Bozcaada gezisi
Kışları Ankara'da, yazları körfezdeyiz. Havası suyu,
yeşili mavisi, denizi dağı, meyvesi sebzesi, zeytini peyniri bol buraların.
Ayvalık'tan Küçükkuyu'ya kadar da oldukça renkli ve zengin bir bölge. Ayrıca
çevrede çok sayıda gezilecek görülecek yer var.
Yat turlarına katılarak ya da
otobüs minübüs arası araçlarla günübirlik gezintiler için alternatif bol.
Sadece kazdağlarında, denizi gören eteklerinde ve arka yüzünde bile sayısız güzellik saklı. Gökçeada ve
Bozcaada da bu bölgeye yakın yerlerden. Bozcaada günübirlik, Gökçeada ise bir gece kalmalı
gezilebiliyor.
Bozcaada'ya benim ikinci gidişim, İlki 2009
yazındaydı, kızım, damadım, torunum ve oğlumla gitmiştik. Aradan altı yıl
geçmiş. Bu kez eşimle günübirlik bir tura katıldık.
Turumuz Burhaniye
Ören, Orjan ve Akçay'dan katılan 23 kişilik bir
gruptu. Zefira turizmin aracı ile seyahat ettik. Beraberliğimiz
rehberimiz turizm bölümü öğrencisi Emine eşliğinde sabah saat 06.20'den akşam
saat 20.45'e kadar sürdü. Burhaniye Bozcaada mesafesi 126 Km imiş. Adaya ulaşmamız ise 2 saat 25 dakika sürdü. Bunun yarım saati zaten Geyikli-Bozcaada arasında
sefer yapan arabalı vapurda geçti.

Nüfusunun 2.500 dolayında olduğunu, yazları bu sayının günübirlik turlar
hariç birkaç katına kadar çıktığını söylediler.
Ulaşım Çanakkale Geyikli beldesinden arabalı vapur
seferleriyle yapılıyor. Ayrıca adaya Çanakkale merkezden de deniz otobüsü seferleri var.
İlk vapurla sabah
saatlerinde -dokuz gibi- adaya ulaştık. Programımızda; öğleye kadar bir bağ
işletmesi, akvaryum koyu, Ayazma şapeli ve Ayazma plajı var. Denize girme ve
öğle yemeğinden sonra ilk durak rüzgar gülleri. Ardından rum mahallesi
gezilecek. Daha sonra sıra kalenin gezilmesi ve türk mahallesine geliyor.
Yaklaşık saat 16.30'dan 17.45'e kadar da serbest zamanımız olacak. Bu süre
içinde isteyenler ada çarşısında alışveriş yapabilecek, isteyenler de kahve,
çay bahçesi ya da pastanelerde vakit geçirebilecekler.
Bozcaada' nın ilk adı Lefkofris imiş. Bu adın
nereden geldiği bilinmiyor. Ama
Latince'de anlamı beyaz-yılan, beyaz-kaş manasına geliyormuş. Sonra da adaya Tenedos
denilmiş. Mitolojik bir hikayesi var.
Bizans yönetimi sırasında Venedik ve Cenevizliler, ticari
faaliyetleri nedeniyle ada üzerinde bir rekabet
içindeymişler.
1377'de Bizans
İmparatoru, askeri yardım karşılığında adayı Venedik'e vermiş. Vermiş ama bu defa da Ceneviz'lerin buna
tepkisiyle aralarında çatışma başlamış. Sonunda bu
didişmeden yorulan iki devlet
1381'de Torino'da bir antlaşma yaparak adayı boşaltmaya ve tarafsız bırakılmasına karar vermişler.
Bu yüzden ada uzun süre boş kalmış. Fatih
Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında Gökçeada ile birlikte fethedilen ada,
Osmanlı donanmasının ikmal üssü,
özellikle de buğday ambarı
olarak kullanılmış. Bunun üzerine Venedikliler yeniden adaya sahiplenmeye
kalkmışlar ama 1464'te Mahmut
Paşa, adayı tekrar Osmanlı ülkesine katmış.
