27 Aralık 2013 Cuma

113 27 Aralık 2013 Cuma 15;30 ŞİİR VE TÜRKÜ ...............................Adam gibi bir adam; Mehmed Akif

Adam gibi bir adam; Mehmed Akif

Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy 20 Aralık 1873 de doğdu, 77 yıl önce 27 Aralık 1936’da da İstanbul'da vefat etti.

Günümüzün sisli, puslu Ankara havasında karınca misali onu anmak istedim. Buna sebep olan şey onun büyük şairliği mi ?

Elbet o bizim milli şairimiz, İstiklal Marşımızın yazarı. O “Safahat” gibi önemli bir eserin sahibi, büyük bir şair. 
 
Hiç kuşkusuz bu yönüyle milli kimliğimizi, kültürümüzü inşa eden manevi mimarlarımızdan. O anılmayı hak eden büyüklerimizden. Uğruna mücadele ettiği millet onu hiç unutmayacak. “Asımın nesli” dediği gençler de onu bu topraklarda ilelebet anacak.

Ancak, bu kadar değerli olmasının sebebi sadece şairliği değil. O yazdığı İstiklal Marşından para almayı reddedip, milletine armağan eden bir dev. Onu Safahat adlı şiir kitabına bile koymayacak kadar özenli, mütevazi bir adam o.  

Tepeden tırnağa bir vatanperver. Bu özelliği coşkulu şiirlerinde açıkça görülüyor. O “Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın” diye dua/feryad eden büyük bir insan. Aynı zamanda o ülkesinin, milletinin acısını en derin hisleriyle yaşayan yaralı bir yürek.

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: / Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki? / Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!
….
Bana Vahdet gibi bir yar-ı musaid lazım / Artık ey yolcu bırak, ben yanlız ağlayayım.

Akif’i bugüne ve geleceğe taşıyan en önemli vasfı; imanını, inancını tavizsiz yaşayan bir adam olması. İnançlı ve bilgili. Her şiirinde sanki adam gibi adam olmayı anlatır bize:

Nasihatım sana: Herzeyle iştigali bırak; / Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez; / Yular takıp seni bir kimsecikler sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere; / Küfür savurma boyun kestiğim semercilere.

Herşeyden önce inandıklarını yaşayan, söylediklerini hayata geçiren biri o. Bu yönüyle de gençlerimize örnek gösterilecek bir ahlak abidesi. Zaten onun nasihatları da bu samimiyeti nedeniyle tesirli. Mesela “Durmayalım” isimli şiirinde bir Sa'di hikayesinden yola çıkarak azmetmeyi, gayreti yüceltir:

Varmak istersen -diyor Sa'di eğer maksada, / Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsada;
Yola devam et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın! / Azim sahibi insan için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın? / Hangi korkunç şey varki insandan korkmasın?

Onun duruşu, adam gibi adamlığındandır dedik. Çünkü ahlak timsali, önder bir şahsiyettir o. Onunla yolculuk peygamberin izinden dosdoğru Allah’a gider, anlayana:

Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli: / Bir halas imkanı var: Ahlakımız yükselmeli, / Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız... / Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.

Vatanını herkes sever. Her vatansever gibi Akif de vatan uğruna o günün şartlarında kah Almanya’da, kah Necef çöllerinde, kah Balıkesirde, Kah Kastamonudadır. Niye? Vatanın ihtiyacı için. Ama hicret etmek her babayiğit işi değildir. Hele ki fitne çıkmasın diye yapılıyorsa.

Milli Mücadele sonrası çok sevdiği ülkesinden Mısır’a göçmesi işte bu yüzdendir. Niye gitmiştir ? Çünkü, bir kavgaya malzeme olmamayı, fitne ateşine odun olmamayı tercih etmiştir. Ankara’da kalsa inançları ve görüşleri istikametinde sevenleriyle birlikte yürüse çatışma kaçınılmazdı. Bu da çok sevdiği vatanına zarar verecekti. Bu yüzden kurtuluşuna emek verdiği ülkesinden içi yana yana ayrılmıştır.

