10 Mart 2018 Cumartesi

10 Mart 2018 Salı 00:30 LİSE HATIRALARI...............................Baharda açan tomurcuklar gibi

Baharda açan tomurcuklar gibi

II.sınıfta bazı hocaların muhalefetine rağmen Fen kolunu seçtim. Zoru, mücadeleyi severdim ama o yılın bu kadar ağır geçebileceğini hiç düşünememiştim doğrusu. 

İngilizce zaten hep başımın belası olmuştu. Matamatik, geometri ve fizik ise bir karabasan gibiydi. 

Balıkesir lisesinin klasını, yatılı olmanın değerini ve hocaların kıymetini o günlerde anlayamamıştım. Bunu sonra sonra daha iyi anladım. O yıl bayağı süründüm diyebilirim, ama bu sayede çok sağlam bir temelim olmuştu. 

Hakkını yememeli her şey bu denli kötü değildi tabi ki. Mesela genç ve güzel Psikoloji hocamız sayesinde kendimize geliyor, canlanıveriyorduk. 

Aramızda ufak ufak ilk tartışmaların yaşandığı, hatta bazı arkadaşlarımızın sivrilmeye başladığı bir dersti o. 

Ayrıca, galiba kendimizi keşfetmenin gururunu, topluma bakışımızın şekillendiğini fark etmenin de heyecanını yaşıyorduk. 

Ama, (hocamızı burada sevgi ve minnetle anıyorum) nedense psikoloji dersine girerken kalbimiz daha bir tatlı tatlı çarpardı.

İşte, onca zorluğuna rağmen, bir yandan da baharda açan tomurcuklar gibi çocukluktan gençliğe uyandığımız bir yıldı o sene. Kendimize baktığımız, etrafımızdaki güzel kızlara kaçamak, ürkek bakışlar attığımız günlerdi. Her akşam aşık yatar, her sabah yeniden kıpır kıpır helecanlarla uyanırdık. Gün içinde sürekli dam derken samanlık söylediğimiz için terslenir, çam üstüne çam devirir, bunalımlara girerdik. Çok hayal kurduğumuz ama nasılsa yeniden yeniden umutlanmayı becerebildiğimiz tam bir kırılma noktasıydı o dönem. 

Tabi bir taraftan alabildiğince komik şeyler de yaşanıyordu. Dakikalarca ayna karşısında sivilcelerimizle, saçlarımızla uğraşıyorduk. Sabah mütalaasında kurşun kalemin ucuna jilet takıp, küçük el aynasına bakarak genç bıyıklarımızı tıraş etmeye çalışıyorduk. Akşam mütalaalarında aramızda garip garip spor gösterileri düzenliyorduk. Lastik gibi genç vücutlarımızla arkaya doğru köprü kurmalar, oturma minderlerimizle boks yapmalar vs. hangi birini sayayım. Özellikle o dönemde bol bol oynadığımız seyircili, tezahüratlı "Amiral Battı" nın uzmanı olmuştuk adeta.

Dayak ? O çok doğal bir olaydı. Son derece trajik dayak vakaları bile, aramızda sıradan bir mizah konusu olabiliyordu. 

Sömestr sonrası kaymak Hasan'dan yediğimiz zayıfın karesi kadar torna sopasını sanıyorum o dönemi yaşamış bütün arkadaşlarım unutmamışlardır. 

Kaymak Hasan Müdür olarak aynı zamanda biz yatılıların da velisi sayılıyordu. Nöbetçi olduğu bir akşam elinde 40 santimlik bir sopa olduğu halde öğretmenler odasına karargah kurdu. 

Sırayla herkesi çağırıyor, sopa her inip kalktığında "Çat ! Çat! Çat!.." sesleri koridorda yankı yaparak kulaklarımıza doluyordu. O saatlerin nasıl geçtiğini ömrüm oldukça unutamam. Dayağı yiyen kıpkırmızı bir surat, morarmış kabarmış ellerini oflaya puflaya dönüyordu aramıza. 

Sınıflarda bir ölüm sessizliği vardı. Sade, kaymak Hasan'ın bağırmaları ve o korkunç "Çat ! Çat! Çat!.." sesleri. 

Dedim ya biz böyle bir olayı bile eğleşmeye çevirebiliyorduk. Bizim Temel'in resim yeteneği vardı. Sırasını beklerken kendi ellerinin resmini çizmiş. Zayıfının karesi kadar sopa yedikten sonra o haliyle bu defa da morarmış ellerinin resmini yapmış. "Böyleydi, böyle oldu !.."diye de yazmış altına... 

