21 Temmuz 2015 Salı

241 22 Temmuz 2015 Çarşamba 01:30 ANKARA HASTALIKLARI.......Ankara'yı didiklemek (7)

Ankara'yı didiklemek (7)

Tespit  : "Avrupa’nın en genç nüfusu bizde."
İddia    : "Evlatlarımız kaçacak ülke arıyor."
Hüküm : "Gençleri memleketten soğuttular."

Doğru bir tespitle başlayıp, ispata muhtaç bir iddia ile devam eden ama neticesi son derece haksız bir hükümle biten sözler bunlar. 

Doğrudur, Türkiye Avrupa ülkeleri arasında en genç nüfusa sahip olan ve nüfus artış hızı yüksek bir ülke. Şayet bu genç nüfusu her düzeyde iyi eğitilebildiğimiz ve üretken hale getirebildiğimiz zaman gelecek için çok büyük bir enerji kaynağına sahip olmuş oluruz. Ancak, iyi eğitilemediği ve ülke gelişimine kendi artışından daha fazla katkı alınamadığı takdirde elbette önemli bir sorun potansiyeli taşıyor. Bu da doğru.

Ama insaflı olalım, bugün gerçekten gençlerimiz "gidecek" değil "kaçacak" ülke mi, arıyor ? Biz farkında değiliz de burası bir beşinci dünya ülkesi mi oldu ? Ya da bilmeden bir demir perde ile mi çevrildik ? 

Uzak olmayan bir zamanda başörtü zulmü nedeniyle genç kızlarımızın üniversite öğrenimi görebilmek için yurt dışına gitmek zorunda kaldıklarını hatırlıyorum. Çok şükür ki o günler de artık geride kaldı.

Gençlerimizin dil öğrenme, lisans üstü eğitim, daha iyi bir hayat için hala Avrupa'ya, Amerika'ya gittiklerini biliyoruz. Ancak bunun bir kaçış olduğunu söylemek izaha muhtaç bir iddia. Gidenlerin memleketten soğudukları için kaçtıkları hükmü de zaten kendi içinde tutarsız. Soğumak edilgen bir hal, kaçmaksa öyle değil. Daha çok bir baskı ve zulüm ortamından kurtulma çabası diyebiliriz. Kelime ustası bir yazar bu ikisini nasıl ard arda getirebilir anlamıyorum.

Kaldı ki, gelişmişlik nedir? Gelişmişliğin belli bir kriteri var mı ? Gelişmiş denilen ülkeler gerçekten gelişmiş mi ? Kim nereden nereye kaçıyor ?

Hem bildiğim kadarıyla bu konuda hangi kriterlerin kullanılacağı ve hangi ülkelerin gelişmiş olarak tanımlanması gerektiği hala tartışmalı bir konu. 

Mesela İnsani Gelişme Göstergesi (Human Development Index, HDI), Dünya'daki ülkeler için yaşam uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve yaşam düzeyi doğrultusunda hazırlanan bir ölçü.

Genel değerlendirmelerde kişi başına düşen milli gelir gibi ekonomik kriterler  baskın olmakla birlikte, sanayileşme düzeyi, ya da bunlarla eğitim ve sağlık düzeyini de kombine eden İnsani Gelişme Endeksi gibi kriterler de konuşuluyor. Buna göre sanayi, milli gelir, eğitim ve sağlık düzeyi yüksek ülkeler daha gelişmiş sayılıyor. Bu kriterlere uymayan ülkelerse genel olarak gelişmekte olan ülke olarak sınıflandırılıyor.

Ama Birleşmiş Milletler İstatistik Bölümü'ne göre gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımını yapmak için belirlenmiş bir kural yok. Ayrıca gelişmiş ve gelişmekte terimlerinin istatistiksel kolaylık için olduğu ve bir ülkenin gelişmişlik aşaması hakkında bir yargı sağlamadığı da ifade ediliyor.

Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri Kofi Annana göre gelişmiş ülke: 'Bütün vatandaşlarına güvenli bir ortamda özgür ve sağlıklı bir hayat yaşamaya imkan sağlayan ülkedir.' Genç yazarımıza göre ise gelişmişlik kriteri: 'Ruh hastası olmamak, çalışkanlık ve cazibe' imiş. Doğrusu çalışkanlık ve cazibe merkezi olmayı anladım da ruh hastası olmamayı hala anlamış değilim. 

Diğer yandan şu feryadına da katılmadım diyemem: 'Müslümanlar; ahengiyle, sanatıyla, bahçeleriyle, estetiğiyle, tebessümüyle dünyayı büyülemeli, Vay canına! dedirtmeliydi.'