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam, / Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? / Fikr-i kavmıyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden muteferrik bu kadar akvamı, / Aynı milliyetin altında tutan islam'ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir. / Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir...

Yürekli olmayan, bu hissiyat ile yaşamayan da bu büyük şairi anlamayabilir. "Birlik” isimli şiirinde bu yüreği olanca coşkusuyla görebilirsiniz.

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. /Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun, / Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa, / Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar /Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; / Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz, / Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Akif, günümüzde çok revaçta olmayan ahde vefa ve sözünde durma timsalidir de aynı zamanda. O'ndaki arkadaşlık, dürüstlük ve ahde vefa tüm yaşamına hakimdir. Sözünün eri, sözü ile özü bir insandır.  

Hayatında buna ilişkin pek çok örnek var. Mesela biri pek meşhurdur.

Bir gün bir arkadaşı ile yarın buluşalım, sohbet edelim, şiir konuşalım diye sözleşirler. Ama ertesi gün büyük bir fırtına kopar.  Her tarafı sel basmış, ne at arabası, ne de gemiler çalışmaktadır. Mehmet Akif binbir zorlukla sırılsıklam vaziyette söz verdiği yere vaktinde gelir.  O buluşma sözüne tüm hava muhalefetine rağmen uymuştur.

Arkadaşı ise bu havada Akif gelmez diye düşünüp komşuya gitmiştir. Eşine de “Akif gelirse 5 dakika beklesin, bana da haber ver” diye tembih eder.

Akif gelir, o havada üstü başı sırıksıklam, ayakları su içindedir. Arkadaşının eşine “Nerede Fuat” diye sorar. Eşi de, “Bu fırtınada gelemezsiniz diye, komşuya kadar gitti. Hemen çağırtayım” der. Akif, “Hayır, selam söyleyin” deyip ayrılır.

Ertesi gün özür dilemek için gelen arkadaşını dinlemez. “Sen sözünde durmadın Fuat. Ben böyle arkadaş istemem. Bir sözün yerine getirilmemesi, ya ölüm yada ona yakın bir mazeretle mazur görülebilir” diyerek tam altı ay onunla konuşmaz.

Nasıl ? Bir insanlık dersi gibi değil mi ? İşte Mehmet Akif böyle bir kişiliğe sahipti. O büyük bir şair olmasının yanında; inanmışlığı, dava adamlığı ve şahsiyetiyle de büyüktü.

İsteyen okusun geçsin, isteyen ders, isteyen ibret alsın. Anlayanın yüzü kızarsın, af dilesin rabbinden. Benimkisi bir kuş gagasıyla ateşe su taşımak. Ne ehemmiyeti olabilir ki ? Bugünün fitne-fesat-nifak ortamında böyle güzel, adam gibi adamlara ne kadar da ihtiyacımız var ?..

Var mı diyorsunuz ? Öyleyse, onların da kadri kıymeti bilinmeli, bırakılmamalı.

 

26 Aralık 2013 Perşembe

112 26 Aralık 2013 Perşembe 20;00 KAYIP DEFTER'den....................Kantinde pankart

Kantinde pankart


Bir Pazar günüydü
Bursa'ya Pazar alışverişine gidecektik. Bu aynı zamanda ailece birlikte olma ve Bursa'da gezme fırsatıydı. Her hafta sonu bir servis minibüsünü bu işe tahsis edilmişti.

Böylece lojmanda kalanlar haftalık ihtiyaçlarını görebiliyor, birkaç saat de olsa kampüsün stres yoğun havasından kurtulup, nefes alabiliyorlardı.

Önden çıkmış spor salonu tarafından yurdun giriş kapısına doğru yürüyordum. Üzerimde bir deri mont, kazak, ayağımda da kot pantolon vardı. Servis minibüsü yanında arkamdan gelecek eşim ve çocuklarımı bekleyecek, sonra da binip gidecektik.

Kantini geçtim, her zamanki gibi kalabalık görünüyordu. Giriş kapısına bakan nöbetçi memur odasının önüne geldiğimde içerde oturan yönetim memuruna selam vermek istedim.