Dayak ve Temel ! Ne kadar çok anımız var. O her haliyle bizim neşe kaynağımızdı zaten. 

Bir gün Nazmi hocanın dersindeyiz. Konu "Şiir ve İnşa" adlı bir okuma parçası. Daha dersin başında kimsenin çalışmadığını anlayınca sinirlendi. O da yatılıların hocası ya, hadi bakalım bütün yatılılar tahtaya. 

Birer birer soruyor: "Oğlum bu şiir ve inşa ne demek ?" Cevaplar abuk sabuk, hık mık..Her seferinde biraz daha sinirleniyor tabi. 

Bir taraftan da "Siz yatılılar böyle yaparsanız,…" diye başlayıp saydırıyor. Susurluklu olduğum, babam bakkal olduğu için -onun da babası bakkaldı- beni severdi. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, çünkü ben de çalışmamıştım ama sıramı savdım. 

Sıra Temele geldi, aynı soruyu ona da sordu. "Söyle bakalım Temel, şiir ve inşa ne demek ?" Temel'de aslında bizden farklı bir şey söylemedi. O da "Ehem..şeyy,yani..şiir inşa etmek hocam" gibi şeyler geveledi ağzında. Ama, diyorum ya hali tavrı komikti zaten adamın. Birden Nazmi hocanın iyice zıvanadan çıkıp dehşetli bir tekme savurduğunu, Temelin de kapıya doğru uçup, bir top gibi koridora fırladığını gördük. Hoca bile dondu kaldı bu işe. Bir anlık tereddütten sonra gitti kapıyı açıp koridora baktı endişeyle. Ama, koydunsa bul Temel toz olup uçmuştu adeta.

Çocukluğumda bana ulaşılması güç, hayal gibi gelen lise çağlarım da tükeniyor artık. 

Evet lise II.sınıftayım. Bu seviyeye nasıl gelebildiğime şaşmıyor değilim. Fakat gelmişim işte. Bir masal gibi geçen çocukluk yıllarım beni buraya kadar uçurmuş işte. 

Bu yükseliş, bu seviyeye gelişim omuzlarıma o kadar ağır sorumluluklar yükledi ki ne yapacağımı ne edeceğimi şaşırmış bir durumdayım.

Çocukluk yıllarımı yavaş yavaş istemeyerek bıraktığımı, daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımı, bu arada hayatın hata affetmeyen katı gerçeklerini öğrenmeye çalıştığım zor, gerçekten zor bir devre geçirdiğimi biliyorum. Hatta, şimdiye kadar da bu kadar buhranlı bu kadar sıkıcı anlar geçirdiğimi hatırlamıyorum.

Çocukluk anıları...Ne kadar da saf ve temizdirler. İçlerinde düşünmekten kafa patlatmaktan eser yoktur. Daha doğrusu çocuk için şu an mühimdir. Onlar kendilerini ailenin kralı ilan edip arpacı kumrusu gibi düşünmezler. Onlar "bu yolun sonu neye varır" demezler. Tam bir serbestlik ve neşe doludur içleri. 

Gelgelelim ailesi tarafından tek mutluluğu olan "oyun oynama"yı elinden alırlarsa o çocuk mutlu olamaz. Olsa bile içinde çocukça bir diş bileme vardır. Ailesine karşı daima çekingendir. Bu çekingenlik çocuğun benliğine öyle yerleşir ki ancak çok zor hatta çok fedakarlıklarla bundan kurtarabilir.

9 Mart 2018 Cuma

09 Mart 2018 Salı 00:30 LİSE HATIRALARI...............................Lise bir yokuşu

Lise bir yokuşu

Lise I.sınıfa Balıkesir Lisesinde 25 Eylül 1970'te kayıt oldum. Şubemiz I-G idi. Spor salonu tarafında kantine yakın koridorun en dibinde arka bahçeye bakıyordu. 

O yıl bende iz bırakan iki hoca ve çoğu yatılılıkla ilgili bir çok anımı hatırlıyorum.

Mesela Edebiyat hocamla aram çok iyiydi. Öztürkçe kullanmamızı teşvik eder, sınıfa TDK'nun yeni kelimelerini asardı. Nazmi Alp hocayla da bu yüzden çok ters düşerler, biz de arada kalırdık. 