Yine de sormak istiyorum: Arada bir yakalanan, denizlerimizden toplanan onlarca mülteci bizim gençlerimiz mi ? Biz milyonlarca mülteciye kucak açıp onları barındırmaya çalışırken kıyılarında yüzlerce insanın helak olduğu Avrupa ülkeleri nasıl bir gelişmişlik kriteri içindeler acaba ? 

Gençlerimizin ülkeden soğudukları ve kaçacak ülke aradıkları ne kadar temelsiz bir itham. Bu sorumsuz eleştiri nasıl kolayca yapılabiliyor ? Tamam, amacın her vesile ile mevcut yönetime saldırmak olduğunu anlayabiliyorum, ama bu konulardaki ölçüsüzlüğün en azından ülkemize büyük haksızlık olduğunu söylemeliyim. 

Bu nasıl bir ruh hali, nasıl bir hüküm ? Bence, her cümlede adalete vurgu yapan bir aydının savrulduğu bir başka adaletsizlik bu. Ne kadar yazık !

Bu kin, nefret ve öfkenin bir sebebi olmalı. Sorunun "Gençler sevilmiyor mu ?" şeklindeki gelişinden belli ki konu bir yerlere bağlanacak. Cevabı okuyalım:

"Gezi eylemleri için “Darbe girişimi” denmişti. 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı döverek öldüren sanık polislerden biri (Mevlüt Saldoğan’ı kastediyor), kasım ayında, mahkemede “Ben, darbenin bastırılmasında görev aldım, beraatımı talep ediyorum” demiş. Lider “Darbe” diyor, katil, “Darbeyi bastırdım” diyor, yoksul çocuklar ölüyor. Bu denklemde sevgi yok. Gaddarlık var."

Gördünüz mü ? Altından 'Gezi ruhu' çıkıverdi. Demek, gezi eylemleri gayet masummuş ! Orada yoksul çocuklar ölmüş, çünkü sevgi yerine gaddarlıkla karşılaşmışlar. Lider (kimi kasdettiği çok açık) 'darbe' demiş, polis (ona göre katil) de 'ben darbeyi bastırdım, beraat istiyorum' demiş. 

Bütün bunlar ne anlama geliyor ? Anlaşıldığı kadar gezi eylemine tomalarla değil sevgiyle karşılık verilmeliydi. Molotofa karşı çiçek buketleri bekliyorlarmış belli ki. Olmayınca memleketten soğumuşlar, kaçacak ülke arıyorlarmış. Vah vah ! Acaba hangi gizli niyet ya da kabahatlerinden ötürü böyle bir duyguya kapılmışlar ? Malum, 'kaçmak' fiili biraz da kriminal bir durum.

Soğuma sebebi 'Ali İsmail Korkmaz davasında verilen karar?..' olmalı. 'Hukuk ile adaletin birbirinden kopup uzaklaştığını' görmüşler. Günaydın !.. 

Bu ülke daha nice 'hukuk-guguk' davaları gördü genç kardeşim. 27 Mayısta, 12 eylülde, 28 şubatta, hatta en son 17-25 Aralık kalkışmasında bile neler gördük yaşadık. En yetkili ağızdan 'Bir ordan bir burdan astık' lafını duymamış olamazsın. 'Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor' diyen mahkemeler, bir şiir için hapse atıp 'muhtar bile olamazsın' a çıkan onca şişirilmiş dava saldırıları yaşadık biz. 

İpe sapa gelmez suçlamalarla, uyduruk mahkemeler eliyle Başbakan asıldı bu ülkede. İrtica, mürteci, nurcu, şucu bucu diye insanlar ne zulümlere uğradılar haberin var mı ? Yine de bu ülkeden soğuma, ya da kaçma lafını kimse ağzına almadı. 

Gezi kalkışmanız suya düştü, sert kayaya vurdunuz diye ne bu her şeye kara çalmalar. Ne bu ağlama sızlama böyle ?

Genç yazarımıza göre "Muktedirler niye utanmıyorlar? Çünkü: 1- Haklı çıkmak veya haklı görünmek onlara yetiyor. Yolsuzluğu ‘resmen’ örttüklerinde haklı çıktıklarını sanıyorlar. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyetleri yok. 2- Mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği kabul ettiler."

Utanmak, bir ahlak değeri. Ahlakı olmayan adamın hicap duygusu da olmaz zaten. 'Ayıp !' ölçüsüne bile saygı duymaz. Bunun salt muktedir olmayla, güç ya da otoriteyle de doğrudan bağlantısı yoktur. 