Bu odayı yeni hizmete açmıştık. Kapısında beyaz üstüne kırmızı "Nöbetçi Memur" yazısı ışıl ışıl yanıyordu. Nöbetçi memurluğu şimdi hem giriş kapısına, hem de kantine hakim bir noktada konumlandırılmıştı. Bu oda aynı zamanda yurt kampüsünün orta kısmında ve idarenin güney doğu köşesindeydi. Yani yeri olabilecek en iyi noktadaydı.

Daha önce böyle bir hizmet noktası olmadığı gibi, çoğu zaman nöbetçi memurun nerede olduğu da bilinmiyordu. Oysa mesai saatleri dışında beşbin kişilik koskoca yurt bir tane nöbetçi memura kalıyordu. Yurdun sürekli olayla, kavgayla, gerginlikle geçen yaşamı düşünüldüğünde bu durum gerçekten traji komik bir durumdu. İşte bu yüzden radikal bir seçimle idarenin o yöndeki boş bir odasını nöbetçi memurluk yapmıştım. Özellikle akşamları ve gece boyu yanan ışığı nöbetçi memurun orada olduğunu gösteriyordu. Sembolik olarak idare 24 saat orada ve hazırdı. Öğrenci kitlesi üzerindeki bu algı, yapmak istediklerimize de çok uygundu.

Sembolik bile olsa, attığımız böyle her adım zaten beni heyecanlandırmaya yetiyordu. Bu yıl hizmette açtığımız bu oda ise beni özellikle gururlandırmıştı. Her fırsatta önünden geçiyor, yanan ışığını görmeyi seviyor, içinde oturan memura selam verip ona destek olmayı önemsiyordum. İşte oraya doğru yürürken yine bunları düşünmüştüm. Doğrusu biraz sonra olacaklar aklımın ucundan bile geçmemişti.

Yine pankart
"Na'ber Bülent ?" İçeri girmeden kapıdan öylesine sordum. Hava güzel, keyfim yerindeydi. Yönetim memuru toparlanıp kapıya çıktı. Ondan herhangi bir cevap beklemiyordum aslında. "İyiyim, sağolun" filan da yeterdi. Ama verdiği cevap tatil günümü zehir edecekti. 

"Yine pankart açtılar müdürüm !"

Dondum kaldım. O birkaç saniye içinde kafamdan binlerce düşünce geçti.

"Ya, nerden çıktı şimdi bu ?, Her zamanki halleri, amaan boşver, Olur mu canım, görmezden gelemem. Öyle mi ? Peki, sen niye oturuyorsun burada ? Kaldırtsana ?, Kolaysa sen kaldırt, Buranın müdürü sen değil misin ?, Bunu hep yapıyorlar zaten, jandarmaya mı haber vermeli ?, Ne yapmalıyım ?, Şimdi bir kere bunu söyledi, duymasan olmaz, duysan ne yapacaksın ?"

Soluklanmak, biraz zaman kazanmak istedim herhalde, yine öylesine sordum; "Nerde açmışlar, kim açmış, Jandarmaya haber verdin mi ?"

"Kantinde müdürüm, alt katta müdürüm. Sol grup işte müdürüm. Jandarmaya haber vereyim mi müdürüm?" Memur yüzüme bakıyor, tekrar edip duruyordu.

"Müdürüm...müdürüm...müdürüm..." Kelime o kadar vurgulanmıştı ki yankısını adeta beynimde hissediyordum. O an sanki ateş bastı, iki çift göz yüzüme dikilmiş bekliyordu, bir cevap vermeliydim. Zaman dolmuş, top yine bana dönmüştü. Ama bu sefer durum çok daha ciddiydi.  Geçip gidemezdim, vereceğim cevap benim için artık "olmak ya da olmamak" meselesi olmuştu.

Nasıl oldu bilmiyorum, birden ağzımdan şunlar çıktı: "Ben kantine gidiyorum, jandarmaya haber ver, bir bekçiyle beraber arkamdan gelin !"

Yüzümü kantine çevirdim, kalabalık dışarıya taşmıştı. İçerisi tam görünmüyordu, yürümeye başladım. Artık ne tatil günü, ne pazar alışverişi hiçbirisi aklımda yoktu. Orada boyalı bir bez vardı ve benim için bir varlık yokluk sorunu haline gelmişti.