16. yüzyılda Bozcaada, Piri Reis
haritalarında şimdiki ismiyle yer
almış. Sonrasında bugüne kadar hep “Bozcaada” olarak isimlendirilmiş. (1)
Bozcaada Çanakkale Savaşı'nda işgalciler tarafından lojistik destek için kullanılmış. Bu dönemde müttefik kuvvetler adada savaş uçakları
için üç pist yapmış ve askerlerini burada tedavi
edip dinlendirmişler.
Bozcaada nihayet 24 Temmuz 1923'te imzalanan
Lozan Antlaşması ile Türkiye
Cumhuriyeti'ne bırakılmış. Türkler, adayı aynı yılın 20 Eylül günü
teslim almış ve Bozcaada
belediyesi de bu tarihin hemen
ardından kurulmuş.
Ayazma
yolunda ilk durağımız bir bağ evi-işletmesi.
Bozcaada geçmişinden bu yana üzümü, bağları ve şarabıyla meşhur. Bu
yüzden adanın büyük kısmı bağlarla kaplı. Eylül ayı
içerisinde "Bağbozumu" şenlikleri yapılıyor. Bu yılki festival 4-6
Eylül'de yapılmış.
Altı
yıl önce geldiğimde işletmeler mahzenlerini gezdiriyor ve isteyenlere tadım
yaptırıyorlardı. Anladığım kadar gelenler tadıyor fakat almıyormuş. Zaten yeni
alkol yasası gereği ziyaretçiler içeri
alınmıyorlar. Ayrıca tatmak isteyenler de para ödemek zorunda.
Biz gezdiğimiz işletmenin etrafını çevreleyen üzüm bağlarıyla ve şarap
dışındaki diğer ürünleriyle ilgileniyoruz. Adanın meşhur domates reçelini
biliyordum da gelincik çiçeğinden yapılanı duymamıştım. Küçük şişelerde
satılıyorlar. 10 lira, 15 lira ama normal reçellere göre pahalı. Sırf hatıra,
biraz da yöre ürünü diyerekten biraz kurutulmuş üzüm ve bir tane de gelincik
reçeli alıyoruz.
Bu arada çevredeki
bağlarda üzerinde kurumuş kalmış üzümler dikkatimizi çekiyor. Soruyoruz:
"Neden toplanmamış bunlar ?" Cevap ülkemizin genelindeki bir sorunu
yineliyor. Toplayacak insan yok, gençler artık bunlarla ilgilenmiyor. Yeni
satın alanlar da kimdir, ne amaçla almış belli değil. Artık bir çok bağ bu
vaziyette, bakımsız ve terkedilmiş. Eşim yolda giderken bakımlı, düzgün ve
yemyeşil olanlarla arada bir rastladığımız ota toprağa karışmış olanlarına bakarak: "Ne demişler, bakarsan bağ bakmazsan dağ olur. Ne kadar doğru bir
söz. Yazık !" dedi üzülerek.

Rehberimizin dediğine göre burada bir dilek
kayası varmış ve fotoğraflar iyi çıkıyormuş. İnsanlar sırayla oturup resim
çekiniyor. Sıra bize geldiğinde kayanın üzerine oturduk, oturduk ama karşımızda
rüzgar, ardımızda kayalık biraz stres yaptık. Tabi hanımınki korkudan,
benimkisi şapkanın uçup gitmesinden. Bu arada iyi gülmüşüz, Emine de bu anı
yakalayıvermiş. Neyse, fotoğraf çekildi, ben rüzgarda şapkayı kaptırmadım, hanıma da bir şey
olmadı.
Ayazma Plajına doğru giderken sağ tarafta ulu çınarlar altında eski bir çeşme ve
küçük Ayazma şapeli (bazılarına göre manastır) var. Adanın güney kısmında.
