi. Nitekim istediğini de aldı, kısa bir duraklamadan sonra odadan bir alkış sesi yükseldi "Bravo !.. Yaşa !.. Helal olsun !.."

Bende jeton ancak düşmüştü, bu uygulamanın fikir babası Mehmet'ti. Çünkü, geçen sene odada yaşadığımız olayı, sonrasında Mehmedin sık sık bir Müdür yardımcısına gitmesini hatırlamıştım.

Elindeki çizimi alıp daha yakından baktım. Gerçekten annemin viledasına benziyordu. Çiziminin detayları mükemmeldi. Resmi onun o günkü tepkisi ve temizlik konusundaki duyarlığıyla birleştirince işin sadece fikir bazında kalmadığını anladım. "Bu işin altında senin parmağın var galiba, haksız mıyım ?" dedim en kurnaz bakışımla. 

"Evet" dedi, "Bu sorunu sadece şikayet etmekle kalmadım, şöyle şöyle bir şey olsa olmaz mı diyerek yönlendirdim de. Geçen ay Müdür bey beni E Bloka çağırıp arabaların son halini gösterdi. Uygulamanın nasıl olacağını da orada öğrendim. Yakında siz de göreceksiniz." 

Mehmet benim en yakın arkadaşımdı. Aslında sessiz bir kişiliği vardı. Ağzının sıkı olduğunu da bilirdim. Ancak, çevreye olan duyarlığını böyle aşkla, heyecanla, adeta kendini aşarak göstermesi doğrusu beni bile şaşırtmıştı.


                                                            Süreç devam ediyor

Turnikeli geçiş sistemi

Bayramdan sonra yurttaki onarım bakım faaliyetine kaldığımız yerden devam ediyoruz.  

Öncelikle ana giriş kapısındaki çalışmayı bir an evvel bitirmeliydik. Soğuk günlerde attığımız beton donup ufalanmış, o yüzden işi sürdürememiştik.  Şimdi havalar güzelken yarım kalan işimizi tamamlayabilir, beton zemine iki giriş iki çıkış turnikemizi kurabilirdik. 

Bu konu benim için de çok önemliydi. Çünkü, öğrencilerin kimlik gösterme sorununu çözmek ve kaçak girişleri artık önlemek zorundaydım. Giriş çıkış hareketlerini elektronik olarak takip etmenin böyle bir yurtta önemi çok büyüktü. Bu projeyi başarabilmeliydik ama daha işin başında zorluğumuz bu çalışmanın bir anlamda deneme ya da pilot uygulama gibi görülmesiydi. 

Zira giriş kartlarının elektronik olması ve turnikelerin bozulmadan çalışabileceğine kimse akıl erdiremiyordu. İşin esasında ihale edilebilmesi için ortada bir şartname bile yoktu. Ama ben geleceğin böyle olacağına inanmıştım ve özellikle bu yurda mutlaka bir turnike sistemi kurmak kaçınılmazdı.

Bir taraftan ana giriş kapısında bu sistemin kurulmasına çalışıyor, diğer yandan blok kapılarında da gereken tadilatları yapmaya uğraşıyordum.  Bu vesileyle de öncelikle kız bloklarında yönetim memuru odaları turnikelere uyumlu olacak şekilde elden geçirilecekti. Standart aynı olmalı ve özellikle öğrenciyle memurun göz göze iletişimi sağlanmalıydı. 

Pilot uygulamanın kız yurtlarında başlaması, güvenlik açısından olduğu kadar, özellikle bir problem olan akşam imzasını da ortadan kaldırabileceği için önemliydi. Bu uygulama zaten erkek bloklarında neredeyse hiç işlemiyor, kız bloklarında ise öğrencilerin sürekli şikayet konusu oluyordu. Uygulanabilir değildi, ilaveten  bile bile öğrenciyi sahtekarlığa itiyordu. 

Kartlar otomatik olarak okunursa, toptan imzalama, arkadaşının yerine imza atma vb. olaylar da fiilen bitmiş olacaktı. Ayrıca öğrencinin giriş çıkış hareketlerinin  bilgisayardan takibi, istatistiklere bağlı öğrenci barınma maliyetlerinin daha gerçekçi hesaplanabilmesini de sağlayabilirdi.

Yeni sosyal alanlar

Ramazan öncesi yaptığımız çalışmalarla kantinde iki yeni salon daha kazanmıştık. O kapalı kapıların ardında neler varmış neler. Kırık sandalyeler, camlar, lambalar, elektrikli ocak ve ısıtıcılar.

Bu nevi bir sürü ıvır zıvır malzeme atölyeye taşınınca orada küçük tepeler oluştu. Ama, geriye kalan o karanlık, loş salonların bakımı yapılıp, boyanınca pırıl pırıl iki yeni etkinlik salonumuz olmuş oldu.

Şimdi birinde bir müzik grubu çalışıyor, diğeri de sanki bir sanat merkezi gibi işliyordu. Konserler, sergiler düzenlenmeye başlamıştık bu salonlarda.

Müzikle uğraşanlar, resim yapanlar, hatta mimarlık öğrencileri bile proje maketlerini orada yapıyorlardı. Bu salonlar iki karşıt gruba karşı da adeta alternatif olmuştu.

İki taraflı cendereden kurtulan gençler bu yeni etkinlik salonlarında o gruplara mahkum olmadan özgürce çalışma, eğlenme ve sohbet ortamı bulmuş oldular. Kantinin içinde;  çay, kahve, tost, ayran, bisküvinin de hemen yanı başında. 

Atölye çalışıyor

Bu arada atölyeye yığılan sandalye, koltuk, masa gibi malzemenin kurtarılması için de bir çalışma yürütüyoruz. Bloklardan, kantinden toplanan kırık, hurda malzemeler orada elden geçirilip tamir edilerek blokların okuma salonlarına dağıtılıyor. 

Mevcut sandalyeleri öğrenciler odalara aldığı için okuma salonlarındakiler sürekli azalmış. Şimdi her odada ikiden dörde çıkan sandalye sayısına rağmen okuma salonlarındaki sandalyeler de artırılabiliyor.

Bizim mütevazi sandalye üretim merkezimizde birisi yevmiyeli, biri firma elemanı, diğeri de kadrolu üç eleman çalışıyor. Önlerinde de hala yüzlerce hurda sandalye yığılı. Kiminin bacağı kopuk, kiminin verzaliti kopmuş, kiminin de döşemesi yırtılmış. Ama her on sandalyeden 6'sı, 7'si basit bir tamiratla kurtarılabiliyor. Hesabımıza göre kabaca her bloka en az 50 tane yeni sandalye takviyesi yapabileceğiz. 

Yeni makinalar

Telefon kulübelerine sürekli onarım bakım gerekiyor. Ptt ile iyi bir diyalogumuz var. Gerektiğinde eskiyen kulübeyi ya da bozulan makinayı komple değiştittirebiliyoruz. Bazı noktalara daha yeni makinalar koyduruyoruz. 

Kulübelerin, makinaların hor kullanımı ise maalesef devam ediyor. Doğal olarak da telefon kulübelerinden şikayet hiç bitmiyor.

Bu konu önemli. Öğrenciyken telefon her evde yoktu. Biz mektup yazardık, mektup beklerdik sevdiklerimizden. O yüzden onlarla haberleşebilmenin ne demek olduğunu bilirim.  

Şimdiki gençler bir jetonla görüşebiliyorlar aileleriyle. Evlere telefon almak çok kolaylaştı. Kulübelerse neredeyse her yerde. Ah, bir de onlar için var olan şeyleri böyle tahrip etmeseler.

By-paslı çözüm

Yurtta ciddi bir rutubet sorunu var. Akan tuvaletler meselesi ise bezdiriyor. Blokların kuzeye bakan odalarında, özellikle de tam kuzey doğu köşelerde rutubet çok belirgin. Yazın yapılan tadilat ve boya ile kısa süreli yok oluyor. Ancak kış aylarında duvarlarda yeniden  yeşillenmeler oluşuyor.

Özellikle de tuvaletlere yakın odalarda durum daha da kötü. Akan tuvaletler nedeniyle belirgin bir rutubet ve koku var. Bu yüzden de kimse o odalarda kalmak istemiyor. Şikayet artınca teknisyen gönderiyoruz. Sorun bir müddet hallolmuş gibi görünüyor, ama birkaç hafta içinde yine akıntı şikayetleri alıyoruz.  

Ocak ayında bu konuya iyice odaklandık. Sorunun büyük onarım kapsamında ihale suretiyle hallolması en doğrusu tabi.

Fakat keşfi hemen olsa, programa alınsa, ihalesi de yapılsa en hızlı şekilde yaz aylarında inşaata geçilebilir.  Üç aylık tatil sırasında aşamalı olarak blokları kapatıp, neredeyse tüm yurdu şantiyeye çevirecek kapsamlı bir onarım bu.

Yani bir taraftan bu işler, aynı anda yurdun yeni öğretim yılına hazırlanması ile ilgili işler yürütülecek. Zor, oldukça zor bir iş. Üstelik bu iyi senaryo. 

Bir de bunun kötü olanı var. Yapılan keşif olumlu karşılansa bile, gelecek senenin yatırım programına girer. İhale hazırlıkları, ihalesi yılan hikayesine dönebilir.

Yer teslimi yıl içinde yapılsa bile tüm yurdun kapatılıp öğrencilerin çıkarılması mümkün olmadığı için iş ancak gelecek yaza başlayabilir. Tabi bütün bu süre içinde sorunun göğüslenmesi, öğrenci tepkisinin göze alınması da gerekiyor.

Boşa koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor. Çaresizce herkesin fikrini alıyorum, hatta öğrencilerin bile. Sonunda özellikle tuvaletlerdeki akma ve sızıntı sorununa "de facto" bir çözümden başka yol bulamıyoruz. Sıhhı tesisat teknisyeninin bir tuvalette geçici olarak pimaş borularını dışardan dolaştırarak yaptığı işe odaklanıyoruz hep birlikte.

Pis su boruları zeminden ya da duvar içinden geçtiği için kırıldıkları zaman sızma oluyor doğal olarak. Binalar prefabrik olduğu için de yurtta rutubet eksik olmuyor. Bizde içerde kırılan, delinen boruları öylece bırakıp, açıktan pimaş döşemeye başladık. Öncelikle akan tuvaletler tek tek bu yöntemle elden geçirildiler. 

Bu iş için yetkimiz olan avansla hemen her gün pimaş boru aldık. Böylece bir taraftan gerekli malzemeyi peyderpey aldık, öbür tarafta elemanlar durmacasıya akan yerleri tespit edip onardılar.

Özellikle sömestr tatili sırasında bu işe biraz daha yoğunlaştık. Akan lavabo, pisuar, tuvalet, bu nedenle de kapalı Wc kabini bırakmadık. Biraz tuhaf, resmen pek kabul edilebilir bir iş değildi ama çaresizdik.

Yurtta her şey iyi olsa da, öğrencinin tepesine damlayan şeyin mazereti olmuyordu tabi. Ayrıca, bu yöntemin bir faydası da sızıntılara anında müdahale edilebilmesiydi. 

Temizlik arabaları

Geçen yıl olaylı bir günün akşamıydı. Hiçbir cana zarar gelmesin, heyecan yatışsın diye gün boyu uğraşmış, bu arada kendim yorgun düşmüştüm. Koltuğa yığılmış kalmışım. Odaya nöbetçi Müdür yardımcısı girdi, yanında da bir öğrenci. Onu tanıyordum, sessiz biriydi. Ayağa kalkamamıştım, soran gözlerle Müdür Yardımcısına bakıyordum. 

Müdür Yardımcısı bir eliyle öğrenciyi önümdeki koltuğa oturtmaya çalışıyor, diğer yandan da elinde tuttuğu kağıda bakıp gülüyordu. "Müdür bey bu öğrencimizin size bir şikayeti, pardon önerisi var" diye konuştu otururken. Kağıdı da önüme koymuştu. 

Kağıtta el arabasına benzeyen, tekerlekli, üstünde silindirik bir şey taşıyan o aracın çizimi vardı. O günün yorgunluğuyla toparlayamamıştım. Bu defa öğrenciye bakıyordum soran gözlerle "Ne bu ?.." 

Mehmet "Temizlik arabası" dedi sakin bir sesle. Müdür yardımcısı hala gülüyordu, ben de bir ona, bir öğrenciye, bir de kağıda bakıp duruyordum. Sonra da yarım ağızla güldüm anlamsızca "Mehmet'ti değil mi ?"

Aslında zaman kazanmaya, kendimi toparlayıp konuya odaklanmaya çalışıyordum. "Evet" dedi Mehmet. "Müdür bey, biliyorsunuz daha önce bizim bloka geldiğinizde de söylemiştim. Odaların tuvaletten çıkan paspaslarla silinmesi doğru değil diye." "Eee ?" elimdeki çizime bir kez daha baktım, bir viledaya benziyordu. 

Mehmet kısa bir tereddüt geçirdi ama devam etmeye kararlıydı. "Müdür bey, her sabah görevliler ellerindeki  ağaç saplı paspaslarla koridorları ve odaları siliyorlar. Ama ucundaki paspaslar her defasında tuvaletlerde yıkanıyor. Tuvalet taşında çırpılıp, taharet musluklarıyla yıkanıyor. Oysa odalar bizim yaşadığımız, sohbet edip uyuduğumuz, hatta bazen bir şeyler yediğimiz yerler.

Yerdeki sıvaştırılmış tozların kuruduğunda bizim için nasıl bir tehlike oluşturduğunu bir düşünün. Ben düşündüm, şikayet etmenin sorunu çözmeyeceğini, bir önerim olması gerektiğini de. Çünkü, bunu da bizzat sizden, bir blok toplantısındaki sözlerinizden duymuştum. İşte nihayet böyle bir çözüm geliştirdim.

Büyük paspasların temiz suyla yıkanabileceği, suyun da uygun aralıklarla değiştirilebileceği, tekerlekli bir araç çizdim size. Eğer böyle bir temizlik arabası yapabilirseniz çok daha sağlıklı bir temizlik yapılabilir."

Yeni yeni kendime geliyordum. Bu çocuk doğru söylüyordu, üstelik saygıyı hak eden bir tasarımla gelmişti karşıma. "Peki Mehmet, bu yuvarlak su haznesi nasıl olacak ?"

Mehmedin verdiği cevap kısaca "Varillerden, onları yarıdan keserek !" olmuştu. "Tekerlekli yarım variller " diye söze karıştı Müdür yardımcısı. Bu kez hep birlikte güldük. 

İşte tekerlekli temizlik arabaları fikri böyle doğdu. Başta güldüğümüz bu fikir, sonra sonra bizim de aklımıza yattı. Firmayla anlaştık ve ucuza bir sürü boş petrol varili bulduk. Varilleri ikiye böldürüp, yuvarlak bir tablanın altına dört teker, arkasına da iki sap taktırdık. 

İlk ürettiğimiz temizlik arabalarını da E Blokta deneyip iyi sonuç alınca arabaların sayısını artırdık. Paspasları değiştirdik, görevlileri eğittik ve üç ay içinde uygulamayı bütün bloklara yaydık.  

Artık pis paspasların odalarda dolaşmasından kurtulmuştuk. Mehmedin temizlik konusundaki titizliğini ve çevre duyarlığını çok iyi anlamıştım. Ama meselelere çözüm konusundaki yaklaşımı her türlü övgünün üzerindeydi.

Bugün bile o resmi saklarım ve her bakışımda onu bir elinde çizimi, bir elinde kalemiyle hatırlarım. İri siyah gözleri, heyecanı ve pembeleşmiş yüzüyle bana gülümsemektedir. 

  

Farklı bir nevruz

Nevruz geliyor

Nevruz yaklaşıyordu. Geçen yıl yaşanan sıkıntılar henüz unutulmamıştı ve endişeliydik. Gazetelerde ve televizyonlarda yayınlanan haberlere bakılırsa o yangın geride kalmış gibi görünüyordu.  Ama, yine de tedbirli olmak lazımdı. 

Bu yüzden, Halil'in grubuyla temas kurmuştum. Benden iki istekleri vardı. Biri o gün ateş yakıp eğlenmelerine izin vermem, diğeri de halk oyunu kursu için yer göstermem. Buna mukabil benim tek şartım da yurdun huzurunu bozacak eylemlerde bulunmamalarıydı. Bana söz verdiler, ben de isteklerine yardımcı olacağımı ilettim.

Fakat, o yılki nevruzu belirleyen şey onlardan değil, türki öğrencilerden gelmişti. Biz onları muhtemel nevruz ateşinden korumak istemiştik, tam tersine nevruzun ne olduğunu onlardan öğrenecektik.

Duyuyordum, bana haberleri geliyordu; onlar da nevruz kutlayacaklarmış. Bir haftadır nevruz hazırlığı yapıyorlarmış. Önce endişelendim, ancak hazırlıklarının daha çok yemek üzerine olduğunu öğrenince bu sefer de meraklanmıştım. 

Kendi aralarında organize olmuşlar ve yemekler için de işletmeciden destek sağlamışlardı. İki gün kala bana da geldiler ve 60 kişilik yer istediler. "Ne yapacaksınız ?" dedim, "milli yemeklerimizi yapacağız, birlikte yiyip içeceğiz ve şarkı söyleyeceğiz" dediler.

Beni, yardımcılarımı ve uygun gördüğüm yönetim memurlarını da aralarında görmek istiyorlarmış. Merakım, heyecana dönüşmüştü "Nasıl olacaktı acaba ?" Özellikle de yöresel yiyecekler zaten hep ilgimi çekmiştir benim.

Yine de tedbiri elden bırakamazdım ve onlara dikkat etmeleri gereken şeyleri sıraladım. "Biliyorsunuz Ramazan ayındayız. Kavga, gürültü, içki istemem. Benim gösterdiğim yer ve zamanı aşmak yok."

Gülümsediler, içlerinden biri "Nevruz bayram ! Neden olsun kavga ? Yok bizde kavga" dedi. 

Bu sefer de ben ve arkadaşlarım ülkemizde yaşanan nevruzları hatırlayıp gülümsedik. Onlara, idare binasının yan tarafında bulunan boş binanın üst katında, teravih kılınan büyük salonun hemen arkasındaki orta büyüklükte bir yer tahsis ettim.

Orası altışar kişiden yaklaşık 15 kadar masa alırdı. Düşüncem, mümkün olduğu kadar bu olayı diğer öğrencilerle karıştırmadan kendi kendilerine kutlamalarını sağlamaktı. Böylece herhangi bir provakasyona karşı da emin olmuş olacaktık.

Bu nevruz başka newroz

Nevruz 21 mart Pazar gününe denk geliyordu. Benim ricam üzerine iftar saatine göre ayarlanacaktı. İftar saatine yarım saat kala idare binasına geldim. Spor giyinmiştim, çünkü yemekten sonra teravih kılacaktık. İki yardımcım ve 5 yönetim memuru ile makamda ayaküstü konuştuk. "Nasıl gidiyor ? Ne yapıyorlar ?" 

Bayan Müdür yardımcım "Valla Müdürüm hepsi güzel güzel giyinmişler, masaları bir görseniz çiçek bahçesi gibi. Yemekler, içecekler çeşit çeşit. Hele bir özbek pilavı var ki yemek için sabırsızlanıyorum." 

Hoşuma gidiyor, yine de soruyorum "Bütün yabancılar var mı, yoksa sadece belli bir grup mu ?" Soruma yönetim memuru Bülent cevap veriyor "Hepsi var müdürüm, her ülkeden 5'i erkek 5'i kız onar kişi seçmişler. Gagauzlar bile gelmiş. İçerde şimdi toplam 7 gruptan 80 kişi var."

Saat iftara 10 dakika kaldığını gösterdiğinde salona giriyoruz. Hepsi ayağa kalkıyor ve hep birlikte alkışlıyorlar. Bir taraftan biz de onları alkışlarken, diğer taraftan etrafı kolaçan ediyorum. Gerçekten pırıl pırıl gözler, ışıldayan yüzlerle karşılaşıyorum. Rengarek, temiz, en güzel elbiselerini giymişler.  

Bütün endişelerim geçiyor, rahatlıyorum. Bize ayrılan bölüme geçip oturuyoruz. Onlar da oturuyorlar. Bakıyorum, Azerisi, Türkmeni, Özbeği, Kazağı, Kırgızı, Moğolu ve Gagauzu ile tam bir çiçek bahçesi masalar. Gruplaşma da yok, karışık oturmuşlar. Onları böyle, hep birlikte ve mutlu görmek beni de neşelendiriyor.

Konuşmamı istiyorlar. Ben de aynı duygularla sesleniyorum onlara. Basit kelimeler kullanıyorum, sade cümleler kuruyorum beni anlayabilsinler diye. Ama, sanırım sözlerimden ziyade, yüzüme yansıyan mutluluğu herkes anlıyor.  Müthiş bir alkış sesiyle oturuyorum. 

Benim ardımdan içlerinden Azeri Muhammedov adlı öğrenci söz alıp konuşuyor. O da kardeşlikten, birlik beraberlikten, nevruz coşkusundan bahsediyor. Tam bu sırada ezan okunuyor. "Buyrun, afiyet olsun" diyor acemice. Ben de mikrofonu alıp "Bismillahirrahmanirrahim, Rabbimize hamdolsun. Siz de buyrun, herkese afiyet olsun" diyorum.

Bütün salon, çatal bıçak sesleri eşliğinde yeme içme moduna geçiyor. Tam özbek pilavını bitirmiş bir Gagauz tatlısına yönelmişken, salonun uzak ucundan bir dombra sesi işitiliyor. Ardından Kazak bir kız öğrencinin ince sesi yükseliyor: 

"Yıl başı Nevruz günü âlem gülistan bolgusu, Asmandan yir yüzige ab-ı rahmet yagkası, Her oğul hizmet kılıp üstadını, İki âlemde bu ferzend hak rızasın tapkusı, Nevruz   keldi cihanga, Barıp eytkıl atanga, Keldi Nevruz ıyş bünyad itkeli, Barça adem künlini  şad itkeli, Her ogul mollasındın alsa dua, Könlini gamlardan azad itkeli.”  

Ardından bir Gagauz kız öğrenci başlıyor şarkısına: 

"Çalsın çırtma oynaylım, Toplansın oğlanlarım, Dostlara sevinelim mari hey, Tatlı dile doymaylım,  Gün orta harman gibi, Mavi gökün yok dibi, Çalsın çırtma oynaylım, Tatlı dile doymaylım, Gelin dostlar kol kola, Oynaylım bir düz hava, Çalsın çırtma bucakta, İşidilsin uzakta." 

Bu şarkıyı bir Azeri türküsü, onu da bir Özbek koşması takip ediyor. Günlerdir ilk defa gülümseme yüzüme yapışmış gibi, elim patlarcasına alkışlıyorum.

Üç gün sonra Ramazan bayramı. Ama o gün iftar saatinde erken bir bayram coşkusu yaşıyoruz. Nevruzun aslında ne demek olduğunu öğreniyoruz. Balkanlar'dan, Karadeniz'e, Anadolu'dan Kafkaslar'a, ta dünyanın öbür ucu Altaylar'a kadar ne kadar geniş bir aile olduğumuzu fark ediyoruz.

Nevruz, bir ilkyaz bayramı

Sonradan öğreniyorum ki, Kazaklar, Nevruz törenlerinde Mevlid okuturlarmış. Evler baştan başa temizlenir, herkes en iyi elbiselerini giyermiş. Nevruz törenleri sırasında ev duvarlarına veya çeşitli eşyalar üzerine kil kaplar atılarak parçalanır, ateş üzerinden atlanırmış. Nevruz'da yapılan yemeğe de "Nevruz-köcö" denirmiş.  Ayrıca, nevruz çorbası veya lapa adı verilen başka bir yemek de yapıp o gün komşulara dağıtırlarmış.

Kırgızlar da,  gece ile gündüzün bir olduğu yeni yılın ilk günü 21 Mart'a Nooruz adını vermekte ve o gün için "Nooruz köcö" denilen özel bir yemek yemekteymişler. "Köcö", darı yarması yahut bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tiritmiş. Ayrıca, "Auz köcö" denilen "kavut" da bu günün özel yemeklerindenmiş.

Özbekistan'ın Semerkand, Buhara ve Andican taraflarında Nevruz törenleri, Nevruz günü başlamakta ve bir hafta devam etmekteymiş. Halk, bu Nevruz eğlencelerine "Seyil Eğlenceleri" dermiş. Seyil yerleri dönme dolaplar, çalgıcılar, beççeler, seyyar satıcılarla dolar, Nevruzun birinci günü, halk çadır çadır gezerek birbirlerinin bayramını kutlarmış. 

Bu ziyaretler sırasında ikram edilen yemekse, "aş" adı verilen özbek pilavıymış. Ayrıca çay ve çeşitli meyveler de sunulur. Köpkari, güreş, at yarışları ve horoz dövüşleri gibi spor gösterileri düzenlenirmiş.

Türkmenler de, yeni yılın ilk gününe Novruz adını verirlermiş. Novruz'dan beş altı gün önce, her Türkmen ailesi temizlik yapmaya başlar, Novruz için Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külce, yağlı börek, şekşeke, koko, bovursak, Türkmen palovu hazırlanır, ne kadar çok yiyecek hazırlanırsa, yeni yılın o denli iyi geçeceğine inanılırmış. 