Ağır ağır yürümeye, bu arada düşünmeye çalışıyordum: "Ne yapmalıyım, ne söylemeliyim, saldırırlar mı ? Acaba Jandarma yetişebilecek mi ?" Bir taraftan da hafiften öfkelenmiştim hani. Yurtta yaptığımız onca şeyden, onca diyalogdan, sağladığımız barış ortamından sonra neydi yani bu ? Üstelik yeni bir dönemin başında "biz varız, buranın efesi biziz, ilke, barış, müdür filan tanımayız" demek değil miydi bu hareket ?  Düzeldiğini zannetttiğimiz şeyler yoksa hayal miydi ? Onca çaba, iyiniyet, yaklaşım boşuna mıydı ?

Kantine doğru
Dışardaki öğrenci kalabalığının arasından geçerken oturan gruplarda bir hareketlenme hissettim. Ama yürümeye devam ettim, kantine odaklanmıştım, aklım biraz sonra olacaklardaydı.

Garip ama hissettiğim şey korku değildi.  Düşüncelerim nasıl o pankartı oradan kaldırtacağımla ilgiliyse, kalbim de nasıl olup ta o gençlerle konuşabileceğimle ilgiliydi.

Hem bu tür yasa dışı eylemlere müsaade edilmemeli, hem de kurmaya çalıştığımız diyalog köprüsü yıkılmamalıydı.

Bu sorun kazasız belasız atlatılmalı, ben değil asıl yurttaki huzur ve güven yara almamalıydı. Yoksa bu yolda harcadığımız çabalara yazık olurdu. İzlediğim yol zaten kılıç üstünde ve riskliydi. Genel Müdürlük, Bölge Müdürlüğü, valilik, Jandarma, MİT hepsi zaten başarılı olunacağına şüpheyle bakıyorlardı. Kabul ediyorum alışılmış bir yöntem değildi. Zor bir yolu seçmiştim. Ama gençleri dikkate almayan, onlara dayanmayan bir çözüm kalıcı olamazdı. Buna inanıyordum. O yüzden bu olayı halledemezsem bir daha bu yurtta müdürlük yapamazdım. Endişem buydu.

Kantin giriş kapısına geldiğimde içerdeki kalabalıktan bir kez daha ürktüm. Durup baktım. Üst kata çıkan iki merdiven arasında bir pankart gerilmiş, önünde bir masa, kitaplar ve etrafında parkalı elleri ceplerinde kızlı erkekli bir grup genç. Gayri ihtiyari arkama baktım beti benzi atmış yönetim memuru ve koşup geldiği için göğsü körük gibi inip kalkan bekçi hemen arkamdaydılar.

Gene istemsiz bir cümle çıktı ağzımdan "Jandarmaya haber verdiniz mi ?" Sadece başını sallayan, iri iri açılmış gözlerle bana bakan yönetim memuruna acıdım. "siz burada bekleyin" deyip pankart çevresinde toplanmış kalabalığa doğru yürüdüm.

Kimliklerinizi görebilir miyim ?
Tanıdığım birkaç yüz gördüm, beni birbirlerine gösteriyorlardı. Hatta iki öğrenci gülümseyerek yanıma geldiler "Hoşgeldiniz hocam, nasılsınız ? Bir çay içer misiniz ?"

Onlara ne söyledim hatırlamıyorum, pankarta doğru yürümeye devam ettim. Bu çocuklar işte böyle bir ortamda yaşıyorlardı.

Tuhaf bir cesaret gelmişti sanki. Elimi montumun iç cebine attım, kimliğim oradaydı. Artık pankartın önündeydim ve tüm grubun gözleri üzerimdeydi. Birkaçı bana doğru geldiler. Adeta pankartla arama girmişlerdi ve hiç de misafirperver değildiler. Onları tanımıyordum kimliğimi çıkarttım ve "Ben bu yurdun müdürüyüm. Sizi tanıyabilir miyim, öğrencim misiniz ?" dedim.