Nitekim bu konulara çok kafa yormuş Foucault'a göre zaten 'İktidar kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapıdır. Kendi haklılığını üretir. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar verir ve kurumları aracılığıyla bunları denetler.' 

Olmuyor kardeşim ! İktidar kavramıyla ahlak değerlerini yan yana getirmeye başladığınızda işler sarpa sarıyor. Ahlaki değerler ve inanç insani bir hal. Kurumlar ve devlet ise ahlaklı ya da iman sahibi olamazlar. Laiklik de bu değil mi zaten ? Onları oluşturan insanların genel özellikleri kurumsal uygulamalarına yansır sadece.

Bu tür kavram karmaşasına en iyi cevap hukuk olmalıdır. Hukuk, insanlık aleminin tecrübesinden süzülmüş, yasal normlar kadar toplumu oluşturan insanların ahlak, örf, gelenek ve görenekleriyle de etkileşim içinde bir oluşum. Bugün için herkesin kabullenebileceği daha iyi bir hakem yok.

Evet, herkes gibi iktidarlar da kendini haklı çıkarmak ister. Hatta varsa yolsuzluklarını ‘resmen’ örttükleri oranda ayakta kalabilirler. Öyle görünme ya da haklı gösterme çabasına siyaset deniyor zaten. Sonuçlar sandığa yansıyor ve haklı/haksız çizgisi orada ayrışıyor. Buna da demokrasi diyorlar.

Barsakları dağılmış, bütün kirli çamaşırları meydanda bir iktidar düşünebilir misiniz ? Yolsuzluğa batmış bir iktidar, en otoriter, en zalim bir diktatör bile olsa bu çağda devrilir gider. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyete sahip olması gereken o siyaseti yapan, devlette görev alan ve liderlik eden kişilerdir. 

Bu kişiler, genç yazarımızın da ifade ettiği gibi 'resmen' haklı çıksalar bile eni sonu toplum vicdanında mahkum olurlar. Hele de 'Mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği kabul edenler' varsa. Bunlar ne kadar renk değiştirirse değiştirsin 'maşeri vicdan' denilen algıdan çok da fazla gizlenemezler. 

İnsanların sadece iki gözü iki kulağı yok, kalp gözü denilen bir şey daha var dikkate alınması gereken. Bilhassa mü'minin ferasetinden sakınmak lazım gelir. Çünkü, o baktığında 'aslında ne varı' görebilendir. Emin olun, hissedilen, fark edilen şeyler de genellikle üzerleri örtülmeye çalışılan hallerdir.

İyiye, hayra çalışmak, sabrı ve hakkı tavsiye etmek yerine Ankara dedikoduları yapmaktan hoşlanıyoruz değil mi ? Ankara'yı didiklemek, politika çekiştirmek, siyasileri haklı haksız her konuda eleştirmek vazgeçemediğimiz bir alışkanlığımız. 

Nitekim genç yazarımız da kendi alanı olan mizah edebiyatı konusundaki "Sizin romanlarınızda mizah çok büyük yer tutuyor. Okurken sık sık kahkaha atıyoruz. Sizce mizahın gündemle ilişkisi nasıl olmalı?" gibi bir soruya bile kel alaka yine sataşarak cevap veriyor: "Bugün en çok ilgi gören komedi Recep İvedik. Siyasetimiz de komedimizle aynı seviyede." 

Aynı anda iki atış. İkisi de birbirinden yaralayıcı. Entellektüel kibriyle küçümseyen, aşağılayan ve ortamı ısıtan suçlamalar. Ne yazık ki, 'Eksiğimiz akıl, bilgi ve ahlak' gibi son derece doğru ve uyarıcı birkaç kelime de o hararet arasında kaybolup gidiyor.

Niçin böyle söylemiş ? Yazarımız kendisine yöneltilen "Avrupa’nın İslam’a bakışı değişiyor mu ?" sorusuna önce: "Gelecek-bilimciler, önümüzdeki 200 yıl içinde, İslam’ın Avrupa’da en yaygın din olacağını söylüyordu. Fakat şimdi Allah ile kullar arasına mermiler, bıçaklar giriyor. İnsanlar İslam’dan kaçıyorlar" diye giriyor. Daha sonra da konuyu "Avrupa’daki 700 milyon insan bir ağızdan şehadet getirip Müslüman olsa, İslam dünyasının acıklı durumu gözler önüne serilir" şeklinde renklendiriyor. 

Doğal olarak "Nasıl yani?" sorusunu alıyor karşılığında. Önce, Yönetmen Onur Ünlü’nün ‘İtirazım Var’ adlı filmine ‘+18′ sınırlaması getirilmesini örnekliyor. Ardından Cat Stevens'ın 1977’de Müslüman olmasını, onu da kendimize benzettiğimizi, 35 sene eline gitar almadığını anlatıyor.