Semeni, Novruz'un özel yiyeceğiymiş. Bu yemek birkaç ailenin birleşerek büyük bir kazanda buğday özüne, un, su ve şeker eklenerek hazırlanırmış. Bir gün önceden pişirilmeye başlanan semeni, ancak 21 Mart sabahı hazır olurmuş.

Semeni geleneği Azeri Türklerinde de varmış. Mart ayının ortalarında bir kap içindeki toprağa soğan, buğday veya çimen tohumu ekilir. Bunlar yeşerdiği zaman, yaz geldiğinin işareti olurmuş. 

Nevruz ise, üç gün sürmekteymiş. Her yıl Mart ayının 21-23'üncü günleri, büyük törenle kutlanır, "Ahir çerşenbe"den önceki Salı günü mezarlığa giden erkekler, Fatiha okuyup dönerlermiş. 

Kadınlar ise mezarlığa, hazırladıkları helva, pilav ve daha başka yiyecekler ile giderler, Kur'an-ı Kerim okunur, Fatihaların ardından yemekler fakirlere dağıtılıp, 1-2 saat sonra mezarlıktan ayrılınırmış.

Mart içeri, pire dışarı

Gagauz Türkleri’nde sene iki kısma ayrılırmış. Birinci kısım “Hedrelez” veya “Hederlez” denilen, Hıdrellez’miş. Ve o eski anlayış nisandan başlayıp, kasıma kadar devam edermiş.  

Nevruz yaklaşırken, mart ayının başında, Gagauz kadınlar, sabahın erken saatlerinde, evlerinde esaslı bir temizliğe girişirlermiş. “Mart içeri, pire dışarı” sözü, Gagauz kadınlarının eskiden beri gelen bu temizlik geleneğinden kaynaklanmaktaymış.

Gagauzlar için Nevruz öncesinde yapılan hazırlıklar çok önemliymiş. Mart ayının başlarında, küçük çocuklara ve genç kızlara kırmızı yün ipliğinden bilezikler örülüp, kollarına takılır, evlenme çağına gelen kızlar ise, turnaların gelişini bekleyerek, onların yuvalarına yün ipliği bırakır ve “bu ipliği yuvanıza alın, bizim çocuklarımız olacak, bizim için Allah’a dua edin” derlermiş.

Gagauz Türkleri Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden. Dolayısıyla dini inançlarına bağlı olarak Gagauzlar, Hıristiyanların bahar bayramı olan “İlkyaz Yortusu”nu da kutluyorlarmış. Bu yortu, şubat ayının son Pazar günü yapıldığı için de, buna “Aziz Lazar Günü” adı da verilmekteymiş.

O gün, kızlar aralarında küçük yaşta birisi seçilerek “İlkyaz Gelini” yapılır, başına çiçeklerden taç takılırmış. Kızlar bu şekilde ev ev gezerek, türkü söylerler, el-ele tutuşup hora oynarlarmış.

Bütün bunlar, 21 Mart’ta geniş biçimde kutlanacak olan İlkyaz yortusu yani Nevruz bayramı içinmiş. Bir yandan Hristiyan dininin tesiri, öte yandan Gagauzların çeşitli Hristiyan halklar arasında yaşamış olmaları sebebiyle, Nevruz adı, zamanla İlkyaz Yortusu’na dönüşmüş. Buşekilde Gagauzlar, Nevruz ve Hidrellez geleneklerini yaşatabilmişler. 

Teravih namazını ön salonda çok sayıda türki öğrenci ile birlikte kılarken, ister istemez arkada yaşadığımız bu güzelliği zihnimden çıkaramıyordum.

İşte bizim Hıdırellez diye bilip her yıl 6 Mayısta yaşadığımız eğlenceler farklı coğrafyalarda değişik ad ve zamanlarda böyle sürdürülmüş, çağları aşıp günümüze ulaşmıştı.

İnsana tazelik veren, sevgi ve neşe dolu bir güzelliğin kanla, ateşle, acıyla hatırlanması olacak şey miydi ? Baharın gelişi insana coşku verir. Ya nasıl olup da bu topraklarda bugün gerginlik vesilesi olabilmişti ? 

Biraz sonra namaz bitecek ve biz bu defa da işte öyle bir newroz ateşiyle yüz yüze gelecektik. İnşallah verdikleri sözü tutar, taşkınlık yapmazlar, inşallah diğer gruplardan herhangi bir taciz yaşanmazdı.

Yine iş çığırından çıkacak olursa bu defa da gerçekten çok üzülecektim. Dua ettim sürekli, rabbime sığındım namaz boyunca. Gereken tedbirleri almıştık ama o ateş sönünceye kadar bana rahat ve huzur yoktu...

  

Sancılı günler

Acı bir kaza

Haberi Tv haberlerinde duydum. Sakarya Üniversitesi öğrencilerini taşıyan bir otobüs  kaza yapmış. 14 ölü, 25 yaralı. Gerçekten çok acı bir haberdi. Bir gezi otobüsüymüş. Olay hafta sonu Karacabey kavşağında meydana gelmiş. Ertesi günün gecesi bir telefon aldım. Sakarya Üniversitesinden çok eski, öğrencilik zamanımdan bir arkadaşım arıyordu.

Kazada yaralanan öğrenciler Bursa Üniversitesi Tıp Fakültesinde tedavi görüyorlarmış. İçlerinde birkaçının durumu da ciddi imiş. "İlgilenebilir misin ?" diyordu, "Yarın biz de geleceğiz".

Hemen fakülteye gittim. Yaralılardan 7 si ayaktan tedavi görüp taburcu olmuşlar. İkisi ameliyat edilmiş yoğun bakımdaymış. 16'sı da özel odalara alınmışlar, tedavi altındaymışlar. Onlarda endişe edecek bir durum yokmuş. Sabah ziyaret edebileceğimi söylediler. Yurda döndüm ama sabah ilk işim yine hemen hastaneye gitmek olmuştu.

Bu defa hem doktorlarıyla konuştum, hem de odalarını tek tek dolaştım. Bazılarının ailelerinden gelenler vardı yanlarında. "Geçmiş olsun, inşallah iyi olacaklar" dedim, teselli etmeye çalıştım kendimce. İhtiyacı olan birkaçının isteğine yardımcı olmak üzere çıktım yanlarından.

İkindi üzeri penceremden yurda doğru gelen bir konvoy olduğunu görünce, hemen önce kapıya haber verdim, geliyorlardı. Bende tam merdivenlere çıkmıştım ki arabalar birbiri peşi sıra yurda girip idare binasının önünde durdular.

En öndeki makam aracından inen uzun boylu koyu giysili kişi rektörmüş. Yanındaki ise telefon eden arkadaşım.

Arkadaşım beni tanıştırdı, ben de "ho şgeldiniz" deyip acılarını paylaştım. Diğer araçlardan inenler de gelmişlerdi. Baktım ki gelenler arasından üniversite gençliğim zamanından ağabey dediğim üç tanıdık sima daha var. Arkadaşım ve onlar şimdi Sakarya Üniversitesinde doçentmişler. Üniversite geçen yıl kurulmuş.  Kurucu rektör de Prof.Dr.Ramazan Evren.

Hastaneden geliyorlarmış. Kalabalık heyeti makam odamda bir saate yakın ağırladık. Tabi ki cenazeler nerelere gitmiş, ne zaman defnedileceklermiş, kim hangi cenazeye katılsın filan gibi şeyler konuşuyorlar. Bu yüzden yemeğe kalın teklifimi "gitmeliyiz" diyerek kabul etmediler. Yaralılarla ilgilendiğim için de bana teşekkür ediyorlardı. Benden istekleri şuydu; Acaba ilgilenmeye devam edebilir miydim ?

"Tabi ki" dedim "Ne demek". Bu vaadimin daha sonraki hayatım için ne kadar önemli bir söz olduğunu nereden bilebilirdim ki.

Böbrek sancısı

Böbrek sancım iki üç yılda bir beni yoklardı. Çalışıyordum ama sancı tekrarladığında dayanılacak gibi değildi. İğne vurdurup eve gitmem lazımdı. Fakat o gün makamda çok önemli misafirlerim vardı. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten ziyaretçilerdi bunlar.

Bursa'da faaliyet gösteren terör örgütlerini ve kampüsü etkileyebilecek son eylemlerini konuşuyorduk. Telefon çaldı. Arayan Genel Müdürdü. Pat diye "Yurtta sakallılar çoğalmış, ne yapıyorsun sen orda ?" diye bağırdı bana.

O bağırıp çağırmaya devam ediyor bense "Anlayamadım ? Sakallılar mı ? Nasıl yani.." deyip duruyordum.

Böbrek sancım birden artmıştı. Sustum. O kaba saba konuşmayı sürdürüyordu. Ne dediğini anlamaya, bu arada da kafamı toplamaya çalışıyordum. Sonunda kastını anladım. Benim belli bir grubu kolladığımı söylüyordu düpedüz. Kızmıştım. Misafirler dikkatle telefon görüşmemi izliyorlardı. Ancak, sabrım taşmış, kopmamasına çalıştığım ip birdenbire kopuvermişti.

"Sayın Genel Müdürüm burası 5000 kişilik bir yurt, sakallısı da var punku da, başörtülüsü de var mini eteklisi de" dedim yüksek sesle. Şaşırmıştı, aynı ses tonuyla devam ettim. "Şayet taraf tutmuş olsaydım bütün gruplar böyle bir arada olabilir miydi ? Kastettiğiniz grubu kollasaydım diğer gruplar beni bir saniye burada tutarlar mıydı ? Burada tek başıma barışı, huzuru sağlamaya çalışıyorum. Hem de kimsenin burnu kanamadan, herkesin katkısıyla."

Genel Müdür "Şimdi Müdür bey, oradan devamlı şikayet alıyorum. Böyle olmaz !" diye bir seviye alttan üsteledi yeniden. Artık saatin zembereği boşanmıştı sözümü sakınmadım ben de. 

"Sayın Genel Müdür, beni buraya gönderirken bir çok söz verdiniz. Ben sözümü tuttum ama siz hiçbirini yerine getirmediniz. Alanım olmamasına rağmen, memleketimin bu köşesinde adeta yirmi yıl öncesinde kalmış olayların yeniden yaşanmasına razı olmadım. Bu güne kadar da elimden geleni yaptım. Önemli ölçüde huzur ve güven sağlandı. Dahası yurtta pek çok iyileşme ve gelişme de sağladık.

Bütün bunlara karşılık bu davranışınızı hak etmediğimizi düşünüyorum. Asıl olmaması gereken şey bu işte !"

Bir an hem odada hem telefonda bir sessizlik oldu. Telefondaki ses aniden bir şey fark etmiş gibi kısa ve tok bir sesle sordu "Kim var orada ? Senin yanında kim var ?" 

Etrafıma baktım, merakla yüzüme bakıyorlardı. Farkında değilim ama, sanırım adamın kaba ve yüksek frekanslı sesini onlar da ta başından beri dinlemişlerdi. Bir an tereddüt ettim. Herhalde yanımda öğrenci ya da personel olduğunu sanmış olmalıydı. Böyle diklenmemin sebebi ona göre ancak hava atmak olabilirdi çünkü.

Oysa durum tamamen farklıydı. Misafirlerim buradaki durumu en iyi bilen kişilerdi. Taraf olmak değil, tam tersi bitaraf olarak yaptıklarımı an be an yaşamış ve takip etmişlerdi. Şahitlerimdiler yani, devam etmeye karar verdim.

"Yanımda Bursa ilinin güvenlikle ilgili en üst düzeyde yetkilileri var. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten arkadaşlar. Bu konuştuklarımızı da duydular. Onlar şahidimdir ki burada son bir yılda pek çok güzel şey yaptık, olmaz denilenleri başardık. Ama hiç desteğiniz olmamasına rağmen, beni asla yapmadığım bir şeyle suçluyorsunuz. O zaman ben bir yıllık sözümü tuttum. Siz de tutun ve beni bırakın !" 

Son cümlemi söylerken aslında erken olmasına rağmen Sakarya Üniversitesine gidebileceğimi söylemek istemiştim.

Telefon şak diye yüzüme kapandı. Görüşme bitmişti. Bir süre hareketsiz kaldım. O kadar dalmışım ki misafirler ayaklanıp vedalaşmak üzere ellerini uzatınca kendime gelebildim.

Durum gerçekten travmatikti. İş konuşmanın imkanı kalmamış, onlarda kalkıp gitmeyi ve beni yalnız bırakmayı tercih etmişlerdi. Birkaçının teselli babında omuzuma vurduklarını hatırlıyorum.

Onları yolcu edemedim. Bir süre oturdum kaldım yerimde. Artık kopmuştu, bir süredir gerilip duran pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bu olayla sona ermişti. Gitmeliydim, daha burada eskisi gibi görev yapmama imkan yoktu. Yine sancım tutmuştu, iğne vurunmalıydım. Ayağa kalkıp odamı kapattım ve sağlık odasına doğru yürüdüm.

Özal öldü

Ertesi sabah tarih 17 Nisan 1993'tü. Fakültede doktora görünmüş ve 10 gün rapor almıştım. Düşüncem ilaçlarımı kullanıp evde istirahat etmekti. Bir taraftan artan sancılarım, diğer taraftan Genel Müdürle yaptığım o telefon görüşmesi. Bende moral diye bir şey kalmamıştı zaten. Böyle çalışamazdım.

Odama döndüğümde acı haberi duydum. Özal ölmüştü. Türkiye'nin tonton başbakanı, 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Birden karar verdim, Ankara'ya gidecektim. Cenaze törenine, hiç değilse namaza ben de katılmalıydım.

Raporlu olmama rağmen Cenaze namazının kılınacağı gün Ankara'ya gittim. Bir gün evvel Özal'ın naaşı 20 Nisan Salı günü Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden alınarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hazırlanan katafalka yerleştirilmişti. Burada saygı geçişi sabaha kadar aralıksız sürmüş, erkeği kadını, yaşlısı ve genciyle binlerce kişi gözyaşları içinde Özal için Fatiha okumuştu.

Naaş, 21 Nisan Çarşamba günü saat 10.30'da TBMM'deki katafalktan alınarak, büyük bir devlet töreniyle Kocatepe Camii'ne götürülecekti.

Cenaze korteji görülecek şeydi. Büyük bir halk kalabalığı "Sivil Cumhurbaşkanı", "Demokrat Cumhurbaşkanı", "Dindar Cumhurbaşkanı" pankartları ve tekbir sesleri ile arkasından yürüyor, yol kenarında birikmiş pek çok insan da hıçkırık ve gözyaşları içinde onu uğurluyorlardı.

Sonunda Genç Harbiyelilerin çektiği top arabası Atatürk Bulvarı, Sıhhiye ve Mithat Paşa Caddesi'ni takiben Kocatepe Camii'ne ulaştı ve cenaze musalla taşına kondu. Bu arada sadece Kocatepe Camii'nden değil, bütün Türkiye minarelerinden yanık selalar yükseliyordu. 

Cenaze namazı öğleyi takiben Diyanet İşleri Başkanı tarafından kıldırıldı. Sonra da özel bir uçakla İstanbul'a nakledilmek üzere Esenboğa Havaalanı'na götürüldü.

İstanbul'daki cenaze töreni ise daha muhteşemdi. Kanal 6 Televizyonu zaten sürekli canlı yayındaydı. Diğer televizyonlar da Ankara ve İstanbul'daki cenaze törenlerini naklen verdiler.

Onu sevmiştik. Gerçekten tabuları yıkarak, Türkiye'ye biçilmiş, değişmez denilen kaderi değiştirmiş bir adamdı. Gerek başbakan gerekse Cumhurbaşkanlığında, onun deyimiyle müthiş bir transformasyon geçirmişti ülkemiz. Adeta çağ atlamıştık. O milletin adamıydı, milletini yepyeni yeni ufuklara taşımıştı. Allah rahmet eylesin.

Büyük tartışma

Gelmişken Genel Müdürle görüşmek istiyordum. Çünkü Bursa'dan ayrılmadan bir gün önce Sakarya Üniversitesinin Genel Müdürlüğe bir muvafakat yazısı gönderdiğini telefon edip bildirmişlerdi. Bir an evvel gelmem için de acele ediyorlardı. Takip edip yazıyı elden almalıydım. Zaten artık ciddi biçimde Bursa'dan ayrılmayı düşünüyordum.

Baktım odada Personel Daire Başkanı da var. Belli ki şahit olarak görevlendirilmiş. Görüşme hayli gergin bir ortamda başladı. Başkalarının yanında ona söylediklerim için kızgındı. Kendi söylediklerini ise çoktan unutmuştu.

Önce kendimi savunmaya çalıştım. Ama kendisini suçlamamaya çalışıyordum. Olan olmuştu. Zaten artık bu kurumda kalmak da istemiyordum. İlaveten raporlu olduğumu, tedavimin devam ettiğini de bilhassa belirttim. Niyetim ortamı yumuşatıp sözü muvafakat yazıma getirmekti. 

Baktım, hakarete varan söz ve tavırla üstüme üstüme geliyor. Zaten rahatsızım, elim ayağım titriyor. Kendimi kaybetmişim "Ben bu kurumda Daire Başkanlığı yaptım. Ayrıca yüksek lisansımı bile bu alanda vermeyi düşünecek kadar bağlıydım. Ancak, beni hiçbir tecrübem olmadığı halde bir ateşin içine attınız. Hatırlayın gönderirken bir yıl için demiştiniz değil mi ? Güya ailemin düzenini bozmayacaktınız. Her türlü desteği vermeye de söz vermiştiniz. Peki ne yaptınız ?

Kayda değer hiçbir destek vermediğiniz gibi ailemi de lojmandan çıkmaya zorladınız. Buna rağmen ben sözümü tuttum. Bir yıl içinde yurtta huzur ve güven sağlandı. Hayat normale döndü.

Ama böyle devam eder mi bilemem. Çünkü ben artık yokum. Madem siz de memnun değilsiniz, lütfen muvafakatimi verin, gideyim." Bu sözleri beklemiyordu. İri yarı bir adamdı, kalktı üzerime yürüdü. Adeta ağzından köpükler saçıyordu

"Vermiyorum ! Seni de açığa aldım. Hadi bakalım". Personel daire başkanına "Derhal gereğini yap. Adama bak be ! Genel Müdüre kafa tutuyor."

Oysa benim kafam zonkluyor, ellerim titriyordu. Ağzım kurumuş, belimdeki sancı yeniden nüksetmişti. Artık daha fazla ayakta kalamayacaktım. O an artık benim de beynim dönmüştü "Ne yaparsan yap ! Ben gidiyorum" dedim, arkamı dönüp çıkarken. Kapıyı çok fazla sert örttüğümü, adeta çarptığımı hatırlıyorum.

Dışardaki sekreterlerin şakın bakışları altında oradan nasıl çıktım, merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Ancak dışarda, ateş gibi yanan yüzümde serin bir hava hissettiğimde ne yaptığımı anlayabilmiştim. Açığa alınmanın sonuçları oldukça ciddiydi. Üstelik muvafakat almam da tehlikeye girmişti.

Birden arkadan iki kişi gelip beni koltukladılar. Yarısı havada yarısı yerde uçar gibi yeniden merdivenlerden çıkmıştık. "Durun ! Ne yapıyorsunuz ?" demeye kalmadan beni yine makama hem de ite kaka soktular.

Bu kez çok yumuşak bir tavırla konuşuyordu. "Evladım, sen benimle nasıl böyle konuşursun. Ben senin Genel Müdürünüm" dedi oturmamı işaret ederken. Oturup oturmamakta tereddüt ediyordum.

"Bak sana bir hikaye anlatayım" dedi kendisi makamına oturarak. Ben hala ayaktaydım. Bakalım ne anlatacaktı ?

"Zamanın birinde yöre beyinin oğlu bir göçebe kıza aşık olmuş. Babasını sıkıştırıyormuş istemesi için. Adamsa oralı değilmiş olmayacak bu işe. Ama oğlan da gün gün eriyormuş sevdasından. Sonunda dayanamayıp vezirlerine "Ne yapalım ağalar ? deyin bakalım" demiş çaresizce. Çünkü bir göçerle akraba olmayı yediremezmiş kendine.

"Kızı alalım" demiş içlerinden biri. Ben hallederim. Kızın babasına gitmiş "Bak bey kızını alacak, ver de kurtul" demiş yüksek perdeden. Kızın babası "Olmaz !" demiş sadece. Omuzlarını silkip dönüp gitmiş yoluna. Vezir de kalakalmış öylece. Gelip durumu beye iletmiş çaresiz. Bey de çok kızmış tabi.

Diğer vezir araya girmiş "Beyim demiş bu usulünü bilememiş, ben hemen yarın gider usulünce isterim kızı. Merak etmeyin siz". Hakikaten gitmiş, kızın babasına "Allahın emri, peygamberin kavliyle kızını bizim beyin oğluna istiyoruz" demiş en tatlı dille. Adam yine başını, kaşlarını yukarı kaldırıp, ağzıyla  "Çık…Çık !" etmiş te dönüp gidivermiş. İkinci vezir de kös kös gitmiş beye durumu anlatmış. Bey iyice köpürmüş, bağırmış çağırmış.

Üçüncü vezir bir kenarda kıs kıs gülüyormuş. "Sen ne gülersin be !" demiş bey hiddetle. O da "tamam bey, ben anladım. Siz kızı aldık bilin" demiş kurnazca. Ertesi günü babasını huzura getirtip "Lan eşoğlu eşek, niye vermezsin kızı ?" demiş gırtlağına çökerek.

Adamcağız bir yandan yakasını kurtarmaya çalışıyor, öbür yandan da laf yetiştirmeye çalışıyormuş. "Tamam, tamam. Peki. Ama bana böyle demediler ki !"

Genel müdür kendi anlattığı hikayeye katıla katıla gülüyordu. Bense hikayenin onun için hiç de gülünecek bir tarafı olmadığını düşünüyordum. Sonra birden sinirlerim gevşedi, bana da bir gülme geldi. 

Hikaye tam da onun durumunu anlatıyordu aslında. O gülüyor, ben gülüyordum. Merak edip içeriye giren daire başkanı da bu garip duruma şaşkın şaşkın bakıyordu. 

Neyse. Sonunda bu işin artık yürümeyeceğini ikimiz de anlamıştık. Açığa alınmaktan kurtulmuş, bir çeşit helalleşmiş ve muvafakat sözü almış olarak çıkmıştım aynı kapıdan.

 

Ziyaretçilerimiz var

Vali

Deniz Gezmiş gecesinden sonraydı. Bir akşam aniden Vali geliyor dediler. Bir yerlerden ses geleceğini bekliyordum ama bunu düşünmemiştim. Biraz tedirgin oldum. Acaba gece ile mi ilgiliydi bu ziyaret ? 

Aslında, piyesin ortasında o tabanca ortaya çıkana kadar her şey gayet normaldi. Gecede tabi ki bilinen ve beklediğim ideolojik  konuşmalar yapılmış, şiirler okunmuştu. Bu doğaldı. Ne kadar rahatsız olsam da katlanmam gerektiğini biliyordum.

Ama oyun içinde gençlerden birinin aniden bir tabanca çıkarması, ardından duyulan silah sesi canımı sıkmıştı. Birdenbire olmuş ve ancak birkaç saniye sürmüştü.

Atılan sloganlar ardından  ışıkların kararması ile de yok olmuşlardı. Rol gereğiydi, gerçek bir silah olup olmadığını da bilmiyorduk. Ama belli ki haber anında Jandarma komutanına ulaşmıştı.

Nitekim dışarı çıktığımızda gördük ki Jandarma kapıda tertibat almıştı. Geceye dışardan gelip katılanlar vardı. Mesela oyunda rol alan ve elinde silah olan kişiyi ben de tanımıyordum. Öğrencimiz olmadığı gibi kesinlikle öğrenci bile değildi. Orta yaşlı ve saçı sakalı birbirine karışmış biriydi.

Bu yüzden biraz merak, biraz da herhangi bir sorun yaşanmaması için herkes çıkana kadar ben de kapıya yakın bir noktada durup kontrolleri izledim. Tabi ki hiçbir şey, özellikle de o kişi ve tabanca bulunamadı.

Jandarma komutanı da oradaydı. Ama bilhassa biraz uzak durmaya çalışıyor gibiydi. Yüzüme herhangi bir şey söylemedi ama bir Müdür Yardımcıma "Yaptığınızı gördünüz mü ? Böyle bir geceye nasıl izin verirsiniz ?" demiş. Ona göre yasa dışı olan bir gruba müsamaha gösterilemezdi. Devlet tarafından asılmış bir sol teröristi anma gecesi ise hiç yapılmamalıydı. 

Vali Necati Çetinkaya ile karşılaşmalarımız son bir yıl içinde belki beşi geçmemesine rağmen ilişkimiz  fena sayılmazdı. Farklı bir yol izlediğimi duyuyor, biliyordu.

Muhtemelen hakkımda gereken araştırmayı yaptırmış, eski genel müdürümüz de dahil Ankara'dan birileriyle görüşmüştü. Sözlerinden, sorularından edindiğim izlenim, hakkımda olumsuz düşünmediği, ancak endişeli olduğuydu.

Vali gelmeden yolda, kapıda ve yurtta abartılı bir güvenlik tedbiri alınmıştı. Ben ve arkadaşlarım da onu girişte karşılayacaktık. Araba konvoyu yurda  girdiğinde akşam karanlığı çökmüştü. Kalabalık maiyetiyle birlikte arabalarından indiler.

