Bıçak sırtında
Bugün 13 Aralık 2021 Pazartesi. Dünyada Virüsün ortaya
çıkmasının üzerinden 720 gün geçti. Coronavirüs salgını ülkemizde de 641.ncü
gününde. Dünyayı korkutan yeni varyant nihayet ülkemizde de görüldü. Sağlık
bakanının verdiği bilgiye göre ülkemizde biri İstanbul’da, 5’i İzmir’de olmak
üzere toplam 6 kişide Omicron varyantı tespit edilmiş. Ancak bu 6 kişi Covid-19’u
hafif belirtilerle geçirmekteymiş. Hastaneye yatırılmalarına ihtiyaç olmamış.
"Vatandaşlarımız kaygılanmamalı, tedbirlere
uymalı, eksik aşılarını tamamlamalıdır" diyor sayın bakan. Gerçekten de Covid-19
salgını ortaya çıktığı aylarda ve bu yılın başlarındaki kadar korkutucu değil.
Sosyal hayatı eski ölçüde tahrip etmiyor. Çoğu insan hastalığı oldukça hafif
geçiriyor. Neden? Bu soruların cevabı aşı uygulamasında. Eksik aşılar
tamamlandıkça da gücümüz artacak.
Kapanma olacak mı, yeni tedbirler gelecek mi? Bu
soruların cevabı da aşıdan elde edilen sonuçlarla yakından ilgili. Salgın
vesilesiyle bireysel hayatla toplumsal hayat arasına yeni uçurumlar girmesine
ne devletin ne de vatandaşın tahammülü
var. Zaten toplumların bunu ilanihaye
sürdürmesi de mümkün değil. Hayatı yasaklarla devam ettiremeyiz.
Evet, aşının etkisiyle toplumda Covid-19’a yakalanma
endişesi giderek azalıyor. Aşının sonuçları ortada! Yaygın aşılamanın
ardından yaşadığımız süreç bize şunu gösterdi: Tam aşılı olanlar Covid-19’u
genellikle hafif geçirmekte. Aşı aleyhtarı söylemlerden etkilenenler, aşılarını
eksik bırakanlar, genç olsalar da, kronik rahatsızlıkları bulunmasa da
yıpratıcı günler yaşıyorlar. Kaldı ki risk grubunda bulunan ileri yaştakiler,
kronik hastalığı olanlar için yüksek risk devam ediyor. Bu yüzden aşıları eksik
olan herkes aşılarını tamamlamalı.
Dünyada corona vakaları toplamda 271 milyona
(270.678.636) dayanmış durumda. Haftalık vaka sayısı (270.678.636-266.915.820)
3.762.816 görünüyor. Halbuki bu rakam geçen hafta 4.832.955
idi. Fark (3.762.816-4.832.955) -1.070.139 olmuş, yani haftalık vakalarda
(-1.070.139/4.832.955) %22,14 azalış söz konusu. Yine, bir günlük ortalama
(3.762.816/7) 537.545 olarak gerçekleşmiş. Bu durumda geçen haftaya nazaran
günlük ortalama vaka sayılarında da (537.545-690.422) -152.877 kadar bir azalma
görülüyor.
Corona vakaları bizde de bu hafta toplamda 9 milyonu
(9.058.975) geçmiş durumda. Vakalar bir önceki haftaya göre
(9.058.975-8.921.150) 137.825 artmış. Bu kümülatif olarak haftalık
(137.825/8.921.150) %1,54'lük bir artışı gösteriyor. Geçen hafta bu rakam
150.778 (%1,72) idi. Fark, (137.825-150.778) -12.953 olmuş. Yani haftalık
vakalarda (-23.184/150.778) -%15,38 bir
azalış var.
Haftalık vakaların bir günlük ortalaması ise (137.825/7)
19.689 seviyesinde. Oysa yine geçen
hafta bu rakam 21.540 idi. Bu durumda geçen haftaya nazaran günlük
ortalama vaka sayılarında (19.689-21.540) -1.851 kadar bir azalış söz konusu.
Yani (-1.851/21.540) -%8,59 azalış, geçen haftanın -%13,33 azalışına göre (13,33-8,59) %4,74 daha az bir
düşme anlamına geliyor.