Son olarak hükmünü veriyor genç yazarımız: "Avrupa komple Müslüman olursa, onları uyduruk bir İslam’a ikna edemezler. Ve din tacirlerinin çirkinliği, kokuşmuşluğu, adiliği su yüzüne çıkar. Eksiğimiz akıl, bilgi ve ahlak." Şu hale bakın ! Bizim çirkinliğimizi, kokuşmuşluğumuzu, adiliğimizi, eksiğimizi yüzümüze vuracak olan da Avrupalı  imiş. Yanlışlarımızın, eksiklerimizin farkına varmak için ille de Avrupalının müslüman olmasını beklememize gerek yok ki.  Hele de ahlak konusunda.

Nitekim, şu sözlere 'Helal olsun !' demekten başka kelime bulamadım: "Tarantino’nun, Spielberg’ün, Stephen King’in filan Müslüman olmasını bekleme. Kendi büyük yazarlarını, yönetmenlerini, bilim insanlarını çıkar." 

Elbette ya !.. Ne kadar doğru sözler bunlar. Bizim yanlışlarımızı, eksiklerimizi Avrupalı müslümanlar mı ortaya çıkaracak ? Bunu mu bekleyeceğiz ? Kendimizi iyileştirmek, hakka uydurmak öncelikle bizim sorunumuz. Ve bu konudaki çabaların her alanda devam etmesi gerek. Küçümseyerek, iterek, didikleyerek değil; teşvik ederek, uyararak, güzel örnekler vererek ama.
 
Mesela, "Osmanlı’yı severiz; dedesini kim sevmez ? Mehteri, Divan Şiiri’ni, Süleymaniye’yi, Itri’yi severiz" sözleri kulağa çok hoş geliyor değil mi ? Ancak peşinden gelen “Osmanlı, ecdat, şanlı tarihimiz…Bunlar, masum sivilleri tavlayan hamaset kalıplarıdır" cümlesi etrafa zehir saçan tükrük zerreleri gibi çıkıyor adeta. 

"Tamam da Fatih yaşasa, böyle mi yapardı ?" diye soruyor yazarımız. Gerçekleşmesi, karşılaştırılması mümkün olmayan böyle bir cümle nasıl bir demogoji ustalığı ? Nasrettin hocanın "Dünyanın merkezi eşeğimin sol arka ayağının bastığı yerdir" lafına benziyor. İtirazınız varsa ölçebilirsiniz yani...Üstelik bu laf Sultan Fatihi yücelten, onu seven ve örnek alan bir nesle söyleniyor. Son derece incitici bir üslup !

Söz osmanlıya geldi ya, sorular yine hep kasıtlı ve yönlendirici. "Osmanlı’ya dönüş söylemi ve bir vekilin Cumhuriyet 90 yıllık reklam arasıydı sözüne ne diyorsunuz ? Verilen cevap da aynen istenen şekliyle gelmiş: "Osmanlı’ya dönüş eğilimi, hem Cumhuriyet’e hem ecdada saygısızlık !" Alın size rahatsız edici bir kumpas daha ! 

"Osmanlı coğrafyasında bugün ancak demokrasiyle öncülük edebiliriz. Bilim ve sanatla. Emek ve eserle" diyor genç yazarımız. Bu da ne kadar doğru bir söz ve ne kadar da zarif. Aynen katılırım.  Ancak diğerleri kabul edilir şeyler değil. Genel olarak hem soruya hem cevaba itirazım var.

Birincisi; 'Osmanlı’ya dönüş söylemi' kime ait ? Ben bunu kasdettiği tarafın ağzından bugüne kadar duymadım. Ki davutoğlu bu noktaya büyük ölçüde 'Stratejik derinlik' adlı teziyle geldi. Bölgede ve küresel ölçekte büyük devlet olmayı anlatıyordu. Elbette Osmanlıdan güç alan, günümüzde de bu mirası taşıyan bir güç olmayı. Ama, 'Osmanlıya dönme' söylemini bu harekete yapıştırmak çok saçma ve büyük bir haksızlık. 

Bu söylem önce 'islamcı', 'ılımlı islam', 'laiklik karşıtı', 'diktatör' yorumları yapıp daha sonra da bu yalanlar üstüne fantaziler üreten iç-dış bazı odaklara ait. 'Dönüş' kelimesine dikkat ! Bu söylemi şimdilerde modası geçmiş ama geçmişte oldukça etkili 'irtica' yaygaralarından tanıyorum ben.