Yanında bir Rektör yardımcısı da vardı. Anlaşılan yurda gelmeden üniversiteye uğramışlardı. İdare binasına davet ettim ama Spor salonuna gitmek istiyorlardı.

Elimden tuttu salona doğru yürüdük. Daha çok yabancı öğrencilerle ilgiliydi soruları. Yaşadıklarımızı, yaptıklarımızı, çabalarımızı anlattım nefes nefese.

Bir taraftan "Hı, hı…, öyle mi, hay yaşa" gibi sözcükler mırıldanıyor, öbür taraftan da sık sık dönüp Rektör Yardımcısına ve yanındakilere "Bak, gördünüz mü ?" der gibi bakıyordu.

Salona girdiğimizde daha çok rektör yardımcısına yönelmişti soruları. Yeni açılan Beden Eğitimi bölümü ile ilgili bilgi alıyordu.

Bir ara bana dönüp "salon gayet iyi olmuş" dediğini hatırlıyorum. Salonun eski halini, onarmak için nasıl uğraştığımı biliyordu. Yalnız çıkarken Jandarma Binbaşısına "Burada mı olmuştu ?" diye sordu. "Evet sayın Valim" cevabını alınca da  "Tabi bulamadınız, yakalayamadınız…" diye laf attı gülerek. 

Son şifreli konuşmayı yalnızca o ve ben anlamıştım. Bir daha da bu konu açılmadı. Vakti olmadığını söyleyip ikram teklifimizi kabul etmedi. 

Arabasına binmeden önce el sıkışırken "Haftaya Özbekistan Başbakan Yardımcısı gelecek. Ben de refakat edeceğim. Hazırlığınızı yapın Müdür bey. Bize bir ihtiyaç olursa arkadaşlar yardımcı olur" dedi. Hepsi bu kadar. Uğurladık, geldikleri gibi gittiler.

Uzak misafir

Özbek Başbakan Yardımcısı geldiğinde yurttaki yabancı öğrenci sayısı altı yüze yaklaşmıştı. Bunlardan 87'si Özbek'ti. Genelde sakin bir tabiatları vardı ve sorun çıkarmıyorlardı. Ama nedense Türkmenlerle pek araları yokmuş gibiydiler. Bir de daha esrarlı davranıyorlardı. Muhtemelen gelirken çok ciddi tembihlenmiş olmalıydılar.

Özbekistan, 30 milyon civarındaki nüfusuyla Orta Asya bölgesinin, en kalabalık ülkesiydi. Afganistan dahil diğer bütün bölge ülkeleriyle sınırı bulunuyordu. Nüfusun % 80’ini Özbekler, diğer kalanını ise Tacik, Kazak, Karakalpak, Kırgız, Rus, Tatar, Ukrayna ve Yahudi kökenliler oluşturmaktaydı.

Sovyet blokunun çökmesinden sonra 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Özbekistanı ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye olmuştu. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel 1992 yılının Nisan ayında Özbekistan’ı ziyaretetmiş  ve Taşkent’te bir Büyükelçilik açılmıştı. Özbekistan’ın Ankara Büyükelçiliği ise Ocak 1993 tarihinde faaliyete geçmişti. 

1992 yılı sadece Özbekistan'la değil diğer Türki Cumhuriyetlerle ilişkilerde de yoğun geçen bir yıl olmuştu. Ankara'da ilk kez bir araya gelen altı Türk Cumhuriyeti Devlet Başkanı  bir ‘’TÜRK ZİRVESİ’’ gerçekleştirdiler. Süleyman Demirel, bu zirvede şu tarihi açıklamayı yapmıştı; ‘’Bu zirve ile Türk Dünyası Adriyatik kıyısından Çin Seddi’ne kadar uzanmıştır.’’

Bu zirvenin bir başka sonucu da Türk Cumhuriyetlerinden gelecek 10000 öğrencinin Türkiye'de eğitim almalarının öngörülmüş olmasıydı. Kültür-Bilim-Eğitim-Sağlık ve Turizm Alanında İşbirliği Antlaşması ile 92-93 Kültürel, Eğitsel ve Bilimsel Değişim Protokolü imzası bu döneme rastlar.

Misafir Başbakan Yardımcısı ve Vali en uygun şekilde karşılandı. Özbek öğrencilerle görüştüler, kaldıkları blokları gezdiler ve onlarla birlikte pişirilen Özbek Pilavından yediler.

Özellikle kantinde açılan yeni işletmeler ilgilerini çekmişti. Böyle büyük, kalabalık bir yurt için duyduklarına karşılık, gördükleri onları bayağı şaşırtmış görünüyordu.

Sanırım yurttan olumlu etkilenmişlerdi. Misafir öğrencilerin burs, dil ve eğitim sorunları olduğunu biliyorlardı. Zamanla bunların yoluna girebileceğini de.

Ancak en çok merak ettikleri şey Özbek gençlerin herhangi bir asayişsizliği olup olmadığıydı. Bizden öğrendiklerinden memnun oldular. Vali teşekkür etti. 

Geçen yıllara rağmen bu yıl gördüğü ilerleme nedeniyle gözlerinin içi gülüyordu. Özbek Başbakan Yardımcısı da memnundu. Ayrılırken beni de Özbekistan'da görmek istediğini söyledi. "İnşallah, nasip" dedim gülerek. 

  

Bir rüyam var !

Basketbol şenliği

Parkeler onarılıp salon yeniden hizmete açıldıktan sonra ilk tahsis tekwandoculara yapılmıştı. İkinci etkinlikse Deniz Gezmiş gecesi için oldu. Her ikisi de kontrollüydü. Salonun geçen senelerdeki gibi tahrip olmasından korkuyorduk. Bu nedenle basket oynayan bir grup gencin uzun süredir taleplerine evet diyemiyorduk. 

Çünkü istedikleri şey yurt genelinde bir basketbol turnuvasıydı. Münferit oyun taleplerine zaten olumlu yaklaşıyorduk. Ancak bu onlara benzemiyordu.Şayet izin verirsek idare olarak bizim de içinde olacağımız kapsamlı bir organizasyon olmalıydı. Bu çapta bir etkinlikse  ilk defa olacaktı. Acaba artık yurtta bu tür spor faaliyetleri olabilir miydi ? Yapmalı mıydık, zamanı gelmiş miydi ?

Bu tür spor etkinlikleri için sadece bizim izin vermemiz yetmiyordu. Bazen bizi de aşan resmi prosedürler söz konusuydu. Ayrıca en az üç aylık bir süreci kapsayacaktı. Hazırlık sürecinde takımlar oluşacak ve ayrı ayrı saatlerde çalışacaklardı.

İkinci aşamada eleme müsabakaları yapılacak. En son çeyrek finale kalan dört takım arasında yarı final ve final maçları yapılacaktı. O gece ayrıca bir tören yapılması gerekiyordu. Tabi ki, konuşmalar olacak ve ödüller verilecekti. Turnuvanın o ana kadar kazasız belasız ulaştığını kabul etsek bile, o gecenin zirveye çıkan coşkusunu kontrol edebilecek miydik ? Gençler kendi aralarında organize olacaklarını, endişe etmemek gerektiğini söyleseler de doğal olarak biz onlardan daha fazla sorumluluk hissediyorduk.

Öğrenci temsilcisi seçimi yapıldıktan sonra durum biraz daha netleşti. Temsilci Selim'de bu turnuvanın yapılmasını istiyordu. O ve ekibi de bizzat bu etkinliğin organizasyonunda yer alacaklardı. Kemal, Süleyman ve arkadaşları da ısrarla destek veriyorlardı bu talebe. Sonunda ben de arkadaşlarımı ikna ettim ve gereken adımlar atılmaya başlandı. 

Düşünüyordum ki, bu etkinliği yapamazsak satranç, voleybol, futbol turnuvaları ile bahar şenliklerini  nasıl yapacaktık ? Hazır yurtta bir ateşkes ortamı sağlanmışken biz bir ileri adım daha atsak iyi olmaz mıydı ?

Şeytanın bacağını kırmalı, bu arkası gelmez korku ve vehimlerden kendimizi kurtarmalıydık. Yapamazsak bile biz iyi niyetimizi göstermiş, en azından denemiş olurduk.

İzinleri aldık, basketbol turnuvası 1993 gençlik haftası etkinlikleri kapsamında programa alındı ve böylece süreç başladı. Onca işimiz arasında mesai demeden, Cumartesi Pazar demeden biz de oyunları adım adım, gün gün izledik. Görevlendirdiğimiz yönetici ve personel organizasyonda yer alan gençlerle çok iyi çalıştılar.

Selim, Kemal ve arkadaşları da herhangi bir güvenlik sorunu yaşanmasın, taşkınlık yapılmasın, şenlik yangına dönüşmesin diye sürekli koşuşturdular. Nihayet o son gün final gecesi geldi çattı.

Geldi ama yaşadığımız diken üstü günlerin yoğunluğuyla madalya ve kupa yaptırmayı unutmuşuz. O gün Bursa'da yana döne verilecek ödül madalyaları ve kupaları için dolaştım.

Bu arada Bosna'dan gelen bir misafirimizle de ilgilenmek zorundaydım. Onu arabamla Bursa'da gitmesi gereken yerlere götürdüm, görüşmesi gereken kişileri gördük. Yurda geldiğimizde ancak bir yemek yiyecek kadar zamanımız kalmıştı.

Kantinde yemek yerken nasıl oldu, nereden öğrendiler bilmiyorum etrafımız Bosna'yı merak eden gençlerle doldu taştı. Zaman darlığı ve bu ilgi nedeniyle kafamızda bir fikir doğdu.

Misafirimizi bu akşam salonda toplanan yüzlerce yurt öğrencisi seyirciye karşı bir konuşma yaptırabilirdik. Aramızda tercüman olmasına rağmen onunla adeta kalbimizle ve gözlerimizle anlaştık. 

Böylece etrafımızdaki gençlere misafirimizin salonda bir konuşma yapacağını söyleyerek, isterlerse dinleyebileceklerini söyleyip masadan kalktık.

Salona birlikte girdiğimizde bir alkış tufanı yükseldi trübünlerden. Yanımdakinin bir yabancı olduğunu anlamış, bizi daha bir ilgi ve merakla karşılamışlardı.

Bosnalı misafir

Bosna savaşının devam ettiği günlerdi. Bütün dünyanın gözü önünde Avrupa'nın orta yerinde Bosna'da bir katliam yaşanıyordu. Sarajevo, Srebrenitza ve  Markale gibi yerlerde yaşayan müslüman boşnaklar çok zor durumdaydılar. 

Nitekim, 1 Mart 1992 tarihinde başlayıp üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında yüz binin üstünde kişi hayatını kaybetmiş, 2 milyon kadar insan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Türkiye ise uluslararası alanda Bosna'nın yanında olan birkaç sayılı ülkeden birisiydi.

Ancak Avrupalı devletler Bosna'nın yanında olmadıkları gibi  yapılan yardımları da engelliyorlardı. Hatta medya kanalıyla içerde de Türk halkının Boşnaklara yardım etmemesine yönelik bir kurgu vardı. Hem de çok ahlaksız bir şekilde.

O zamanki gazeteler habire Bosna’ya resmi yardım götüren Türk Kızılayı için bile  “Kızılay yardımları Sırplara veriyor” dedikodusu basıyorlardı.

Ama halkın yardım duygusu önlenemedi. Resmi olarak yapılamayan yardımlar gayri resmi toplandı. Bu defa da bir "mercimek" yaygarası kopardılar. Böylece bütün yolları kapattılar.

Bu çok bilinçli yapılmış, tasarlanmış bir linç kampanyasıydı. Yine de başaramadılar. Türkiye halkı ne yapıp edip değişik yollardan Bosna'nın yanında olmaya, destek vermeye, dua etmeye devam etti.

İşte bu çabalardan birisi de Bosna'dan gelen misafirler aracılığıyla yapılanlardı. Bu kişiler Türkiye'ye geldiler. Öncelikle anavatandaki boşnak kardeşleriyle buluştular, ülkeyi gezip savaşı ve katliamları anlattılar. Davet sahibi siyasilerle görüştüler ve ülkeleri için destek alıp gittiler.

İşte Bursa'ya gelen misafiri ben de böyle tanımış, acele işlerimiz arasında onu yurtta da ağırlamak istemiştim. Kabul edip benimle gelmişti. Aramızda konuşma yapmak gibi herhangi bir söz geçmemişti. Ancak kantinde yemek yerken gördüğü ilgi spontane bir şekilde gelişti. 

Salona girdiğimizde de gördüm ki artık bu talep bir mecburiyetti. Çünkü kalabalık bir kitle Bosna'dan gelen bu misafiri dinlemek istiyordu. 

Ben de basketbol şenliğinden önce kısa bir takdimle kendisini mikrofona çağırdım. Spor salonu o anda bir mabet sessizliğine büründü. Sanki orada ölen binlerce masum boşnağa saygı için ayaklarının ucuyla yere basıyorlardı. Neredeyse koca salon tek yürek olmuş, sadece o koca yüreğin çarpıntısı duyuluyor, başka bir ses işitilmiyordu.

Misafirimiz böyle bir atmosferde çok duygulu bir konuşma yaptı. Böylece yüzlerce öğrenci hem ilk elden Bosna hakkında bilgilendi, hem de konuşmacının şahsında adeta Bosna'yla bütünleşti. Ben bile başta mütereddittim, ancak tercüman aracılığıyla yapılan konuşma beni bile şaşırtan büyük bir ilgi görmüştü. 

Tek bir tepki olmamıştı. Aksine sık sık alkış ve sloganlarla desteklenmişti misafirin konuşması. Bu sırada ağlayanlar bile olmuş öğrencilerden, sonradan anlattılar. Konuşma bittiğinde ise salon adeta coşmuştu.

Misafirimiz alkış, ıslık ve Bosna'ya destek sloganları arasında dakikalarca ayakta kaldı. El sallayıp, zaman zaman da elini kalbine bastırarak selamladı o da gençleri. Baktım ki o da ağlıyordu.

Bir rüyam var!

Oturup önce yarı final, sonra da final karşılaşmasını gençlerle birlikte seyrettik. Ortam coşkuluydu, herhangi bir güvenlik sorunu da görünmüyordu. Salon pür dikkat bir o yana bir bu yana koşan 12 kişiye odaklanmıştı.

Her sayı atılışında da taraftarlar olanca güçleriyle alkışlayıp takımlarını destekliyorlardı. 

Bense aradan geçen bir yılda nelerin olduğunu, neler yaşandığını düşünüp duruyordum. Belki bu gençler o zaman  karşılıklı slogan atıyor, sıkılı yumruklarını birbirlerine sallıyorlardı. Şimdi ise enerjilerini spora, oyuna dönüştürmüş, neşe içinde ıslık çalıp alkış tutuyorlardı.

Başarmıştık. İşte olmaz denilen şey olmuş, gençler kavga etmeden olay çıkarmadan da eğlenebilmiştiler. Üstelik içlerinden bazıları çıkmış bu ortamın bozulmaması, giderek daha da gelişmesi için cansiperhane çalışıyorlardı. Sanki her alkış başarımızın kutlanması, her ıslık çabalarımızın ödülü gibiydi.

Toptan başka bir şeye duyarsız gibiydiler ama biraz önceki Bosna saatinde tam bir Türkiye duruşu sergilemişlerdi. Bosna için yüreklerinin yaralı olduğu açıkça görülebiliyordu. Onlar birer Osmanlı torunu, tertemiz Anadolu çocuklarıydılar.

Kalkıp orada bulunan her gencin alnından öpmek isterdim. Benim de içim coştu, onları kucaklamak, hatta başları omuzumda doya doya ağlamak geldi içimden.

Öyle bir andı ki, o kadar gürültü arasında sesler tamamen yitip gitmişti. Sadece, kah oturup kah ayakta elini kolunu sallayıp duran öğrencilerimin gülen yüzleri geçiyordu gözlerimin önünden.  Onları seviyordum, her biri benim dünya ahret kardeşimdiler.

Dalmışım. Bütün salon ayağa kalkıp, gök gürültüsü gibi bir sesle kükrediğinde ancak kendime geldim. Maç bitmiş, salon hınca hınç, galip gelen oyuncular omuzlara alınmıştı.

Ben, arkadaşlarım ve Bosna'lı misafir hep birlikte ayağa kalkıp o coşkuya biz de katıldık. Heyecan yatışıp, ortada sadece iki takım oyuncuları kalınca arkadaşlarım ödül zamanının geldiğini söylediler. 

Artık mikrofon da elime tutuşturulmuştu. Birkaç adım attım, önce şampiyon olan takıma, sonra ikinci olan takıma ve tribünlere baktım. Salon susmuş, oturmuş bana bakıyordu.

Hazırlıklı değildim ama bir şeyler söylemeliydim. Ağzımı açtım, o sözcükler dudaklarımdan dökülüverdiler adeta. Konuşan ben değildim, yüreğimden dilime hazır geliyorlardı ard arda.

"Gençler ! Bugün burada turnuvanın son müsabakaları yapıldı, evet. Kazananları tebrik ediyoruz. Onlar iyi oynadılar nihayet ipi göğüslediler. Hiç şüphesiz onları ödüllendireceğiz. Fakat takım olarak çıkıp mücadele eden diğerlerini de candan yürekten kutluyoruz.

Hatta siz seyredenleri, kavga etmeden taşkınlık yapmadan arkadaşlarını destekleyen siz taraftarları da alkışlıyoruz. Dahası var, bu turnuvanın yapılmasına öncülük eden, destek veren, yanlış bir şey olmasın diye çırpınan o gizli kahraman arkadaşlarınızı da kucaklıyoruz.

Görevli personele, işletmecilerimize, kantincilerimize, hizmet firması mensuplarımıza da çok teşekkür ediyoruz.

Çünkü, bugün burada sonlanan şey bir spor turnuvası değildi. Bugün burada aslında kavgaya karşılık spor, çaresizlik yerine umut, kaosun zıddına huzur, düşmanlık değil kardeşlik kazandı.

Bu yurtta olmaz denilen şeyleri başardınız bugün. Birlikte olabilmeyi, dostluk içinde yarışabileceğinizi gösterdiniz. Kendimize güvenmeyi, birbirimize dayanmayı, geleceğe ümitle bakabilmeyi de öğrettiniz. 

Hatta onca sorunumuza rağmen mazlum ve yaralı Bosna'nın yanında olduğunuzu da haykırdınız. Bu duyarlığınız sadece müslümanlar için değil dünyanın neresinde olursa olsun akan gözyaşına, kana ve acıya karşı bir duruştu, biliyorum.

Onun için elimden gelse sadece kazanan takımları değil, sizleri, bu turnuvaya katkısı emeği olan herkesi, yurdumuzun tüm gençlerini her birinizi ayrı ayrı ödüllendirmek isterdim.

Şimdi kazandıklarımızı koruma ve geliştirme vakti. Birlikte çok şey başardık, ancak daha en az onun kadar zorlu bir işimiz var. O da bu başarıyı sürdürebilmek. Bu huzurumuzu, bu tadımızı, bu  sevincimizi çoğaltabilmek. Onun için size ünlü bir siyah liderin sözleriyle sesleneceğim. 

Bir rüyam var !.. 

Siyahla beyazın birlikte yaşadıkları bir rüya bu. İnsanın insanı hor görmediği, itmediği, nefret etmediği bir dünya. Farklılıkların zayıflık değil zenginlik sayıldığı bir ülke. Kardeşin kardeşe düşmediği, el ele verip yükseldiği bir vatan. 

Bir rüyam var !.. Sokakta, çarşıda, otobüste, okulda yan yana olabilenlerin bu yurtta da kavga etmeden kalabildiklerini görüyorum. Bu yüzden hayata atılmadan önce  sizin için sağlam dostlukların, unutulmaz arkadaşlıkların yaşandığı bir yurt hayal ediyorum. 

Siz artık birlikte olmanın sorumluluklarını bilen, akıllı, çalışkan, başarılı gençlersiniz. Gelin bu rüyama ortak olun. Elimizden gelenin daha fazlasını yapmak için bize cesaret verin. Bugünkü başarınızın tadını çıkardığınız gibi, böyle  daha bir çok başarının yollarını açın hep birlikte. 

Hepinizi alnınızdan öpüyor, yolunuz açık olsun diyorum."

Kantinde sohpet

Konuşmam bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Bu coşku içinde birincilik, ikincilik ve üçüncülük kupalarını verdik takım kaptanlarına. Ayrıca her birinin boynuna turnuva anısına kırmızı şeritli birer madalyon da taktık. Beni ortalarına aldılar, ellerimizi kaldırdık birkaç hatıra fotoğrafı çekildi. Seyircinin, oyuncuların, yardımcılarımın, personelimin, Selim'in, Kemal’in herkesin yüzü gülüyordu. Hatta misafirimizin bile.

Bir kalabalık grup halinde salondan çıktık, ayaklarımız bizi kantine doğru götürüyordu. Misafirimize çay ikram etmek, dinlenmek ve biraz da sohbet etmek istemiştik. Yemek yerken fazla vaktimiz yoktu, ayrıca gergindim. Şimdi ise turnuva olaysız sona ermiş üstelik son derece başarılı geçmişti. Moralim yerindeydi ve yorgunluk duymuyordum. Önce misafire alt kattaki işletmeleri, etkinlik salonlarını gösterdim gururla. Bizim yabancı biriyle dolaştığımızı gören öğrenciler biraz merak biraz da değişiklik olsun diye etrafımıza toplaşmıştı.

Bu arada yanımıza yaklaşan yabancı öğrencileri de tanıştırdık misafirimize. Çay içmek için birleştirilmiş üç masaya oturduğumuzda etrafımızda en az elli öğrenci vardı. Çoğu da ayaktaydı. Öğrenci temsilcisi Selim, Kemal ve bazı arkadaşları da bizimleydi. Turnuvayla ilgili bir iki muhabbetten sonra konu doğal olarak Bosna'ya geldi.

Çayların biri gidip diğeri geliyordu. Gençler bazı sorular sordular, o cevapladı. "Ben buraya sizden yardım istemeye gelmedim" diye ısrarla belirtmesine rağmen "Nasıl yardım edebiliriz ?" şeklindeki soruların ardı arkası kesilmiyordu.

Misafirimizi yolcu ederken Selim'le bir arkadaşı yanımıza yaklaştılar ve misafirin eline küçük bir paket tutuşturmaya çalıştılar. O alamam anlamında itiyor, onlar ısrar ediyorlardı. Sonunda elinde kaldı adamın paket, onlar da hızla uzaklaştılar.

Elinde paket ne yapacağını bilemeyen şaşkın gözlerle bana bakıyordu. "Ben bir bakayım" dedim merakla. O arada araba da yanaşmış, götürmek üzere onun binmesini bekliyordu. Aslında paketin içine bakmaya hiç niyetim yoktu. Hemen bozuklar hariç cebimde ne varsa sıkıştırdım bir kenarına. 

Kucaklarken "gençler yardım etmek istemiş, az veren candan çok veren maldan derler bizde. Seninse bunu reddetme şansın hiç yok. İnşallah bu günler geçer, muvaffak olursunuz. Selametle gidin, unutmayın dualarımız sizinle. İnşallah siz de bize dua edin." dedim usulca. Tercüman söylediklerimi çevirirken onun da benim de gözlerim nemlenmişti. 

Artık bayağı geç olmuştu, yardımcılarıma ve personelime teşekkür edip lojmana doğru yöneldim. Ancak kantinin yanından geçerken birinin elinde bir tomar kağıt,  yanındakilere verdiğini gördüm.

Ayaklarım istemsiz o tarafa doğru götürdü beni. Onlar da yaklaştığımı görmüşlerdi. Ama artık çok geçti. Onlar da ben de açık olmak zorundaydık. "Merhaba gençler. Ne o bildiri mi dağıtıyorsunuz ? "Yok, hayır bildiri değil, dergi" dedi onları dağıtan genç. Vermek istemiyordu. 

"Ne kadar ?" diye sordum. Şaşırdı "Ne?..ne ne kadar ?" "Dergi ?" dedim "kaç lira ?" Bu arada bir dergi çekip aldım elinden, itiraz edemedi. Gecenin bu saatinde olay olsun istemiyordum.

Parasını öderken "Bir dahaki sefere önce bana getirin alayım" dedim gülerek. Döndüm dergiyle birlikte lojmana doğru yürümeye devam ettim. Koşup gelen birkaç arkadaşıyla birlikte arkamdan şaşkın şaşkın bakıyorlardı.

Çok yorgundum, dergiye ancak ertesi sabah bakabildim. Bir Dev-sol dergisiydi. Aslında bu tip dergileri buldukça okumaya çalışırdım. Onları kendi kalemlerinden, kendi bakış açılarıyla görüp anlamak önemliydi benim için. Bazen hakkımda yazdıkları da oluyordu.

Mesela bu sefer de Deniz Gezmiş gecesi vesilesiyle benim yurtta "Havuç sopa" politikası uyguladığımı yazmışlardı.

 

Bir gezi denemesi

Hafta sonu gezisi

Gelen artık bahardı. Değil gençler biz bile kabımıza sığamıyorduk. Özellikle yabancı öğrenciler için bir şeyler yapmalıydım. Çünkü Bursa'yı ve yakın çevreyi tanımak, hatta Türkiye'yi gezip görmek istiyorlardı. 