Burada çift oluklu tarihi bir çeşme, 8 yaşlı çınar ağacı, küçük bir şapel ve 2 tane tek katlı yapı bulunuyor.
Yunanca "hagiasme" kelimesinden
gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor. Zaten Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu
yerlerin de bu isimle anıldığını biliyoruz. Şapel'se bizim mescidlere karşılık gelen küçük ibadet yerleri. Vaktiyle
adada 35 şapel varmış, şimdi bir tane kalmış.
Sadece özel günlerde ibadete açılıp, senede bir gün ayazma
şenliklerinde ayin yapılırmış. Onun dışında kapalı. 26 Temmuz’da kutlanan Rumların Aya Paraskevi günü şapelin ibadete
açıldığı günlerden birisiymiş. Kalabalık bir grubun Ayazma’da toplanıp
eğlendiği bu güne halk arasında Ayazma Panayırı deniyormuş.
Gördüğümüz kadar bahçesi düzenlenmiş, etraf
tahta sandalye ve masalarla dolu. Susurlukluyuz ya özellikle tahta masa ve
sandalyeler dikkatimizi çekiyor.
Soruyoruz: tercih edenler için
adada kır düğünleri burada yapılıyormuş.
Rehberimizin anlattığına göre burası Rum azize Aya
Paraskevi adına yapılmış ve onun adını taşıyor. Sadece İstanbul’da bu azize
adına kurulmuş 5 kilise varmış.
Romalı zengin bir ailenin kızı olan Paraskevi,
tüm aile fertlerini kaybedince
Hristiyanlığı kabul edip kendini dine adamış. Tüm varlığını ise fakir halka
dağıtmış ve Roma'da Hristiyanlığı yaymaya çalışanlardan biri olmuş. Bunu duyan
İmparator Paraskevi'yi tutuklatmış ve çeşitli işkencelerle öldürtmüş. Bu arada
yaşanan bazı olağanüstü olaylar din için ölen bakire Paraskevi'nini azize olarak kabul edilmesine yol açmış. Bu hikaye de inananların
tarih boyunca yaşadıkları zulüm ve acılardan yalnızca birisi. Onu bu şekilde
işkenceyle öldürenlerin bugün adı sanı unutuldu, ama azize Paraskevi
unutulmuyor. Adına yapılmış kilise, manastır ve şapellerle hala insanların
gönlünde yaşıyor.
Burası aynı zamanda asırlık çınar ağaçlarının oluşturduğu gölgelik
alanı ve sürekli akan çeşmesi ile piknik yapanların tercih ettiği yerlerden
biriymiş. Şimdi mevsim yaz. Zaten
adada su kaynakları kısıtlı. Bu
yüzden çeşmenin suyu akmıyor ama aktığında içenlerin adada kaldığına
inanılırmış.
Saat 11 sularında denize girip yemek
yiyeceğimiz plaja geliyoruz. Ayazma plajı özellikle ince taneli, altın sarısı kumu, etrafındaki restoran ve
kafeler nedeniyle kesinlikle adanın bir numaralı plajıymış. Ayazma plajının
dışında hemen yanında yer alan Sulubahçe ve devamındaki Habbele Plajı ve
Akvaryum ayrıca tercih edilebilecek yerlerden.
Deniz gerçekten güzelmiş. Özellikle de
billur gibi tertemiz, ılık suyu ve yumuşak kumları çok hoş. Bu
güne kadar böyle güzel denize girmemiştim. Koreli restoranın duşu, wc'si ve
kabinleri de fena değildi.
Yemek için söylediğimiz ızgara çupralar da güzeldi.
Yanında salata ve kavun içeren menü 25 lira. Eh, böyle bir yerde özellikle de
balık için çok da pahalı sayılmaz.