Dünyada ölümler de artık 5,3 milyonun (5.325.414)
üstünde. Bir hafta içinde (5.325.414-5.281.883) 43.531 can kaybı yaşanmış.
Halbuki bu rakam geçen hafta 60.660 idi. Fark (43.531-60.660)
-17.129 olmuş. Yani haftalık can kayıplarında (-17.129/60.660) -%28,24'lük bir
azalış söz konusu. Geçen hafta ortalama can kaybı 8.665 idi, bu hafta ise bu
rakam (43.531/7) 6.219'e düşmüş görünüyor. Aradaki fark (6.219-8.665) -2.446
olmuş. Yani (-2.446/6.219) -%39,33'lük bir azalma var.
Türkiye'deki vefatlarsa artık 78 binin üstüne çıkmış
durumda. 13 Aralık itibariyle de maalesef 79.322 oldu. Buna göre bir
hafta içinde (79.322-78.017) 1.305 vefat gerçekleşmiş. Bu geçen haftaya göre
(1.305-1.382) -77 daha az vefat demek. Haftalık artış (1.305/78.017) %1,67 oysa
geçen haftanın artışı %1,80 idi. Fark (1,67-1,80) -%0,13 haftalık vefatların
geçen haftaya göre binde 13 azaldığı anlamına geliyor.
Bir başka açıdan günlük
ortalama gerçekleşen vefat (1.305/7) 186 olurken geçen hafta bu rakam 197 idi.
Bu durumda geçen haftaya göre günlük ortalama ölüm sayısında (197-186) 11 kadar
bir azalış olmuş. Nihayet 200'lerin altındayız. Ancak maalesef hala ortalama
her gün bir uçak dolusu insan kaybetmeye devam ediyoruz.
Ancak 13 Aralık itibariyle iyileşenlerin toplamı
8.638.034'ye ulaşmış durumda. Bu da toplam vakaların 95,35% 'i demek. Geçen
Pazartesi günü bu oran 94,86% idi. Demek ki yine çok küçük de olsa
(95,35-94,86) binde 49 artış var. Neticede bu hafta da geçen haftaların umut verici gelişmesinin devam
ettiğini görüyoruz. Yani günlük iyileşmeler yeni vakaların hep üstünde
gerçekleşiyor. Son haftayı esas alırsak ortalama olarak her gün 19.689 yeni
vakaya karşılık 25.102 kişi iyileşmiş.
Dünyadaki haftalık vaka azalışı %22,14 iken ülkemizde
son bir haftada %15,38 bir azalış görülüyor. Vefatlarda ise haftalık azalış
oranları %28,24 ve %0,13 gözüküyor. Yani hem vakalarda hem de
vefatlarda azalış var ama bu hafta bizde biraz daha az gerçekleşmiş.
Bu hafta hastaneye başvurup test yaptıran her yüz
kişiden 5,3'ü pozitif çıkmış. Geçen hafta bu rakam 6,1, bir önceki hafta 6,9
idi. Üç hafta önce de 22 kasımda 6,6, 15 kasımda 7, 8 Kasımda ise
7,9 kişi olmuştu. Bu veriler de gösteriyor ki son bir ayda pozitif vaka
oranında bir düşme eğilimi var. Ülkemizdeki vakalarda ve vefat sayılarında
gözlenen düşme eğilimli yatay seyir, hiç kuşku yok ki aşı uygulamasının sonucu.
Ancak şu anda Türkiye’nin her yerinde yoğun bakımda
yatan Covid-19 hastaları var. Bunların önemli bir bölümünün hiç aşı yaptırmamış
veya aşıları eksik kişiler olması tesadüf değil. Aşılı kişilerin hastalığı
büyük oranda hafif geçirmesi de tesadüf değil. Geride kalan 10 ayın sonuçları
bunu gösteriyor. Peki, insanlarımızı aşıdan önyargılarla korkutmaya çalışanlar
NE KAZANDI? Hatalı kararlarınsa sonucunu hepimiz biliyoruz.