Edebiyat hocam, bir kompozisyon sınavında yazdığım "İstanbula boğaz köprüsü yapılırken…" başlıklı yazıma tam 10 puan vermişti. Konusu, ülkede bir taraftan boğaz köprüsü yapılırken, diğer yanda Anadolunun bir köyünden sırtında hasta ninesini şehre götüren bir gencin hikayesiydi. Hem konu, hem içerdiği çelişki ve de kullandığım öztürkçe kelimeler demek ki tam da onun istediği şeydi. Bu yüzden beğenmişti yazımı.


Yeni genç kimya hocamız Meral Kurudere'yi ise ilgiyle dinlerdik. Ders anlatırkenki ona özgü zarif hareketleri, al al kırmızı yanakları bize ve dersine düşkünlüğünü unutamam. 

Lise bir, belki 20-30 kişinin ahşap ranzalı odalarda kaldığı binanın üst katındaki yatakhanede geçti. Nazmi hoca gibi, bekar hocalar da aynı yatakhanede kalıyorlardı. 

Onun akşamları yatma saati geldiğinde "kaybol !" sesi duyulunca koridorda kimse kalmaz, ışıklar söner, herkes yatağına gömülürdü. 

Sabahları da ahşap ranzalara vurulan "Tak, tak, tak…" sesleriyle uyandırılırdık. Hemen kalkar, havlusunu kapan tuvaletlere koşardı. Çünkü sabah mütalaası için sadece yarım saatimiz olurdu. 

Asker usulü yatağımızı düzeltir, giyinip hazırlanır, kitabımızı defterimizi alır aşağı sınıflara inerdik. Arkamızdan da yatakhane koridoru kapıları kilitlenirdi hemen.

Sabah mütalaası bir saat sürerdi. Sonra, saat 7 de kahvaltı için aşağıya, bodrum kattaki yemekhane kapısına yığılırdık hepimiz. Kahvaltıda tatsız tuzsuz kazan çayını içmek, yeşillenmiş yumurtaları, kötü zeytin ve tabağa konulan sıvı tahinleri yemek zorundaydık.  Aksi halde aç kalırdık. Çünkü, kendi tayınıyla doymayıp, artanları bile masa masa dolaşarak toplayıp yiyen iştahlı arkadaşlarımız ve abilerimiz vardı.

Dersler bitip, okul bize kalınca birkaç kafadar arkadaş akşam mütalaasına kadar kendi icadımız olan bir oyunla vakit geçiriyorduk. Dışarda bir kenarda pinpon masası vardı. Tabi ne file var ne de raket, top. Nerden bulduysak yumruk büyüklüğünde plastik bir topla  iki tahta parçası bize o masa üzerinde garip bir eğlence fırsatı veriyordu. Tahtaların çıkardığı "Tak, tuk" sesleri ile bizim çocukça şamatamız birbirine karışıyordu. O kadar dalıyorduk ki oyuna baş mümessiller bizi sopayla mütalaa salonuna götürüyorlardı.

Hafta sonları en büyük eğlencemiz 4 film birden sinemaya gitmekti. Sabah 10'da girdiğimiz  sinemadan akşama doğru saat 6'da çıkıyor, karanlığa alışmış gözlerimiz ve sarhoş kafamızla dilimiz çıka çıka yokuşu tırmanıyorduk. 

Mütalaaya yetişemezsek nöbetçi hocadan dayak yemek üstüne kaymak oluyordu çünkü.

Akşam mütalaaları arada yemek olmak üzere iki taneydi. 

Minderlerimizi alıp, şıpıdık terliklerimizle mütalaaya inerdik. Her küçük sınıfın öğretmen masasına bir 6. sınıf abisi otururdu. Biz ödevlerimizi yaparken o da kendi dersini çalışırdı bizimle beraber. O bize susun, çalışın dese de biz en ufak fırsatı kaçırmaz ders kaynatır gibi hemen bin türlü yaramazlığı yapardık. Nöbetçi hocalar elinde sopayla dolaşırlardı. Tabi anında ses soluk kesilirdi. Özellikle Kaymak Hasan'dan çok korkardık.