Bu seferki durağımız batı burnunda yer alan
rüzgar gülleri. Bizim için uygun değildi ama gündüze son noktayı koymak için Batı Burnu’nu ziyaret etmek
bir gelenek haline gelmiş adada. Çünkü bu mevkii, özellikle gün batımında
olağanüstü bir manzara içinde
olurmuş. Akşam saatlerinde çarşı içinden kalkan dolmuşlar, adeta bir ada turu
fırsatı sunuyor, yol boyunca sunulan enfes görüntülerden sonra rüzgâr gülleri mevkiinde alınan keyif gün
batımı ile doruğa çıkıyormuş.
Anlaşıldığı kadar Bozcaada Türkiye'nin Rüzgâr Enerjisi üretimi yapılan
ilk ve sayılı yerlerinden. 2000 yılında yapılan 17 adet Rüzgar gülü Bozcaada’nın
en batı ucunda yer alan Polente
fenerinin yanına kadar uzanıyor. Bu türbinlerden sadece bir tanesi bile adanın tüm
enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyormuş. Kalan enerji ise Turizme zarar vermemek amacıyla yeraltı
kablolarıyla ve deniz altından
anakaraya gönderiliyormuş.
Polente
Feneri 1861 yılında yapılmış. Fener ve Rüzgar gülleri batı burnunda gündüz saatinde
bile o kadar güzel bir görüntü veriyor
ki gerçekten görülmeye değerler. Keşke bir gün doğumunu veya gün batımını buradan
izleyebilseydik. Bu doğal güzelliik ve etrafında bulunan Gökçeada, Seddülbahir,
Mehmetçik, Kumkale ve Kefalos fenerleri ile Polente Fenerinin selamlaşması ne
kadar güzel olurdu kim bilir.
Bozcaada
köyü olmayan küçük bir ilçe. Bir tarafında rum
mahallesi diğer tarafında islam mahallesi var. Bu nedenle adada faal durumda iki cami ve bir kilise bulunuyor.
Mübadelede istisna tutulmasına rağmen rumlar adada duramamışlar.
Azınlığı yıldıran unsurlar arasında 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs Sorunu,
toprakların düşük bedelle kamulaştırılması, Yunanistan’daki Türk azınlığın
mülkiyet hakları neden gösterilerek karşılıklılık ilkesi kapsamında Türkiye
vatandaşı Rumların gayrimenkul edinmesinin zorlaştırılması gibi sebepler ileri sürülüyor.
Şimdi
sadece birkaç aile, hepsi hepsi 20-30 kişiymişler. Onları da artık bizden
ayıramazsınız diyorlar. Hele hele eski rum evlerinin olduğu sokakları görmek
gerek. Adeta birer tablo gibiler. Zevkle boyanmış
rengarenk küçük otantik evler, taş sokaklar, yeşilin
her tonu ve çiçekler... Küçük
mahallenin her sokağı şaşırtacak kadar nefis manzaralar sunuyor. Bakmaya
doyamıyorsunuz.
Evler
ve çiçekler…Burada bu iş adeta bir sanat olmuş. Bazı noktalar gerçekten üzerinde düşünülmüş, emek ve para harcanmış olduğunu gösteriyor. Zaten evlerin bir bölümü
pansiyon, cafe ya da sanat atölyesi vb.olarak değerlendirilmiş. Kuşkusuz bu özeni ve çabayı gösterenler insanlar
gelsin, görsün diye yapmışlar. Arada bir fotoğraf çekmeyin levhası görsek de bu
rengarenk ev ve çiçek konsepti adanın turizm gelirinin ana kaynağı durumunda. Bütün bu güzellikler bunun için sergileniyor.
Bazen
iki eski bot içine dikilmiş çiçek gibi sevimli-muzip
hoşluklara da rastlanıyor tabi. Ama eminim bizim gibi bütün ziyaretçiler orada
bir sergi geziyormuşçasına zevk alarak dolaşıyorlar.
