22 Kasım 2013 Cuma

091 12 Kasım 2013 Salı 18:30:00 ANKARA HASTALIKLARI.................Altın pencereli ev

Altın pencereli ev


Ankara'yı düşününce hep aklıma Orhan Veli'ye ait şu dize gelir:

"Gemliğe doğru / denizi göreceksin; sakın şaşırma"

Bursa'dan İstanbul yönüne gidenler bilir. Gemliğe doğru yolculuk ederken yeşil, güzel bir tabiatın içinden geçersiniz. 

Anadolunun bu manzaralarına alışıksınızdır. Uzayan, kıvrılan yollar farklı değildir diğerlerinden. Engürücük köyünü geçtikten sonra hafif bir tepeyi tırmanırken koca bir tabelada bu sözü görür yine de ayamazsınız. Tepeyi aşıp birdenbire denizle karşılaşınca da "aaa! deniz! " dersiniz herkes gibi. Sanki boyut değiştirmiş gibi olursunuz. Artık Gemlik körfezi alabildiğince gözlerinizin önünde, ayaklarınızın altındadır. 

Ankara da dışardan bakan için çok farklı görünür. Bildiğinizi sanırsınız, nihayet her yol oraya çıkmaktadır. Belki de "Bekle beni Ankara !" rüyası içindesinizdir. İşte böyle yoldaki işaretler bile sizi uyandıramamıştır. İster bürokrat olun, ister politikacı, oraya yaklaşan daima finişe doğru son deparını atan sporcu gibidir. Bir sürü uğraşmış, mücadele vermiş, para ve enerji harcamış ama artık yolun sonuna gelmiştir. Nihayet şu tepeyi aşınca denizi görecektir. Neye şaşırsın ki ? Aklı fikri oraya varmaktır. Son bir gayretle canını dişine takar ve o son yokuşu tırmanmaya koyulur. İçinde coşkulu bir sevinç, içi içine sığmaz; kazanacaktır.

İşte Ankara ! Yüksek binalar, bakanlıklar, insanlar, arabalar...Ankara kalesi, Eski meclis, Ulus, Sıhhıye. Heryerden görülebilen adeta bulutlar içinde Kocatepe. Karşısında bir tepede Anıtkabir. Şehrin ortası Kızılay ve bir zamanların gökdelen binası. Ve işte Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi. Aynı Gemlik körfezindeki deniz gibi. Her şey ne kadar güzel, ne kadar etkileyici değil mi ?

Ankara'nın ertesi sabahı ve günleri birbiri ardınca akar. Etrafınızda birbirinden şık, traşlı takım elbiseli beyler, bakımlı hanımlar yoğun bir koşuşturmaca içinde. "Günaydın, selamlar, nasılsınız sayın….Teşekkür ederim sayın…,siz ? İyi günler dilerim" nakarat halinde. Caddelerde, bakanlık koridorlarında, görkemli makam odaları önünde yığın yığın insan.

Memur şehri derler ya Ankara için öyledir, hissettirir kendini. Tabi ki Keçiören, Ulus, Mamak öyle değildir ama Kızılay'da yürüyorsanız etrafınızda gördüğünüz herkesi öğle tatilinde yürüyüşe çıkmış memur zannedebilirsiniz. 
….
Artık siz de Ankara'da yaşıyor, Ankara'yı biliyorsunuz. Nedense sihir kaybolmuş, makyaj akmış gibi. Gördüğünüz yüksek binalar içinde küçük küçük odalar, oralarda yaşayan birilerini tanıdınız. Büyük binalar içinde ezilen kaybolan insanlar gördünüz. Kapalı kapılar ardından kulağınıza kadar gelen sesler sanki sizi şaşırttı. Nasıl diyorlar, "bizans entrikası" mıydı ? Nedir bu harıl harıl kaynayan kulis kazanları. Çalan her telefon, yapılan konuşmalar sanki hep aynı gibi. "Kim nereye gelecek.., beyefendi saygılar sunarım..., ne demek abi emrin olur..., estağfurullah ricamız olur…, o filancaymış, feşmekanın adamıymış zaten…" 

Kulağınızı tıkasanız da duyuyorsunuz. Bu sesler adeta beyninizde dönüp duruyor, kurtulamıyorsunuz. Sanki hep birlikte bir Ankara marotonu koşuluyor da duyduğunuz, gördüğünüz şeyler o yarıştan. Atılan çelmelerden gelen kemik kırılma sesleri, tokur tokur bir yerlere yığılmalar, ayak oyunları, vücut çalımları, bir tarafta kahkahalar öbür yanda yenilen kazıklardan göğe yükselen ahlar. 

Daha geçen gün bir hastaneye gittim. Şehrin her yerinden görülebilen görkemli bir üniversite binası. Yanına gidip içine girince göründüğünden daha da büyük olduğunu anlıyorsunuz. Bölümler, katlar, koridorlar o kadar çok ki. İnsanlar banko önlerine yığılmışlar, koridorlar insan seli bir o yana bir bu yana akıyor adeta. Asansörler var, ama nedense kullanamıyorsunuz. Mecburen merdivenlerden bilmem kaç kat, sonra bir koridor, tekrar merdiven. Labirent gibi uzun, dönen, kıvrılan bitmeyen koridorlardan geçip nihayet aradığım yeri bulabildim. Ameliyat olacak bir hastam var ve kan vereceğim. 