İkincisi; oldukça rahatsız edici, asla katılmadığım 'Cumhuriyet 90 yıllık reklam arasıydı' sözünden bile  ben böyle bir 'dönüş' sonucu çıkarmadım. Açıklamak önce bu sözü söyleyen kişiye düşer elbette. Ben onun avukatı değilim, ayrıca uslubuna da katılmıyorum. 

Fakat siyaseten dahi pek isabetli olmayan, parlak ama anlaşılması güç bu sözleri ben şöyle anlamıştım: "Geçmişten gelen muhteşem bir çizgimiz var. Bu süreç Cumhuriyetle devam ediyor. Ülkemizde -ne yazık ki- bir süre yaşanan geçmişi inkar ve kötüleme dönemi artık bitti. Yeni Türkiye köklerinden güç alacak. Türkiye Cumhuriyeti ecdadı Osmanlı gibi bölgesinde ve dünyada yeniden büyük devlet oluyor." 

Üçüncüsü; istesek de geçmişimizi yok sayamayız değil mi ? Öyle olsa Osmanlıdan kalan Ermeni meselesinden bize ne, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz diye kaçıp kurtulabilirdik. (mi acaba ?) Açın bakın okul kitaplarımız köklerimizin sadece Osmanlıdan değil, Selçuklulardan, Hunlardan, Göktürklerden geldiğini anlatmıyor mu ? Tarihe damgasını vuran zaferlerinden, medeniyetlerinden bahsetmiyor mu ? 

Yoksa Cumhuriyet okullarında öğrendiğimiz 'Şanlı tarihimiz' de bu ülkenin masum çocukları olan bizler için kullanılan 'hamaset' örneklerinden biri miydi ?

Dördüncüsü; Tarihi neredeyse Cumhuriyetle başlatanlar kendileri için sanal bir 'reklam' kuşağı yaşamış olabilirler. Onlar için artık uyanma vakti. Ancak, M.Akifin deyimiyle "biz kökü mazide olan atiyiz" sözünü kalbine nakşetmiş, dilinden düşürmeyen bir hareket için farklı bir durum yok, tarihi yürüyüş devam ediyor. 

'Dönüş' mü dediniz ? Hayır asla ! Zamanın geri çevrilmesi mümkün değildir. Batıya doğru akan nehir kendisi ve değerleriyle birlikte akıyor. Böyle düşünmek ve inanmak ta asla 'Osmanlı’ya dönme, Cumhuriyet’e ve ecdada saygısızlık' olarak nitelendirilemez. 

Dikkat !.. Böyle söyleyenler kendileri açık bir saygısızlık içindeler.

19 Temmuz 2015 Pazar

240 20 Temmuz 2015 Pazartesi 00:03 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER........Bir avuç tebessüm

Bir avuç tebessüm

İlkokulu pekiyi derece ile bitirmiş, ama denememe rağmen yatılı sınavını kazanamamıştım. Dedem beni Ortaokula yazdırdı. 

Orada kısa sürede sivrildim. Öğretmenlerim beni seviyor ve hatta koruyordu. Öyle ki derslerde hiç okumadığım, çalışmadığım zamanlar bile parmak kaldırıp tahtaya çıkacak kadar atılgandım. Büyüdükçe bu cesaret kayboldu tabi.

Sene sonunda bir imtihana daha girdim. Yine kazanamadım. İkinci yıl da ortaokula böyle devam ettim. Derslerim yine parlaktı. Nihayet sene sonunda girdiğim son sınav bana Balıkesir lisesinde parasız yatılı okuma yolunu açtı.

Rahmetli dedemle kayıt için Balıkesir'e gittiğimiz günü hiç unutamam. Neden bilmem ilk işlemler valilik binasında yapıldı. Adamcağız şapkasını indirmiş, ne yapacağını bilmez halde elinde evirip çeviriyordu. 

Bense çocukluk umursamazlığı içinde ellerimi arkaya bağlamış; odaları, memurları etrafı seyrediyordum. Arada bir dedemin beni dürtüklediğini hatırlıyorum. Kaş göz işaretleriyle ellerimi arkada bağlamamam gerektiğini uyarıyordu. Bir an için ona uyuyor, sonra dalıyor, ellerim yeniden arkama gidiveriyordu. Nedense onları ne yapacağımı bilemiyordum. Beni ve dedemi dinlemiyorlardı. 

Bu arada çatık kaşlı, gözlüklü memur soruyor, kağıtlar gidip geliyor, dedem şapkasıyla ben ellerimle uğraşıyordum...