Bir hafta önce 6 Aralık itibariyle en az 1 doz
aşı olmuş 18 yaş üzeri nüfus 90,86% ve 2. doz ortalaması ise 81,68%
olmuştu. Yine o gün itibariyle 1.(56.398.458), 2. (50.698.978) ve
3.(12.408.439) doz aşısını yaptıran vatandaş sayısı toplamda 121.042.428'ye
yükselmiş durumdaydı.
Bugün ise 13 Aralık itibariyle 1 doz aşı olmuş 18 yaş
üzeri nüfus 91,10% seviyesindeyken 2. doz ortalaması da 82,10% olmuş. Ayrıca
1.(56.544.501), 2. (50.961.533) ve 3.(12.684.219) doz aşısını yaptıran vatandaş
sayısı toplamda 121.804.033'ye ulaşmış durumda.
Bu verilere göre; her gün
ortalama (121.804.033-121.042.428=761.605/7=) 108.801 doz aşılama
yapıldığı ve bir haftada (108.801/121.042.428) 0,0009 kadar çok çok az bir
artış gerçekleştiği anlaşılıyor. Ancak bir başka açıdan da aynı veriler geçen
haftaya göre günlük ortalamada (108.801-111.543) -2.742 kadar bir azalma, yani
(-2.742/111.543) -0,0246 bir azalış olduğunu gösteriyor. Buradan son
haftalardaki aşılama uygulamasının oldukça yavaş ilerlediği anlaşılıyor.
Salgın son 6 haftada benzer günlük vaka sayılarıyla
seyretti. Avrupa'da görülen ani artışlar ülkemizde görülmedi. Bu olumlu durumu
sürdürmek ve kayıplarımızı azaltmak için eksik aşıları tamamlamalı tedbirden
taviz vermemeliyiz.
Ülkemizin sağlık ve sosyal güvenlik sistemi çok güçlü.
Gelişmiş olduğu iddia edilen ülkelerde verilemeyen sağlık hizmetlerinin acı
bilançosu da ortada. Ülkemizde koridorlarda oksijen tüpleri önünde kuyruğa
girmiş hastalar görmedik. Hatta kendi vatandaşlarımızı dünyanın dört bir yanından
ülkemize getirip tedavi edildiler.
Sağlık bakanımız Dr. Fahrettin Koca 12 aralıkta
mecliste bakanlığının bütçesi ile ilgili yaptığı konuşmada kendimize güvenimizi
arttıran şeyler söyledi: "Ülkemizde 25 yıl aradan sonra yeniden aşı
üretildi. Yaklaşık 50 yıldan uzun bir süredir ilk defa hücre çalışmalarından
başlayarak, antijen dâhil, yerli olarak geliştirilen bir aşımız oldu. Yerli
inaktif COVID-19 aşımız Turkovac’ın her safhası ülkemizde geliştirildi. COVID-19
aşısını üretebilmiş 6 ülkeden biriyiz."
Böylece Türkiye yaklaşık 50 yıl sonra %100 kendi
imkânları ile aşı geliştirdi. Bu değere sahip çıkmak hepimizin sorumluluğu.
BİR ÖNERİ HİKAYESİ (V)
İki yıl önceki
yazılarımızda ‘Susurluk için ne yapılabilir?’sorusuna cevap bulmak üzere yola
çıktmıştık. ‘Sıla i Rahim’ Susurluğun bir sıla i rahim, bir memleket olarak
kıymetini dile getiriyordu. 1960’lı yıllardan 2000’li yıllara nasıl gelindiğini
anlatmıştık. Özellikle 80’lerden itibaren Susurluk nüfusu ve ekonomisinin adeta
patinaj yapmaya başladığını, Şeker fabrikasının ve Susurluğun yeni yetişen
gençlere yetmez olduğunu yazmıştık.
80’li ve 90’lı yıllar
zaten ülkenin de türbülansa girdiği yıllardı. Ne yazık ki Susurluk bu dönemin
yaralarını sıcağı sıcağına pek anlayamamış, alıştıkları devranın öyle
gideceğini sanmıştı. O dönemde geleceğe yönelik bir atılım içine girmediği için
de maalesef 2000’li yıllar Susurluğun yüzüne hep birer şamar gibi inmekteydi.
Önce Şeker fabrikası teklemeye başlamış, ardından parlayan yıldızımız Yörsan’la
ilişkiler gerilmişti.