Artık ilk baştaki sorunlar yoluna girmiş, buradaki yaşama ayak uydurmuşlardı. Ama biliyordum ki, dışarda onlarla baştan beri ilgilenenler vardı. Eminim çengel attıklarını bırakmayacak, aradaki bağları pekiştirecek yeni şeyler düşünüyor olmalıydılar. 

Mesela bu gezip görme ihtiyaçlarını şayet biz karşılayamazsak kesin o birileri bunu yapacaklardı. Hem de kendilerine göre. Aklıma küçük bir deneme yapma fikri geldi. Çok yakında bulunan Uluabat gölü kıyısına gidebilirdik. Orada bir hafta sonu pikniği harika olabilirdi mesela. Hem böylece çocukluğumun bir kısmının geçtiği Başköy'ü de görmüş olurduk.

Böyle bir Anadolu köyünü görmeleri, insanlarıyla iletişim kurmaları, gelenek ve göreneklerini tanımaları fena olmazdı. Bu konuda orada beni hala hatırlayıp yardımcı olabilecek insanlar da vardı ve bu bizim işimizi kolaylaştırabilirdi.

Hemen bir program yaptık. Gezi yurdun sosyal etkinlikler ve gezi faaliyetleri kapsamında olacaktı. Katılmak isteyenlerden cüz'i bir para toplayıp üç servis otobüsüyle anlaştık. Kazak, Türkmen, Kırgız, Özbek, Azeri ve Gagavuz toplam 107 öğrenci başvurmuştu.

Gezi hafta sonunda yapılacak; Başköy ve Gölyazı köyleri ile Uluabat gölü kıyısını kapsayacaktı.

Hafta içi önden gidip Başköy'deki eski komşularımızı buldum. Muhtarla konuştum. Köy kahvesinde başka tanıyanlar da oldu. Seneler sonra gördüklerine çok sevindiler. Elbette yardımcı olacaklardı.

İstediğim şuydu; öğrencileri 10-15 kişilik gruplar halinde evlerine götürüp, yarım saatliğine misafir etmeleri. Belki bir bardak çay ya da ayran ikramı olabilirdi. Bu arada kız öğrencilere sandıklar açılabilir, gelin çeyizlerini gösterebilirlerdi. Seve seve dediler, duygulandım.

Hafta sonu ne zaman geleceğimizi, kaç grup misafir edileceğini konuşup anlaştık.

Gölyazı uluabat gölü içine doğru uzanmış bir yarım ada üzerinde tarihi bir balıkçı köyü. Orada her gün saat 11-12 arası bir balık mezatı yapılıyormuş. Kooperatif başkanı ve muhtarla konuştuk. Yardımcı olacaklar, oradan da balık alacaktık. Piknik yapacağımız yer Akçalar köyünün göl kıyısında yer alan bir düzlüğünde olacaktı. Oraya da baktım ve kalan hazırlıkları yapmak üzere yurda geri döndüm.

Gölyazıdan balık, Başköy'den ekmek

Pazar günü sabah yol güzergahımıza göre önce Gölyazı köyüne gittik. Gölyazı, eski bir balıkçı köyüydü. Bursa-İzmir karayolunda (30 Km) Uluabat gölü (Apollont gölü) kıyısında yer alıyordu. Köy, gölün ortasındaki küçük bir adaya köprü ile bağlanmış. Halkı mübadele zamanı Selanik’ten gelmiş Türkler. Evlerin temel taşlarında hala Roma döneminden kalma izler var. Çok eskiden Apollon Krallığı'nın merkeziymiş.  

Önce köy meydanındaki camisini, kahvelerini ve anıt çınarını (ağlayan çınar) gördük. Mezat saatinde meydandaki özel bölümde sazan ve turna balığı satışını izledik.  Kooperatif başkanı ve muhtar yardımcı oldular biz de mezata katıldık ve tam bir çuval turna balığı aldık. 

Balıklar bizim için temizlenirken taş döşeli, hepsi göle çıkan dar sokakları dolaştık. Oturmuş ağ tamir eden ya da ekmek yapan köy kadınlarıyla konuştuk. Muhtar bize bir fırın köy ekmeği yaptırmış. Doğrusu bunu hiç beklemiyordum. Teşekkür ettik bu sıcak ve zengin gönüllü insanlara. Ancak Başköy'e doğru yolumuza devam etmeliydik, vedalaşıp ayrıldık. 

Başköy'e vardığımızda köy kahvesinin önünde muhtar, komşu annenin oğlu Mustafa abi ve diğerleri bizi bekliyorlardı. Muhtar ve diğer köylüler hemen gençleri gruplar halinde paylaşıp evlerine götürdüler.

Ben, ailem ve bizimle birlikte kalan 4'ü gagauz, 3'ü kazak, 2'si kırgız, biri de Moğol 10 öğrenciyi Mustafa Abi götürdü. Komşu anne çok yaşlanmıştı, ama hala hatırlıyor, çenesi de durmuyordu. Mustafa abinin eşi, oğulları, gelinleri ve torunları etrafımızda adeta pervane olmuşlardı.

Bize ne ikram edeceklerini bilemiyorlardı. Nasıl anlaşacaklar diye düşünürken, kız öğrenciler evin genç gelinleri ve torunlarıyla kaynaşmışlardı bile. Onlar için eski sandıklar açılmış, gelinlerin kızların çeyizleri gösteriliyordu bir bir. Eşim ve kızım da onlarla birlikte çeyizlerin başındaydı. Biz biraz ötede Mustafa abi ve iki oğluyla sekiye oturmuş sohbet ediyorduk. 

Arada sırada yükselen "Ay ne güzel !.., Bu ne ?..Bu oya, bu da iğne işi dantel.." sesleri bizim de kulağımıza geliyor, bu hallerine ister istemez gülüyorduk. Kızlar sanki hazine sandığı bulmuş gibiydiler. Bu işin Türkiye'lisi, Kazağı, Gagauzu farketmiyormuş demek. Konu gelin sandığı ve çeyiz olunca dil farklılığı da hiç önemli değilmiş. Öyle bir anlaşmışlardı ki, arada bizim yardımımıza veya tercümana gerek bile duymuyorlardı.

Baktım bu sandık açma, çeyiz gösterme ayininin sonu yok. Müdahale etmesem geç kalacağız, program aksayacak. "Hadi bakalım gidiyoruz, toparlanın" dedim ayağa kalkarken. Yaşlı komşu anne gitmemize hiç ama hiç razı değildi. Elime sarılmış boyuna "Kızanım, beri bak ! Ama büle olmaz be evladım, aş yimeden olur mu ? Bak kaç sene sonra gelmişsin, göndermem !" diyordu.

"Biz piknik için geldik komşu anne. Akçalarda göl kıyısında balık yiyeceğiz. Hadi gel biz seni götürelim" dedim kurtulmak için. Onlar zaten dünden hazırmış. Beş dakikada hepsi hazırdı bizimle gelmek için.

Mustafa abi traktör römorkuna doldurdu onları, çoluk çocuk. Komşu anne bile o yaşlı haline rağmen çabucak siyah çarşafını üstüne atıp römorka binivermişti. Bu arada bir sürü sepet, torba, poşet de çıkmıştı ortaya. Onlar da yüklendi çarçabuk. Eşim ve kızım da onlarla gelecekti. Demek hazırlıkları varmış. Bizi piknikte yalnız bırakmak istememişler.

Diğer grupların da toplanması bir saati almıştı. Ama herkesin yüzü gülüyordu.

Demek ki gösterilen misafirperverlikten memnundular.  Başköy'de umduğumdan mükemmel ağırlanmıştık. Düğün konvoyu gibi yola çıktık. Köy kahvesinin önü el sallayan köylü erkekler, kadınlar, delikanlılar, genç kızlar ve çocuklarla doluydu. Biz de otobüslerden onlara karşılık verdik. İstikametimiz Akçalar köyüydü.

Turna ziyafeti

Köyün içinden geçip piknik yapacağımız yere vardık. Göl kıyısında yeşillik düz bir alandı. Arkada kavak ağaçları, kıyıda birkaç balıkçı kayığı vardı. 

Beraberimizde işletmecinin elemanlarını da getirmiştik. Onlarla birlikte kızartma ve yemek için gerekli kap, kacak, ocak her şey getirilmişti. Erkek öğrenciler de zaten kendi aralarında önceden organize olmuşlar, hemen işe koyulmuşlardı. 

Saat öğleyi geçmişti, artık piknik için hazırlanmalıydık. Malzemeler taşındı, yerlere öbek öbek kilimler serildi. Ateş yakmak ve balık kızartmak için yer hazırlandı. Bu arada kızlar hemen voleybol, yakar top, şişti pişti oynamaya başlamışlardı bile. 

Biz de eşim, kızlarım ve bir grup öğrenci ile kendimize bir yer seçip oturduk. Ateş yakılan yerden bir çuval 75 kilo turna balığının kızartma kokuları gelmeye başlamıştı. Ben muhabbete dalmış, oradaki faaliyetle ilgilenemiyordum. Ama sanırım her şey yolunda gidiyordu. Bir taraftan büyük tavalar cazırdıyor, diğer taraftan köy fırını ekmekler kesilip dilimleniyor, ayranlar, helvalar dağıtılıyordu. Yarım saat içinde kızaran turna balığı parçaları ekmek dilimleri içinde elimize ulaşmıştı bile.

Yediğimiz şey gerçekten nefisti. Adeta hiç balık kokusu yoktu diyebilirim. En küçüğü iki kiloluk, büyükleri üç-dört kiloluk taze balıklar iri parçalar halinde dilimlenip nar gibi kızartılmıştı.

Bir saat nasıl geçti anlamadık. Taze köy ekmekleriyle taze balık ziyafeti çarçabuk bitmiş, bir çuval balık iştahla yenilip tüketilmişti. Tepsi içinde diğer yiyeceklere ve helvaya geçildiğinde balıkları kızartan ekibin etrafındaki kalabalığın da artık dağıldığını fark ettim. Onlar da oturmuş karınlarını doyuruyorlardı. Demek işlerini bitirmişlerdi.

Yemekten sonra gençler deyim yerindeyse bütün kurtlarını döktüler. Kimi dombra çaldı, kimi akordion, kendi şarkılarını çalıp kendi oyunlarını oynadılar. Yorulana kadar top peşinde koştular. Bu arada bardak bardak çay içilmiş, sohbetin muhabbetin sınırı olmamıştı.

Toplanıp yola çıktığımızda akşam olmak üzereydi. Son olarak çevre temizliğimizi yapmış, ateşi söndürmüş, çöplerimizi de büyük torbalara doldurmuş yanımızda götürüyorduk.

Akçalardan geçerken muhtarına teşekkür ettik, Başköy'de de Mustafa abilerle vedalaşıp ayrıldık. Otobüste bizimkiler hala şarkı söyleyip oynamaya devam ediyorlardı. Böyle bir gezi düzenlediğimiz için hepsi bize minnettardı. Başka geziler de yapalım dediler.

Onlara olmaz diyemedim. Doğrusu ben de bu sonuçtan memnundum. Yapabileceğimizi görmüştük, niye olmasındı ki ?

Onlarla birlikte

Bursa'da Türkî öğrenci rüzgarı

1992-1993 öğretim yılında Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve akraba topluluklardan ülkemize burslu olarak büyük çoğunluğu yüksek öğrenim amaçlı öğrenci getirilmeye başlanmıştı. 

Türkiye Cumhuriyeti, yurt dışına lisans ve lisansüstü öğrenim için öğrenci gönderen; ikili anlaşmalar ve kültürel değişim programları ile bölge ülkelerinden az sayıda yabancı öğrenci kabul eden bir ülke iken, 1992 yılından itibaren değişen dünya şartları gereği Türk Cumhuriyetleri, Türk ve Akraba Topluluklardan sayıları binlerle ifade edilen büyük miktarlarda burslu öğrenci getirme projesi uygulamaya sokulmuştu.

Bu proje kapsamında sadece Bursa'ya 1992 yılı sonunda 100 kadarı orta öğretim, 600'ü yüksek öğretim ve 50 kadarı da Yüksek lisans ve doktora öğrencisi gelmişti. Bu dalga o kadar yoğun ve sorunlu olmuştu ki 1993 yılı mayısında yabancı öğrenciler uğraştığımız en önemli konu haline gelmişti.

Sadece ben ve Tömer Müdürü A.Şerif İzgören değil Bursa'da  pek çok kişi ve kuruluş da onlarla ilgileniyordu. Valilik koridorlarında, Üniversitedeki toplantılarda,  Belediyelerin çabalarında, onlarla yakından ilgilenen dernek ve vakıf  organizasyonlarında  hep bu odaklanmayı görebiliyorduk.

Onların da geçtiğimiz 7-8 ay içinde Türkçe eğitimleri ilerlemiş, sosyal ilişkileri genişlemişti. Bunda şaşıracak bir şey yoktu. Zira bu öğrenciler ülkelerinden seçilmiş gelmiş, akıllı, zeki ve yetenekli gençlerdi.

Kendi başlarına ve grup bütünlüğü içinde sorunlarına çözümler arıyor, buluyor ve geliştiriyorlardı. Bu sırada da doğal olarak resmi-özel pek çok kurum ve kuruluşla ilişki kuruyor, her geçen gün Bursa sosyal hayatına biraz daha karışıyorlardı.

Biz zaten önceden gelen devasa sorunlarımızı aşmaya çalışıyorduk. Bu yüzden yurdun onlara sağladığı barınma, yeme içme ve güvenlik hizmeti dışına çıkamıyorduk. Gayet tabi ki bu alan bizim işimizdi ve onları en iyi şekilde verebilmek temel çabamızı oluşturuyordu.

İlk aylarda bazen ulaşım, giyim kuşam ve parasal sorunlarının giderilmesi konularıyla da uğraşmak zorunda kalmıştık. Ancak, bu katkının sürekli olabilmesine imkan yoktu. Kendi sorunlarımızın süregelen ağırlık ve yoğunluğu buna imkan vermiyordu.

Yine de kendi çabamla ilgili kurum ve kuruluşlar nezdindeki ihtiyaçlarına yardımcı olmaya çalışıyordum. Ayrıca, sosyal faaliyet anlamında onlar için bir iki küçük etkinlik denemesi bile yapmıştım.

Tömer etkinlikleri

Ancak, Tömer şubesi öyle değildi. Türkçe eğitimi dışında bir çok sosyal ve kültürel etkinlik organizasyonu yapabiliyordu. Hatta bu alanda oldukça üretken oldular. 

Örneğin haftalık bir dergi çıkardılar. Alt katta küçük bir sahnesi olan 50 kişilik bir salon yaptılar. Çeşitli müzik aletleri çalan  yabancı öğrenciler burada minik konserler verdi. 

Bursa'da bulunan ünlü sanatkar İnci Çayırlı'dan Türk Sanat Müziği eğitimi aldılar. Resim çalışmaları ve tiyatro yaptılar. Kendi kültürlerini, el sanatlarını, tablolarını sergilediler.

Bu etkinlikler onların uyumunu kolaylaştırdı. Zaten her biri birbirinden yetenekli gençlerdi. Türkçe eğitimleri ve diğer kurslar hem Türkçeye, hem üniversiteye, hem de ülkeye hızlıca hazırladı o gençleri.

Türk Cumhuriyetleri, Türk ve Akraba Topluluklardan gelen öğrencilerden, öğretim faaliyetlerine iştirak edecek kadar Türkiye Türkçe'sini bilmeyenler üniversiteden önce hazırlık mahiyetinde bu Tömer'lere gitmekteydiler.

Lisan öğretiminden sonra ancak ön lisans, lisans, yüksek lisans veya doktora öğrenimine başlayabiliyorlardı. Bu bakımdan Tömer'ler, Türkiye Türkçe'sini öğrencilere ilk defa tanıtıp öğreten ve ortak kültürümüzü aktaran merkezler oldular.

Biz bursa örneğini yaşadığımız için bütün bu süreçte A.Şerif İzgören'i anmamak mümkün değil. Yaşadığımız bu zorunlu yolculuk ve ortak uğraş bizi birbirimize daha da yakınlaştırmıştı.

Ben yurtta, o Tömer'de canla başla uğraşıyorduk yabancı öğrencilerle. Sık sık birbirimize gittik geldik. Çalışmaları bana heyecanla anlatırdı. Her yapılan etkinlikte mutlaka beni davet ederdi. Benim orada bulunmam öğrenciler üzerinde olumlu etki yapıyordu. Şerif onlar için bir abi ise ben de bir baba konumundaydım.

Biliyorduk ki bu gençler sadece öğrenci değildi. Ülkelerimiz arasında her ne kadar derinlere uzanan tarihsel ve kültürel bağlar varsa da neticede onlar bize emanet edilmiş yabancı misafirlerdi. 

Bu sorumluluğun farkındaydık ve işin stratejik önemi nedeniyle de bazen kendi öğrencilerimizden daha fazla onlarla ilgilenmek durumunda kalıyorduk. Hem de daha özel biçimiyle. Aksi takdirde sadece yurdun ya da Tömer'in baş ağrısı olmayacaklar, Bursa için hatta ülkeler arası ilişkiler için bile sorun olabileceklerdi.

Anlıyorduk ki, yarın bir gün ülkelerine dönecek binlerce öğrencinin oradaki yaşamlarında Türkiye'ye yakın münevver kitleler olarak etkin olma beklentisi vardı. Aslında Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve akraba topluluklardan gelen öğrenciler için uygulanan bu proje, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir prestij ve gelecek projesiydi.

Çabalarımızın itici gücü buradan kaynaklanıyor, hatta bilinç altındaki korkumuzun temelinde de bu endişeler yatıyordu. Arkası gelecek bir akın söz konusuydu. Türkiye her yıl böyle binlerce öğrenci alıp okutacaktı.

Bu yüzden ilk dalganın uyum ve verim durumu süreci olumlu ya da olumsuz etkileyebilirdi. Tüm gücümüzle işimizin üstünde bir çizgide savaşıyorduk. Farkındaydık ki, alacağımız sonuç aynı zamanda bu sürecin de gelecek başarısını etkileyecekti.

Türk sanat Müziği Konseri

Bursa Tömer Müdürü A.Şerif İzgören aslında asker kökenli biriydi. Önce Kuleli Askeri Lisesi'ni, ardından da 1987'de Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dilbilimi'ni bitirmiş orduda teğmen olarak göreve başlamıştı. Ancak, 1991 yılında ordudan istifa ederek Ankara Üniversitesi TÖMER Bursa Şubesi'nin kurucu müdürü olmuştu.

Bir kurumu sıfırdan kurup oturtmak zaten başlı başına zor bir olaydır. Kaldı ki, daha ilk yılında o da bu yabancı öğrenci dalgasıyla göreve başlamış oldu. Ancak, onu bir kez bile işinin zorluklarından şikayet ederken görmedim. Aksine büyük bir heyecanla ve şevkle çalışıyordu. Farklı olduğunu, uzun soluklu bir ışıltısı olduğunu görebiliyordum.

Bir gün kendisini ziyaret ettim. Her zamanki gibi yaptıklarını, kafasındakileri büyük bir heyecanla anlattı. Tadil edip konser salonu haline getirdikleri mekanı gösterdi.

Türk sanat müziği korosu kurmuşlar. Çalışmalarında İnci Çayırlı'dan da destek alıyorlarmış. Ben de o zaman öğrendim hanımefendinin Bursa'da yaşadığını. 1990 yılında Kültür Bakanlığı Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun kurucu şefliğine getirilmiş. Önümüzdeki günlerde bir etkinlik düzenlemişler, ben de davetliymişim.

O günlerde işim hayli yoğun, başım yurttaki sorunlarla hayli dertli olmasına rağmen atladım gittim. Biraz da geç kalmışım. Sahnede öğrencilerin kendi milli kıyafetleri ve kendi müzik aletlerini çalarak yaptıkları gösteri vardı.

Kimseye sezdirmeden bir yer bulup oturdum. A.Şerif, İnçi Çayırlı ve Rektör yardımcısı Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay önde oturuyorlardı.

Sahnede erkek öğrenci Böribay dombıra çalıyor, Amankeldi ismindeki kız öğrenci ise eski bir kazak halk şarkısı söylüyordu. Başlığı, giysisi ve sesi çok güzeldi. Şarkının sözlerini anlayamıyordum ama o kadar da yabancı gelmiyordu işte:

Közümdü cumsamda körem seni / Esedi açmannın konur celi / Kuvva bol alatav bakı tıma / Kuvva bol kök terek kör enkeli / Kuvva bol jıldızım kuvva bol ayım / Kuvva bol ala tavım / Köp izdep men bu gün olnı taptım / Bastadım bir annin mahabbattın / Akkayın ayalap armanıma / Kuvva bol kök özen külüp cattın

Onların peşi sıra diğer öğrenciler de kendi kıyafetleriyle kendi şarkılarını söylediler. Doğrusu üstümden bütün yorgunluğum uçup gitmişti. Dakikalar nasıl geçti anlayamadım.

Son olarak koro sahneye çıktı. Hocaları İnci Çayırlının karşısında üç şarkı söylediler. Biri onun güzel yorumuyla çok sevilen kıskanıyorum adlı şarkısıydı. Kendi şiveleriyle, gülümseten bir güzellikte söylediler. Zevkle dinledik.

Sen gideli derdimle yapa yalnız yaşıyorum / Nerdesin kimlesin diye kıskanıyorum / Kara kara gözler ona buna bakıyormu / O incecik beli şimdi başka biri sarıyormu / Pırıl pırıl pırıl saçlar yine dalgalanıyormu / Yumuk yumuk güzel eller başka bir el tanıyormu / Kıskanıyorum,kıskanıyorum / Derdime dalıp ben yanıyorum

Bir kültür turu yapabilmek

Yurt olarak etkinlik sayılabilecek ilk faaliyetimiz birkaç küçük Bursa gezisi yapabilmek olmuştu.

Zira Bursa Osmanlı devletinin başkentliğini yapmış tarih ve kültür derinliği olan bir şehirdi. O yüzden Bursa'da böyle bir kültür gezisi yapmak bizim için oldukça önemli ve gerekli diye düşünüyordum.

Aslında Bursa gibi tarihi, kültürü ve doğal güzellikleri ile ünlü büyük bir şehirde göstermek istediğim o kadar çok yer vardı ki. Mesela tarihi camilerini; Ulucamiyi, Yeşil Camii, Emirsultan Camii, I. Murat Camii ve külliyelerini mutlaka gezmeliydik.

Bir yabancı için muhteşem Ulu caminin manevi havasını teneffüs etmemek, hemen yanındaki tarihi kapalı çarşıda alışveriş yapmadan gitmek düşünülemezdi. Bu arada tarihi Koza Hanını, Pirinç Hanı ve İpek Hanını hikayeleriyle birlikte görüp öğrenmek mümkün olabilirdi.

Yeşil ve Emirsultan’a gitmemek, Tophanede Osmanlı devletinin kurucusu Osman ve Orhan gazilerin türbelerini ziyaret etmemek olabilir miydi ? Böylelikle oralardaki çay bahçelerinde oturup harika Bursa manzarasını da seyredebilirdik.

Ayrıca Bursa merkezde bulunan tarihi Osmanlı evini, Atatürk Köşkü’nü ve müzesini, Bursa Arkeoloji Müzesi’ni, Türk İslam Eserleri Müzesi’ni, Karagöz ve Hacivat anıtını da mutlaka görmeliydik.

Elbette bir insanın Bursa'ya gelipte teleferikle Uludağ’a çıkmaması ne büyük eksiklik olurdu. Bursa'ya gelen herkes bu muhteşem şehre bir de Uludağ’dan bakmalıydı. Hele hele Uludağ Yolu’ndaki İnkaya'da yaklaşık 600 yıllık Tarihi Çınarı görmeden, altında bir çay içmeden olur muydu ? 

Yine Uludağ’ın eteklerinde kurulmuş en eski köylerden biri olan Cumalıkızık’a gitmeden, köyün taş döşeli dar sokaklarında gezmeden Bursa'yı gördüm denebilir miydi ? Kaplıcalarına girmeden, Kültürpark’ını gezmeden Bursa anlaşılabilir miydi ?

Dahası, Mudanya Mütareke Binası’nı ve İznik Müzesi’ni gezmeden,  Uluabat Gölü’ne, Gölyazı’ya gitmeden böyle bir gezi eksik kalmaz mıydı ?

Küçük küçük Bursa gezileri

Bunlar benim düşüncelerimdi. Olmasını gerçekten çok istemiştim. Ancak, imkanlarımız oldukça sınırlıydı, zamanımız da öyle. İki hafta sonu 20-30 kişilik küçük gruplarla bunlardan sadece az bir kısmını yapabildik. Rehberliğini de ben üstlendim. 

Sembolik olarak Ulucamiyi, kapalıçarşıyı, Emirsultanı, Tophaneyi, Murat hüdavendigar ve orada yatan Osmanlı şehzade türbelerini, inkayadaki tarihi çınarı gezdik. Yiyip içip alışveriş yapmaya paramız ve bindiğimiz otobüse dolduracak mazotumuz yoktu. Zaten bir günlük gezi de ancak bu kadarına izin verebilmişti.

Daha sonra bir grup yüksek lisans ve doktora öğrencisi türkî ile yılbaşında Uludağ'a çıktık. Kar yağıyordu ve biz sadece oteller bölgesini, kayak yapanları seyredip bir yerde sıcak çay kahve içerek geri döndük. Diğer öğrencilere gösteremediğim Uludağ beni sıkmış, kahvem boğazımdan düğüm olup geçmemişti.

