27 Mart 2019 Çarşamba

27 Mart 2019 Çarşamba 19:00 SÜRGÜN................................................Alacakaranlık kuşağı

Alacakaranlık kuşağı

Manisa 1979’un alacakaranlık kuşağını yaşıyordu. İstasyondan Hatuniye camii aksında sol taraf solcuların, sağ taraf ülkücülerin kurtarılmış bölgeleri sayılıyordu. Üstelik bu bölünme sadece gençlerle de ilgili değildi, o mahallelerdeki polis karakolları da aynı karanlık oyunun parçası haline gelmişlerdi. Anlatılanlardan buralara düşen karşıt görüşlü gençlere inanılmaz işkenceler yapıldığı kulaktan kulağa duyuluyordu.

Yılın başında Sultan camiine giden bulvarda motosiklet üzerinde öldürülen iki gençle ilgili olay henüz unutulmamıştı. Zirai donatım Bölge Müdürlüğü tren istasyonunun sol tarafında Devlet Hastanesinin hemen arkasındaydı. Burası muhit olarak solcuların hakimiyetinde biliniyordu. Eylül ayına geldiğimizde kaldığım apartman dairesine yaz tatilinden dönen öğrenciler gelmeye başlamıştı. Mecburen kalacak ev arayışına girmiştim. Biraz da işe yakın olsun diye civarda bakıyordum. Ancak kira pahalı olmasın derken ancak tek odalı, gecekondu tipi bir ev bulabilmiştim. 

Yanımda kalmak üzere kız kardeşimin trenle beraberinde getirdiği birkaç eşya ile o kırık dökük eve girdik. Hafta sonuydu. Bazı zaruri ihtiyaçlarımızı çarşıdan pazardan aldık. Durumumuz gerçekten acınacak haldeydi. Neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu. Ev de zaten tek bir oda ve tuvaletten ibaretti. Ne mutfak ne de lavabosu vardı. Bir köşesinde hem mutfak hem de banyo olarak kullanabileceğimiz beton şap atılmış küçük bir alan ayrılmıştı bunun için. Zeminle aynı seviyedeydi ve atık su hafif bir meyille duvardaki delikten dışarı akıyordu. Ev kerpiçten yapılmış, kireç sıvalı eğri büğrü tek katlı bir yer eviydi. İlk gece yere serdiğimiz birkaç minder üzerinde yorgun argın uyuduk. 

İşten geldiğimde kardeşimin temizlik yapıp, o tek odayı ve birkaç parça eşyayı kendince yerleştirdiğini gördüm. Tek tüp üzerinde ve alüminyum bir tencere ile yemek de yapmıştı. Kilim üzerine bir sofra bezi serdi ve oturup bir sini üzerinde yemeğimizi yedik. Çay da yaptı sonra. Manisa henüz sıcaktı. Havalar soğuyunca bir teneke soba alabileceğimizi, biraz da odun kömür gerekeceğini konuştuk. Bu arada fırsat buldukça düğünden sonra asıl oturacağımız kiralık evi arayabilirdik.

Ev caddeye açılan dar eğri büğrü bir sokak üzerindeydi. Gecenin bir yarısı dışarıdan gelen sesler üzerine uyandık. Koşturmacalar, ayak sesleri ve konuşmalar duyuyorduk. Hatta bir ara grup pencerenin önünde durup birbiriyle tartıştı. Kardeşim korkmuştu, ışığı yakmamasını söyledim. İşitebildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadar aralarında bir kahve baskınından söz ediyordu. Kahveyi taramışlar sonra da kendi bölgelerine kaçmışlardı. Polisin peşlerinde olduğunu söyleyen birilerine baskın sesli olanı korkmamaları gerektiğini, öbür mahalledeki polisin bu bölgeye giremeyeceğini söylüyordu. Üzerlerindeki silahları saklamak üzere önden gönderdiler sonra da dağılıp uzaklaştılar aceleyle. 

Perdemiz tam olarak pencereyi kapatamıyordu bile. Kenarından gölgeler halindeki kişileri görüyor, konuşmalarını duyuyor ancak yattığımız yerden kıpırdayamıyorduk. Sabaha kadar uyuyamadık tabi ki. Özellikle kız kardeşim çok korkmuştu, onu teskin etmeye çalıştım uzun süre. Sabah kahvaltı bile yapmadan şehir merkezine yakın bir semtte oturan polis akrabamıza götürüp bıraktım onu. O korkunun üzerine bütün gün o evde yalnız kalamazdı. 

İşe gittiğimde memurların aralarındaki konuşmalara kulak kabarttım. Bizim başımıza gelenlere benzer şeyler anlattılar birbirlerine. Herkes karamsar, umutsuz ve ürkekti. Ne olacaktı bu memleketin hali böyle ?