Maalesef Susurluk gelecek
yıllar ve gelişmelere karşı yapılan uyarılara da duyarsızdı. Yeni sanayi
yatırımlarına ihtiyaç olduğunu, Susurluğu teğet geçecek bir İzmir otobanı
plânlandığını, gençler için tez elden bir şeyler yapılmazsa ilerde büyük
sorunlar yaşanacağını duymak, anlamak istemedi. Nihayet Yörsan krize girip
iflas etti, halen ne olacağı belirsiz. Dinlenme tesislerinin de akıbeti
karanlık. Susurluk böyle giderse bir köy haline mi gelecekti?
Elbet her sabahın bir
akşamı var, her gündüzün bir gecesi. Oluveren şeyler içinde ömrümüzün zaman
tünelinde parlayan, bir güneş gibi aydınlatıp ısıtan, sonra da solup giden,
yitirdiğimiz şeyler yok mu? Bir şeyler yapanların kadrini kıymetini bildik mi
peki? Olanların da farkına varıp sahip çıkabildik mi? İşte sorunun içinde
sorular var. “Ne gibi şeyler?” meselâ, ‘Kim yapacak, ne zaman yapacak, nasıl
yapacak, nerede yapılacak?” gibi meselâ. Bu soruların alacakaranlığında
memleketimden gittikçe yükselen bir ses, bir çağrı işitiyorum: “Susurluk için
mutlaka bir şeyler yapmalıyız!
Bir şeyler yapmak
gerektiği açıktı ama ‘Ne yapılmalıydı?’ ‘Alacakaranlık’ başlıklı yazımıza şöyle
başlamıştık: “Artık bir şeyler yapmalı” demekle o ‘bir şeyler’ kendiliğinden
olur mu? Ya da kendiliğinden olmakta olan, oluveren şeyler gerçekte bizim
istediğimiz şeyler midir? “Hatta bu meseleyi ‘Kim yapacak, ne zaman yapacak,
nasıl yapacak, nerede yapılacak?” gibi sorularla sistemli biçimde ele
alabilmeyi önermiştik. Değişen, gelişen, yükselen bir Susurluk niye olmasındı
ki? Çalışkan, kendi kişiliği ve saygınlığı ile hep birlikte geleceğini inşa
eden bir Susurluk görmeyi kim istemezdi?
Ancak, öncelikle
Susurluğun neye ihtiyacı olduğunu, ne yapması gerektiğini, kimden ne talep
etmesi lazım geldiğini, zamanını, mekânını ve tonunu belirlemesi gerekiyordu.
İlk adımın sağlıklı bir durum analizi yapmak olduğunu, "Görmem, duymam,
konuşmam" duyarsızlığının zamanı olmadığını, nerede durduğumuzu, karşı
karşıya olduğumuz tehdit ve fırsatları, zayıf ve güçlü yönlerimizi tespit
etmeden sağa sola yalpa yapmanın bir yararı olmayacağını yazdık. Mülki idare,
Belediye, İşadamı ve esnaf temsilcileri ile siyasi partiler, muhtarlar ve sivil
toplum kuruluşlarının el ele vermesi gerektiğini dile getirdik.
Ancak, bu yürüyüşte suni
ayrılıklara, laf üretmeye, sadece eleştiriye ve sen ben kavgasına yer yoktu ve
olmamalıydı. En başta bu hareketin önderlerine böyle bir vazife düşüyordu.
Tavsiyem şu olmuştu: “Bırakın birileri alıştığı minval vıdı vıdı etmeye devam
etsin, siz ‘besmele’ ile yola çıkmaya, ayrıştırmaya değil birleştirmeye gayret
edin. Birileri aranızı ayırmak istese de siz aksine toparlayıcı olun,
istikametinizi ve saflarınızı bozmayın.” Hatırlarsanız o yazım şöyle bitiyordu:
“Biliniz ki hiç bir ‘alacakaranlık’ kalıcı değildir. Bakın! Bir şeyler yapmaya
niyet edenler için şafak sökmekte bile.
Oyalanma, “Haydi Susurluk! Kalk ayağa ve yürümeye başla!”