Yine de onların gözlerinde gördüğüm o memnuniyet ve minnet ışıkları yaşadığımız bütün yorgunluğu alıp götürmüştü.

Kısa bir gezide bile onları da hayran bırakan kültürümle, tarihim, inancım ve ülkemin doğal güzellikleri ile gurur duymuştum. Keşke her şeye rağmen gerekli finansmanı sağlayıp, bu kültür turlarını sonuna kadar devam ettirebilseydim.

Mudanya kaçamağı

Fikir Mudanyalı bir servis şoförümüzden çıktı. "Hadi sizi Mudanya'ya götüreyim müdürüm." O sırada Gagavuz öğrencilerle birlikteydik. Onlar da heyecanlandı, nasıl, ne zaman, kim gidecek derken iş kendi kendine organize oluverdi. Benim de ilgimi çekmişti, büyük kızıma söyledim o da gelecekti.

Yeşil Bursa'nın şirin ilçelerinden biri Mudanya. Tarihi değerler ve doğal güzellikler adeta iç içe geçmiş. Zeytin diyarı, sakin ve telaşsız bir yer. Yeşil maviyle, mavi yeşille kucak kucağa ve uyum içinde. Bursa’ya da sadece 28 kilometre uzaklıkta. Cumartesi günü araca doluşup hareket ettik. Yaklaşık 30 kişi kadardık. Deniz ve deniz ürünlerinin bolluğu ilk dikkatimizi çeken şey oldu.

Tahir Paşa Konağı'nı ve Mudanya Mütareke Evi'ni gezdik. Tarihi Mudanya evlerini dolaştık, özellikle Mudanya Rum Mahallesi'nde bulunan tarihi konaklar ilginçti. Öğrenci de olsalar, genç kız da olsalar kadınlar alışverişe bayılır. Mudanya çarşısını gezmeden yapamadık tabi.

Gezerken hesapta olmayan bir defileyle karşılaştık. Halk eğitim kurslarında kurs görenler kendi diktikleri giysileriyle bir gösteri düzenlemişler. Nasıl olduysa bizim kafile anında içeri girip seyirciler arasına katılmıştı bile. Ben de ister istemez bir kenarda defileyi baştan sona izlemek zorunda kaldım.

Doğrusu ilginç bir gösteriydi. Kadınlar, genç kızlar hatta çocuklar birer birer podyuma çıkıp müzik eşliğinde salınıyorlardı. Tabi profesyonel manken değillerdi. Bu nedenle de alkış, kahkaha, karşılıklı laf atmalar hepsi bir aradaydı.

Manzara komik ama renkliydi. Defilenin sonuna doğru azıcık  sıkılmıştım, bizimkilerin hepsinin ağzı kulaklarındaydı. 

Mudanya'ya gelip balık yemeden olur mu ? Tabi ki sahilde gözümüze kestirdiğimiz bir balık lokantasında hesaplı ama bir o kadar da lezzetli bir yemek yedik. Servis şoförünün ev sahipliği ve rehberliğinde küçük de bir tur yaptık Mudanya çevresinde.

Bedava gezi ancak bu kadar olurdu. Akşam karanlığı çökmeden yine yola koyulduk. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yine kürkçü dükkanı değil miydi ?

  

Pamukkale turu

Tur otobüsü

Belki de ciddi ilk ve son gezimiz Denizli Pamukkale oldu. Yabancı öğrenciler ülkemize nasip olmuş bir doğal güzelliği, kendi alanında dünyada tek Pamukkale travertenlerini görmek istemişler. Dahası, merak edip, kendi aralarında organize olmuşlardı. Anladığım kadarıyla bizim sosyal faaliyetler sorumlusu yönetim memurumuz da da işin içindeymiş. 

Bir gece konaklamalı iki günlük uzun ve yorucu bir gezi olacağı için başta ben gönülsüzdüm. Ancak, o kadar istekli ve kararlıydılar ki dışında da kalamadım.

Ancak, bir şartım vardı; giderken Bursa-Balıkesir-Burhaniye-İzmir-Aydın yolunu kullanacaktık. Geceyi Denizli'de geçirip dönüşümüz Afyon-Eskişehir istikametinden olacaktı. Niyetim birkaç parça ev eşyasını yazlığa bırakabilmekti. Olur dediler, hazırlığımızı yapıp Cumartesi sabah erken saatte iki otobüs yola çıktık. Bu defa eşim ve üç çocuğum da bizimle geliyorlardı.

Kahvaltımızı Susurluk’ta yaptık. Otobüs yolcuları çoğunlukla uyuyordu. Saat dokuz gibi Burhaniye Orjan'a vardık. Biz otobüsün bagajına yerleştirdiğimiz birkaç parça ev eşyasını indirirken gençler deniz kenarına doğru küçük bir gezi yapıp uyandılar. Ayvalığa doğru yola koyulduğumuzda gençler artık iyice uyanmış etrafı seyrediyorlardı.

Yolda birkaç kez durup ekmek, domates, biber, salatalık gibi şeyler aldık. Öğle vakti yaklaşıyordu ve karnımız acıkacaktı. Uygun bir yer bulmalıydık, hem yemek hem de denize girip eğlenebilmek için.

Gençler Burhaniye'den beri denizi göre göre, canları deniz istemeye başlamıştı. Bana otobüsün arka tarafından haber yollayıp duruyorlardı. Şoförlerle kısa bir müzakereden sonra rotayı Foça'ya doğru kırdık. Bir plaj ve tatil yerini gözümüze kestirip araçlarımızı park ettik. Saat 13.00, tam öğle yemeği zamanıydı.

Bir işletmeci koşup geldi yanımıza. İlgi iltifat gırla. 90 kişi yemek yiyeceğiz sanıyordu. Biraz sonra biz zerzevatı çıkarıp çeşme başında yıkamaya başlayınca suratı asıldı. Ardından, oraya oturmayın, şunu yapmayın, böyle etmeyin uyarıları gelmeye başladı.

Kalabalıktık ve karnımız açtı. Hemen orada bulduğumuz bir düzlüğe çöküp; peynir, domates, salatalık ve yeşil biberden oluşan ekmek arası yemeğe saldırdık. 

Taze ve güzelmiş, bir kasa salatalık kısa zamanda tükeniverdi. Yemeğini bitiren çeşmeye yapışıyordu. O ne ? Su kesik ! Anladık ki vatandaş kendisinden alışveriş yapılmayınca suyu kesivermiş. Biraz ağız dalaşı oldu, ama sonuç nafile.

Çaresiz arabalara atlayıp boş bir deniz kenarı bulduk. Bir büfeden de kasayla su aldık. Bazıları su içip yediklerini hazmetti, isteyenler de denize girmeyi seçtiler.

Otobüs İzmir’e doğru hareket ettiğinde artık içerde şarkı türkü gırgır şamata gırla gidiyordu. Ben arada otobüs değiştiriyordum. Her iki otobüste de bulunmamı ve aralarında görmek istiyorlardı. Ben de elverdiğince onları memnun ediyordum.

İzmir’i, Aydın’ı geçtik, birkaç saat arayla mola verip ihtiyaçlar gideriliyor, tekrar yola koyuluyorduk. Akşam yemeği için Denizli'ye geç kalmamamız lazımdı. Nihayet saatler 18'i gösterirken Denizli karşıda gözüktü.  

Denizli

Denizli, ilk görünümü ile gelişmiş bir il izlenimi veriyordu. Daha önceden kalacağımız yeri ayarlamıştık. Nihayet Denizli Öğrenci Yurdunu bulup otobüslerden indik. Yemeğimiz hazırmış. Öncelikle çantalar odalara taşındı. El yüz yıkandı.

Görevli yönetim memurları ellerinde liste öğrencilerin odalara yerleşimine nezaret ediyorlardı. Herkesin indiğinden emin olduktan sonra masalara oturduk. 

Yurt Müdürü, yardımcısı ve iki personeli de bize eşlik ediyordu. Çay, kahve, sohbet muhabbet derken saat 22.00'yi buldu. Müdür beye teşekkür edip vedalaştık. Ardından yarın da yorulacağız diyerek dağılmadan herkesi yatmaya gönderdim. Onlar çekilince biz de odamıza çekilip uyuduk.

Sabah kahvaltısı yine Denizli Öğrenci Yurdundandı. Saat 10 gibi Pamukkale istikametine koyulduğumuzda yol boyu gördüğümüz bu modern şehir hakkında, çok daha olumlu düşüncelere sahip olmuştuk. 

Denizli’nin biraz dışında, Laodicia antik kentinin tabelası bizi uyardı. Hemen dümeni oraya kırdık ve önce orayı gezdik.

Laodikeia kentinin adı antik kaynaklarda daha çok “Lykos'un kıyısındaki Laodikeia” şeklinde geçiyormuş. MÖ. 261-263 yılları arasında II. Antiokhos tarafından kurulmuş ve kente Antiokhos'un karısı Laodike'nin adı verilmiş. 

Zamanında Anadolu'nun en önemli ve ünlü kentlerinden biriymiş. Romalılar da Laodikeia'ya özel bir önem vermişler.  Laodikeia halkının da katkılarıyla kentte çok sayıda anıtsal yapı yapılmış. Küçük Asyanın 7 ünlü kilisesinden biri de bu kentte imiş. Ancak, MS. 60 yılında meydana gelen çok büyük bir deprem kenti yerle bir etmiş.

Hedefimiz Pamukkaleydi, yolumuza devam ettik. Denizli’den 20 km. sonra, Menderes Ovası’nın ortasında bembeyaz bir tepe göründü. İşte Pamukkale ve bir yamacın tepesinde kurulu antik Hierapolis şehri !

Pamukkale

Turizmimizin gözbebeği, katıksız beyazlığı ve travertenlerin pamuksu yüzeylerinden ötürü Pamukkale adı verilen tabiat harikası. Yarım ay şeklindeki yamaçların ortasındaki beyaz göletler oldukça güzel bir manzara oluşturuyorlardı. Termal sular, Pamukkale yamaçlarından bir kanal ile toplanıp, bu havuzlara yönlendirilmişti.

Kısa bir yürüyüşten sonra, suyun akışının kesildiği noktada durduk. Bir görevli, travertenlere girecek olanları uyararak ayakkabı yada terliklerin çıkarılmasını sağlıyordu. Ayakkabılarımızı elimize alıp, yüzeyden şırıl şırıl akan 35 derecelik sularda yürümeye başladık.

Çıplak ayakla hissedilen pürüzlü çökelti, travertenlerin zaman içinde nasıl birike birike oluştuğunu da gösteriyordu. Önümüzde göz alabildiğine uzanmış yeşil bir ova, uzaklarda ovayı çevreleyen boz siluetli dağlar vardı. Gözlerimizi kamaştıran bir beyazlığın, sanki su dolu beyaz bir bulutun içinde gibiydik.

Bu gezinti, otel ve havuzlardaki dolaşmayla devam etti. Sonrasında yeniden toplanıp Hierapolis şehrinin kalıntılarına girdik. Bu antik şehir M.Ö. 190 yıllarında, II.Eumenes tarafından kurulmuş. M.Ö.2 yy.da Roma egemenliğine girerek asıl yükselişini bu dönemde yaşamış.

M.S.80 yılında Hıristiyanlığı yaymak üzere gelmiş olan Aziz Philippus burada öldürülmüş. Bu nedenle İsa’nın12 havarisinden biri olan Aziz Philippus'un adına bir şehitlik var. 

Hierapolis, aslında görünenden daha büyük bir şehirmiş. Bir antik tiyatroya, 2 bini aşkın mezar bulunan Anadolu’nun en büyük nekropolüne sahip. Bugün bile kullanıma açık antik havuzu, Apollon Tapınağı, kuzey-güney istikametindeki büyük şehir kapıları ve Arkeoloji Müzesi gerçekten görülmesi gereken yapılar. 

Etrafı görkemli dağlarla çevrili bereketli bir vadinin ortasında, serin bir tepeliğin üzerinde, her tarafından şırıl şırıl akan şifalı suların içinde yaşamış bu şehir sakinleri. Onlar geçmiş zamanlarında belki de bizden daha yüksek bir yaşam kalitesine sahiptiler, kimbilir.

Abılay'ın özlemi

Bol hava, bol güneş ve bol sulu antik lükse veda edip, otobüslerimize dönerek yeniden yola koyulduk. Otobüsümüze bir nevi liderlik yapan kazak öğrenci Abılay'ın bir ara çayırlarda otlayan atlara bakıp daldığını fark ettim. 

Kazakların at sevgisini düşünerek "Ne o Abılay ! Ata binmeyi özledin galiba ?" dedim. Abılay döndü ve hiç beklemediğim bir cevap verdi: "Hoca, kesip yesek eti ne hoş olurdu." Biz şaşırdık, ama, otobüsten bir  kahkaha yükseldi.

"Anlaşıldı, iyice acıkmışsın sen" dedim. Kazakların at eti yediklerini ancak o zaman akledebilmiştim. 

Doğrusu Abılay gibi hepimiz acıkmıştık. Ama, niyetimiz buraların meşhur kuzu etli çöp kebabı ile Denizliye veda etmekti. Düşündüğümüz gibi de oldu. Bir yol kenarı kulübesinde ucuz ama nefis çöp kebabı ile karnımızı doyurduk.

Adam karısıyla birlikte çalışıyordu. Bir taraftan boncuk boncuk terliyor, öbür yanda keyiften neredeyse oynuyordu. Zira biz doksan kişiydik ve iyice acıkmıştık. Üstelik burada su bol ve bedavaydı. Adamın elindeki bütün çöp şiş stoku bir saat içinde tükenivermişti.

İkindiye doğru Dinar-sandıklı üzerinden Afyona doğru ilerliyorduk. Baktım, gençler yediklerinden mi yoksa yorgunluktan mı sanki biraz ağırlık basmış gibiydi. Afyona kadar böyle hafif uyuklama modunda gittik.

Oradaki moladan sonra yeniden canlandılar. Fıkra, şarkı, şiir yine neşesi yerine gelmişti otobüsün. Öbür otobüs daha canlıymış meğerse. Bir öğrenci akordion diğeri def çalıyormuş. Eskişehir’e girene kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.

Son molayı İnegöl’de köfte yiyerek yapmayı düşünmüştük. O yüzden Eskişehir’de oyalanmadık. Altı saattir yoldaydık ve yine karnımız acıkmış durumdaydı. Herkesin gözü yolda, İnegöl bir türlü gelmiyordu. Yollar uzayıp gidiyor, gözümüzde büyüyordu mesafeler. 

Sonunda İnegöl'de bir yer beğenip indik otobüslerden. Herkes kesesine göre yiyecekti. Zira cepler yoklanmış, kalan son kuruşlar hesap edilip ona göre sipariş verilmişti. Yemek bu yüzden fazla uzamadı zaten. 

Yeniden otobüslere bindiğimizde artık gözlerimiz açılmıyordu. Yorulmuştuk, aklımız fikrimiz sıcak yataklarımızdaydı. Kimsenin değil şarkı söyleyecek, ağzını açmaya dermanı kalmamıştı. Dalıp gitmişiz. Şoförün, "Haydi geçmiş olsun, son durak !" seslenişiyle uyandık. Yurttaydık.

 

Yine vukuat, yine olay

Kayıp TV

Yurtta vukuat hiç bitmiyor. Şimdi de bir televizyonumuz çalınmış. Bu mevsimde battaniye, nevresim hırsızlıkları olağan sayılıyor ama, bir televizyon; "yok artık !" dedirtecek cinsten. 

Mecburen tahkikata başladık. Biz Denizli'deyken gerçekleşmiş olmalı. 3.Blokun kantin salonundan alınmış, arkaya bakan pencerelerden götürüldüğü anlaşılıyor. Gören bilen yok. Memurların ifadesini alıyoruz ama oradan da bir şey çıkmıyor. Geceleyin olmuş, herkes şaşkın.

Jandarmaya bildirmek zorundaymışız. Onlara göre adiyattan bir hadise olduğu için de Görükle karakoluna gitmeliymişiz. Mecburen telefon ediyoruz, genç bir çavuş "gelin" diyor. Bir yardımcımla öğleye yakın bir saatte gidiyoruz.

Karakol Görükle beldesinin kuzey doğu kıyısında, kampüse bakan bir noktada. Bahçeye bir kameliye bir de küçük havuz yapmışlar. Bizi orada karşılıyorlar. Bir taraftan çay içiyoruz bir taraftan derdimizi anlatmaya çabalıyoruz.

Zor oluyor tabi. İki kişiler, biri başçavuş diğeri çavuş. Askerin biri gidiyor öbürü geliyor. Selam verme, tekmiller filan başta renkli geliyor. Ancak, bir süre sonra fark ediyorum ki karşımdaki genç komutan, "buranın kıralı benim" edasıyla davranıyor.

Galiba bir seronomi içindeyiz. Zamanları da bol; "nerelisiniz, orda bir hemşerim vardı, demek Ankara'dan geldiniz…" gibi alakasız uzayıp giden bir muhabbetten, alaycı tavırlardan sıkılmaya başlıyorum.

"Kısa keselim de işimize bakalım" rahatsızlığımı onlar da fark etmiş olmalılar ki nihayet ortaya bir daktilo geliyor. Bir asker şikayetimizi zapta geçirmeye başlıyor.

Klasik "ananın adı, babanın adı,…" soruları peşpeşe geliyor. Daktilo tıkırtıları eşlik ediyor bu sahneye. Neredeyse televizyonu biz alıp götürmüşüz gibi yarma sorular bunlar. Anlatıyoruz "..işte, bir gece alıp götürmüşler, yok kapıdan çıkmamışlar, öyle olsa gören biri olurdu. Gece vakti dikkat çekerdi elbet. Kottan dolayı arka pencereden çıkarmış olmalılar. Yok canım memurlar öyle şey yapmaz. Bildik hırsız da değildir.

Olsa olsa ev tutan öğrencilerdir. Daha önce Bursa'daki bazı öğrenci evi aramalarında bol bol yurt battaniyesi, nevresimi çıkmamış mıydı ? Bu da öyle işte. Evlerini yurttan aşırdıkları malzemeyle donatıyorlar. Görükle'de böyle çok sayıda öğrenci evi var…"

Olayı anlatmaya, kanaatlerimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Onlarsa habire konuyu bize getirip yineliyorlar: "Şüphelendiğiniz biri var mı ? Neden tedbir almadınız ? Sorumlusu kim ?" Hasbinallah ! Hafiften asabım gidip gidip gelmeye başlıyor. Neredeyse "Televizyonu siz çaldırdınız, kim çaldı söyleyin" diyecekler. Aklıma hocanın fıkrası geliyor:

Bilirsiniz ya, bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.

Birisi : "Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki ? " Bir başkası : "Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor ? " diye konuşmuş.

Bir diğeri de : "Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor." Hoca kızmış : "Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi ? Hırsızın hiç mi suçu yok ?"

Asker bütün cidiyetiyle daktilonun başında. Ben artık taşmak üzereyim. "Nihayetinde bu televizyon bir devlet malı. Yapanları yakalarsınız artık. Sizden haber bekleyeceğim" diyor kalkıyorum. Komutan ciddi bir edayla cevap veriyor "O o kadar kolay değil, bunun kovuşturması var, yazışması var. Hem zaten bir zanlı da yok ortada. Bakacağız…"

Artık işin rengi iyice anlaşıldı, buradan sonuç çıkmayacak. Civatalarım gevşiyor, hafif arkama dönüp kapağını hoplatan fokurdamış bir tencere gibi kıkırdıyorum. Ayıp olmasın diye de bir kaç kez öksürüyorum. Ama genç komutan fark etmiş, dikkatle yüzüme bakıyor. Arkasına yaslanırken iğneli bir tavırla soruyor "Hayrola Müdür bey ? Bizim kaçırdığımız bir şey mi var ? Anlatın biz de gülelim."

Lafı değiştirmeye çalışıyorum: "Ya komutan ! Sizin işiniz de zor yani, böyle çok vaka geliyordur size. Yok şu çalındı, yok bu çalındı. Hırsızlarla uğraşmak zor. Öyle değil mi ?" Böbürlenerek yüksek perdeden konuşuyor: "Yok, daha çok kız kaçırma, kavga, bazen de sığır hırsızlığı. Buralarda uçan kuş bizden sorulur. Neden sordunuz ?" 

Daha fazla gülmemek için kendimi zor tutuyorum: "Hiiç, doğrusu çok haklısınız. Bu genç yaşta bayağı tecrübeli görünüyorsunuz ayrıca. Bravo yani." Neyse ki asker zaptı çıkarıp önümüze koyuyor:

"İmzalayın !" Emredersiniz komutanım çabukluğuyla imzalıyorum. Artık daral gelmiş durumda, bir an evvel oradan çıkmam lazım. Yoksa kendimi tutamayarak katıla katıla güleceğim.

Genç komutan ayağa kalkıyor, büyük bir ciddiyetle son darbeyi indiriyor: "Müdürüm, siz zanlıları bize bildirin, hemen alıp getiririz televizyonunuzu. Hiç merak etmeyin." Yardımcımla birbirimize bakıyoruz. Gözündeki bakışı gayet iyi anlıyorum. Deminden beri, yüzündeki muzip ifadeyi saklamak için ayaklarına bakıyor zaten. 

Kendimizi zor arabaya atıyoruz. Ayakta dikilen iki çavuş ve karakol arkada kalırken kahkahalarımızı salıveriyoruz birlikte. "Adama bak ya ? Biz bulup söyliyecek mişiz, o getiriverecekmiş ! Hah ha ha…"

Yardımcım hem gülüyor hem de kesik kesik ateşe söz atıyor: "Müdür bey adamlar sığır hırsızlığında mahirlermiş, aslında bizim televizyonumuzun bir adı da inekti mi deseydik acaba ? Hah hah haaa…"

Yine bir gece baskını

Erkek Gagauz öğrenciler çoklukla televizyonu çalınan blokta kalıyorlar. Kızları da D Blokta toplaşmışlar. Biz ne kadar onları dağıtmaya çalışsak yine de onlar birbirinden kopmamaya çalışıyor. Onlara kızamıyorum, belki biraz da anlıyorum galiba. Gurbette bizim hemşehrilik tutkunluğumuz gibi bir şey bu.

Pamukkale gezisine katılan Nikolay vasıtasıyla benimle görüşmek istediklerini ilettiler. Kızlar da olsun diye mecburen kantinin üst katında akşam yemeğinden sonra bir araya geldik.

Marıya Demirci, DomnıkıyaTaşoğlu, Saveliy Kuru ve Chris Tokmakci gibi isimleri hristiyan, soyadlari turkçe bunların. Aksanları da bize çok yakın, kelime ve gramer yapıları ise neredeyse dilimizle aynı. Oldukça da cana yakın ve sıcak kanlılar.

Onlarla rahatlıkla oturup sohbet edilebiliyor. Ama dış görünüşleri genel olarak bizden çok farklı. Daha çok kuzey Avrupa insanlarına benziyorlar. Bazıları sarışın, açık tenli ve mavi gözlüler.

Aileleri karadenizin kuzeyinde Moldovya'nın bucak denilen topraklarında yaşıyormuş. Türk kökenli olduklarını, Gök oğuz boyundan  geldiklerini söylüyorlar. Zaten Gagauz kelimesi de gökoğuz sözcüğünü çağrıştırıyor.

Sadece Moldavya / Moldova'da degil, Ukrayna, Bulgaristan ve Romanya'nin Dobruca bölgesinde de Gagauz varmış. Bunların da büyük çoğunluğu ortodokshristiyan, çok azı ise yahudi imiş. Tarih bölümü öğrencisi Mihail, yahudi olanların hazar denizinin kuzeyinden gelen Hazarlar veya Harzamşahlardan olduğunu söylüyor.

"Bir sorununuz var mı ?" diye soruyorum. Söz alanların hemen hepsi önce bizim ilgimizden, yardımlarımızdan ve gösterdiğimiz abilikten ötürü teşekkür ediyorlar. Başta din farkı nedeniyle karşılıklı bazı sorunlar yaşadıklarını ancak kaynaştıkça bunların da artık geride kaldığını anlatıyorlar.

Onları öğrenci olaylarının içine çekme gayretleri de olmuş. Dayanışmaları sayesinde hiçbir arkadaşlarını bu tuzaklara bırakmamışlar.

Bursa'yı ve ülkemizi de çok sevmişler. Yalnız, yaz tatilinden sonra tekrar buraya dönebilecekler mi, gelseler bizi bulabilecekler mi ? Merak ediyorlarmış.

Hem sevindim hem de şaşırdım. Zira onca sıkıntıya rağmen yine de buraya gelme arzuları beni çok sevindirmişti. Ancak, benimle ilgili ne biliyorlardı ki ? Üst yönetimle yaşadığım sıkıntılar belli ki onlara kadar ulaşmıştı.

Dilim döndüğü kadar herhangi bir sorun yaşamayacaklarını, seneye inşallah yine beraber olacağımızı söyleyip onların ne bildiğini anlamaya çalıştım.

Sonunda anlaşıldı ki Sakarya Üniversitesinden bir Gagauz öğrenci ziyarete gelmiş bunlara. Benim yurttan ayrılıp üniversiteye geçeceğimi ondan öğrenmişler. Şaşırdım, ama insanda bu dil olduğu sürece hiçbir şey uzun süre gizli kalamazdı zaten.