27 Mart 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı104....................................Sıra bizde


Sıra bizde

Bugün; omuzlarımızdaki yükü, dağlara emanet edilemeyip de bize tevdi edilen o ağır yükü hissetmeye, emanet bilincini yeniden kuşanmaya muhtacız. Göğsümüze emanet edilen imanın, kalbimize emanet edilen ihsanın, aklımıza emanet edilen idrakin gereğini yapmalıyız. Zamana ve insana dair güvensizlik söylemlerine aldanmadan, pes etmeden, cesaretimizi yitirmeden ‘eman toplumunun oluşumunda payı bulunan emin insanlar’ olmak için çaba sarf etmeliyiz. Her işimizde yeryüzünü imar etmekle mükellef olduğumuz bilinciyle hareket etmeliyiz. Böylece hakikatin ve adaletin gücüne duyduğumuz sarsılmaz güvenle, imanla ve emanet duygusuyla yol alabiliriz.

31 Mart nihayetinde bir yerel seçim, bunlarla ne alakası var demeyiniz. Siyaset ya da politika yapanlar da bu kavramlardan haberdar olmalılar. Belediye başkanlarının tarihimizde ‘Şehremini’ ismiyle anılmaları sebepsiz değildi. Seçilecek/seçilen başkanlar bir emanete talip olmuşlardır. Bu emanetin de imanla ve güvenle ayrılmaz bağları var. Bazen hiç de kolay olmayabilir bu yükü taşımak.  Meselâ 28 Şubat tam bir korku yönetimiydi. İçimizden bu korkuyu söküp alan Erdoğan oldu. Üzerimizde demoklesin kılıcı gibi duran vesayet gölgesindeki ilk kırılma 27 Nisan e-muhtırasına verilen cevapla başladı. Erdoğan siyasi tarihi darbeler ve muhtıralarla dolu olan ülkemizde bir ilki gerçekleştirerek muhtıraya muhtıra vererek karşılık verdi. Nihayet 15 Temmuz’da onu çağrısıyla tanklara karşı yürüyen millet, korkuyu korkuttu, ölümü öldürdü. Bir siyasi lider olarak dik durdu, darbeler ve askeri vesayetle mücadelesini milletle birlikte yaptı. Bunun ne denli kıymetli olduğunu 15 Temmuz gecesi gördük. Kendisi cumhurbaşkanı, partisi iktidarda olmasına rağmen o gece Erdoğan’ın yanında sadece gönül dostları, yani millet vardı.

27 Mayıs’ta Menderes’i astılar. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de milletin oylarıyla gelen Demirel’i devirdiler, 28 Şubat’ta Erbakan’ı indirdiler. Ama 27 Nisanda, 15 Temmuz’da Erdoğan’ı  deviremediler. Önceden darbeler olur, hükümet devrilir, liderler tutuklanır, hesaplaşma demokratik sisteme geçişe izin verildiğinde sandıkta yaşanırdı. Erdoğan ise darbelere karşı açıktan bir mücadele verdi. 15 Temmuz gecesi kanlı bir darbe girişimine karşı ölümü göze alarak mücadele etti ve kazandı. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş bu mücadelenin önemli kilometre taşlarından biriydi. 28 Şubat’tan 16 Nisan’a çileli bir mücadelenin sonunda gelindi. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleri ise zafer sancağının dikilmesiydi. 31 Mart seçimleri ise dikilen sancağın eman ve güven içinde dalgalanmasını sağlayacak inşallah.





25 Mart 2019 Pazartesi

25 Mart 2019 Pazartesi 15:00 İİTİAksaray'da..........................................Boşluk içinde

Boşluk içinde
24 Temmuz 1975, Gerede

İmtihanlarım bittikten sonra Susurluğa döndüm. Geçirdiğim beş gün çok tatlı geçti. Gerek ailemle olan iyi ilişkilerim gerekse yeni aldığımız mobilet iyi vakit geçirmemi sağladı.

1 Temmuzda İstanbul'a döndüm. Son imtihanı da verdikten sonra Gima işini takibe başladım. Fakat olmadı. On gün sonra Ankara'dan Koca Mustafa Paşa şubesinin tamamen dolduğu, kadro kalmadığı haberi geldi. Fakat Eylülde açılacak Selamiçeşme şubesine ilk tayinler biz olacakmışız.

Dert etmedim. Böylelikle Gerede'deki kampın ilk devresine gidebilecektim. Kamp Ağustosa kadar sürecek. Kamptan sonra tekrar memlekete gidip yirmi gün sonra tekrar döneceğim. İnşallah bu sefer bir aksilikle karşılaşmam. Çünkü çalışmam gerekiyor. Tek endişem Selamiçeşme karşıda olduğu için okula uzak kalması. Bakalım, inşallah hayırlısı.