Bir sonraki ‘Yol çatırığı’
başlıklı yazımda; hepimizin günümüzü yaşayarak, ama bilmediğimiz yarınlarımıza
yol almak için uğraştığımızı söylemiştik. Kuşkusuz bazen karşımıza yeni yeni
yol çatırıkları çıkıyordu. O zaman da durumumuzu, karşımızdaki seçenekleri ve
olabilecek riskleri gözden geçirmek zorunda kalıyorduk. Bu değerlendirme aynı
zamanda geçmişimizi muhasebe etmek, seçimlerimizi daha doğru yapmak için de bir
fırsattı. Evet, Susurluğun bugün bir yol
ayrımında olduğu açıktı. Bir yol çatırığına gelmiş, ne yöne gideceğini
düşünüyordu.
Elbet geçmişte pek çok
hata yapılmış olabilirdi. Geleceği görememiş, elindekileri koruyup
geliştirememiş ve zaman kaybetmiş olabilirdi. Elbet bunlar bir bir
değerlendirilmeliydi. Ancak, suçlu bulmanın, kabahati birilerine yüklemenin
hiçbir yararı da yoktu. Aksine, yapılan yanlışların tekrar edilmemesi, nelerin
doğru olmadığının anlaşılması için de onları bilmek gerekiyordu. Bilirsek, en
uygununu bulmamız kolaylaşabilirdi.
Fakat, şayet 2023
hedeflerinin konuşulduğu bir ortamda biz de Susurluğun gidişatını değiştirmek
istiyorsak öncelikle durup ta kendimize “Neredeyiz?” sorusunu yöneltmemiz
gerekiyordu.
Burada önerilen çıkış yolu
da zaten ülkemizde halen yürürlükte olan ‘5018 Sayılı Kamu Malî Yönetimi ve
Kontrol Kanunu’ gereği ve ‘Stratejik Yönetim’ icabıydı. Bu çerçevede; mevcut
durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon
oluşturulmalı, bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak
hedef ve stratejiler belirlenmeli, ölçülebilir kriterler geliştirerek
performans izlenmeli ve değerlendirilmeliydi.
Bu da katılımcı ve esnek bir yönetim yaklaşımına ihtiyaç gösteriyordu.
İşte bu yaklaşıma kısaca
‘Stratejik yönetim’ deniliyordu. Bu tarz bir yönetim yaklaşımı, her şeyden
önce; “Neredeyiz?, Nereye ulaşmak istiyoruz?, Ulaşmak istediğimiz noktaya nasıl
gideriz? Ve Başarımızı nasıl değerlendiririz?” şeklinde ifade edilebilecek dört
temel soruya cevap arayarak başlıyor, bir stratejik plân ortaya konulmasıyla da
olgunlaşıyordu.
‘Stratejik Plân’ başlıklı
yazımız ile işte o önerdiğimiz planlama seçeneğinin ne olup ne olmadığını
açıklamıştık. Çünkü; bir değişim plânının olması, gerçekleştirilmesi için asla
yeterli değildi. Plânın sahiplenilmesi ve harekete geçilmesi şarttı. Zira; asıl
olan plân dokümanı, pırıltılı şablon ve yazılı belgeler değil, yönetim
sürecinin bizzat kendisiydi. Elbette bu
tarz bir yönetim çalışmasına da en geniş katılım sağlanmalı, bu kapsamda
değişik taraf ve seviyelerden insanlar sürece dahil edilmeliydi. Böylece ortak
akıl bir bütün olarak kendisini tanıma, çıkış yolunu ve başarıyı paylaşma
fırsatı bulacaktı. Bu sürecin bir yan ürünü olarak yaşanan birlikte olma hali,
güçlü iletişim ve motivasyon ilerde yaşanabilecek birçok olumsuzluğa da geçit
vermeyecekti.
Şayet Susurluk geleceğini
öngörmek, karşı karşıya kaldığı sorunları orta vadede aşmak istiyorsa alıştığı
minval kısa vadeli çözümlerden uzak durmalıydı. Aksine Susurluğun orta ve uzun
vadeyi öngören bir ‘stratejik planı’ olması en doğru seçenek gibi görünüyordu.