Sohbet renkli ve doyurucuydu. Bir taraftan konuşmuş, bir taraftan da masadaki çeşit çeşit nevaleden atıştırmıştık. Masadan kalkıp çıkmaya yöneldiğimde Mariya yanıma yaklaştı, hareketlerinden özel bir konu olduğunu anlamıştım. Arkadaşlarıma veda ettim, biraz ilerledik. 

Mariya o kendine özgü türkçesiyle; yurtta bazı sol grupların eylem hazırlığı içinde olduğunu, bunu odasındaki iki kızın aralarında konuşmasından tesadüfen duyduğunu, beni sevdiklerini ve kendime dikkat etmem gerektiğini anlatıyordu.

Ona teşekkür ettim, merak etmemesini artık bu yurtta böyle şeylerin olmayacağını söyleyip lojmanlara yöneldim. Eve döndüğümde gece saat bir civarındaydı. Çok yorgundum ve kızın söyledikleri üzerinde uzun uzadıya düşünme gücüm yoktu.

Hemen uyumuşum. Sabaha karşı büyük bir uğultu ve zır zır ısrarla çalan telefon sesiyle fırladım. Hayırdır inşallah ! Telefondaki ses nöbetçi yönetim memuruydu ve yurda asker polis 400 kişilik bir güvenlik kuvvetiyle baskın yapıldığını haber veriyordu. Ellerinde arama emri varmış, içeri girmişler ve dışardan da bütün bloklar kuşatılmış.

Alel acele giyindim. Bir taraftan da söyleniyordum "İşler ne güzel yoluna girmişti. Bu da neyin nesi şimdi. Uyuyan ateşi yeniden harlatacaklar. Ne oldu, ne var ki ?"

Kantine indiğimde ortada subay ve müdürlerin bulunduğu bir kalabalık buldum. Yerde bir yığın kitap, broşür, afiş, dergi vb. vardı. Bir kenarda da iki jandarma gözetiminde beş altı öğrenci tek sıra dizilmiş duruyorlardı. Kalabalığa doğru yürüdüm, anlaşılan harekatın merkezi burası seçilmişti.

Bilenler yol açtılar, ortada duran omuzu kalabalık birine selam verip kendimi tanıttım. "Hoş geldin, günaydın müdürüm" gibi laflar duydum ama bunlar ağız ucuyla söylenmiş gibiydiler. Beni kaale aldıkları yoktu. "Neler oluyor ? Yurt neden aranıyor ? " diye sordum.  Adam albaymış, kelimelerin üstüne basa basa "Müdür bey, İzmir'de başlatılan bir yürüyüşle ilgili olarak yurdunuzda bazı yasa dışı faaliyetler olduğu tespit edildi. Bu nedenle alınan arama izni ve valilik emriyle buradayız. Kusura bakmayın size haber vermeye zamanımız olmadı."

Bu kadar ! Yine ben yokmuşum gibi çevresine emirler vermeye devam etti. İçlerinden tanıdığım bir binbaşı ve emniyet müdürünün arasında duruyordum. Operasyon olanca hareketliliğiyle sürüyor, bense oradan kıpırdayamıyordum.

Getirilen öğrenci sayısı yirmiye yaklaşmıştı. Ortadaki yığın ise gittikçe büyüyordu. Öylesine seyirci olmak hiç hoş değildi. Ancak yanımdakilere sorular yönelterek varlığımı hatırlatmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.

"Bu öğrenciler kim ? Ne yapmışlar ? Bu yayınlar neden toplanıyor ? Yasak yayın diye bir şey var mı artık ?" Onlar da kulakları albayda, fırsat bulduklarında bana cevap yetiştirmeye çalışıyorlardı. "Şüpheli bunlar, kimliksiz. Sizin öğrenciniz olduğunu da sanmıyoruz. Bol miktarda bildiri ve afiş hazırlandığı istihbaratını aldık.

Ama aramayı yapan asker polis yasak olan olmayan ayrımı yapamaz, ne buluyorlarsa alıyorlar işte. Götürürüz bakarlar. Olmazsa geri göndeririz, sahiplerine iade edersiniz. Bazı terör grupları İzmir'den Ankara'ya yasa dışı bir yürüyüş başlatmış. Bunlar da o grubun elemanları olabilir."

"Ama içlerinde benim tanıdığım öğrenciler var, onlarla konuşabilir miyim ?" Binbaşı biraz tereddüt ediyor ama benim kararlı olduğumu görünce albayın kulağına bir şeyler söylüyor. Oda bana şöyle bir bakıp göz hareketiyle izin verdiği gösteren bir hareket yapıyor. Binbaşıyla birlikte tek sıra olmuş öğrencilerin yanına gidiyoruz. Onlar da beni görmüş "Müdürüm, müdürüm" diye hareketleniyorlar. Önce Halil'le selamlaşıyoruz. "Ne o Halil, kimliğin yok mu senin ? Niye aldılar seni ?"

Halil uyku mahmuru gözler ve saç baş gömlek dağınık vaziyette. "Müdürüm kartım var ama uyku sersemi çıkarıp gösteremedim. Laf da dinlemediler, alıp indirdiler beni." İri cüsseli perişan bir öğrenci "Müdürüm !" diye sesleniyor. Ona doğru yürüyoruz.

"Valla Müdürüm benim bir suçum kabahatim yok. Kartımı memlekette unutmuşum. Pazartesi çıkartacaktım. Ne olur söyleyin de beni bıraksınlar." Çocuğu tanıyordum, galiba Süleyman'ın odasında kalıyordu ama adını hatırlayamamıştım.

"Senin adın neydi ? Oda arkadaşların kim ?" Hasan'ın gözleri parlıyor, alnında biriken boncuk boncuk terleri siliyor. Ağzı kurumuş; "Ben Hasan. Hasan Yeşilyurt, Hamit abi, Levent abi, Süleyman abilerle kalıyorum. Bu sene kaydolduyduk. Ne olur müdürüm ?.."  diyebiliyor bir solukta. 

Böyle dört öğrenciyi çekip çıkarıyorum oradan. Tam bu sırada Timur'u getiriyorlar. Biraz direnmiş galiba, yüzü kıpkırmızı. "Durun !" diyorum, "bu benim öğrencim." Askerler iki kolundan tutmuş, Timur biraz da kızgın silkiniyor. Binbaşı soruyor "Bunu neden aldınız ?" Askerler tekmil verir gibi "Kimliğini göstermemiş, karşı gelmiş komutanım" diyorlar. 

Ben araya giriyorum "Binbaşım, Timur tıp öğrencisidir. Kendisini iyi tanıyorum." Binbaşı bir bana bakıyor, bir askerlere, soruyor; "Dolabında sakıncalı bir şey var mıymış ?" Askerler yine aynı ciddiyetle bir dosya uzatıyorlar "Komutanım, bunlar bulunmuş" İçinde resim dolu bir dosya bu. Timur'un kara kalem çalışmaları. 

Binbaşı resimlere bakıyor, sol içerikli figürler hoşuna gitmiyor. Tekrar müdahale ediyorum "Binbaşım, Timur çok yetenekli bir öğrencimdir. Hatta kendisine bu resimleriyle yurtta bir sergi açmasına ben izin vermiştim. Timur öğrenci belgen yanında mı ?"

Timur kısa bir tereddütten sonra kimliğini çıkarıp bana uzatıyor. Ben de Binbaşıya ısrar ediyorum "Onu bırakın Binbaşım. Kendisini tanırım. Aradığınız kişilerden değil. Bu resimlerin de suç olduğunu düşünmüyorum."

Binbaşı pek ikna olmasa da askerlere "bırakın" diyor, ama dosyayı da bana veriyor; "Tamam ama, ben seni bilirim" anlamında. Timur'u bırakıyorlar. O ise bir bana bakıyor bir dosyaya. "Tamam Timur. Sen gel böyle. Yarın benden alırsın resimlerini" diyorum.

Ben, Binbaşı ve yanımızda beş öğrenci Albaya yöneliyoruz. Onların yurt öğrencisi olduklarını ve herhangi bir örgütle ya da yasa dışı bir faaliyetle ilgileri olmadığını anlatıyorum. Binbaşı da beni başıyla onaylıyor. Albay şüpheli bir bakışla "Sizin sorumluluğunuzda" diyor sonunda.  Öğrencileri kantinden çıkarıp odalarına gönderiyorum. 

Sabahın ilk ışıkları göründüğünde operasyon üç buçuk saati tamamlamış olarak 17 gözaltı ve bir cemse dolusu malzemeyle sonuçlanıyor. Çok şükür ki herhangi bir silah vb. şeye rastlanmamış. 400 güvenlik görevlisi, cemseler ve otobüslerle yurttan hareket ettiğinde, hala blokların bütün ışıkları yanıyor. En son Albay ve beraberindekiler de makam araçlarıyla selam, komut ve topuk sesleri arasında çıkıp gidiyorlar.

Giriş kapısında geriye dönüp bakıyorum.  Sevgili yurdum sabah alacakaranlığında içine fil girmiş bir züccaciye dükkanına benziyor. Nasıl bir fil öyle bir dükkanın içinde dönüp dururken ne var ne yok kırarsa şimdi geriye kalan da aynen böyle bir enkaz işte. 

Etraf cam eşya dolu iken ağır, hantal bir fil dar alanda nasıl yol almaya çalışır bir düşünün. Bir şeyi kırdığında ürker, döner oradan uzaklaşmak ister. Ne var ki ne tarafa dönerse dönsün cam vazolar, bardaklar, tabaklar gürültü ile yerlere düşüp kırılmaya devam ederler. Manzara son derece traji komik bir haldir yani.

Yalnız burada kırılan cam ya da eşya değil; insan. Gencecik yüreklerin içindeki saygı, güven ve inanç. Binbir zorlukla ve özenle kurmaya çalıştığımız huzur ortamının bir anda alabora olması. Yarın onların soran gözlerine ne diyeceğim ?

  

Karışık duygular

Özal ölmüş!

Bu yılımıza Türkî Cumhuriyetlerden gelen yabancı öğrenciler damgasını vurmuş sayılabilirdi. Çok şükür ki geçen seneki gibi her gün her an kavga gürültü olay yok. Aksine, aramızdaki bu bizden yabancılar sayesinde günlerimiz oldukça renkli geçiyordu.

Ancak, bir sabah Orhan'ın radyo cızırtısıyla uyandık. Anormal bir şeyler olduğu belliydi. Normalde o saatte kimse uyandırılmaktan hoşlanmazdı. Yine de okula gitmek için kalkıp hazırlanmak gerekirdi. Bunu bilirdik ama yine de zor olurdu.

Sabahları Orhan'la Okan'ın birbirlerine sataşmalarına alışıktık. Ama, bu defa durum farklıydı galiba. Mehmet de kalkmış, ikisi pencerenin önündeki masada Orhan'ın radyosuna adeta kulaklarını yapıştırmış dikkatle spikerin sesini dinliyorlardı.

Hamit'in "Ne oluyoruz ya ?" deyip yatağında öte yana dönmesi bile dikkatlerini dağıtmamıştı. Uyanmıştım, doğrulup oturdum. Gerçekten de neler oluyordu ? Radyodaki ses sık sık 'Özal' diyordu. Tombik Hasan bile odada hafif bir deprem sarsıntısıyla uyanmış, ranzanın alt katında uyuyan Metin'i dürtükleyip duruyordu: "Lan Metin, Metin ! Kalksana lan Özal Ölmüş !.."

Levent abi de kalkmış Orhan'la Mehmet'in başına dikilmişti. "Ne olmuş ? Neden ölmüş ? Ne zaman ölmüş ?" deyip duruyordu.

Orhan bir taraftan kulağı radyoda bir taraftan Levent abiye cevap yetiştirmeye çalışıyordu. "Bu sabah. Kalp krizinden. Hastaneye götürmüşler. Ama…"

Yatakta öylece oturuyordum. "Ölmüş mü ? Nasıl yani, Türkmenistan'a gitmemiş miydi ? Allah, Allah…" Gayriihtiyari aklım bu önemli olaya not düşer gibi bugünün ayın kaçı olduğuna takılmıştı. "Özal öldü, bugün Nisan ayının 17'si. Yıl 1993"

O gün kahvaltıda, okulda, yurtta konu Özal ve onun ölümüydü. Tonton Cumhurbaşkanı birden ölüvermişti işte. Herkesin bir şekilde bu olaydan etkilenmiş olduğunu görüyordum. Ona burun kıvıran ateşli muhaliflerin bile hakkında övgü yarışına girmiş olmaları ilginçti.

Türkiye'ye kendi deyimiyle çağ atlatan, "enformasyon, transformasyon" gibi sözcüklerle içli dışlı yapan küçük dev adam ölmüştü. Onunla birlikte ülkemizin önemli bir dönemi daha sona ermişti.

O gün televizyonlar adeta "renkli" gözyaşları döküyordu. Ertesi günkü gazeteler yaşarken esirgedikleri pek çok ayrıntıyı, birer başarı öyküsü gibi çarşaf çarşaf anlatıyorlardı.

Eskilerin dediği gibi bizde 'kör ölünce badem gözlü olurmuş.' Ülke toptan bir şeyin farkına varmıştı: "Özal büyük adamdı, büyük işler yaptı, Allah rahmet etsin." O gözündeki iri kara gözlükler, elindeki kalemi bize sallaya sallaya Türkiye'yi yeni bir elektronik çağına taşımıştı. Adeta bu ülkeyi dünyaya açan o dev adımları atan işte bu kısa boylu, tonton adamdı. O milletin adamıydı.

Satranç ve masa tenisi turnuvaları

Nisan ayının bir başka heyecanı yurtta ilk defa yapılan Satranç ve Masa tenisi turnuvalarıydı. Bunun için yeni seçilen öğrenci temsilcisi Selim abi başrollerdeydi. Bu turnuvaların yapılmasına çok önem verdiğini biliyorduk. Hatta seçim sırasında söz bile vermişti bunun için. Anlattığına göre bu konuda oldukça mesafe alınmış, idare ile de işbirliği içindeymişler. "Çok güzel şeyler olacak, çok…" diyordu.

Gerçekten de turnuvaların yapıldığı bir hafta boyunca yurtta adeta bir şenlik havası esti. Biz bile seçmelere katıldık. Ben bu turnuva sayesinde satrancı sevdim, merakım o günlerden geliyor.

Mehmet zaten benim gölgem gibi başımdan ayrılmıyordu. Levent ve Hamit abiler de neredeyse bir ay boyunca bir masa tenisi muhabbeti içinde karagöz hacivat rekabeti yaşıyorlardı. Odamızın lorel-Hardy'si tombik Hasan'la çöp adam Metin'se hem satranç hem de masa tenisi turnuvalarında en renkli taraftarlarımızdılar.

Ben ancak beş oyunla çeyrek finale kadar çıkabildim. Levent abi daha şanslıydı, o yarı final oynadı. Hamit abiyse daha ilk seçmelerde elenmişti. Her iki turnuvada da yabancı öğrencilerin başarısı açıktı. Hem yoğun katılım hem de sonuçlarda bu görülebiliyordu.

Özellikle satrançta çok bariz üstünlükleri vardı. Nitekim turnuvada Kırgız bir çocuk şampiyon olmuş, üçüncüsü bir Özbek, beşincisi Kazak ve altıncısı da bir Ahıska'lı olmuştu. Masa tenisi ikincisi ise bir Azeri öğrenciydi. Şampiyonsa beklendiği gibi A Blok öğrencilerinden Timur'un oda arkadaşı Namık'tan başkası değildi. 

Bu dalda seyircinin favorisi istisnasız Gagavuz öğrencilerdi. Sevimli halleri, özellikle de güzel kızlarının coşkulu tezahüratları onların maçlarını en fazla seyredilen müsabakalar haline getirmişti. Dereceye giremediler ama çeyrek final yarışmaları dahil hemen hemen her aşamada vardılar.

Karadenizliyi andıran konuşmaları ve sempatik tavırlarıyla seyircinin daha baştan gönüllerini kazanmışlardı. Bu yüzden, Levent abi gibi çeyrek finale kadar gelen Dimitri'ye özel bir centilmenlik kupası verildi.

Baharla birlikte bu turnuvalar yurda canlılık, renklilik ve ılık bir hava getirmişti. Turnuvanın sonunda gerçekleşen müzik konseri ise bu günlerin coşkusunu gerçek şölene dönüştürmüştü. Uzun zamandır bu gösteriye hazırlanan grup çalıp söyledikleri parçalarla gönülleri fethettiler.

Konsere Müdür bey çocuklarıyla birlikte katılmıştı. Biz de oda olarak Mehmet hariç tam kadro oradaydık. Mehmet'in pek böyle ortamlarla başı hoş değildi. O gürültülü pop ve rock müzikten daha çok Türk sanat müziği dinlemeyi seviyordu.

Yurt şenleniyor

Konser akşamı kantin oldukça sakindi. Karşıt gruplar ortada gözükmüyor, diğer öğrenciler de yemeklerini yiyip çıkıyorlardı. Ancak, gördük ki konser salonu hınca hınç dolmuş.

Müdür bey ve ailesi girdiğinde biz de duvar kenarında ayakta sıralanan öğrenciler arasındaydık. Sahne ışıklandırılmış orkestra hazırlığını tamamlamıştı. Biz müdür beyin konuşacağını sandık, ama o istemedi.

Konser başladı. Grup ilk başta doğal bir heyecan içindeydiler. Ancak ikinci şarkıdan sonra açıldılar. Gayet de güzel gidiyorlardı. Şarkılara zaman zaman öğrenciler de hep bir ağızdan katılıyorlardı. Tabi ki yeri geldiğinde alkış ve tezahüratla destek vererek. Herşey çok güzel, renkli ve uyumluydu.

Orkestra bayağı iyi görünüyordu. Solistleri Nermin de çok güzel söylüyordu doğrusu. Fark ettim ki Müdür bey de şarkılara tempo tutuyordu. Hepimiz artık bu yurttaki gerginlikleri arkada bırakmak istiyorduk. Unutmak ve bir daha yaşamamak. Kendimizi tatlı bir müzik rüzgarının esintisine kaptırmıştık.

Yurtta yapılan satranç ve masa tenisi turnuvaları ile konserden daha önce yine bir ilk gerçekleşmiş ve parkeleri onarılan salon basket oynayan gençlerin ısrarlı talepleri sonucu bir basketbol şampiyonasına sahne olmuştu. 

Öğrenci temsilcisi Selim'de öğrencilerin taleplerini hararetle destekliyordu. Ayrıca, biz de dahil, o ve onun etrafındaki öğrenciler bu etkinliğin organizasyonunda yer alacaktık.

İdarenin de desteğiyle gereken izinler alınmış, basketbol turnuvası 1993 gençlik haftası etkinlikleri kapsamında programa girmişti. Ramazan bayramından sonra başlayan oyunlar tam on iki gün boyunca sürdü. Yurtta bizim takımla birlikte dördü kız, on üçü erkek 17 takım yarıştı. Türkî öğrenciler bile aralarında iki takım oluşturmuşlardı.

Bir taraftan dersler, öbür yandan yurtta baharla başlayan canlılığa ayak uydurarak oyunlara aktif katkı verdik. Sadece içinde olduğum takımla oyunlarda değil,  organizasyon içinde de vardık. Levent ve  Hamit abiler başta olmak üzere Selim abiyle birlikte sürekli koşuşturduk. Herşey çok güzeldi, ancak final gecesi iki sürprizle daha karşılaşacaktık.

Final gecesi sürprizleri

Müdür bey yanında Bosnalı bir misafirle birlikte geceye katılmıştı. Zayıf uzun boylu hafif sakallı biriydi. Öğretmenmiş. Kültürlü biri olduğu hali tavrından belliydi. O günlerde Bosna savaşı halen devam ediyordu, fakat neler olup bittiğini çok iyi bildiğimiz söylenemezdi.

Sadece orada bütün dünyanın gözünü kapattığı  bir katliam yaşandığının farkındaydık. Müdür bey basketbol şenliğinden önce misafirini mikrofona çağırdığında tüm salon adeta derin bir sessizliğe bürünmüştü.

Bosnalı Misafir tercüme edilen konuşmasını işte böyle bir ortamda yaptı. Çok hüzünlü bir konuşmaydı.  Misafir gençlerden büyük ilgi görmüş, tepki görmesi bir yana konuşması sık sık coşkulu bir alkış tufanıyla kesilmişti. Bense gözlerimin sulandığını hatırlıyorum. Adeta oradaki insanların acısını, mücadelesini yüreğimde hissetmiştim.

Konuşma bittiğinde salon ayaktaydı. Uzun bir süre misafir alkış, ıslık ve Bosna'ya destek sloganları arasında  selamlandı. O ise, zaman zaman elini kalbine bastırarak karşılık veriyordu gençlere. Uzaktı ama, ağladığından emindim.

Sonrasında hepimiz önce yarı final, sonra da final karşılaşmasını devam eden büyük bir coşkuyla seyrettik.

Dikkat ettim, ortamda herhangi bir güvenlik sorunu görünmüyordu. Salon bir o yana bir bu yana koşan 12 kişiyle birlikteydi. Olanca güçleriyle takımlarını alkışlayıp destekliyorlardı. 

Nihayet final maçı da sona ermiş ve kazanan takım omuzlara alınmıştı. Heyecan yatışıp, ortada sadece iki takım oyuncuları kalınca ödül zamanının geldiği anlaşıldı. Bizim takım üçüncü olmuştu. Takımlar ödüllerini almak üzere salonun ortasında yan yana dizildiler. 

Mikrofon müdür beyin elindeydi. Önce bizlere, sonra tribünlere baktı ve o sözcükler dudaklarından dökülüverdiler adeta: "Gençler !...Birlikte çok şey başardık, ancak daha en az onun kadar zorlu bir işimiz daha var. O da bu başarıyı sürdürebilmek. Bu huzurumuzu, bu tadımızı, bu  sevincimizi çoğaltabilmek. Onun için size ünlü bir siyah liderin sözleriyle sesleneceğim. 

Bir rüyam var !.. Siyahla beyazın birlikte yaşadıkları bir rüya bu. İnsanın insanı hor görmediği, itmediği, nefret etmediği bir dünya. Farklılıkların zayıflık değil zenginlik sayıldığı bir ülke. Kardeşin kardeşe düşmediği, el ele verip yükseldiği bir vatan. Bir rüyam var !.. "

Şaşırmıştık. Ödül konuşması yapacağını sanıyorduk. O ise çok farklı şeylerden bahsediyordu. Bir süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştık. Müdür bey kelimelerin üstüne basa basa tam da yüreklerimize dokunuyordu. Daha ilk cümleleri bitmeden salon bir kez daha havalanmıştı.

Sanki konuşan o değildi, hepimizin yüreğinden geçenler onun ağzından dile geliyordu.

Bana öyle geldi ki seslenişi sadece bu yurtta olup bitenler için değil, ülke geleceği içindi. Bosna'da yaşananlar üstüne yurdumuz için Allah'a bir yakarış gibiydi. Bu yüzden 'Bir rüyam var !' hitabının etkisi hala kulaklarımda çınlamaktadır. Etkisi o kadar büyük oldu ki, konuşma bittiğinde salon yıkılıyordu adeta.

Kupa ve kırmızı şeritli madalyonlar işte bu coşku içinde alındı.  Ardından, müdür bey ve Bosnalı misafirle birlikte bol bol hatıra fotoğrafı çektirildi. Kareye giren herkesin yüzü gülüyordu. Ardından, müdür bey beraberindekilerle birlikte salondan çıktı.

Bizse biraz daha anın keyfini çıkarmaya kararlıydık. Arkadaşlarımızın yanına salona indik, kucaklaştık ve bir sürü fotoğraf çektirdik. Gerçekten de bu gece ve sürprizleri unutamayacağımız anılar arasına girmişti.

Bahar güneşi içimizi ısıtmaya devam ediyordu. Şimdi de sırada  satranç, masa tenisi ve Futbol turnuvası vardı.

Futbol takımlarının sayısı şimdiden on ikiyi bulmuştu. Biz de bu defa Orhan ve Hamit abinin oynadığı mavi kanatlar takımının taraftarıydık.

Geçen yaz yurdun futbol sahası bir traktörle sürülmüştü. İşin başında Müdür bey ve Kemal abi olmasa o zaman kesin bir maraza çıkabilirdi. Kemal abi bizi sahayı Mayıs ayının sonuna doğru yapılacak futbol maçlarına yetiştirileceğini söyleyerek yatıştırmıştı.

Aklımız bu işe pek yatmamıştı ama yapılacak bir şey de yoktu. Şimdi işte o sahada takımlar bulabildikleri her boşlukta top oynuyorlardı. 

Geçen yıl bazı maçlar yapılmıştı ama bu yıl iş büyüktü. Turnuvaya yirmiye yakın futbol takımının katılacağı ve iki hafta boyu devam edeceği tahmin ediliyordu.

İkinci haftanın sonunda Cumartesi günü çeyrek final karşılaşmaları yapılacak. Kazanan takımlar Pazar günü yarı final ve final mücadelesi vereceklerdi. Oluşan takımların herbiri kendine özel bir ad koymuş iddialı bir şekilde turnuvaya hazırlanıyordu.

Deniz Gezmiş gecesi

Mayıs ayının ilk haftasıydı, birden yurtta "Deniz Gezmiş gecesi" yapılacakmış diye bir şayia yayıldı. Böyle bir şeyin fısıltısı bile kulakların dikilmesine yetmişti. Odada bu konu birkaç defa konuşuldu. Levent ve Hamit abiler bu bahaneyle yurtta olay çıkabileceğini savunuyorlardı.