Bir anda önüme doluştular. Her biri ayrı konuşuyordu; "Siz polis misiniz ?",  "Niye kimlik gösterecekmişiz, göstermeyin arkadaşlar !", "Siz ne hakla bunu istiyorsunuz ?" Bu arada etrafımı da çevirmişlerdi. Elimdeki kimlik kartımı kaldırarak onlardan daha yüksek sesle konuştum. "Gençler ! Bakın ben yurt müdürü olarak size kendi kimliğimi gösteriyorum. Bu pankart yasa dışıdır. Kaldırmanız için sizinle konuşmaya geldim. Ama önce konuştuğum kişilerin bu yurdun öğrencisi olduğunu görmem lazım. Yurdun içinde herkesin kimliğini isteme hakkım ve yetkim var. Sizler üniversite öğrencilerisiniz, lütfen bana kimliklerinizi gösterin."

Kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Önümdeki grup daha da hareketlendi. Aralarında sıkıştığımı hissetim. Her kafadan bir ses çıkıyor, el kol hareketleri artıyor, etrafımdaki çember gittikçe büyüyordu.

Anlamıştım ki bu şartlarda sesimi işittirmek ve konuşmak imkansızdı. Üstelik durumum gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyordu. Kaynaşma sırasında bir an sol tarafımda bir boşluk oldu, oradan sıyrılıp merdivenlere doğru hamle ettim. Birkaç basamak çıktım, arkaya dönüp baktığımda durumun vahameti daha iyi görülüyordu.

Merdivenlerin önü miting alanı gibiydi. En başta kırmızı sarı pankart, etrafımda bağırıp çağıran, ellerini kollarını sallayıp duran öfkeli bir grup ve bizi seyreden diğerleri. Kimisi hala masalarında, kimisi sandalyelerinden yarı kalkmış, gitmeli mi kalmalı mı kararsızlığında. Çoğu ayakta ne olacak bakalım diye seyreden yüzlerce genç.

Burayı kapatıyorum; herkes dışarı !
"Gençler ! Bakın, bu yasadışı pankartı kaldırmanız gerekiyor. Yurt müdürü olarak bunun için kendi öğrencilerimle konuşmaya gelmiştim. Ancak sizleri tanımıyorum. Kimliklerinizi de göstermediniz. Bu şekilde konuşabilmemiz imkansız.

Sizi uyarıyorum, lütfen bu yurdun öğrencisi olmayan kişiler derhal burayı terk etsin. Pankartınızı da indirin. Biraz sonra jandarma gelecek. Kötü şeyler olsun istemiyorum. Lütfen arkadaşlar ! rica ediyorum."

Sesim beni bile şaşırtacak kadar yüksek sesle çıkıyor. Yoksa, kantinde bir anlık sessizlik mi olmuştu tam hatırlamıyorum. Sadece karşımda öfkeli bir grup, arkada daha fazlasıyla meraklı bakışlar görüyorum. Ben bitirince öndeki gruptan farklı sesler yükseliyor, bana doğru sallanan el kol hareketleri görüyorum. Kimisi bana laf yetiştiriyor, kimisi tedirgin, kimisi de kalabalığı bana karşı kışkırtmakla meşgul. Arkama bakıyorum, yemek salonu olan üst kattan gençler, hatta aşçılar merdiven başına birikmiş merakla olacakları izliyorlar. Sanki çekilsem kalabalık merdivenlerden aşağıya akıp gidiverecek.

Tekrar aşağıya dönüyorum. Propaganda sloganlara dönüşmüş durumda: "Bu bizim demokratik hakkımız", "Yurt bizimdir, faşist idare istemiyoruz", "Arkadaşlar, devrimci mücadelemize katılın", "Yaşasın demokratik, devrimci mücadelemiz !" Neredeyse etraftaki meraklı kalabalığı kollarından çekiştirip önüme yığmaya çalışıyorlar.