Artık
mahalleden çıkmak üzereyiz. Sıra kalenin gezilmesine geldi. Çınaraltı kahvesine
doğru yürürken komple restoran haline getirilmiş birkaç sokaktan geçiyoruz. Sokak boydan boya tahta sandalye ve masalarla
kaplı. Turizm sektörü adada böyle ilginçliklere neden
olmuş. Bizim geçtiğimiz vakitte bomboştular. Ama pırıl pırıl mavi beyaz boya ve örtülerle akşam hizmetine hazırlar. Sokağı yeşil
bir tünel gibi asma çardağı kaplamış, taş sokakta beyaz, mavi ve yeşilin bütün
tonları var. Göz alıcı, çok hoş bir görüntü.
Tam
mahalle bitti derken birdenbire karşımıza rengarenk çiçeklerle bezeli,
pencereleri ferforje demir minik tek
katlı bir ev daha çıkıyor. Böyle estetik ve güzelliğe
can mı dayanır. Haydi son bir hatıra fotoğrafı daha deyip kaldırım üzerindeki
kahverengi tahta sandalye üzerinde poz veriyoruz.
Çınaraltı kahvesine gitmeden evvel küçük bir pasta
kurabiye evinin önünde duruyoruz. Kavala kurabiyesi ve sakızlı kurabiye ikram
ediyorlar. Ben zaten kavala kurabiyesi severim, bulmuşken alacağım.
Bir de buralarda nedense adı sakızlı olan her ürünü
tatmak isterim. Sakızlı kahve, sakızlı muhallebi, sakızlı dondurma…Bunların
hepsini buralarda severim. Zaten başka yerde pek nadir bulunurlar. Ayvalıkta,
Cundada, Edremitte, Akçayda da var. Özellikle Ayvalıkta Perşembe pazarının
sonundaki çardaklı kahveler sokağında küçük bir fırında pişen sakızlı
kurabiyeler favorimdir.
Pasta evinin sahipleri çamlıhemşinlilermiş. 87'de
adaya gelip kalmışlar. Malum onlar dededen toruna pastacıdırlar. Bakalım burada
kavala kurabiyesini ve sakızlı kurabiyeyi nasıl yapmışlar ? Merak ediyorum.
Yalnız bu arada kilosu 40 lira, bayağı pahalıymış. Biraz ondan biraz bundan
tadımlık yarım kilo paketletip alıyorum yine de.
Çınaraltı kahvesi grubun dağılma ve toplanma
mekanı. Kimimiz kaleye, kimi alışverişe gidiyor. Bazıları da bu serin ve
otantik mekanda dinlenme molasında. Biz sakızlı bir orta kahve içip kalkıyoruz. Daha yorulmadık, gezmeye devam edeceğiz.
İstikamet Bozcaada kalesi. Kalenin rum
mahallesine bakan kuzey doğu tarafı gerçekten çok etkileyici idi. Sanırım Türkiye’nin en iyi korunmuş kalelerinden
biri. Ancak ilk olarak ne zaman, kimler
tarafından yapıldığı bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizler ve Venedikliler tarafından kullanılan kale,
bugünkü görünümünü Fatih Sultan Mehmet döneminde var olan kalıntılar üzerine
tekrar inşa edilmesiyle almış.
Venedik- Osmanlı arasında süren mücadeleler sırasında uğradığı
tahribatlar sonrası, Köprülü Mehmed Paşa döneminde büyük bir onarımdan geçmiş
(1657). II. Mahmut zamanında ise neredeyse yeniden inşa edilerek bugüne kadar
bu görünümü korunmuş (1815).
Adanın kuzeydoğu ucuna, kayalıklar üzerine inşa edilmiş kalenin etrafı
zamanında suyla dolu olan bir hendekle çevriliymiş. Bu nedenle bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilirken şimdi sabit bir
köprü üzerinden giriliyor kaleye. Yine bir zamanlar içerisinde Türk ahalinin
yaşadığı iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboş. Sadece festival
zamanlarında verilen konserlerle hareketleniyormuş.