O akşam dedem beni eski binada bırakıp gitti. En üst kat yatakhaneydi. Bina bana oldukça büyük, kasvetli ve bir o kadar da heybetli gelmişti. Girişte çocuk gözlerime dev gibi gelen sütunları, mazot kokulu tahta döşemeleri ve aşınmış merdivenleri vardı. 

Tahta ranzalarda yattığım ilk gece dedemden, nenemden, anamdan, babamdan, kardeşlerimden ilk kez ayrı kaldığım saatlerdi. Korkmuştum, garip bir duygu çökmüştü yüreğime. Kar gibi beyaz nevresimi burnuma kadar çekip ağladım, ağladım…

Sabah bir gürültüyle uyandım. Işıklar yanmış, bir adam dikilmiş, tahta ranzalara vurup duruyordu: "Haydi uyanın bakalım ! Mütalaya." Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyordum. Herkes ne yapıyorsa onu yapmaya başladım. Tuvalete koştum, elimi yüzümü yıkadım, giyindim. Ama bu arada yatağımı toplamayı unutmuşum. Ne bileyim hiç yatak toplamamıştım ki. 

Ranzamın başında yine o dev gibi adam duruyordu: "Bu yatak senin mi ?" "E..e..evet !" "Niye toplamadın yatağını ?" "Be..be..ben mi ?" "Elbette sen, ne sanıyordun beyzadem ? Yatağını da biz mi toplayacağız yani ?" Şaşırmış, öyle bakıyordum. Bereket benden birkaç gün önce kayıt yaptırmış bir arkadaşım kolumdan çekti, yatağımı birlikte topladık. Yoksa daha ilk günden temiz bir dayak yemek işten bile değildi.

Ona şöyle söylediğimi hatırlıyorum: "Hergün mü böyle yapacağız ? O adam öğretmen mi, bizi döver mi ? Dedemin hökümat dediği adam o mu yoksa ?.. Eve ne zaman gideceğiz ?.."

Biz yatılılar, elde küçük bir sopa, ranzalara vurulan "tak tak tak" temposuyla bu sesi çok iyi biliriz. Hem de hocasına göre çeşit çeşit türevlerini.

Mesela Refik hoca matamatikçi ya saymaya meraklıydı. Onları genellikle nakavt edecek şekilde ondan aşağı sayardı:"..dokuuuz...sekiiiz...yediii...altııı...beeeşş...Bak kapıyı kitliyoooom. Uyanmayan...kitli kalıııır... Haaaadiii... Beeeeeşş...döööört....üüüüüç..."

Tarihçi Ali hocanın babası vaktiyle meşhur bir kabadayı imiş: "Kalkın uleeen!!!...Kalk laannn !! Mozambik ordusu İran'a girdi siz daha ne uyuyonuz. Kalk laaan !. Kalk...Kak...Kak...Döverim lan...Kakın oluuum."

Coğrafyacı Namık hoca aksine çok romantikti: "Haydi ! Bakın dışarda mis gibi bahar havası vaar. Haydi çiçekler açmış. Haydi bakalım,eşşek herifler...Etraf yemyeşil...Çiçekler, böcekler...haydi ama....aaaaa..."

Astronomi hocası Rıza baba adamdı hani: "Daha uyuyonuz mu yavrııım...Tufan...Hala uyuyosunğ yavrııım. Kalk bakalım. Saat kaç oldu ? Yavrım...Terbiyesizlik etmeden kalkın bakem."

Biyoloji hocası Kamil genellikle kükrerdi: "Kaaaauulk !.. Kaaaauulk !..Bigadiçli sende kaulk. Ne yatıyonuz be. Bugün yazılı yapcam..Kaaaauulk ! "

Bir şehirde, geceleri ışıklarını gördüğümüz evler arasında, onlara hem yakın hem de çok uzak bir binada yatılıydık. 

Sabah kalktıktan yarım saat sonra uyku mahmuru mütalaada buluyorduk kendimizi, aynen yatmadan yarım saat öncesinde olduğu gibi…Sonra dersler, sınavlar, yeniden mütalaa zamanı. Arada yemek, sonra komut: "Kayboolll !." Cumba yataklara. Günler, haftalar aylar böyle geçiyordu…

Evci çıkarken sanki dönmeyecekmiş gibi kalan arkadaşlarımızla vedalaşırdık. Pencerelerden sallanan ellere aynı coşku ile cevap veriyorduk. Ama ne yazık ki bu heyecanı Pazar akşamları evimizin penceresinden sallanan ellere karşı gösteremiyorduk. Boğazımız düğüm düğüm, içimizde bir sızı acele ediyorduk dönmek için. Sanki biraz eğleşsek, arkamıza baksak gidemeyecekmişiz gibi.