Burada önerdiğimiz şey elbette ki mevcut sorunlarla uğraşmayı, projeleri
sonuçlandırmayı ve günlük hizmetlerin verilmesini durdurmayacaktı. Belediye
görevi olan hizmetleri sürdürecek, siyasi partiler vaadlerini yerine getirecek
ve Mülki idare de vazifesini yürütecekti. Ticaret ve sanayi odası, esnaf
kuruluşları, mahalli basın, sosyal medya ve sivil toplum örgütleri
varoluşlarının gereğini yapacaklardı. Farklı olan şey hep birlikte stratejik
plân çalışmalarına sahip çıkmak, katılmak ve destek vermekti. Özetle bunları
yazmıştık o haftaki yazımızda.
Nihayetinde politik bir
amacım yoktu. Aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyordum. Amacım
yolumuzu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamaktı. Ayrıca bu çalışma
zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi olmayacaktı. Çünkü onu bizzat
Susurluk yapmalı, biz sadece yolu göstermeliydik. Anlamayı, benimsemeyi,
inanmayı, destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmalıydık. Elbette kişisel olarak
Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu diye çok merak
ediyordum. Fark şu ki: olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyecektim.
Hamdolsun öyle de oldu.
Önerimiz ve odaklandığımız
konu Susurluğun geleceğine yönelik makro bir bölgesel / stratejik plan
yapılmasıydı. Algı radarlarımızı daha geniş bir çapa ayarlamalıydık. Bu arada
yetişmiş pek çok Susurluk değerinin bu tür bir makro plan çalışmasına katkısı
olabilirdi.
Millet olarak hep süreç
başlatmakta iyi olduğumuz, ancak sonunu aynı heyecanla getiremediğimiz
düşünülür. Sonuç için yeterince gayret
sarf edilmediğinden, iyi niyetle çalışanların engellendiğinden, yöneticilerin
bu tür çabaları samimi ve içten sahiplenmediklerinden şikâyet edilir. Bu 'zaaf'
tabi ki Susurluk için de geçerli. O nedenle konu Susurluğun bir 'zayıf' yönü
olarak elbette masaya yatırılmalı. Yol yürüyenler çakırdikenlerini bilir.
Acısını tanırlar. Sinsiliğini, batınca fark edildiğini yaşamışlardır.
Önemsemediğiniz, hiç
dikkate almadığınız bir şeydir. Adeta nohut büyüklüğünde küçük bir deniz mayını
sarı sivri dikenlerle donanmıştır. Toprağa hangi yanıyla düşerse düşsün ayağınıza
batacak şekilde dururlar. Rüzgârla yola gelişigüzel saçılmışlar ve kuru otlar
arasında kendisini kamuflajlamışlardır. Kendinizi daha büyük engellere
hazırlamışken o küçücük şey ayağınıza batınca doğrusu canınız epey acır.
İnsan dili de çakırdikenine
benzer biliyor musunuz? Bir Ezop masalında dile getirildiği gibi o; hem
dünyanın en tatlı şeyi, hem de en acı olanıdır. Yumuşacık, küçücük bir şeyin bu
kadar hain, bu kadar şeytani, bu kadar akrep olabileceğini ancak batınca anlar
insan. O ısırana, zehrini boşaltana kadar anlayamazsınız düşmanlığını. Sahibi
önce sizi duymaz görmez. Siz adım attıkça yanınıza yanaşır. Sizden görünür,
kulağınıza fısıldar, yolunuzdan saptırmaya çalışır. Baştan yokmuşsunuz gibi
davranan o tipler size yol yordam öğretmeye çalışmaktadır. Kulak vermezseniz
ufaktan etrafınızı zehirlemeye başlamışlardır bile.
Sureti haktan görünerek
kafalarda soru işaretlerini çoğaltmaya koyulmuşlardır. Siz durmayıp yürüdükçe
muhalefetleri sinelerinde gizlenir ve büyür. Yola serptikleri çakırdikenleri
her adımda canınızı yakar.