Kaleden sonra adanın iki camiinden büyük olanına yöneliyoruz. Adanın islam mahallesinde yer alan Alaybey camisi ve Köprülü Mehmet Paşa camileri Osmanlı zamanından, şöhretli paşalardan kalma. Defalarca onarım görmüşler ama ayaktalar. Abdest alıp geciken öğle namazını kılıyoruz. Grup rehberimiz ve bazı aileler de tuvalet ihtiyacı için oradalar.
Alaybey Cami’nin kitabesi günümüze kadar ulaşmadığı için tam olarak hangi tarihte ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmiyormuş. 1700 lü yıllarda kırmızı kesme taştan yapılmış. Bir kaynakta Miralay Ahmet Ağa Camisinden bahsedilmesi sebebiyle caminin Miralay Ahmet Bey tarafından yaptırıldığı sanılmaktaymış. Bu duruma göre belki de Alaybey ismi buradan geliyor. Sonuçta cami günümüzde de halen kullanılmakta. Avlusunda Osmanlı sadrazamı Halil Hamit Paşa ya ait küçük bir hazire bulunuyor.
Caminin imamı Şaban hocaya bir arkadaşın selamını iletiyoruz. Bir çay içmek için ısrar ediyor. Alaybey caminin karşısı çarşı, içinde çay bahçeleri var. Sıralı küçük küçük sergilerde adaya özgü reçel, hediyelik eşya vb şeyler satılıyor. Almak için domates reçeli ve yaş üzüm bakıyoruz. Fakat dolaşmamıza rağmen uygununu bulamıyoruz. Küçücük bir domates reçeli şişesi 15 lira. Üzümün kilosu 5 lira beş kiloluk küçük kasalarda satıyorlar. Hediyesi 25 lira!...
Dükkanlar daha pahalı. Zaten her işletme meşhur bir ürünü sahiplenmiş durumda. Mesela sakızlı muhallebi, dondurmalı supangle ve buzlu gelincik şerbetini hep bir arada bulmak kolay olmuyor. Ama sonunda arayıp Alaybey caminin hemen sol tarafında eski kahvede buluyoruz. Gelincik şerbetini ilk defa içiyorum. Hanım şerbetin her türlüsünü sevmez, ama ben beğendim.
Kaleden sonra adanın iki camiinden büyük olanına yöneliyoruz. Adanın islam mahallesinde yer alan Alaybey camisi ve Köprülü Mehmet Paşa camileri Osmanlı zamanından, şöhretli paşalardan kalma. Defalarca onarım görmüşler ama ayaktalar. Abdest alıp geciken öğle namazını kılıyoruz. Grup rehberimiz ve bazı aileler de tuvalet ihtiyacı için oradalar.
Alaybey Cami’nin kitabesi günümüze kadar ulaşmadığı için tam olarak hangi tarihte ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmiyormuş. 1700 lü yıllarda kırmızı kesme taştan yapılmış. Bir kaynakta Miralay Ahmet Ağa Camisinden bahsedilmesi sebebiyle caminin Miralay Ahmet Bey tarafından yaptırıldığı sanılmaktaymış. Bu duruma göre belki de Alaybey ismi buradan geliyor. Sonuçta cami günümüzde de halen kullanılmakta. Avlusunda Osmanlı sadrazamı Halil Hamit Paşa ya ait küçük bir hazire bulunuyor.
Caminin imamı Şaban hocaya bir arkadaşın selamını iletiyoruz. Bir çay içmek için ısrar ediyor. Alaybey caminin karşısı çarşı, içinde çay bahçeleri var. Sıralı küçük küçük sergilerde adaya özgü reçel, hediyelik eşya vb şeyler satılıyor. Almak için domates reçeli ve yaş üzüm bakıyoruz. Fakat dolaşmamıza rağmen uygununu bulamıyoruz. Küçücük bir domates reçeli şişesi 15 lira. Üzümün kilosu 5 lira beş kiloluk küçük kasalarda satıyorlar. Hediyesi 25 lira!...