Şimdi Gerede'nin kuzeyinde köknar ağaçlarının içinde nispeten kuytu bir düzlükte ona yakın çadır ve 40 civarında arkadaşla beraber kamp yapıyoruz. Bugün kampın 14. günü.

Kampta genel olarak spor, yürüyüş, kültür faaliyetleri, dini sohbetler, mutfak ve temizlik işleri ile beş vakit namazla vakit geçiyor. İlmihal ve siyer-i nebi konusunda epey şey öğrenmiş oldum. Yemeklerimizi gruplar halinde sırayla kendimiz yapıyoruz. Arada bir oralı insanlardan taze süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi şeyler geliyor. Hemen aşağıda buz gibi bir pınar var. İçtiğimiz su oradan. Sabah serininde o soğuk suda abdest almak adamı çivi gibi yapıyor.

Cuma günleri namaz için daha yukarımızdaki tepede bulunan B kampı ile birlikte Gerede'ye iniyoruz. Gerede halkı genelde dindar, mazbut insanlar. Kadınlar kendilerine özgü bir örtü kullanıyorlar. Geçenlerde buraya gelen Ecevit pek hoş karşılanmamış. Basında Gerede hadiseleri denilen şeyler olmuş. 

Kamp Temmuz sonu bitecek. Bir haftamız kaldı. İstanbula vardıktan ve işlerimi hale yola koyduktan sonra hemen memlekete gideceğim. 20 gün kadar orada ailemle kalmak hem onlara hem de bana çok iyi gelecek. Önümüzdeki dönem artık üçüncü sınıf oluyorum. Yarıyı geçtim sayılır. Bu gidişle okul yaralı bereli de olsa nasıl olsa bitecek gibi görünüyor.

23.8.1975, Boşluk içinde

İstanbul'a döndüm. Bir boşluk içindeyim. Derslerim berbat. Hatta bir tanesi var ki bir kere daha kalırsam okuldan atılabilirim.

Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Ama gecenin hayli ilerlemiş bir yarısı olduğu muhakkak. Uyuyamadım.

Aslında bu halime şaşmıyor değilim. Uykuyu çok seven ben serin yaz akşamlarında uyumak istemiyorum. Canım sıkılmasa bütün gece yurt avlusunda oturup düşünmek geliyor içimden.

Düşünmek !..Evet ama neyi ? Ve neden ? Her zaman olduğu gibi kendimi hayatın içinde bulmak ve hemen bir saniye sonra değişebilecek kadar isabetsiz istikametler hayal etmek için mi ? Büyük hayaller, güzel rüyalar, tatlı düşler !..Aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış, o hesap. Düşündüğüm şeylerin hiç de hakikatlerle ilgisi yok. Bazen bunlara kendimi o kadar kaptırıyorum ki davranışlarımda bu havayı gören arkadaşlarım da gerçekten bir şey (!) olacağımı zannediyor.

Her neyse…Neler oldu ? Şu andaki halim nedir ve neler olacak ? Meşhur muhasebemizi yapalım.

Eylül imtihanlarım yaklaşıyor. İstatistik imtihanıma bir ay kaldı. Şimdiye kadar -ona da çalışmak denirse- sadece iki dersime çalıştım. Gerçi 6 ders içinde sadece önemli olan birinci sınıftan dersim 'Medeni hukuk' ama ona da halen yeterince çalıştım diyemem. Korkuyorum. Bu hakkımı da veremeyip okuldan atılmak; ne korkunç ! Yok, bu ihtimali aklıma getirmek istemiyorum ama soğuk nefesini de ensemde hissetmiyor değilim.

Gima meselesini bıraktım. Çok ayıp oldu belki ama Ali Rıza beyin yanına gidip 'Ben bu işi bıraktım, çalışmak istemiyorum' demek ağır geliyor. Bir vesileyle karşılaştığımız zaman nasıl olursa bir yol bulur izah ederim. Şimdilik o cesaretim yok. Bu akşam Rüştü abinin benimle görüşmek istediğini haber aldım. Beni kolay kolay bırakmayacakları belliydi. Beklemeliydim. Mümkün olursa yarın görüşeceğim. 

Ziya geçen gün İstanbul'a geldi. Yıldız Devlet Mühendislik ve Mimarlık akademisi İnşaat Mühendisliğini kazanmış. Kaydını beraber yaptırdık. Bir de Temel gelirse Vakıflar yurdunda üç kafadar oluruz. Bu arada benim de işlerim yoluna girer inşallah.

