Baharda açan tomurcuklar gibi
II.sınıfta
bazı hocaların muhalefetine rağmen Fen kolunu seçtim. Zoru, mücadeleyi severdim
ama o yılın bu kadar ağır geçebileceğini hiç düşünememiştim doğrusu.
İngilizce
zaten hep başımın belası olmuştu. Matamatik, geometri ve fizik ise bir
karabasan gibiydi.
Balıkesir
lisesinin klasını, yatılı olmanın değerini ve hocaların kıymetini o günlerde
anlayamamıştım. Bunu sonra sonra daha iyi anladım. O yıl bayağı süründüm
diyebilirim, ama bu sayede çok sağlam bir temelim olmuştu.
Hakkını
yememeli her şey bu denli kötü değildi tabi ki. Mesela genç ve güzel Psikoloji
hocamız sayesinde kendimize geliyor, canlanıveriyorduk.
Aramızda ufak ufak ilk
tartışmaların yaşandığı, hatta bazı arkadaşlarımızın sivrilmeye başladığı bir
dersti o.
Ayrıca, galiba kendimizi keşfetmenin gururunu, topluma bakışımızın
şekillendiğini fark etmenin de heyecanını yaşıyorduk.
Ama, (hocamızı burada
sevgi ve minnetle anıyorum) nedense psikoloji dersine girerken kalbimiz daha
bir tatlı tatlı çarpardı.
İşte, onca
zorluğuna rağmen, bir yandan da baharda açan tomurcuklar gibi çocukluktan
gençliğe uyandığımız bir yıldı o sene. Kendimize baktığımız, etrafımızdaki
güzel kızlara kaçamak, ürkek bakışlar attığımız günlerdi. Her akşam aşık yatar,
her sabah yeniden kıpır kıpır helecanlarla uyanırdık. Gün içinde sürekli dam
derken samanlık söylediğimiz için terslenir, çam üstüne çam devirir,
bunalımlara girerdik. Çok hayal kurduğumuz ama nasılsa yeniden yeniden
umutlanmayı becerebildiğimiz tam bir kırılma noktasıydı o dönem.
Tabi bir
taraftan alabildiğince komik şeyler de yaşanıyordu. Dakikalarca ayna karşısında
sivilcelerimizle, saçlarımızla uğraşıyorduk. Sabah mütalaasında kurşun kalemin
ucuna jilet takıp, küçük el aynasına bakarak genç bıyıklarımızı tıraş etmeye
çalışıyorduk. Akşam mütalaalarında aramızda garip garip spor gösterileri
düzenliyorduk. Lastik gibi genç vücutlarımızla arkaya doğru köprü kurmalar,
oturma minderlerimizle boks yapmalar vs. hangi birini sayayım. Özellikle o
dönemde bol bol oynadığımız seyircili, tezahüratlı "Amiral Battı" nın
uzmanı olmuştuk adeta.
Dayak ? O
çok doğal bir olaydı. Son derece trajik dayak vakaları bile, aramızda sıradan
bir mizah konusu olabiliyordu.
Sömestr sonrası kaymak Hasan'dan yediğimiz
zayıfın karesi kadar torna sopasını sanıyorum o dönemi yaşamış bütün
arkadaşlarım unutmamışlardır.
Kaymak Hasan Müdür olarak aynı zamanda biz
yatılıların da velisi sayılıyordu. Nöbetçi olduğu bir akşam elinde 40 santimlik
bir sopa olduğu halde öğretmenler odasına karargah kurdu.
Sırayla herkesi
çağırıyor, sopa her inip kalktığında "Çat ! Çat! Çat!.." sesleri
koridorda yankı yaparak kulaklarımıza doluyordu. O saatlerin nasıl geçtiğini
ömrüm oldukça unutamam. Dayağı yiyen kıpkırmızı bir surat, morarmış kabarmış
ellerini oflaya puflaya dönüyordu aramıza.
Sınıflarda bir ölüm sessizliği vardı.
Sade, kaymak Hasan'ın bağırmaları ve o korkunç "Çat ! Çat! Çat!.."
sesleri.