Kemal abi, Okan,  ben ve  Mehmet "Olsun, o da olsun. Bu yurtta mevlid okundu, ezanla teravih kılındı, 8 mart kadınlar günü, hatta Nazım sergisi bile yapıldı. Olay oldu mu, hayır ! Niye Deniz Gezmiş'i anma gecesi olmasın ki ?" diyorduk. Levent ve Hamit abiler ikna olmamıştı. Bir akşam Kemal abi ve Selim abiyle birlikte kantinde gördük onları. Hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Etraflarında bir gurup meraklı öğrenci birikmişti.

Biz sokulmadık, yalnız Orhan her zamanki muzip haliyle gurubun içine dalmış biraz sonra da arkamızdan yetişmişti. "Korkmayın len, bir şey olmeycek." Merakla yüzüne baktık.

Devam etti: "Selim abi Levent ve Hamit abilerle Müdür beye gidip görüşmüşler. Timur da yanlarındaymış. Müdür bey geceyi düzenlemek isteyen öğrencilerle E blok temsilcisini de çağırmış görüşmeye. Selim abi de desteklemiş.

Neticeyi kelam bu gecenin sorunsuz geçmesi konusunda anlaşmışlar gari. Yani, Deniz Gezmiş gecesi 6 Mayıs günü spor salonunda yapılacakmış. Hatta Müdür bey de katılacakmış geceye."

Levent ve Hamit abilerse epey geç vakit geldiler odaya. Ertesi gün ve sonraki günler onları biraz daha rahatlamış gördük. Yeniden kendi gündemimize dönmüştük.

Mavi kanatlar takımı olarak oldukça iddialıydık. Çalışmalar giderek yoğunlaşıyordu. Orhan'la Hamit abi her gün spora çıkıyor, geldiklerinde oda olarak onların beslenmesi ve dinlenmesi için elimizden geleni yapıyorduk.

Kemal abi tabi ki turnuvanın baş hakemi ve koordinatörü durumundaydı. Bir yandan takımların çalışmalarını takip ediyor, diğer yandan da organizasyon için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Ona bakarak biz de her şeyin iyi olacağına inanmıştık.

Bu arada Deniz Gezmiş gecesini unutmuş gibiydik. Yalnız o gün jandarma tarafından alınan tedbirler nedeniyle  geceyi hatırladık. Kantin boş sayılabilecek bir tenhalıktaydı. Sanırım öğrenci çoğunluğu da bizim gibi düşünmüş ve ortalıkta olmamayı tercih etmişti.

O akşam hep birlikte odadaydık. Yalnız Okan yoktu. O geceye katılmak istemişti. Biz de "Aman dikkat et, tek parça dön" filan gibi esprilerle onu yolcu etmiştik. Bir taraftan muhabbetimize devam ediyor, diğer yandan Allah ne verdiyse ortaya çıkarıp birlikte yiyip içiyorduk. Dillendirmiyorduk ama, eminim hepimizin aklı Okan'da ve gecede kalmıştı.

Orhan arada bir pencereden dışarı bakıyor ve "Asayiş berkemal arkedeşler" diye bize tekmil veriyordu. Nihayet Okan geldiğinde aslında daha o kapıdan girerken hepimiz onun gülümseyen yüzünde rahatlamıştık.

Anlattığına göre herhangi bir sorun yaşanmamış. Müdür beyle öğrenci temsilcisi de oradaymış. Bildik konuşmalar yapılmış,  şiirler okunmuş, sloganlar atılmış. Yalnız, piyesin ortasında ortaya çıkan bir tabanca heyecan yapmış biraz .

Neyse ki tabancanın görünmesi, duyulan silah sesi ve ardından sahnenin kararması hepsi hepsi birkaç saniye sürmüş. Sonrasında da her şey böyle bir gecede olabilecek doğallıktaymış. Yalnız katılanların çoğunun yurt öğrencisi olmadığını da ekledi Okan. Bu konuda tecrübeliydi o, inandık.

Bu defa Levent abi pencereden dışarı baktı uzun uzun. Geri döndüğünde "Geçmiş olsun. O misafirler de gitti, bu iş de burada bitti. Hadi uyuyalım artık." Elbirliği dağılan ortalığı topladık, Mehmet bardakları yıkamaya götürdü. Hasanla Metin kap kacağı topladılar. Ben de etrafı süpürdüm. Yarım saat içinde herkes eşofmanını giymiş, odanın ışıkları söndürülmüştü.

Uyumadan önce düşündüğüm en son şey yirmi bir sene önce darağacına giden üç gencin neden öldükleriydi. Sanki bütün o yıllardaki olup bitenlerin dertlisi bendim. Keşke ölmeselerdi, keşke inancından düşüncesinden ötürü hiç kimse suçlanmasaydı. Keşke gençler silaha et uzatmasa, şiddete başvurmasalardı.

Keşke yetmişli yıllar ve aradan geçen yirmi yıl herkes için öğretici olsaydı. Bir daha o günlere dönmemeye vesile olsaydı. Keşke…Keşke..Keş… Ke…

Arama var !

Keşkeler arasında dalmış uyumuşum. Takip eden birkaç gün gecenin yurttaki yankısı devam etti. Kimi eleştirdi, kimi "Ne olmuş yani, oldu bitti işte. Herkesin kendine göre önemsediği, değer verdiği özel günler ve insanlar var. Yarın da bir başkası Mehmet Akifi anmak isteyecek.  Olmasın mı ?"

Hafta sonuna gelmeden de bütün bu artçı konuşmalar bitti, unutuldu. Gündem yine futbol ve yaklaşan turnuvaydı. Öğrenciler sahadaki son çalışmaları görmüşler, zeminin belediyeden gelen silindirle ezildiğini, çim ekildiğini ve her gün sulandığını birbirlerine anlatıp duruyorlardı.

Bütün bu muhabbetlerin odak noktası elbette ki kantindi. Yenilenen onarılan güzelleştirilen iç düzeni, iki etkinlik salonu, masa tenisi ve pastane salonlarıyla kantin adeta yurdun beyoğlusu, kızılayı, bağdat caddesi durumundaydı.

İçindeki manavından gazete satıcısına kadar beş ayrı işletmecisi ile adeta bir çarşı oluşmuştu. Öğrenciler de bu yenilik ve gelişmelerin farkındaydılar.

Zaten herşey günbegün gözleri önünde meydana gelmişti. Burada sohbet, muhabbet bir başkaydı.

Geçmişin ürkütücü binası bugünün sıcak ve renkli mekanına dönüşmüştü. Bambaşka bir kantindi artık burası. Mevsim bahardı ve öğrenciler dışarıya da yayılmış bu ortamın keyfini çıkarıyordu.

Ama, bir şey güzel gidiyorsa bir yandan da korkmak lazım galiba. Sabaha karşı büyük bir uğultu ile uyandık. Bütün ışıklar yakılmış, açılan oda ve dolap kapıları olağanüstü bir hali duyuruyordu. Yaklaşan sesleri duyuyor, yine de ağırlaşan göz kapaklarımızı açamıyorduk.

Oda kapımız sert bir hareketle açıldı, kaba bir ses "Beyler kalkın bakalım ! Arama var, kimlikleri görelim" deyince hepimiz yataklarımızdan fırladık. Anlaşılan, yine geçen seneki gibi bir baskına uğramıştık.

Küçücük odada uykulu gözler, sağa sola yalpa yapan vücutlar, emir veren polis ve asker birbirine karışmıştı. Zavallı tombik Hasan havlusunu kapmış yüzünü yıkamak için odadan çıkmaya çalışıyor, askerse önüne geçmiş "Kimliğin ?" diye soruyordu.

Bir dolabına, bir bavuluna saldıran Hasan iyice şaşırmıştı. "Valla abi, ben bu yurdun öğrencisiyim. İsterseniz bu arkadaşlara sorun, aynı odada kalıyoruz. Metin söylesene oğlum !" 

Bir türlü kimliğini bulamayan Hasan'ın dolabı alt üst edildi, kendisi de ite kaka götürüldü. Giderken iri iri açılmış yaşlı gözlerini, korkudan beti benzi sararmış yüzünü, neredeyse tekerlenerek götürülüşünü unutamam.

Herkes kendi telaşına düşmüş kimlikler elde dolaplarını gösteriyordu. Kimsenin Hasan'ı düşünecek ne hali, ne de aklı kalmıştı. "Levent abi! Süleyman ! Orhan abi yardım edin ne olur !"  diye diye gitti.

Odamızda başka sorun yoktu. İşleri bitince "çıkmayın !" diyerek odanın kapısını üstümüze kapattılar. O zaman ancak birbirimize bakabildik. Saç baş dağılmış, kapakları açık kalmış dolaplarımız da en az bizim kadar perişan bırakılmıştı.

Bir taraftan dolaplarımızı toplamaya, bir taraftan da durumu yorumlamaya çalışıyorduk. Pencereden dışarı bakan Hamit "en az dörtyüz beşyüz kişi var. Yurdun girişi cemse, otobüs dolu. Bütün bloklar kuşatılmış. Saat dört, gitmeleri daha en az  üç dört saati bulur" dedi hiddetle.

Levent abi "Mutlaka geceyle ilgilidir" diye yorum yaptı. "Bir sürü yabancı varmış. Acaba bir eylem hazırlığı mı vardı ? İstihbarat kesin haber almıştır" şeklinde karşılık verdi Hamit.

Mehmet endişe ile bana yaklaşmıştı: "Süleyman ne olacak şimdi ?   Yurtta ne güzel her şey yoluna girmişti. Bu baskın da nerden çıktı ? Yeniden eski günlere mi döneceğiz sence ?" Yok canım öyle şey olmaz demek istedim, ama olmadı. Yalnızca  "bilemiyorum Mehmet, inşallah dönmeyiz" anlamında dudaklarım kıvrılabildi.

Levent'e döndüm "Abi Hasan'a ne olacak ?" "Merak etmeyin, bir şey olmaz. İdareye sorarlar, onlar da öğrencimizdir der, gönderirler" dedi.  "Bir kartını bulamadı salak !" dedi Metin. Herkes hayretle baktı ona.

Okan sert çıktı "Öyle söyleme, o sen de olabilirdin pekala. Korktu işte çocuk, eli ayağı dolaştı birbirine. Dua et de dönüp gelsin. Sen hiç gözaltı oldun mu ?" Metin sindi, kısa çöp bedeni iyice ufaldı, yüzü toprak rengine döndü.

Bir saat sonra Hasan kapıdan top gibi içeri girdi. İri cüssesiyle hemen ranzasına tırmanıp kendini yatağına attı, perişandı. Başına toplandık: "Ne oldu ? Nasıl bıraktılar seni ? Neden gelmişler, ne arıyorlar ? Kimleri gözaltına almışlar ? Anlatsana…" sorular peş peşe geliyordu.

Hasan kendine gelmiş, durumu telafi edercesine önemli bilgiler veren biri gibi takırdamaya başlamıştı.

"Ya valla billa benim bir suçum, kabahatim yok. Kartımı memlekette unutmuşum. Ama uyku sersemi hatırlayıp anlatamadım. Zaten laf da dinlemediler, alıp götürdüler beni. Alacağınız olsun ama, hiç biriniz yardım etmediniz bana. Sağ olsun Müdür bey kurtardı beni."

Herkes kısa bir an Metine doğru baktı. Hasan'sa durmuyordu: "Bizi kantine götürdüler. Belki otuz kırk kişi vardık. Çoğu yurt öğrencisi değilmiş. Galiba İzmir'den Ankara'ya yasa dışı bir yürüyüş mü ne varmış, bunlar da o gruptanmışlar. Ühhüü..Bir sürü bildiri ve afiş bulunmuş bi de."

Yutkundu, Metin bir bardak su verdi arkadaşına. Kabahatini örtmek ister gibiydi. Hasan Okan'a bakarak devam etti:  "Halil abi de vardı, o da uyku semesi kartını bulup gösterememiş biliyon mu ? Hatta Timur bile oradaydı. Galiba emniyet güçlerine direnmiş, karşı gelmiş onlara.

Onları da Müdür bey kurtardı. Bütün topladıkları kitapları, dergileri kantinde yığdılar. Neredeyse bir cemse malzeme götürdüler, yasak yayınmış onlar."

Artık dışarda sabah aydınlığı çıkmış, sesler gittikçe azalmıştı. Bir süre sonra onca asker polis, onlarla cemse ve otobüslerle yurttan gürültüyle hareket etti. Blokların bütün ışıkları hala yanıyordu. Son kalanlar da selam, komut ve topuk sesleri arasında çıkıp gittiklerinde operasyon tam üç buçuk saat sürmüştü.

Pencereden dışarı bakıyorum... Karışık duygular içindeyim. Zavallı yurdum sabahın ilk ışıklarında yaralanmış, örselenmiş  ama yıkılmamış bir kaleye benziyor. 

Son aylarda burada o kadar güzel şeyler oldu ki. O kadar mutlu olduk ki... Bazen yüreğimi yakan bir haber ya da olay işittiğimde, yaşadığımda korkuyorum. Ya bütün bu güzel şeyler aynı bu bahar gibi gelip geçici ise.

Ya yeniden güzü, kışı göreceksek.  Gelecek bahar aynı güzellikleri yaşayamazasak…

Gayriihtiyari dua ediyorum: "İnşallah, binbir zorlukla onarılan bu huzur ortamımız bozulmaz. İnşallah eski günlere dönmeyiz. Yaşadığımız bahar yeniden kışa dönmez. Allahım !. fırsat verme ya rabbim…"

 

Müdür gidiyor !

Yurtta Futbol

Kemal abi sahanın bakımı ile bizzat ilgileniyordu. Antrenman müsabakaları yapan takımları zaman zaman uyarıyor, sahanın bakımı ve temizliği konusunda onların da desteğini almaya çalışıyordu. Bizden önce saat alıp oynayan takımlar için bitiş düdüğünü çalıp kenarda sahaya girmek için bekleyen bizi de durdurarak hepimize şöyle söylediğini hatırlıyorum.

"Sahamız çok güzel değil mi ? Ama biliyorsunuz geçen sene böyle değildi. Atalarımız 'bakarsan bağ bakmazsan dağ olur' demişler.  Ne kadar doğru. Geçen yaz traktörle sürüp yeniden toprak serdik, çim ektik buraya. Bırakın koşmayı, o engebeli zeminde yürümek bile zordu. O kadar kötüleşmişti yani.

Siz deli misiniz, boşuna uğraşmayın dediler bize. Ama çalıştık çabaladık, işte sahamız böyle güzel oldu. İnşallah önümüzdeki hafta yurtta ilk bahar futbol turnuvasını burada düzenleyeceğiz.

Müdür bey de sağolsun çok destek verdi bize. Ama sizden ricam, üzerinde koşup oynadığınız bu sahayı kendi eviniz, kendi malınız gibi koruyup gözetin. Sahiplenin ki siz yararlandığınız gibi sizden sonra gelecek gençler de aynı keyfi yaşayabilsin. Hiç birinizi buraya zarar verirken görmek istemiyorum.

Ayrıca, üzerinize düşen görevleri de yüksünmeden yerine getirin. İlginize, sevginize şimdiden teşekkür ederim.

Hadi bakalım siz teriniz soğumadan duşlara, siz de çıkın bakalım oyuna. Görelim marifetlerinizi. Kanatlarınız uçabilmek için yeterince tüylenmiş mi anlayalım."

Kemal abi bu yıl doktora yapmak için hazırlanıyordu. Yurtta bu yıl yedinci senesiymiş. O bu yurdun adeta bir parçası gibiydi.  Öğrenci üzerinde yönetim memurlarından bile etkiliydi. Birçoğu ona "abi" diye hitap ediyordu.

Üniversitede de aynı şekilde sevilip itibar görüyormuş. Başta futbol olmak üzere onların spor etkinliklerinde de var. Bütün futbol maçlarında onu hakemlik yaparken görürdük.

Onun insani yönlerini, abiliğini de yakından biliyorduk. Arkadaşlarını koruyup kollayan vefalı dostluğu vardı. Bu yurdun huzuru, gelişmesi ve daha iyi bir ortam haline gelmesi için katkılarını da görmüştük. Geçen yıl daha bu gelişmeler olmamışken bize şöyle dediğini çok net hatırlıyordum:

"Bakın göreceksiniz, daha neler olacak neler. Basketbolundan, masa tenisine, satranç şampiyonasından konserlere, gezilerden futbol turnuvasına  kadar pek çok şey göreceksiniz. Ama, unutmayın biz size nasıl bırakıyorsak siz de kendinizden sonrakilere daha iyisini bırakacaksınız. Yoksa karışmam bak !"

Futbol turnuvası kurulan yirmibir takımla başladı. Bunların üç tanesi türki öğrenciler tarafından oluşturulmuştu. Elemeler toprak sahadan çim sahaya dönüşen alanda yapılıyordu. Her gün saat üçte ve beşte iki maç kıyasıya mücadele ediyorlardı.

Kazanan on takım birbirleriyle eşleşerek gelecek hafta çeyrek final için karşılaşacaklardı. Her takım kendi imkanlarıyla formalarını temin etmişlerdi. Maçlara yoğun bir seyirci desteği vardı. Tabi ki Kemal abi de yine hakemdi.

Perşembe günü bizim takım maça çıktı. Levent abi ve Orhan ilk onbir arasındaydılar.  Hamit, Okan ve ben yedekte,  Mehmet, Hasan ve Metin ise tezahürat ekibindeydiler.

Başlama düdüğü çaldı, maç başladı. Rakibimiz bayağı iyi çıkmıştı. Top Orhan'ın ya da Levent abinin ayağına geldiğinde ayağa fırlayıp "Haydi Orhan !, Levent abi bas çalımı at golünü, yaşa ! Bravo !…" diye bağırıyorduk. Hale ve Banu da aramızdaydılar. Onlar da alkış tutarak, tezahürat yaparak takımımız mavi kanatlara destek oluyorlardı.  l 

İlk yarıda denklik bozulmamış 1-1 berabere bitmişti. İkinci yarı daha çekişmeli geçti. 2-1 öne geçmiştik. Maçın sonlarına doğru Levent abi çıkmak istedi, ben oyuna girdim. Bir gol kaçırdım, ama üç tane orta yaptım. İkisi gol oldu. 

Sonuç 4-2 olmuş kazanmıştık. Yendiğimiz takımı iyi oynadıkları için kutladık. Bizim ekipte alkış, tezahürat gırla gidiyordu.  Mavi kanatlar uçmaya başlamıştı, artık çeyrek finalde oynayacaktık.

Çeyrek final karşılaşmalarında bizim maçımız Salı günü olacaktı. Rakibimiz A Bloktan çıkmıştı. Takımlarının adını mor füzeler koymuşlar.

Daha çok mühendislik fakültesi öğrencilerinden oluşmuş bir takımdı. Levent abinin dediğine göre bayağı sıkı bir ekip olduğunu öğrenmiştik. Bu yüzden takımda Hamit abinin de oynamasına karar verildi.

Botan takımı

Bu arada adını botan koyan yeşil kırmızı sarı formalı bir takım çok konuşuluyordu. Onlar da çeyrek final karşılaşmasını Çarşamba günü oynayacaklardı. Halil abiden duymuştuk oldukça iddialıymışlar.

O günlerde botan lafı çok farklı anlamlar çağrıştırıyordu. Bu nedenle de sadece alacakları sonuç değil maçlarda kendilerine gösterilecek tepki de merak ediliyordu. Kemal abinin herhangi bir olay çıkmaması için Halil abiyle uzun uzun konuştuğunu da biliyorduk.

Rakibimiz oldukça zorlu çıktı, bizi elediler. Ertesi günü yapılan karşılaşmada ise botan takımı yine kazanmıştı. Bizim biraz moralimiz bozuktu maça gidemedik, ama duyduğumuza göre hiç bir sorun çıkmamış. İkinci haftanın sonunda yarı finalde karşılaşacak takımlar eşleşmiş, heyecan doruğa çıkmıştı.

Cumartesi günü yapılan maçlarda botan takımı yine kazanmış, finalde mor füzeler takımıyla mücadele etmeye hak kazanmıştı. O akşam gerçekten heyecan tavan yapmış durumdaydı. Pazar günü yapılacak maç şampiyonu belirleyecekti.

Grubumuz maç saatinden çok önce tribünlerdeki yerini almış havaya girmişti bile. Hepimiz mor füzeler takımının taraftarıydık. Botan takımının taraftarları da bayağı kalabalık ve canlıydılar.

Bir ara karşılıklı atılan sloganlar ortamı gerdi gibi. Hemen Kemal ve Halil abi gerekli uyarıları yaptılar. Ortam sakinleşti.

Bu arada Müdür bey, yanında dört yardımcısı ve kalabalık bir Yönetim Memuru grubuyla gelip onlar için ayrılmış yere oturdular.

Takımlar santra çizgisinde birbirlerinin elini sıkıp başarılar dilediler. Yazı tura atıldı, takımlar kalelerine geçtiler ve Kemal abinin başlama düdüğüyle maç başladı.

Maç başlar başlamaz karşılıklı iki gol atıldı. Bu taraftarların adrenalini yükseltmeye yetmişti. Takımlar da karşılıklı hareketlenmişlerdi. Gerçekten çok iyi bir maç seyrediyorduk.

Kemal abi disiplin içinde ve adil bir şekilde maçı yönetiyordu. En ufak bir kural dışılığa müsamaha etmiyordu. Bu yüzden iki takımın da oyuncularından bazıları peş peşe iki sarı kart gördüler. Ondan sonra oyun kontrollü gitmeye başladı. Botan takımının attığı bir frikik golüne, mor füzeler kornerden atılan şık bir golle cevap verdiler. Durum 2-2 olmuştu.

Bir o bir diğeri kale önüne geliyor ama sonuç alamıyordu. Adeta bir basketbol maçı seyrediyor gibiydik. Nitekim, ilk yarının son dakikalarında bu hızlı performanstan her iki takım da yorulmuş görünüyordu.

İkinci yarıya çıkan takımların yarı yarıya yenilendikleri görüldü. Sarı kart gören, sert oynayan, kuralları zorlayan oyuncular kenara alınmışlardı. İkinci yarı her iki takım da dikkatli bir oyun tutturmuşlardı.

İlk gol yine botan takımından geldi. Soldan gelen ortaya kafayla yükselen botanlı oyuncu topu mor füzeler takımının ağlarına göndermişti. Mor füzeler takımı buna on dakika içinde iki golle karşılık verdiler. Özellikle son gol bütün seyircileri ayağa kaldıracak kadar güzeldi. Bir orta saha oyuncusu santra çizgisinden söküp getirdiği topu botan takımının sıkı savunmasına rağmen kaleciyi de ters köşeye yatırarak gerçekten füze gibi bir vuruşla filelere gömmüştü. Skor 4-3 olmuştu, heyecansa tavandaydı.

Artık maçın ibresi mor füzelerden yana dönmüştü. Onların morali bozulmuş, mor füzeleri ise adeta daha da ateşlemişti. Maçın bitiş dakikalarına yakın bir gol daha attılar. Şampiyon artık belli olmuştu. Bizimse bağırmaktan sesimiz kısılmış, bir oturup bir kalkmaktan ve heyecandan dizlerimizde mecal kalmamıştı.

Kemal abi bitiş düdüğünü çaldığında havaya zıplayanlar, birbirlerine sarılanlar, hatta ağlayanlar birbirine karışmıştı. Bu arada çok şaşırtan bir şey oldu, botan takımı oyuncuları kazanan mor füzeler ekibini başarısından dolayı kutladı.  Onlar da botan takımı oyuncularını ellerini havaya kaldırarak seyircileri selamladı.

Bu manzara seyirciyi daha da coşturdu. Müdür beyin bile kupa vermek üzere yanlarına gittiğinde onlara katıldığını gördük. Dayanılacak manzara değildi.  Levent ve Hamit abiler ayakta alkışlıyor, Orhan'ın artık bağırmaktan sesi kısılmış, kızlar çığlık çığlığa zıplıyor, Okan'la Hasan'sa birbirine sarılmış, bıraksak Metin sahaya fırlayacak zor zaptediyoruz. Mehmet'in gözlerindeki yaşlarsa sicim gibi yanaklarından süzülüyordu.

Duygulu, hassa kardeşim benim !..Hem gülmek hem ağlamak nasıl oluyor o gün ondan canlı olarak görmüş oldum.

İlk üçe kupaları verildi. Türkmen oyuncuların oluşturduğu bir takıma ise ayrıca özel bir sempati çiçeği düşünülmüştü. Bu coşkulu tablo yaklaşık bir saat boyunca kalabalığı orada tuttu.

Nihayet Müdür bey ve ekibini takip eden kalabalığın bir kısmı kantine bir kısmı da bloklara dağılarak alanı boşaltmış oldular. O gece ve takip eden hafta yurtta gündem futbol turnuvasıydı. Hem kazasız belasız yapılabilmiş olmasından memnunduk,  hem de son derece güzel maçlar seyretmiştik.

Özellikle finalde yaşadığımız heyecanın tadını unutmamız mümkün değildi. Hele de maçın sonunda ve törende yaşanan manzaralar herkesin göğsünü kabartmıştı. Turnuvanın mağlubu yoktu, olmazlar olmuş, spor ve kardeşlik kazanmıştı. 