Çocukluktan gençliğe geçtiğimizi yeni yeni anladığımız o yatılı günlerde en güzel anılarımızı yaşadığımızı biliyorduk. "Arkadaşlar !" diyorduk birbirimize "..bugünleri arayacağız !..."

Doğruydu. Yanılmadığımızı daha ilk yıllarda anladık.

Üç, dört hatta altı yılı aynı binada geçiren çoğumuz başka şehirlerde, başka okullarda, başka binalarda geçiriyorduk gecelerimizi. Artık sabah etüdlerimiz yoktu. Hatta "Koğuş kaalkk!.." diyen bir hocamız da…Hayat yavaş yavaş bizi bize bırakıyordu.

Üzerinden 40 küsur yıl geçmesine rağmen neden lise günlerini arıyoruz ? Bir soru beynimizde dönüp duruyor: "Aramak mı güzel, yoksa yaşamak mı ?..."

Lise ikideydik. İdareye yalvardık; "Biz karnabahar istiyoruz, pırasa istiyoruz, bamya istiyoruz !" diye. Ağlamaklı olduk yalvarmaktan. O kadar kendimizi paraladık ki, sağolsun idare bizi kırmadı tam üç ay sadece bunları yedik. Doyamadık... 

Kahvaltıda pırasa, öğlen bamya, akşam pırasa bamya karışımı , üç günde bir dönüşümlü ıspanak. 

Bazen türevleri de yapılırdı: Pırasa ızgara, bamyalı karnabahar güveci, pırasa oturtma, kıymalı ıspanak, yoğurtlu ıspanak, yumurtalı ıspanak, falan, falan…

Arada bir ıspanağımızın içinden davetsiz misafirler çıkardı. Ne var ki bunların çoğu ölü (!) olurdu, yani iki laf edemezdik. Aslında dünya kurulalıberi cansız olan yani tencereye girmeden önce de cansız olan şeylere de rastlanırdı. Örneğin; granit parçacıkları, kuvars filizleri, mermer, küçük heykelcikler, ağaç dalları, ipler…

Ne olursa olsun yemekhanemizi severdik. Yemek kuyruklarını orada tanıdık. İtişmeyi, paylaşmayı...

Arada bir su basardı. Arada bir orayı burayı deşerlerdi. Arada bir iyi şeyler de olurdu. Armut yerdik sık sık. Yaz armudu, kış armudu, Ankara armudu,…

Orası doyduğumuz yerdi. Güzel yerdi…

Başımızdan irili ufaklı ve Refik hocalı bir çok hadise geçti. Matamatikçi Refik hoca boylu boslu, hafif göbekli bir adamdı. Kendisini biz yatılıların velisi kabul ederdi. Çok defalar haklı haksız öfkesine maruz kalırdık. 

Matematikteki gibi dayağın da türevlerini bilirdi. Yalnız ne o bizim dediğimize kulak verirdi ne biz onunkileri anlardık. Sessizce gelip sırtını kapıya dayar, elindeki cetveli sallayarak birşeyler söylerdi.

"Eşşeğe baa ! Bo ahhaa kosa..cumu..ohaa ! Eşşeğin…baaa..kuma…ca..bo obuuu !" Korkudan mıdır nedir, nedense biz bu cümlenin yalnız 'eşşek !' kısmını anlayabilirdik.

Bir defasında mütalada biraz gürültü yapmışız. Geldiğinde üç arkadaş ayaktaydı. Çok kızmıştı, dışarı çekti onları. Biz çıt çıkarmadan kulağımız kapıda ne olacak diye bekliyorduk. Bir ara pata küte şak şuk sesler geldi, eyvah dedik hoca benzetiyor bizimkileri…

Sonra geldiler…"Ne oldu, dövdü mü, dövdü mü ?" "Hayır !" "Eee yüzünüz niye kıpkırmızı o zaman ?" "İşte !" "Niye olum söylesenize ?.."

Üçüde aynı anda birbirlerine baktılar. Meğer Refik hoca bunlara birbirlerini tokatlattırmış. Üçü de ikişer tokat atmışlar birbirlerine. 

O olaydan sonra hocaya daha bir mesafeli yaklaştık. Daha doğrusu elli metreden yakın durmadık. Belli mi olurdu, bakarsın bize kendimizi bile dövdürebilirdi…

Hatıralar bir bir diziliyor kafamda. Yazdıkça hatırlıyorum. 

Yatakhanede herkesin birbirinin üzerine çullanarak yaptığımız karamboller. Bir keresinde diğer yatakhanelerden gelenlerle birlikte onsekiz kişi bir yatağa atlayıp saniyesinde o yatağı göçertmemiz. Kimseye çaktırmadan başkasıyla değiştirmemiz.