O anda kafamda bir ışık yanıyor. Artık ben de seyirciye hitap etmeye karar veriyorum:  "Arkadaşlar ! Ben bu gençlerle konuşmaya geldim. Ancak görüyorum ki bu mümkün değil. Bu pankart suç, kaldırılması lazım. Üstelik bu arkadaşlar da yurt öğrencisi değil. Biraz sonra Jandarma gelecek, sizlere bir zarar gelsin istemiyorum. Bu yüzden şu an itibariyle kantini kapatıyorum. Lütfen herkes dışarı çıksın!.."

Sözlerim biter bitmez beni de şaşırtan bir şey oluyor. Hem yukardan, hem aşağıdan yüzlerce genç giriş kapısına akıyor adeta. Bir dakika içinde koca kantin boşalıveriyor. Geriye oraya buraya koşturup çıkanları geri döndürmeye çalışan küçük bir grup kalıyor. Başaramayınca bana doğru geliyorlar. Söylediklerinin hiçbirisini artık anlayamıyorum. İtiş kakışlarına da aldırmıyorum. Bastırmaya çalıştığım heyecanım had safhada. Bir an evvel buradan çıkmam lazım.

Merdivenlerden inip çıkış kapısına yöneliyorum. Kapıya geldiğimde gördüğüm manzara beni daha da şaşırtıyor. Kantini boşaltan gençler kapıya 20 metre mesafede adeta bir tribün oluşturmuşlar. Anlaşılan hem korkuyorlar, hem de ne olacağını görmek istiyorlar. Etrafımda kalan 6-7 kişilik grupla kantinden çıkıyorum. Bir taraftan bana sataşıyor, bağırıp çağırıyor, öbür yandan kalabalığa propaganda yapmaya çalışıyorlar. Manzara çok garip, sanki ortada bir sahne var da seyirci pür dikkat ona kilitlenmiş gibi.
İlginç bir protesto
Artık zor ayakta duruyorum. Kalbim ağzımda, bacaklarım titriyor. Giriş kapısına doğru bakıyorum birkaç Jandarma cemsesi yurda girmek üzere. Nöbetçi memurluk tarafındaki bir tümseğin üzerinde de birkaç yönetim memuru ve bekçi görüyorum.  Merakla ne yaptığımı seyrediyorlar.

Son takatimle seyirci kalabalığına sesleniyorum: "Sevgili gençler ! Çağrıma uyduğunuz için teşekkür ederim. Şimdi bu arkadaşlarımdan da rica ediyorum. Yaptığınız eylem yasadışıdır, suçtur.

Yurdun huzur ve güvenliğini bozacak bu gibi hareketlere göz yummayacağız. Bakın jandarma da gelmiş durumda. Lütfen bu pankartı astığınız gibi kendiniz kaldırın. Size söz veriyorum, benimle konuşmak isterseniz yarın sabah saat 10'da odamda olacağım.

Yurdun huzurunu bozan bu gibi hareketleri protesto ediyorum. O pankart kaldırılana kadar da buradan ayrılmayacağım."
Artık ayaklarım artık beni taşıyamıyor. Olduğum yere çöküp oturuyorum. Arkamda bağırıp çağıran pankartçılar, önümde yüzlerce seyirci. Ortada bağdaş kurup oturmuş bir garip adem.

Başım dönüyor, sanki yavaş yavaş bir gayya kuyusuna çekiliyorum. Etrafımda bulanık bir girdap oluşuyor, dönüyor... dönüyor...

Kalabalıktan önce tek tek, sonra da hep bir ağızdan, giderek tonu artan bir tepki yükseliyor: "Pankart da istemiyoruz, sizi de !, Müdür haklı, yeter artık ya ! defolun gidin. Yuhhh !, Ne bu be ! Bıktık artık, kavga gürültü istemiyoruz."

Ardından bu tepki bir türkünün sözleriyle slogana dönüşüveriyor; "Müdür bizim yurt bizim, çatlasın kaynanası !"

Gözlerim açık ama etrafım sanki gece gibi. Bu arada aniden çevremin kalabalıklaştığını hissediyorum. Yukarıya doğru havalanıyorum sanki. Düşüyorum sanıp, tutunmaya çalışıyorum. Ellerim bir sürü insanın ellerine, omuzlarına değiyor. Kulaklarımın dibinde gök gürültüsü gibi bir ses. Zorluyorum, görmek için.