Dükkanlar daha pahalı. Zaten her işletme meşhur bir ürünü sahiplenmiş durumda. Mesela sakızlı muhallebi, dondurmalı supangle ve buzlu gelincik şerbetini hep bir arada bulmak kolay olmuyor. Ama sonunda arayıp Alaybey caminin hemen sol tarafında eski kahvede buluyoruz. Gelincik şerbetini ilk defa içiyorum. Hanım şerbetin her türlüsünü sevmez, ama ben beğendim.
Bu şirin kasaba önceden ortasından geçen bir dere ile Rum ve Türk mahallesi
olarak iki mahalleye ayrılmış. Günümüzde bu ayrım yok elbette fakat mahalleler
Rum yada Türk mahallesi yapıları itibariyle anlaşılabiliyor. Eşimle birlikte bu kez Türk mahallesi olarak
adlandırılan islam yurdundayız.
Önce adanın ikinci camisi halk arasında Yalı Camii olarak bilinen
Köprülü Mehmet Paşa camiine giriyoruz. Venedikliler döneminde
yıkıldığı tahmin edilen Mıhçı Camii, daha sonra Köprülü Mehmet Paşa tarafından 1655’de yeni baştan yaptırılarak onun adını almış. Bir kitabesi yok. Zaman
içinde geçirdiği tamirlerle şimdiki şeklini almış. En son 2006 yılında restore
edilerek yeniden ibadete açılmış.
İkindi namazımızı da burada kıldıktan sonra mahallenin sokaklarında dolaşmaya
devam ediyoruz. Daha ilk bakışta ortamın kendine has özelliklerini görebiliyorsunuz. Ahşap evleri ve kıvrımlı dar sokaklarıyla kendine özgü bir hava var burda. Buradaki evler de
bakımlı ve temiz. Sokaklarında rum mahallesinde olduğu kadar çiçek olmasa da yeşillik eksik değil. Otantik dar sokaklarda yürürken kendimizi bir eski
zaman tablosunun içindeymişiz gibi hissettik.
Türk mahallesi Rum mahallesine göre
turistik mekan bakımından zayıf olsa da günümüzde pansiyon ve otellerin sayısı
artmaya başlamış. Bazı evler yine
otel, motel, restoran vb. işletmelere dönüşmüş durumda.
Adanın
bu tarafından sahile yönelindiğinde balık
lokantalarıyla çevrili küçük bir balıkçı
barınağına çıkılıyor. Manzara beyaz ve mavinin sıcak birlikteliğiyle donanmış.
Gördüğümüz açı burada fotoğraf çekilmeli denecek güzellikte.
Troya
savaşlarından Osmanlı dönemine kadar ada her zaman
önemli bir liman olmuş. Ada halkı geçimini eskiden üzüm, şarap
üretimi ve balıkçılıkla kazanırmış. 1990'lı yıllardan itibaren turizm
geliri diğerlerini geride bırakmış.
Balıkçı barınağından
ilerde sağ tarafta küçük bir mezarlık görünüyor. Biz oraya gidemedik ama
hikayesini dinledik.
Limana
hakim küçük bir tepe üzerinde yatıyor Aburga Ahmet Dede çevresindeki
10 yoldaşıyla.
Rivayet
o ki; Çanakkale Boğazı çıkışında bir gemi fırtınaya
yakalanıyor. Battı, batacak. Yan
yatıyor. Geminin yatmakta olan
tarafında beyaz sakallı bir ihtiyar kişi beliriyor. Bir omuz darbesiyle gemiyi önce batmaktan kurtarıyor. Ancak, gemi Bozcaada önlerinde kayalara çarparak batıyor. Bu arada beyaz sakallı ihtiyar da dayanamayarak ölüyor. Ölmeden önce şu anda yattığı tepeyi
göstererek "beni oraya gömün" diyor.
Geminin
kaburgalarından tutup batmaktan kurtardığı için midir, yoksa gemi kalıntısı
uzunca bir süre yattığı burnun önünde kaldığı için midir bilinmez, ihtiyarın
adı "Kaburga Ahmet Dede"ye çıkıyor. Sonra gel zaman, git zaman adı Aburga Ahmet Dede oluyor. İşte hikaye bu.