O sene böyle şeyler ve bunalımlar içinde geçti. Eskiden iftiharlar getiren yılmaz şimdi bir dönemde 2 zayıf birden getirmişti. Ders başına çöktüğümde aklımı tam manasıyla veremiyor, nefsime yenilerek eğlenceye dalıyordum. Yine de ikinci dönem iki zayıfı da kurtararak bitirebilmiştim.

8 Mart 2018 Perşembe

08 Mart 2018 Pazartesi 21:30 LİSE HATIRALARI.......................Kırk yıl sonra

Kırk yıl sonra

Liseden mezun olalı aradan kırk yıl geçmiş. Bir ömür. Geçmişin bir ucunda diğerleriyle pek çok şey paylaştık. Şimdi zamanın bu ucunda birbirinden uzak hayatlar sürdürüyoruz. 

Düşündüm de bugün onlarla paylaşabileceğim en kıymetli şey yine o anılar. 

Hepimizin yaşadığı, belki benim gibi bir çoğunun yazmaya çalıştığı azından hatırında kalan o en çocuksu şeyler. 

O günlerde hatıra defterime şöyle yazmışım:

Hayat denilen şey nedir ki ? / Bir ömürden ibaret / Su gibi geçen zamandan / Gelip geçici zevk anlarından / Bazen de hüzünlü dakikalardan / Nihayet zevkiyle, hüznüyle beraber / Dopdolu bir şarkı değil mi ?!..

Sonra da şöyle bir not düşmüşüm: 'Belki bu defter geride kalan günlerimin mezarı olacak. Ama benim geçmişimi anlattığı için çok kıymetlidir.' Bir Nisan 1974'te de bu satırları 'Çok aptalca' bulmuşum. 
---
İlkokulu pekiyi derece ile bitirmiş ama üç imtihana girmeme rağmen hiçbirini kazanamamıştım. Dedem beni Ortaokula yazdırdı. 

Orda okuma azmim sayesinde sınıfımda kısa sürede sivrildim. Öğretmenlerim beni seviyor ve hatta koruyordu. 

Öyle ki derslerde hiç okumadığım, çalışmadığım zamanlar bile parmak kaldırıp tahtaya çıkacak kadar atılgandım. Büyüdükçe bu cesaret kayboldu tabi.

Sene sonunda bir imtihana (Parasız yatılı) daha girdim. Yine kazanamadım. İkinci yıl da ortaokula böyle devam ettim. Derslerim yine aynı derecede parlaktı. Sene sonunda girdiğim imtihan (ki üçüncü defa oluyordu) işte o bana Balıkesir lisesinde yatılı okuma imkanı verdi.

Böylece orta 3'ü Şimdi Balıkesir orta okulu olan (1970 de) o zaman Balıkesir Lisesine bağlı eski orta okul binasında okudum.

Ilk gittiğim yıl eski binada en üst kat yatakhaneydi. Mazot kokulu tahta döşemeler ve aşınmış merdivenler hatırlıyorum. Tahta ranzalarıyla, zeminde kantin ve çocuk kollarımla tam saramadığım sütunlarıyla kasvetli ama bir o kadar da heybetli bir binaydı. Orası evimden ilk kez ayrı kaldığım yerdi.

Rahmetli dedemle kayıt için Balıkesir'e gittiğimiz günü hiç unutamam. Neden bilmem ilk işlemler valilik binasında yapıldı. Adamcağız şapkasını indirmiş, ne yapacağını bilmez halde elinde evirip çeviriyordu. 

Bense çocukluk umursamazlığı içinde ellerimi arkaya bağlamış; odaları, memurları etrafı seyrediyordum. 

Arada bir dedemin beni dürtüklediğini hatırlıyorum. Kaş göz işaretleriyle ellerimi arkada bağlamamam gerektiğini uyarıyordu. 

Bir an için ona uyuyor, sonra dalıyor, ellerim yeniden arkama gidiveriyordu. Nedense onları ne yapacağımı bilemiyordum. Beni ve dedemi dinlemiyorlardı. Bu arada çatık kaşlı, gözlüklü memur soruyor, kağıtlar gidip geliyor, dedem şapkasıyla ben ellerimle uğraşıyordum.

O akşam dedem beni eski binada bırakıp gitti. En üst kat yatakhaneydi. Bina bana oldukça büyük, kasvetli ve bir o kadar da heybetli gelmişti. Girişte çocuk gözlerime dev gibi gelen sütunları, mazot kokulu tahta döşemeleri ve aşınmış merdivenleri vardı. 