Dedim ya biz böyle bir olayı bile eğleşmeye çevirebiliyorduk. Bizim
Temel'in resim yeteneği vardı. Sırasını beklerken kendi ellerinin resmini
çizmiş. Zayıfının karesi kadar sopa yedikten sonra o haliyle bu defa da
morarmış ellerinin resmini yapmış. "Böyleydi, böyle oldu !.."diye de
yazmış altına...
Dayak ve
Temel ! Ne kadar çok anımız var. O her haliyle bizim neşe kaynağımızdı zaten.
Bir gün Nazmi hocanın dersindeyiz. Konu "Şiir ve İnşa" adlı bir okuma
parçası. Daha dersin başında kimsenin çalışmadığını anlayınca sinirlendi. O da
yatılıların hocası ya, hadi bakalım bütün yatılılar tahtaya.
Birer birer
soruyor: "Oğlum bu şiir ve inşa ne demek ?" Cevaplar abuk sabuk, hık
mık..Her seferinde biraz daha sinirleniyor tabi.
Bir taraftan da "Siz
yatılılar böyle yaparsanız,…" diye başlayıp saydırıyor. Susurluklu
olduğum, babam bakkal olduğu için -onun da babası bakkaldı- beni severdi. Ne
cevap verdiğimi hatırlamıyorum, çünkü ben de çalışmamıştım ama sıramı
savdım.
Sıra Temele
geldi, aynı soruyu ona da sordu. "Söyle bakalım Temel, şiir ve inşa ne
demek ?" Temel'de aslında bizden farklı bir şey söylemedi. O da
"Ehem..şeyy,yani..şiir inşa etmek hocam" gibi şeyler geveledi
ağzında. Ama, diyorum ya hali tavrı komikti zaten adamın. Birden Nazmi hocanın
iyice zıvanadan çıkıp dehşetli bir tekme savurduğunu, Temelin de kapıya doğru
uçup, bir top gibi koridora fırladığını gördük. Hoca bile dondu kaldı bu işe.
Bir anlık tereddütten sonra gitti kapıyı açıp koridora baktı endişeyle. Ama,
koydunsa bul Temel toz olup uçmuştu adeta.
Çocukluğumda bana ulaşılması güç, hayal gibi gelen lise çağlarım da tükeniyor artık.
Evet lise II.sınıftayım. Bu seviyeye nasıl gelebildiğime şaşmıyor değilim. Fakat gelmişim işte. Bir masal gibi geçen çocukluk yıllarım beni buraya kadar uçurmuş işte.
Bu yükseliş, bu seviyeye gelişim omuzlarıma o kadar ağır sorumluluklar yükledi ki ne yapacağımı ne edeceğimi şaşırmış bir durumdayım.
Çocukluk
yıllarımı yavaş yavaş istemeyerek bıraktığımı, daha doğrusu bırakmak zorunda
kaldığımı, bu arada hayatın hata affetmeyen katı gerçeklerini öğrenmeye
çalıştığım zor, gerçekten zor bir devre geçirdiğimi biliyorum. Hatta, şimdiye
kadar da bu kadar buhranlı bu kadar sıkıcı anlar geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Çocukluk
anıları...Ne kadar da saf ve temizdirler. İçlerinde düşünmekten kafa
patlatmaktan eser yoktur. Daha doğrusu çocuk için şu an mühimdir. Onlar
kendilerini ailenin kralı ilan edip arpacı kumrusu gibi düşünmezler. Onlar
"bu yolun sonu neye varır" demezler. Tam bir serbestlik ve neşe
doludur içleri.
Gelgelelim ailesi tarafından tek mutluluğu olan "oyun
oynama"yı elinden alırlarsa o çocuk mutlu olamaz. Olsa bile içinde çocukça
bir diş bileme vardır. Ailesine karşı daima çekingendir. Bu çekingenlik çocuğun
benliğine öyle yerleşir ki ancak çok zor hatta çok fedakarlıklarla bundan
kurtarabilir.