Yine anlatıldığına
göre denize çıkacak Bozcaadalılar uzun zaman ermiş olduğuna inandıkları bu
kişinin kabrini ziyaret etmeden adadan ayrılmazlarmış.
Biz de
artık adadan ayrılmak üzereyiz. Kalenin iskele kenarındaki güney surları önünde dolaşarak bize verilen
saatin dolmasını bekliyoruz.
İşte
sabah bizi getiren, saat 18.00'de de götürecek olan
arabalı vapur göründü. Yanaşıyor.
İskeleden Bozcaada şehir girişine bakıyorum. Akşam güneşi palmiye ağacı yapraklarında kırılarak hoş bir görüntü vermiş. Sanki bir veda hüznü gibi görünüyor bana. Fotoğrafını çekiyorum bu görüntünün. Aynı zamanda Bozcaada çıkışının.
İskeleden Bozcaada şehir girişine bakıyorum. Akşam güneşi palmiye ağacı yapraklarında kırılarak hoş bir görüntü vermiş. Sanki bir veda hüznü gibi görünüyor bana. Fotoğrafını çekiyorum bu görüntünün. Aynı zamanda Bozcaada çıkışının.
Biraz
sonra bekleyen kalabalık vapura yöneliyor. Araçlar sırayla vapura alınıyorlar. Biz de biniyoruz. Gitme
vakti geldi. Adada henüz güneş batmadı, ama biz gitmek
zorundayız. Zira araçlar rezervasyonlu hareket ediyorlar ve bundan sonraki
20'de. Geyikliden sonra da en az bir buçuk saat yolumuz var.
Bozcaada’ya
ulaşım Gestaş tarafından, arabalı vapurlar ile sağlanıyor. Bozcaada ile Geyikli
Feribot İskelesi arasındaki 4 mil mesafe var. Bu
uzaklık ortalama yarım saatte alınıyor. Yaz sezonunda iki feribot karşılıklı
çalışıyor, saat başı yapılan seferler, kışın günde üçe kadar iniyormuş.
Adadan
ayrılıyoruz. Geyikliye doğru yol alırken kalenin denizden son bir fotoğrafını daha alıyorum. Ada gittikçe
ardımızda küçülüyor. Bir daha ne zaman geliriz Allah bilir. Hoşça kal Bozcaada,
elveda rüzgar gülleri, nur içinde yat azize Aya Paraskevi, Allahaısmarladık Aburga Ahmet Dede…
----------------------------
(1) Adaya ne zamandan itibaren Bozcaada
denilmeye başlandığı bilinmiyor.
Ama adaya ilk defa bu adın Türk denizciler tarafından söylendiği sanılmakta.
Yalnız, Piri Reis eserinde, adanın en yüksek sivri bir boz tepesi - bu gün
Göztepe denmektedir- olduğunu, onun üzerinden denizin 40 mil mesafesinin
kontrol edilebildiğini, aynı şekilde denizden de o mesafe içinde gemilerin,
adanın alâmeti olan boz tepeyi fark edebildiklerini ifade ediyor. İşte bu sebeple Türk denizcilerin adaya Boz Ada veya Bozcaada dedikleri sanılıyor. Gerçekten adaya karşıdan
bakıldığında boz bir şekil göze çarpıyor. Ayrıca karşıdan bir bohçayı andırdığı için Bohçaada denildiği de olmuş. Bu yüzden bazı kayıtlarda adanın ismi böyle geçiyormuş. Nitekim, adadaki Alaybey Câmii haziresinde bulunan iki mezar kitâbesi ile Aburga Ahmed Dede
mezarlığında bulunan diğer bir mezar kitâbesi üzerinde ada ismi Bohçaada olarak görünüyor. Sonuç olarak türklerin ilk dönemlerde adayı Bohçaada şeklinde andıkları, zamanla Bozcaada adının ağırlık kazandığı düşünülüyor.