Bu vesvese ve kibir
baronları ise hep uzaktan seyrederler olan biteni. Yetinmezler, bir de etrafa
“Ben demiştim” edasıyla hareket çekerler. Olumsuzluklara bizzat neden olanların
düzeltmek için hiç çaba harcamaması insanın zoruna gider. Ya da sanki her
konuya vakıfmış da onlar devlet sırrıymış gibi tavırlara girip, bilgi ve katkı
vermemeleri insanı çileden çıkarır. Ortada duran sorunların birinci elden
ilgilisi ve sorumlusu oldukları halde çözüm çabalarına uzak durmaları
başkalarını da engeller.
Birde guguk kuşu gibi
olanlar vardır ki doğrusu insana pes dedirtir. Bu guguk kuşları karakteri gibi
kendileri de tipsiz ve çirkindirler. Yuva yapmazlar, hiç bir iş yapmadan
ortalıkta gezinip yumurtlayan başka bir kuş gözetlerler. Gözlerine
kestirdikleri kuş ayrılınca onun yuvasına bir yumurta bırakırlar. Diğer
yumurtalardan bir gün önce çıkan guguk kuşu yavrusu diğerlerini aşağıya atar ve
yuva sahibi kuşun sadece kendini beslemesini sağlar. Bu üçkâğıtçı kuşa benzeyen
bazı insanlar da laf kalabalığından başka hiç bir iş yapmayıp, ya birilerinin
fikirlerini çalıp kendisininmiş gibi pazarlar yada birilerinin kuyruğuna
takılıp makam mevki sahibi olmaya çalışırlar.
Bu tür guguk kuşu
şahsiyetleri, iş yapma kabiliyetsizlikleri nedeniyle her işi başkalarına
yaptırarak ayakta kalmayı sürdürürler.
Bütün gücün kendilerinde olduğuna, diğer insanların besleyici kuş gibi
sadece kendilerine hizmet etmeye memur olduğuna inanmışlardır. Onlar büyük adam
oldum edasındadır ancak memlekette sadece oturdukları koltuk kadar yer
kapladıklarının farkında değildirler. Bu gibi insanlar da düz yolda gayretle
yürüyenlerin ayağına batan çakırdikenlerine benzer. Diğerleri ayakları kan
revan içinde bunlara bakıp son anda bizi de atar diye endişe ve güvensizlik
içindedir. Yapılan çalışmaların sahiplenilmesinden hiçbir zaman emin olamazlar.
Ancak, herşeye rağmen
Susurluk yararına ve geleceği için çaba göstermek gerekiyor. Elbette bu iş için
başarabileceğine inanan bir ekip çok önemli. Öte yandan zaten büyük işler hiç
de kolay değildir. İnsanların bazıları genelde okumadıkları, üstüne üstlük
kahvehane alışkanlığı her konuda uluorta konuşabildikleri halde, ortaya bir
çözüm yolu koymak ve birlikte emek vermek gerektiğinde ortadan kayboluverirler.
Neden? Çünkü yazmak konuşmaktan zordur, birlikte olup bir iş yapmaksa çok daha
farklıdır.
Her şeye rağmen böyle bir
sürece dahil olacakların olumsuzluklara kafayı takmaktan kurtulmaları
gerekiyor. Şikayetlenmeden ve boşa böbürlenmeden yol almalı. Zira yol adım
atarak yürünür, çakırdikenlerine takılmamak lazım. Çözüme inanmak, katılmaya ve
katkı vermeye odaklanmak yoldaki acıları azaltabilir. Daha büyük sulara
varmadan küçük sularda boğulmamalı insan.
Çağrımız Susurluğun
önderleri ve okuryazar gençlerine. Önerimizin en başta onlar tarafından
sahiplenilmesi gerekiyor. Sonraki adım bu süreci Susurluğa da mal edip
benimsetebilmek olur. Duymayan kulaklara, okumayan gözlere, umutsuz gönüllere
ulaştırabilmek. İnanın ki bu inanmış üç kişiyle de olur on kişiyle de.
Çümkü niyet halisse,
inşallah akıbet de hayır olacaktır.
Unutmayınız, hayat devam
ediyor. Peygamberimizin Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde geçen çok
meşhur bir hadisi var: "Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki
fidanı dikiniz." İşte biz de bu hikayede işte o fidanı ekmeye, “Susurluk
için ne yapılabilir?” sorusu üzerinde çalışarak önerimizi şekillendirmeye
çalıştık.
(Devam edecek)