Tahta ranzalarda yattığım ilk gece dedemden, nenemden, anamdan, babamdan, kardeşlerimden ilk kez ayrı kaldığım saatlerdi. Korkmuştum, garip bir duygu çökmüştü yüreğime. Kar gibi beyaz nevresimi burnuma kadar çekip ağladım, ağladım…

Sabah bir gürültüyle uyandım. Işıklar yanmış, bir adam dikilmiş, tahta ranzalara vurup duruyordu: "Haydi uyanın bakalım ! Mütalaya." 

Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyordum. Herkes ne yapıyorsa onu yapmaya başladım. Tuvalete koştum, elimi yüzümü yıkadım, giyindim. Ama bu arada yatağımı toplamayı unutmuşum. Ne bileyim hiç yatak toplamamıştım ki. 

Ranzamın başında yine o dev gibi adam duruyordu: "Bu yatak senin mi ?" "E..e..evet !" "Niye toplamadın yatağını ?" "Be..be..ben mi ?" "Elbette sen, ne sanıyordun beyzadem ? Yatağını da biz mi toplayacağız yani ?" 

Şaşırmış, öyle bakıyordum. Bereket benden birkaç gün önce kayıt yaptırmış bir arkadaşım kolumdan çekti, yatağımı birlikte topladık. Yoksa daha ilk günden temiz bir dayak yemek işten bile değildi.

Ona şöyle söylediğimi hatırlıyorum: "Hergün mü böyle yapacağız ? O adam öğretmen mi, bizi döver mi ? Dedemin hökümat dediği adam o mu yoksa ?.. Eve ne zaman gideceğiz ?.."

Yeni yatılı okulum zaman zaman beni ürkütmesine rağmen o seneyi teklemeden atlattım. Artık Ortaokul bitmişti. Hem sonra yatılılığın da o kadar güç olmadığını yavaş yavaş anlıyordum. İlk zamanlar bir hafta bile Susurluk hasretine dayanamadığım halde artık 15 günde, hatta 1 ayda bir gidiyordum memlekete.

7 Mart 2018 Çarşamba

7 Mart 2018 Cuma 04:07 SİNEMA YAZILARI...........................................İki komik dev

İki komik dev
Cilalı İbo

Beyaz perdeyle ilk tanışmam 8mm’lik küçük bir makinayla duvara yansıtılan “Cilalı İbo ve Kırk Haramiler” (1964) filmiyle oldu. Daha 7-8 yaşındaydım. Kasabamızda fotoğrafçılık yapan rahmetli Bedri amca evinin salonunda mahallenin çocuklarına böyle filmler gösterirdi. Tabi ödeyecek harçlığımız varsa.

'Cilalı İbo' karakteri ilginç, komik, fantastik ama bizden biriydi. Onu canlandıran sanatçı Feridun Karakaya kendi adıyla değil, tipleştirdiği bu adla hatırlanır daha çok. 

Sevimli bir boyacı çocuğundan çıkan bu tip, onlarca filme ayrı ayrı kişiliklerde yansımış olmasına rağmen 'Cilalı İbo' karakterini koruyup geliştirerek türk seyircisinin gönlünde kalabilmiştir.

Karakaya, Seden’in Zeki Müren’li Berduş filminde kendisine verilen bu “ayakkabı boyacısı” rolünü geliştirerek, Cilalı İbo’yu tipleştirmiş ve seyircinin tutması üzerine de 25 kadar bir seri Cilalı İbo filmi çekilmiştir. 

Bunlardan bazıları; “Cilalı İbo Casuslar Arasında” (1959), “Cilalı İbo Yıldızlar Arasında”(1959), “Cilalı İbo ve Tophane Gülü” (1960), “Cilalı İbo’nun Çilesi” (1960), “Cilalı İbo Zoraki Baba” (1961), “Cilalı İbo Rüyalar Âleminde” (1962), “Cilalı İbo Kızlar Pansiyonunda” (1963), “Cilalı İbo Perili Köşkte” (1963), “Cilalı İbo ve Kırk Haramiler” (1964), “Cilalı İbo Almanya’da” (1970), “Cilalı İbo Teksas Fatihi” (1971), “Cilalı İbo Yetimler Meleği” (1971) dir. Bunlardan beş tanesini yönetmen Mehmet Dinler çekmiş. "Cilalı İbo'nun Çilesi"(1960) filmi ise Lütfü Akat'a ait.