Yukardan bulanık bir görüntü; etrafımda yüzlerce genç ve galiba ben onların omuzlarındayım. Bacağıma, belime, koluma uzanmış onlarca el.  Düşmemeye, tutunmaya çalışıyorum. Bağırıyorlar "En büyük müdür bizim müdür, başka büyük yok !" 
Omuzlarda
Uykuyla uyanıklık, rüyayla gerçek arasında böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Dalgalanan bir insan denizinin ortasındayım. Etrafımda büyük bir kalabalık, havada yüzlerce el kol. Nihayet gün ağarıyor gibi etrafım yavaş yavaş aydınlanıyor.

Gözlerim kalabalık arasında Kemal'i, Selim'i, Süleyman'ı seçiyor. Görüyorum, yüzleri gülüyor, elleri de havada sürekli bağırıyorlar.

Alkış, tezahürat gırla. Çevreme bakıyorum, küçük tepede nöbetçi yönetim memuru ve bekçileri fark ediyorum. Onların da yüzü gülüyor, galiba onlar da alkışlıyorlar. Jandarma idarenin kantine bakan tarafında vaziyet almış, onları da görüyorum.
"Tamam…İndirin artık...Teşekkür ederim…" diye tekrar edip duruyorum. Kantin giriş kapısında beni indiriyorlar. Pankartı göremiyorum. İşletmeci İlhami, palamut aşçı, kantinci Sadık da oradalar. Onların da yüzü gülüyor.  Bülent hemen önümde ikide bir bana sarılıp öpüyor. Soruyorum "Pankart ne oldu ?" "Kaçıp gittiler müdürüm, pılısını pırtısını toplayıp arka pencereden kaçtılar."   

Rahatlıyorum, komutanın da bana doğru geldiğini görüyorum. "Geçmiş olsun müdürüm" diyor. Onun da yüzü aydınlık. "Çok şükür !" diyorum, "Çok şükür kimseye bir şey olmadan bitti" diye cevaplıyorum onu. Gençler etrafımda, herkes elini uzatmış, ben de uzatıyorum. Arkamdan bir ses "Müdürüm kantin açılacak mı ?" Herhalde İlhami'ydi soran, arkamı dönmeden karşılık veriyorum "Açtım gitti !"  

Arkamdan bir kahkaha ve alkış sesi patlıyor. Kantinden idareye doğru dizilmiş öğrenci koridorundan, uzanan elleri sıka sıka ilerliyoruz komutanla. İdare merdivenlerine geldiğimizde bu defa komutan soruyor "İyi misiniz ? bugün burada kalmamızı ister misiniz ?"  

Merdivenlerde iki müdür yardımcımla karşılaşıyoruz, lojmanlarda kaldıkları için merak edip gelmişler. Nöbetçi memur ve diğer üç yönetim memuru da arkamızdan yetişiyorlar. Derin bir nefes alıyorum, herkesin duyacağı şekilde "İyiyim" diyorum, "bu raundu da kazandık, yarına Allah kerim, gel birlikte sıcak bir çay kahve içelim."

Herkes mutlu ve rahatlamış görünüyor, içeriye giriyoruz.

24 Aralık 2013 Salı

111 24 Aralık 2013 22;21 NE DÜŞÜNÜYORUM...................................Virüs !..


Virüs !..


Çok kişiye gelen, nihayet benim de başıma geldi. Geçen hafta virüs saldırısına maruz kaldım. Aranızdan birkaç gün uzak kalmam bu yüzden. Bu arada hemen erbabına müracaat ettik tabi. 

Ramazan kardeşim sağolsun pencereleri açtı, havalandırdı, sildi, süpürdü, ilaçladı. Tertemiz etti. Bilgisayarım onların tabiriyle "formatlanıp" yenilendi. 

Bu yüzden, herkese yeniden merhaba !