18.9.1975, Vakıflar yurdu, Fatih

Mali durumum şimdilik iyi fakat yakında aynı şeyi söyleme imkanım olmayacak. Çünkü imtihan harçları var. O zaman elimde para kalmayacak. Üstelik kasım ayına daha bir buçuk ay var. O zamana kadar herhalde boğazıma kadar borç içinde olurum. Şimdilik birkaç arkadaşa toplam 370 lira borcum var. 

Bu konuya girmişken başıma çok sık gelen ama son defasında oldukça enteresan bir hadiseyi anlatmalıyım:

Temelle Vakıflar yurdunda kalıyoruz. İkimizin de parası suyunu çekmek üzere. Sadece birbirimize bakıp yutkunuyoruz. Akşamdan beri bir şey yememişiz. Karnımız aç. Şimdiye kadar ortak harcadığımız birazcık para da bitti. Temel'de büyük bir tevekkül. Ben de sahte bir pişkinlik. Birini yakalasam borç alacağım. Fakat kesesi dolgun birini gözüme kestiremiyorum bir türlü. Zaten birkaç kişiden istediğim borç yüzünden yeterince yüzüm kızarmış durumda. 

Açlığımızı unutalım diye geziyoruz, oturuyoruz. Bir ara Fatih itfaiyesinin önündeki parkta otururken simitçinin camekanına takıldı gözlerimiz. Gayri ihtiyari birbirimize bakınca halimizin verdiği komiklik acı acı güldürdü ikimizi de. Hem de gözlerimizden yaş gelinceye kadar.

Tekrar yurda döndüğümüzde midemizdeki kıvranma son haddini bulmuştu. Fatih büstünün altında düşünceli düşünceli otururken çok samimi bir arkadaşımı, YİE'den yeni mezun oda arkadaşım Abdullah'ı gördüm. Gözlerim umutla parladı. Ona işaret ettim ve kendimin de hayretler içinde kaldığım müthiş bir soğukkanlılıkla borç para istedim. O da tam bir olgunlukla ve hemen istediğim parayı verdi. 

Temel 'le bayram ediyorduk. O Allah'ın bize yardım edeceğini önceden bildiğini, nasıl olsa böyle olacağını söyleyerek inancının doğru çıktığını söylüyordu. Ben de aynı fikirdeydim doğrusu.

O gün o parayla yediğimiz peynir ekmeği unutamam. Bize o kadar tatlı geldi ki bunu ancak aç olanlar anlayabilir. Aslında bu hadise bizim için iyi bir dersti. Paramızı bolken ihtiyatlı kullanmak böyle komik hallere düşmekten kurtarırdı elbet. Ama ne gezer, aynı tas aynı hamam. Müsrifliğim aynen berdevam. Eylülün başında aldığım 1500 lira onbeş gün içinde sır olup gitmişti. Ağustosun 25'inde İstanbul'a 1000 lira ile geldiğimi hesaba katarsak 20 günde 2500 lira para harcamak müsriflik değil de neydi ? Allah akıl fikir, sağlam irade versin insana.

Bir de karşı cinse alakam cidden tehlikeli şekilde artmaya başladı. Temel'le birlikte olduğumuz zamanlar vaktimizin çoğu benim bu zaafım üzerine tartışmakla geçiyor. Yanımızdan geçen her güzel kıza kim bilir nasıl bakıyorum ki bu Temel'i çok kızdırıyor. Doğrusu göründüğü gibiyse ona gıpta etmemek elde değil. Ona bakınca benim bu zayıflığım, diğer bütün arkadaşlarım içinde çok küçük düşürücü. Beni bu denli etkileyen şey seyrettiğim filmler olmalı. Başkaca sebep olarak artık belli bir yaşa gelmiş olmam da sayılabilir. Her erkeğin bir dişiye olan ihtiyacı duygusal hallerle karışınca ortaya böyle kuvvetli bir psikoloji çıkıyor işte. 

Muhakkak ki bir gün Allah izin verirse benim de bir eşim olacak. Ama kim olacak, ne zaman olacak ? Gördüğüm her kıza acaba nazarıyla bakmaktan kendimi alamıyorum. Bütün bu sorular da kafamı tırmalayıp duruyorlar. Temel'e sorarsan vakti gelinceye kadar bu işlerle ilgilenmemeye çalışmamalıyım. Vakit dediği evlenmeye her bakımdan hazır olduğum ve bunun çevremde gayet normal sayılacağı zaman. Yani şimdi değil, yarın da değil.

Şu anda kim bilir nerede, nasıl yaşayan bir kız. Ona bir mektup yazsam nasıl olurdu acaba ?..