 
 

Cilalı ibo filimleri yeşil çamın unutulmazları arasında sayılır. Özellikle bizim gibi zamanın çocukları cilalı ibo’yu beyaz perdede severek izlemişlerdir.

Turist Ömer

Sinema ile ilgili ikinci deneyimim 1965 yılında oldu. Sekiz yaşındayım. O zamanlar küçük kasabamızda iki tane kışlık sinema var. Biri şeker fabrikasında. Şehir merkezine 4-5 km. uzaklıkta. Sadece fabrikada çalışanların çocukları gidebiliyor. O da kırk yılda bir film geldiğinde ve pazar günleri. Diğeri paralı, kışın sürekli açık. Hem gündüz hem gece matinesi var. En yeni filmler geliyor. Sokaklarda üzerine afiş asılmış araba dolaştırarak duyuruyorlar. Adı da 'zevk sineması'.

Hiç sinemaya gitmemişim. Ama etraftaki curcunaya, gidenlerin ballandıra ballandıra anlattıkları şeylere bakıp özeniyorum. Param yok, üstelik sinema ailemde 'o da neymiş !' türünden mesafeli durulan bir şey. Giden yok ki götürsün, bunun için para istemekse 'sopa istiyor musun ?' karşılığını buluyor.

Ama çok da istiyorum. Arada evden o taraflara doğru keşif yolculukları yapıyorum kısa, kısa. Sinemeya girenlere bakıyorum imrenerek. Köşedeki seyyar çekirdekçiden gündöndü bile alıyorlar. Yüksek volümlü müzik sesi, girişteki ışıklar beni esir alıyor adeta. Afişlere bakıyorum hayranlıkla. “Gel” diyorlar, “Gel ! Şimdiki programa gelemezsen, yakında, pek yakında olanlarına gel ! Ama mutlaka gel, kaçırma !” Bir an evden kızacakları aklıma geliyor, ürküyorum. Koşa koşa dönüyorum, sanki bir kabahat işlemişim gibi.

Bir gün dayanamıyorum artık. Etraf 'Turist Ömer, Turist Ömer' etraf yıkılıyor. O küçücük kasaba bu filmle çalkalanıyor. Hava soğuk ve puslu. Gece değil ama akşamın karanlığı erken çökmüş gibi. Kendimi sinemanın önünde buluyorum. İnsanlar kuyruk olmuş bilet alıyor.

Kapıda biri durmuş biletleri yırtıp insanları içeriye alıyor. Oraya kadar sokuluyorum merakla. Amacım dalgalanan kadife perde aralığından içeriye bakabilmek. Merak ediyorum. Benim gibi birkaç çocuk daha var yanımda. Nasıl olduysa bir an, kalabalık bir grup içeri girerken oğlanın biri de aradan kaynadı geçti içeri. Biz de yapabilir miyiz acaba ? Derken bir dalgalanma daha, biz de koltuk altlarından, palto ve bacak aralarından içeri daldık.

İlk defa bir sinemaya giriyorum. Aydınlıktan bir zifiri karanlığa düşüyorum. Yalnız arkadan, balkon tarafından fışkıran su gibi bir ışık demeti perdeye yansıyor. Perdede bir adam; üstünde koyu gri bir gömlek, kirli keten bir pantolon, yamuk yumuk bir şapka var. Önüne gelene sağ elini başında yukardan aşağı tutarak değişik bir selam veriyor. Konuşmalar, müzik, ses…Gözümü o beyaz perdeden alamıyorum.

Etraf karanlık bir kutu gibi. Daha önce bir evin salonunda seyrettiğim şeyden çok daha fazla bir şeyin içindeyim. Perdenin büyüklüğü, oradaki insanların hareketleri, sesleri beni büyülüyor. Etrafımda bir salon dolusu insanın varlığını hissedebiliyorum. Galiba yanlarda da insanlar var.

El yordamıyla daha öne, daha öne doğru gidiyorum. Birileri beni iteliyor. Sonunda sahnenin sağ tarafında yığılmış ayakta dikilen kalabalığın ta önüne kadar gidiyorum. Dikilmiş öyle ağzım açık seyrediyorum. Ne kadar geçti farkında değilim, belki 10-15 dakika belki de yarım saat. Önce ensemde bir pençe hissetim, sonra da geriye doğru çekildiğimi. Tam da Vahi Öz 'Bediaaa !' diye höykürürken yakalanmıştım. Kapıda bilet yırtan adam beni iki dakikada kaçak girdiğim kapıdan fırlatıp attı. Şoktaydım. Bağırıp söylediklerini anlamadım bile.