Ramazan geceleri sıraların üzerinde namaz kılmamız. İftar saatinde sanki bir suç işliyormuş gibi gizli gizli yemekhanede toplanmalarımız. Allah ne verdiyse ortaya yığıp dünyanın en güzel iftarlarını yapmamız. Sahura kadar uyumayıp saat dörtte yatakhanelere dağılıp oruç tutanları kaldırmamız. Aşçımız Hasan ustanın akşam yemeğinden kalanlara ilave sucuklu yumurtaları. Gündüz derste uyuklamalarımız...

Hepsi dün gibi aklımda…Bizim hikayelerimiz, hepimizin hikayeleri sanki daha dün gibi…

Kısa bayram tatilinin doyulmaz lezzeti. İpini koparmış gibi heyecanla, mehter marşı eşliğinde eve gelip, hüzünlü ağır çekim İzmir marşıyla dönüşlerimiz... 

Harçlıkları harcamayıp, ceplerimiz dolu dolu okula gelişlerimiz. Onları hep beraber iki üç günde olmadı hafta sonunda hep beraber tüketip bitirivermemiz... 

Ailelerimizin yanımıza verdiği yollukları, mütalalarda orta malı yapıp gizli gizli yememiz. Hepsi, hepsi aklımda…

Okuldan kaçışlarımız. Üçüncü sınıf bir lokantada çorba içip, gündöndü çitleyerek sallana sallana geri dönüşlerimiz... 

Hafta sonlarında sinemaya gidip peşpeşe dört film seyretmelerimiz. Zombiler gibi sinemadan akşam alaca aydınlığında çıkışımız. Koşturarak nefes nefese o yokuşu tırmanmalarımız. Nöbetçi hoca yakalamasın diye mütalaya arka alt zemin pencerelerden sızıp yetişmelerimiz. Yakalanmalarımız…Seyrettiğimiz karate filmlerine inat yediğimiz Türk usulü dayaklar...

Güzel havalarda, toz içinde, okul kıyafetiyle yaptığımız maçlar. Güreş-judo-tekvando karışımı yaka paça ikili mücadelelerimiz. Boş kaleye atamadığımız goller…

Kıpkırmızı, perişan ve yapış yapış derse geç kalışlarımız, üstüne üstlük bir de hocalardan yediğimiz fırçalar…

Sizi bilmem ama bana hayatta kaçırdığım, nefes nefese yetiştiğim şeyler nedense o günleri hatırlatır, halimize gülerim.

Çok zorlandığımız anlar…Cebir, geometri ve trigonometrinin psişik halleri…Kopya maceraları, yakalanmalarımız…Yediğimiz tokatlar, ağlamalarımız, yalvarmalarımız, diklenmelerimiz…

Bir okulu yakmadığımız kalmıştı, onu da beceriyorduk az kalsın. Üşüyoruz diye kalorifer dairesinde kurcaladığımız kazan yağ borusunun ateş alması…Zor bela söndürüp yatakhaneye kaçışımız…Prizleri kurcalayıp ikiyüzyirmi voltla çarpılmalarımız…

Gazoz şişelerine su doldurup koridorlarda birbirimizi kovalamalarımız…Tuvalet kapılarına yazılanlar…Bir bir geçiyor gözlerimin önünden.

Gece yarılarına kadar muhabbet ederdik. Kavga da ettik, küsüştük te. Ama daha çok şakalaşırdık. Herhalde eşek şakası o zamandan tanıdıktır bize. 

Son yılımızda pikaptan müzik dinlemenin keyfini de çıkarmıştık. Müziği keşfetmiştik böylece. Anonim harçlıklarla alınan son çıkan plakları çalardık yatakhanede hafta sonları. 

Gülerdik, ağlardık ta…Ruhun peynir ekmekle doymayacağını öğrenmiştik böylece.

Aradan yıllar geçti. Şimdilerde hoş olmayan anılar aklımıza geldiğinde ağlamıyoruz, dolapları yumruklamıyoruz belki. Şekli değişeli çok zaman oldu tepkilerimizin. Hoş, ya da nahoş o anılar aklımıza geldiğinde nerede olursak olalım, ister otobüste, ister işte, evde. Sadece gülümsüyoruz…

Bazen yüksek sesle, bazen alçak, ama hep gözlerimizde dolan yaşları hissederek gülüyoruz arada bir…

Yaşadığımız şeyler ne kadar da değerli kılıyor bu bir avuç tebessümü değil mi ?..