Ayrılık Olmasaydı

Haziran ayının ilk haftası Kurban bayramıydı. Memlekete gidip geldik. Bu sefer biraz buruk ayrılmıştık yurttan. Biz çantalarımızı toplarken Türki öğrenciler gidememenin verdiği özlemle bakıyorlardı bize. İyi kötü arkadaşlıklarımız bayağı ilerlemişti.

Eskiden olsa gürültüyle, şen şakrak çıkardık odalarımızdan. Merdivenler bavul, çanta tıkırtıları, arkadaş şakalaşmaları ile şenlenirdi. Bu sefer sessizce, adeta ayaklarımızın ucuna basarak çıkmıştık yurttan. Onların garipliklerine kimse tuz biber ekmek istememişti.

Aslında bayram ayın birinde Salı günü başlıyor, Cuma günü bitiyordu. Fakat, -öğrencilik böyle bir şey işte-çantasını kapan daha Cuma akşamından, cumartesi gününden sıvışmıştı. Sanırım arefe günü yurtta sadece Türki öğrenciler kalmış olmalıydı.

Döndüğümüzde hepsi gözümüzün içine bakıyordu. Sanki onlara memleketlerinden, anne babalarından haber getirmişiz gibi. ‘Kurban bayramında ne yaparsınız, ne yer ne içersiniz ?’ gibi sorular peş peşe geliyordu.

Bir kaç gün bu muhabet hemen hemen bütün odalarda, yemekhenede, kantinde revaçtaydı. Biz de anlattıkça anlattık…anlattık…Bir şeyleri olanlar paylaştı getirdiklerini. Özellikle kavurmalar kuru kuru ekmek arası yapılıp kısa zamanda tüketildi.

Haberi bu sırada duyduk işte: ‘Müdür gidiyormuş !..’Neymiş ? Neden gidiyormuş ? Ne zaman, nereye gidiyormuş ? soruları diğerleriyle yer değiştirdi çabucak.

İşin ilginç yanı haberi Türki öğrencilerden almıştık. Onlar da bayramda öğrenmişler. Kimse aslında net bir şey bilmiyor. Ancak, yurtta garip bir hava var. Özellikle Türki öğrencilerin üzüntülü halleri yüzlerinden okunuyor. Bir yandan da kendileriyle onca ilgilenen bu adam giderse neler olabileceğini anlamaya çalışıyorlar sanırım.

Haziranın ortalarına doğru haber doğrulandı. Ay sonunda yurtta yapılması planlanan sene sonu eğlence gecesi adeta bir veda gecesi gibi hazırlanıyordu. Müdürün Sakarya Üniversitesine Daire başkanı olarak gideceği kesinleşmişti çünkü.

Selim abiye tertip komitesinden bir öğrenci anlatmış: Müdür’ün muvafakatı verilmiş, artık Sakarya üniversitesine atamasının yapılması bekleniyormuş.

Gece için kantinin sağ yanındaki küçük anfi tiyatro hazırlanmıştı. Yaz akşamı hava çok güzeldi. Işıklar içinde bir açık alan ve ortada görkemli bir çadırlı sahne hazırlanmıştı. Alan, daha başlama saati gelmeden yüzlerce öğrenci tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu bile. 

Bu defa organizasyonda ve programda Türki öğrenciler de vardı. Hepsi heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Nereden bilsinlerdi o gecenin aynı zamanda yurda  bir perde gibi ineceğini.

Misafirler gelmiş, program başlamıştı. Her şey çok güzeldi. Şiirler okunuyor, şarkılar söyleniyor, fıkra ve muziplikler ard arda geliyordu. Öğrenciler coşku içindeydiler. Bir ara sahnenin sol yanında bir birikme oldu. Müdürün bir iki yardımcısıyla o tarafa gidip birşeyler konuştuğunu fark ettim. Bu arada kendisi de mikrofona davet edilmişti.

Sahnenin ortasına gelmiş, elinde mikrofon karşısındaki öğrenci kitlesine bakıyordu. Arkasında bir sandalyeye elinde bağlama bir öğrencinin oturduğunu gördük. Bazı öğrenciler alkışlayacak oldu, ama durumda bir gariplik vardı. Alana bir sessizlik çöktü. Önce bağlama bir türkü çalmaya başladı. Ardından, Müdür mikrofonu yaklaştırdı ve söylemeye başladı.

Şu kampüsün kapısına/Mail oldum yapısına/Telli kurban bağlayayım/Şu yurdumun kapısına

Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı

Bağlama gerçekten çok güzel, çok duygulu çalıyordu. Müdür de sanki türkü söylemiyor, bir veda konuşması yapıyor gibiydi. Herkes durumu anlamıştı. Nitekim, ilk dörtlüğün bitimine doğru alandan büyük bir alkış koptu.

Öğrenciler hem yaşadıkları şoku, hem de türkünün duygu yoğunluğunu yansıtıyorlardı. Müdür aynı ses tonu, aynı vurgu ile ama türkünün bazı kelimelerini değiştirerek ikinci kıtayı söylemeye devam etti:

Kara kazan kaynamasın/Atım cirit oynamasın/Vaktim geldi gider oldum/Beni seven ağlamasın

Bu sefer dörtlüğün bitmesini bekleyemediler. Öncekinden daha yüksek tonda bir alkış ve ses dalgası yükseldi alandan. Artık son dörtlük birlikte söyleniyordu:

Yüce dağlar olmasaydı/Laleleri solmasaydı/Ölüm Allah'ın emri de/Şu ayrılık olmasaydı

Müdür türkü söylemeyi bırakmış, el sallıyordu yalnızca. Bağlama çalıyor, Türkünün nakaratı yüzlerce öğrencinin ağzından defalarca tekrar ediyordu. Ön taraftaki misafirler de ayağa kalkmış alkışla eşlik ediyorlardı. O an fark ettim ki müdürün de gözleri yaşlıydı. Adam, ‘Allaha ısmarladık’ der gibi türkünün temposuna uymuş el sallıyordu.

Veda

Ertesi günü bizim ekip hep beraber müdürü odasında ziyaret ettik. Gideceğini anlamıştık ama kafamızda bir sürü soru vardı. Mesela Neden ?, daha kalamaz mı ? Peki, biz ne olacağız ?..türünden bir sürü soru.

Bizimle içtenlikle dertleşti. Zaten buraya bir seneliğine gelmiş. O sözünü tutmuş ama yukardakiler tutmamış. Elinden geleni yapmanın, sonuç almanın huzurunu yaşıyormuş. Ama, onun da düşünmesi gereken bir kariyeri varmış.

Bu iş yani yurt müdürlüğü onun için farklı bir alanmış. Gelmeden önce Muhasebe Mali işler Daire başkanı imiş. Üniversitede de İdari ve Mali işler daire başkanlığı yapacakmış. Yani kendi uzmanlık alanına dönüyormuş nihayetinde.

Ama burada yaşadıklarını, bizleri, birlikte yapıp ettiklerimizi unutmayacakmış. Anlatırken bir ara “Bir buçuk yılda on beş sene yaşadım gibi geldi bana” dedi. Bazı anılarını, başından geçen hoş, garip, ilginç olayları anlattı.

Tek kaygısı, ondan sonra buranın tekrar bozulması imiş. “Ben bir yurt müdürü değildim, daha önce de öyle bir tecrübem olmamıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de bu yüzden bazı şeyleri yapabildim. Yoksa normal, deneyimli bir müdürün işi değildi bunlar” diyordu.

Adeta, hiçbir şey düşünmeden, yalnızca yangını söndürmeye çalışan bir adam gibi yapmış bütün bunları. Başarılı olunmuş ama böyle sürebileceğinden de emin değilmiş doğrusu. Ancak bir konuda müsterihmiş: “O da sizler gibi binlerce öğrencinin buradaki huzuru, gelinen noktayı gördükten sonra yapılanlara sahip çıkacaklarını düşünmem” dedi bize.

Görüşmenin sonunda hepimize adımızla hitap ederek ayrı ayrı tokalaştı. Belki biz gittikten sonra Temmuz içinde ayrılabilirmiş.

“Onun için belki bir daha görüşme imkanımız olmaz” demişti. “Hakkınızı helal edin” dedi. “Helal olsun !” diye cevapladık hep bir ağızdan. “O zaman ben yurt FM’i kapatayım artıkın” dedi Orhan. Sanki “şu dükkanı kapatayım” der gibi söylemişti. Hep birlikte gülüştük.

Yüzümüz gülüyordu, ama içimiz şimdiden burulmuştu. Yanından ayrıldığımızda odaya kadar hiç konuşmadan yürüdük. Kapıyı ilk Levent abi açtı, bir hışımla elindeki kitabı masaya vurdu: “Lan ! Tam adam gibi adam tanıdık, o da gitti gidiyor iyi mi ?”

  

Sancı

Müfettiş

Öğrenciler yavaş yavaş yurdu terk ediyor. Dışarıda temmuz sıcağı bütün yakıcılığıyla basmış durumda. Biz bu arada bütün gücümüzle giden öğrencilerden boşalan yurdu toplamaya çalışıyoruz.

Bir telefon…Ankara'dan Müfettiş gelmiş. Araba gönderip çekirge misafirhanesinden alınmasını istiyor. Hayır olsun inşallah !.. Hemen bir araba gönderiyorum. Gelen bir başmüfettiş.

Kendisini Ankara'dan iyi hatırlıyorum. Özellikle de daire başkanlığım süresince çakır kısık gözleri ve kinini saklamaya çalışan aşırı nazik  'bir gün elime düşersin' hallerinden çok iyi tanıdığım birisi. 

Önceleri doğal müfettiş halleriyle başlıyoruz: "Ben bu odada çalışacağım, arabam istediğimde hazır olmalı, çağırdığım herkesi gecikmeden isterim !.." filan falan. Sanki o gelince yurtta hayat duracak, herkes hazırola geçip gözünün içine bakacak. 

Görünüşte son derece kibar. Ama o kısık çakır gözleri adeta avını görmüş yırtıcı gibi parlıyor. Kinle kıvrılan dudakları arasından sözler adeta bir yılanınki gibi tıslayarak çıkıyor. Ne istiyorsa yerine getiriliyor haliyle. "Hasbünallah !.." Endişelenmek değil ama "Dur bakalım ne çıkacak ?" diye meraklanıyorum.

Ve yan odadan daktilo takırtıları gelmeye başlıyor… Müdür yardımcıları, yönetim memurları, işletmeciler…Biri çıkıp öbürü giriyor odaya.

Anlaşıldı, buraya gelmesi için talimat almış, ama beni neyle suçlayacak acaba ? Bu daha belli değil demek ki. Önce etrafımdan bilgi belge toplayıp en son bana vuracak anlaşılan. 

Böyle bir şey olabileceğini baştan beri biliyordum zaten. Bekliyordum da…Özellikle de Genel Müdürle telefonda ve Ankara'daki makamında yaptığım münakaşalardan sonra.

Burada yaptıklarım zaten kural dışı, normal dışı şeylerdi. Yani suçlanmam için malzeme oldukça bol. Sadece celladım ne zaman gelecek ve kim olacak o belli değildi.

Bir gün, üç gün, beş gün geçti, henüz beni çağırmış değil. Bu arada yemekte, çay sohbetinde, mesai bitimi serin akşam saatlerinde hiçbir şey yokmuş gibi muhabbet ediyoruz. 

Kendine göre zeki ya, zaman zaman "Başkanım sen burada olacak adam değilsin, Ankara'ya ne zaman döneceksin ?" ya da "Burası çok sıkıntılı ve tehlikeli. Nasıl yaptın da bir buçuk yıl dayandın ?", "Senden öncekiler ya bir ay ya üç kalabildi, sonra da bir yolunu bulup kaçtılar. Sen altı yılda on birinci Müdür imişsin galiba. Daha kalacak mısın ?" gibi ağız yoklamaları çekiyor.

Ben de dobra dobra cevap veriyorum: "Siz de biliyorsunuz, ben yurt müdürü değilim. Hiç olmadım. İşim muhasebe, yani hesap kitap. Buraya söz verdiğim gibi bir yıllığına geldim. Anarşi ve terör yangınını söndürmek için Ankara'da bana çok sözler verildi. Destekleyeceklerdi, ne gerekiyorsa vereceklerdi. Sürem bitti, ben sözümü tuttum, kaçmadım, geldim ve çalıştım.

Ama Genel Müdürlük sözlerinin hiçbirini tutmadı. Her şeye rağmen burada büyük bir mücadele verildi ve bazı şeyleri başardık. Kolay olmadı tabi. Bu bir buçuk sene benim için sanki on beş sene gibiydi.

Ben görevimi yapmanın iç huzuru içindeyim, bırakırlarsa da gideceğim elbet. Tabi onları da kendi ayıplarıyla baş başa bırakarak…"Dikkat ediyorum bu tür konuşmalarım onu daha da dengesiz yapıyor.

Satranç oyunu

Bazen satranç oynuyoruz. Zaten süreç de gittikçe adeta bir satranç oyununa dönüşüyor. Karşılıklı hamleler birbirini izliyor. Neredeyse yurttaki bütün sorunlar masada. Kimi piyon, kimi at, kimi fil. Hala asıl hamlenin nereden geleceğini bilmiyorum.

Aslında o kadar çok zaaf noktası var ki, bunların didiklenme ihtimali beni de ürkütüyor. Bu yüzden zaman zaman karamsarlığa düşüyorum. 

Çok şükür yüzümü kızartacak bir işim olmadı ama izahı güç pek çok da iş yaptık burada. Tıpkı bir yangın esnasında, ya da kanlı bir çatışmanın ortasında can havliyle yapılanlara benziyor. Ancak, olanları değil de, o anı yaşamayanlara o hali sonradan anlatabilmek çok zor.

Karşılıklı yoklama, derinleşen  gerginlik nihayet vezirin  şah mat çekerek oyuna girmesiyle son buluyor. Sorular ilginç: "Burada birtakım işler için bütçe dışı harcama yapılmış. Bunların kaynağı ne ? Nasıl oldu da bu kadar kaynak bulup harcama yapabildiniz ?" Diğer sorular piyonluk rolde. Asıl ağır top bu. Yani kısaca "Nereden buldun ?.."

Tabi bu soruları destekleyen bir sürü teferruatla birlikte. Onbir soruluk bir iddianame bu. Okuyunca derin bir nefes alıyorum. Doğrusu onlara göre tam şah matlık bir hamle. Ancak bana göre beklediğim pek çok meseleye nazaran bu o kadar da ölümcül olamaz. Çünkü, elim hala sağlam ve henüz oyun bitmiş değil. 

Belki de onların pek bilmediği, benimse Ankara'da oluşmasına katkı yaptığım bir alanda saldırmakla oyunun en vahim hatasını yapmış oldular. Oldukça stratejik bir hata bu.

İstedikleri olmayacak, o ve arkasındakiler şah mat yaptıklarını zannederken oyunun uzadığını görecekler. Bu da bana zaman kazandıracak ve Üniversiteye geçtiğimde onlar sadece yarım kalan oyunlarıyla baş başa olacaklar. Zira oyundakilerin sadece bu başmüfettiş olmadığından adım gibi eminim.

Konu özetle Yurtkur vakfından sağladığım ilave finans imkanıyla ilgiliydi. Aslında o kaynağın doğmasına da büyük ölçüde katkım olmuştu. Çünkü, tam üç yıl o Vakfın denetçiliğini yapmıştım. Temelde Vakfa bağış sağlamak üzere yurt müdürlerini teşvik etmeye yönelik bir sistemdi söz konusu olan.  

Böylece temin edilen bağışın yüzde ellisi yurt müdürlüğünde kalmış olacaktı.  Yurt müdürü bu parayı bütçenin elvermediği ya da satınalma prosedürü açısından zor ve zaman alan ihtiyaçlar için kullanabilecekti. Tabi ki öncelikli ve acil durumlar için getirilen bu harcama imkanı bizim gibi 5000 kişilik bir yurtta oldukça ciddi bir kaynak demekti.

İşte onların beni vurmayı hesapladıkları bu konu, benim için temeli sağlam ve yasal bir kaynak-harcama formülüydü. Tabi ki cevaplarını aldılar. Her şey açıktı; alınan bağışlar, banka hesabı, harcama belgeleri, personel görevlendirmeleri ve yapılanlar ortadaydı. Gerçekten bir yıllık sürede o gün için önemli sayılabilecek büyük bir meblağ toplanmıştı.

Bunun yarısı Ankara'ya gitmiş, kalansa önemli bir kısmı yabancı öğrencilerin acil ihtiyaçlarına olmak üzere yurtta gerekli işlere harcanmıştı. Bu kaynak sayesinde yurtta pek çok zorunlu onarım bakım, yenileme ve hizmet imkanı bulabilmiş, sosyal ve kültürel etkinlikleri destekleyebilmiştik.

Bu kadar büyük miktarda bağış toplayabilmemizin temel sebeplerinden birisi de yurtta kaçak kalan öğrencilerin makul bir bağış karşılığında misafir öğrenci olarak barındırılabilmesiydi. Bu sistemden önce kısa süreli barınma talepleri karşılanamıyor, bu da yurtta kalan kaçak öğrenci sorununu körüklüyordu. 

Getirilen bu formülle günlüğü belirlenmiş bir bağış ve kimlik karşılığı geçici misafir öğrenci kartları veriliyordu. Alan razı veren razıydı yani. Üstelik örgüt üyesi maksatlı girişler hariç kaçak öğrenci sorunu büyük ölçüde çözülmüştü. Sadece bu işlemin o zamanlar yurt idare işletme yönetmeliğinde yeri yoktu !..

Muvafakat 

Savunmamın son bölümü oldukça duygusal ve vurucuydu. Resmi bir söylem dışına çıkarak bunları yazmaktan kendimi alamamıştım. Zira bazı şeylerin kayda geçmesi gerekiyordu. Böyle bir anarşi ortamına bin bir vaad ve sözle gönderdikleri bir adamın çözüm için çırpınmalarını anlattım orada.

O mücadelede yanımda olmayanların şimdi ıngır zıngır konularda hesap sormaya kalkmalarını manalı görüyordum.  Verilmeyecek bir hesabım yoktu ama teşekkür edilecek yerde bana reva görülen bu tavır hiç de hoş değildi.

Pek çok şeyi kural dışı yaptığımız doğruydu. Ama göreve başladığım bir buçuk sene öncesinde burada kural var mıydı, kalmış mıydı ki ? Beni buraya adeta ateşe atar gibi gönderenler bunu da pek ala biliyor olmalıydılar.

Bırakalım geçmişi, bir sene öncesinde bile nerede idiler ? Değil müfettiş, buraya herhangi bir yönetici gelebiliyor muydu ? O zamanlar hiç ortalarda gözükmüyorlardı.

Şimdi o günler geçmiş, yurtta önemli ölçüde güven, huzur ve emniyet sağlanmıştı ya. Yüzsüz bir çirkinlikle gelip kusur, kabahat, suç arıyorlardı. Kasıtlı geldikleri o kadar belliydi ki su-i niyetlerinden elleri ayaklarına dolaşmıştı.

Onca didiklemeden sonra, yurdun devasa sorunlarını görmezden gelerek çıkara çıkara teşekkür edilecek örnek bir uygulamayı dile dolamışlardı. Hem de bir kabahatmiş gibi.

Memurluğun bu kadir kıymet bilmezliği zaten hep midemi bulandırmıştır. Teftiş mekanizmasını tetikçiliğe dönüştürenler, buna alet olanlar bu ülkede böyle garipliklerle bindikleri dalı kesip durdular yıllarca. Neyse…

Çakır gözlü sarı çiyan gitti…Sarı zarflı mühürlü dokuz sayfalık on bir sorunun cevapları da hemen ardından, ondan daha büyük boy sarı zarf içinde ve on dokuz sayfalık imzalı mühürlü bir savunmayla iade edildi. 

Şimdilik hücum geri püskürtülmüştü. Ama, anlaşılan burada kaldığım sürece bu saldırılar devam edecekti. Çünkü hükmüm önceden verilmiş olmalıydı. Haklı olmak, başarmış olmak  yetmiyordu.

Aksine, bu onlar için son derece rahatsız ediciydi. Bu sefer olmadıysa bir dahakine, yoksa bile bir 'suç' ihdas etmek için uğraşacaklardı. Uğraşmanın bir yararı yoktu, artık gitmeliydim.

Zaten epeydir muvafakat bekliyordum. Ancak bu son durum müdahale etmeyi zorunlu hale getirmişti. Üniversiteyi ve bazı siyasileri aradım. Muvafakatımı imzalaması için genel müdüre baskı yapılmasını istedim. Anladıkları dil buydu, ben de o dilden konuşuyordum artık.

Haftasına genel müdürlükten muvafakatın çıktığını haber verdiler. On gün içinde de süreç üniversitede atama yapılacak aşamaya geçmişti. Yurttan ayrıldım ve ailemi tatil için memlekete götürdüm.

Biliyordum ki artık bu gidişin dönüşü yoktu. Bundan sonra ancak ev eşyamızı nakletmek için gelecektim. 

Ayrılırken ardımda küçülen devasa yurda son kez baktım. Zihnime dolan zor günleri, saatleri hatta dakikaları silip atmak istiyordum. Beraber mücadele ettiğimiz mesai arkadaşlarımı, öğrencilerimi düşündüm sonra. Hepsi gülümseyen simalarıyla bana el sallıyorlardı. Ben de boşluğa el salladım birkaç kez…

Mırıldandım: "Elveda bir buçuk yılım ! Elveda onbeş yıl gibi geçen en zorlu bir buçuk yılım ! Elveda güzel anılarım, başarım, eserlerim ! Elveda yurdum ! Elveda Bursa !.."

Yeni sayfa: Adapazarı

Bindiğim vasıta şehir içinde ilerliyor. Adapazarı'na en son öğrenciliğimde gitmişim. 22-23 yıl geçmiş aradan. O günden sadece spor salonunu hatırlıyorum bir de şehir merkezindeki bulvar tanıdık geliyor. Etrafıma bakarken burada beni bekleyen şeyleri hayal etmeye çalışıyorum. Yeni bir şehir, yeni insanlar, hayli yeşil bir ortam. Temmuz sıcağında nedense hoş bir serinlik çarpıyor yüzüme.

Güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum. İşte nihayet bu yeni işle birlikte epeydir özlediğim huzur, refah ve başarı beni bekliyor olmalı. İnşallah artık daha mutlu ve güvendeyiz. Sıkıntılı günler Ankara'da ve Bursa'da kaldı. Kötülerini unuttum bile, güzel şeylerse yanımda. 

Kim ne derse, ne yaparsa yapsın kaçmadım, mücadele ettim ve başardım. Hem de hiç deneyimim olmayan bir alanda. Bunu biliyorum. Ardımda şahitlerim var. Aynı mücadeleyi, aynı korkuları, aynı sevinçleri yaşamış gençler onlar. Onlar da unutsa bile ne gam. Rabbim yaptıklarımı biliyor ya.

Bursa'da arkamda bıraktığım hizmetler tam da 'İyilik et, denize at, balık bilmezse Hâlik bilir'  ata sözündeki gibi. İnşallah yaptığım şeyler de 'iyilik' sayılacak hallerdendir. Bunları bir karşılık beklemek için yapmadım. Bir yangınla karşılaşan, kazada yaralanan insanlara yardıma koşan biri gibi davrandım. Hiç düşünmeden koştum ve yardım ettim. Hiç sağıma soluma bakmadım. Hasbi davrandım, başka hesabım olmadı.

Kıymeti bilinmese de o iyilikleri memleketim için, orada çalışan insanlar için, oradaki gençler için yaptım.

Ben bunları düşünürken zihnimde münasebetsiz bazı şeyler araya giriyor. "Yeni bir iş, yeni bir mücadele demek, burada da zor günler var,..." Bu düşünceler biraz tedirgin ediyor beni, yüzüm buruşuyor. Olabilir diyorum, ama şimdilik her şey meçhul.  "En azından esas kariyerime geri dönmüş oluyorum değil mi ?" diye teselli ediyor bir başka ses.

Ozanlar... Adını taşıdığı bir mahallede eski bir lise binası. Üniversite de 92'de kurulan yeni üniversitelerden. Kurucu rektör Ramazan Evren. Genel sekreter Ömer İnan. Rektör yardımcısı Sami Güçlü. SKS başkanı Muzaffer Elmas. Hocalar Harun Taşkın, Hüseyin  Gazibaş, Sami Şimşek, Adem Uğur, Sami Şener ve daha bir çokları... Bunlar hep öğrencilikten bildiğim, tanıdığım isimler.

Şimdilik beraber çalıştığım Bedrettin Yıldırım, Zeki Tocoğlu ve Zübeyir Yılmaz da çok güzel arkadaşlar. Öğrencilik zamanımızda aynı çizgide bulunduğumuz insanlar bunlar. Kendimi evimde hissediyorum. İşte bir temmuz sıcağında daha "Ya Allah !" deyip işe başlıyorum.

Birkaç gün içinde atamam yapılıyor. Sakarya Üniversitesi İdari ve Mali İşler Daire Başkanı oluyorum. Ama ne bir yerim ne de personelim var. Üniversite bizim elimizde inşa olacak. Eski bir okuldan büyük bir üniversiteye, barakalardan kampüse dönüşüp büyüyecek. 

İşte bizim burada yaşayacağımız ve parçası olacağımız hikaye de şimdi bu…