Ani ışık değişikliğinden gözlerim hiçbir şey görmüyordu. Sonra nasılsa toparlanıp dışarıya doğru koştum. Yüzüme soğuk ıslak bir hava çarptı. Koşuyor, koşuyordum. Yanağım ıslanmıştı. Yüzüme değen yağmur damlaları mıydı, yoksa ağlıyor muydum hatırlamıyorum. Ama perdedeki sahne hala gözümün önündedir. O günden beri yüzünde buruk bir gülümseme, kaytan bıyıklı, garip giyimli, tuhaf selamlı “Hey yavrum heyyyyy !” diye konuşan o adamı da hiç unutmadım. 

Benim çocukluğumun ilk okul çağlarıydı. Meraklıydım, okumaya, görmeye. Bilmeye ve tanımaya çalışıyordum dünyayı. İşte ünlü oyuncu Sadri Alışık da, o zamanlarda Turist Ömer rolüyle ortalığı kasıp kavurmaktaydı.

Sadri Alışık tarafından canlandırılan ‘Turist Ömer’ karakteri yeşilçamın unutulmaz karakterlerinden biri.  İlk defa 1963 yılında Hulki Saner imzalı ‘Helal Olsun Ali Abi’ isimli filmde görülüyor. Sadri Alışık bu filmde Ayhan Işık ve Sevda Ferdağ ile birlikte oynuyor. Bu filmden sonra 9 filmde de Turist Ömer karakteri beyaz perdeye yansıyor. 

Oyuncunun bu karakterle başrolde oynadığı ilk film, 1964 yapımı “Turist Ömer” filmi. Diğerleri de şunlar: Ayşecik Çıtı Pıtı Kız, Hulki Saner (1964), Ayşecik Cimcime Hanım, Hulki Saner (1964), Turist Ömer Dümenciler Kralı, Hulki Saner (1965), Turist Ömer Almanya’da, Hulki Saner (1966), Turist Ömer Arabistan’da, Hulki Saner (1969), Turist Ömer Yamyamlar Arasında, Hulki Saner (1970), Turist Ömer Boğa Güreşçisi, Hulki Saner (1971), Turist Ömer Uzay Yolunda, Hulki Saner (1973)

Sadri Alışık genellikle değişen toplumsal değerler içinde güzelliklere tutkun, umut dolu, yaşama sevincini hiç kaybetmeyen, dürüstlüğü ve doğruluğu özleyen karakterleri canlandırdı. Kimilerine göre o artık yaşamayan bir külhan kültürünün beyazperdedeki temsilcisi idi. Belki o sadece külhan kültürünün değil, nesli tükeneli çok olmuş bir türün; “hem semtimizin bıçkın delikanlısı, hem de mahçup ve nazenin bir İstanbul beyefendisi” türünün de perdeye yansımış haliydi. “Yeri geldi mi lafını esirgemeyen, yeri geldi mi ağlamaktan çekinmeyen, gönlü bol, keskin zekalı, delikanlı ve aşık” bir türün.

O oynadığı Turist Ömer tiplemesiyle gönlümüzde taht kurmuş, bilhassa kendine özgü Sadri Alışık selamı ile akıllarda yer etmiş, Ofsayt Osman’la da sinema seyircisinin hafızlarına kazınmış büyük bir sinema oyuncusuydu. Sinemanın yanı sıra şiir ve resimle de uğraşırdı. Alışık, beş yüzün üzerinde filmde rol aldı. En son rolü ise Yengeç Sepeti adlı dizisindeki baba rolüydü.


 



7 Mart 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı49..............................Hey kardeşim !


Hey kardeşim !

Bu ülke hepimizin, bindiğimiz dalı kesmek tam bir ahmaklık. Mitralyöz ateşi gibi yalan, dedikodu ve hakaret saçmak çok aptalca. 

Görmüyor musunuz ki bu alan şeytanın, yabancı gizli servislerin cirit attığı bir ortam. 

Küçük küçük taşlarla kalplerimizin arasına büyük duvarlar örülüyor. Politikanın şehvetinden sıyrılıp, kötü günde sırt sırta el ele olacağınız kardeşlerinizi boş yere itmeyin.