Virüs ilginç bir şey. Tanıdığımız mikroba benziyor. Ama bu bilgisayarlara musallat olan türden. İnsan yapısı ve elektronik. Tavşana kaç tazıya tut cinsinden bir icat. Bir yandan bilgisayarları, programları yapıp satıyorlar. Öbür taraftan da virüsleri salıveriyorlar. "Win Win" deyimi bunlar için söylenmiş sanki. Her durumda kazanıyorlar. Tam bir cingözlük durumu yani.

Bu günler hem sokakta, hem politikada, hem de sanal alemde vızır vızır virüs kaynıyor. Üşütürseniz grip olursunuz, malum şimdi mevsimi, havalar soğuk. Gazete okurken, televizyon seyrederken de dikkatli olmak lazım. Etrafta fitne, fesat, nifak polenleri uçuşuyor. Bu şeylere karşı hassas bir bünyeniz varsa allerji olabilirsiniz söyleyeyim. Hele sosyal medya mensubu iseniz karşılıklı salvolardan, mitralyöz ateşi gibi tarrakalardan sakının derim. Her an kazaya gelebilirsiniz. Burnunu çıkaranı küfür, yalan, dedikodu ve iftira mermileriyle vuruyorlar.

Dostlar size bir şey söyliyeyim mi, ben bu virüslerden oldum olası huylanmışımdır. Deli dana hastalığı mıydı neydi, acaba o hastalık icad edilmiş bir virüsle mi başlamıştı ? Sonrasında hangi ülkenin hayvancılığı engellenmiş, hangi adamlar et ithalatı yada ihracından deli danalar gibi semizlemişti ? Kuş gribi çıkınca olan bizim mis gibi köy tavuklarına, badi badi sevimli ördeklerimize olmadı mıydı ? Ya geçen senelerde birdenbire ortaya çıkıp peşi sıra milyarlarca aşı tükettiğimiz domuz gribine ne demeli ? Onu da Amerikalılar mı üretmişti ne ?

Amaan...Çok mu vehim yaptım acaba ? Nereden nereye geldim böyle ! Hani ki arada bir alevleniveren cemaat hükümet kavgasına, durup durup sabah saatlerinde yapılan operasyonlara da bu virüsler sebep oluyor diyeceğim.

Benden söylemesi. Bilgisayar virüslerinden kurtulmak kolay. Neticede para parayla temizleniyor. Grip te iyi bir bakımla ilaçla ya da ilaçsız bir hafta on günde iyileşiyor. Ama insanı insana düşüren, kavga ettirip sonrasında bunun sebebini bile hatırlayamadığımız haller çok çok başka.

Bu ülke şimdiye kadar ne seçimler, ne operasyonlar gördü. Böyle günlerde hep ortalık toz duman oluyor. Haklı haksız ayırd edilemiyor. Etrafta en sert rüzgarlar, en tehlikeli mikrop ve virüsleri saçıp bulaştırıyorlar. İşte bundan sakınmak, etkilenmemek bayağı zor.

Hiç kuşkunuz olmasın; hiçbir fırtına kalıcı değil. O geçip gittiğinde hayat kaldığı yerden devam edecek, yaralar onarılacak, ülke için yürüyüşümüz sürecek. Geriye kalan izlere tarih diyeceğiz, bazen ağlayarak bazen gülerek anacağız, ama kesinlikle ona takılıp kalmayacağız. Tek kanatla uçulmaz, rabbim bile insanı, hayatı çeşit çeşit, renk renk yaratmış. Bize ne oluyor ki birbirimize tahammül edemiyoruz, ne bu hırs, öfke ve düşmanlık.

Ben düşündüm de insan bir virüsten bile ibret alabiliyor. Virüs varsa bir sebebi de var mutlaka, çaresi de. Bilgisayarımız formatlanabilir, varsa bizim yaralarımız, gücenikliklerimiz iyileşebilir, ama ülkemizin zarar görmesine razı olmayalım. Birbirimize lanet okumak yerine dua edelim. Gün olur birbirimize komşu olur, dünür olur, musalla taşında "iyi biliriz" dememiz gerekebilir. 


Virüs sebebiyle aranızdan bazılarına rahatsızlık verdiysem affınızı dilerim. İyi ki varsınız, selamette olun inşallah.