Tarifle geldiğim küçük bir bankonun önünde baktım ki oda yığılı insanla dolu. Bırakın hoşgeldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim hayalini, herhangi bir açıklama, bir yönlendirme bile yok. Bankonun arkasında bir bayan var, bilgisayarına gömülmüş. İnsanlar da onun önüne doluşmuş, ister istemez ben de o noktaya yöneldim. Hanımefendi nihayet "Buyrun" der gibi sert bir ifadeyle yüzüme baktı."Kan verecektim de.."diyebildim ürkek bir sesle. "Form yok" dedi, "bekleyin." Bu kadar. Neden yok, ne kadar bekleyeceğim belirsiz. Bu sorular kafamda bir kenara çekildim. Gözüm orada. Etrafıma baktım aynı yerde iki küçük oda ve önünde bekleşen insanlar var. Orası ne, kapalı kapının arkasında ne var, niçin bekliyorlar ? Yine cevapsız bir sürü soru. 

Bir müddet sonra anladım ki form dolduranlar oradaki görevlilerin kontrolünden geçiyorlar. Kan vermeye uygun olanlar elleri kan malzemeleri dolu olarak odadan çıkıyor. Bu kez de içeriye doğru kıvrılan bir koridordan başka bir salona gönderiliyorlar. Hem önümde hem de orada yığılma var. Birisi, sanırım başhemşire gibi, bekleşen insanlara çıkışıyor "Lüfen burada bekleyip yolu kapatmayalım." İnsanlar yol veriyorlar, arkasından yine toplaşmalar oluyor çaresiz. 

Yapacak bir şey yok, etrafımı gözlemliyorum. Zaten beklemek yeterince can sıkıcı, birde kafamdan geçenler: "Neden ? Odanın birisinde niye görevli yok ? Form nasıl olmaz ?" İçimdeki sorular da böyle birbiri üstüne yığılıyor. Bu arada görevli çekmecesinden boş form çıkarıyor, kapışıyoruz. Sinirliyim ama bu halimize de gülesim geliyor. Form, uzun bir liste, doldurmaya odaklanıyorum. Öbür yandan da görevli ile hayali bir atışma içindeyim. "Yok dediniz ama varmış, neden ? Verseydiniz de beklediğimiz zamanı form doldurmakta kullansaydık ya. Sonra neden burada bir sıra sistemi yok ? İnsanların birbiri üstünde beklemesi hoşunuza mı gidiyor ?" 

Benim kadar sabırlı olamayanlar da var tabi ki. İkide bir gelip geçerken "Lütfen burayı boşaltın, yolu kapatıyorsunuz" diye söylenen bayana birisi patlıyor: "Bizi buraya yığan sizziniz, neden burada görevli yok ?" Eliyle boş ikinci odayı gösteriyor. Kadın celalleniyor "İzinli olamaz mı yani ?" Adam da ısrarlı "İzinliyse yerine başka görevli verin." Tartışma iyice kızışıyor: "İşimizi nasıl yapacağımıza siz karışamazsınız. Hastalanmış rapor almış." "geçmiş olsun, başka görevliniz yoksa siz oturun o zaman. Bu insanları böyle bekletmeye hakkınız yok." Kadın bakıyor ki karşısındaki gittikçe dikleniyor, olay büyüyecek, "sizinle muhatap olacak değilim" diye sesini yükseltiyor ve kaçarcasına kayboluyor oradan.

Formu veriyorum, görevli biraz tırsmış gibi, eli çabuklaşıyor. Bilgisayarda birkaç tık tıktan sonra yine bekleyin diyor, sizi çağıracaklar. Biraz sonra hem banko görevlisinin yanına hem de boş odaya birer bayan daha gelip oturuyor. Kadınların suratı beş karış, her ne olduysa bundan hiç hoşlanmamışa benziyorlar. 

Yine bilgisayarda birkaç tık tık, sonra tansiyonumuz ölçülüyor. Nihayet sert bir şekilde elimize torbalar tutuşturulup gönderiliyoruz kan verme salonuna. Böylece o kapalı odaların ne işe yaradığını da öğrenmiş oluyoruz. Tabi orada da bir yığılma var, karşılıklı sekiz koltuk kalkanların yerine sırası gelenler yatırılıyor. Neyse ki bana bakan sağlık görevlisi nazik biriymiş, güzel konuşuyor canımı da acıtmıyor. Yaklaşık yarım saat hem kan veriyorum hem de etrafımı gözlemliyorum. 

Arada bayılacak gibi olanlar, burnu kanayanlar oluyor. Toplaşıp gereken yapılıyor. Ama bunun dışında muhabbetleri sıradan şeyler. Geçen gün üşümüşler, birinin çocuğu hastaymış, nöbetleri oluyormuş bazen, ad vermeden şifreli birilerini çekiştiriyorlar. Bu arada torbam doluyor, iğneyi kolundan çıkarıyorlar ve biraz daha dinleniyorum. Elime bir meyve suyu bir de kek verip kaldırıyorlar. Bol sıvı tüketmeli, uzun boylu ayakta kalmamalıymışım. 

Çıkarken demin beklediğim odada kalabalığın azaldığını görüyorum. Demek ki dört kişi çalışınca durum normale dönüyormuş. Koridora dönüp en kısa yoldan binadan çıkıyorum. Biraz başım dönüyor, dışarda bir bank bulup oturuyorum. Etrafımda sigara içen görevliler var, yanlarına çay da almışlar muhabbet ediyorlar. İçerde olanlar aklıma geliyor, gülümsüyorum ama orada durup muhabbetlerini dinlemek de içimden gelmiyor. Daha fazla sinirlenmek istemiyorum. Yolumun üzerinde bir park var, orada dinlenirim.

Parka kadar yürüyünce yeniden başım dönüyor, hemen bir banka oturuyorum. Böyle olmayacak, yarım saat kadar burada dinlenmeliyim. Eskiden böyle olmazdım ama demek ki yaşlanmışım. Akşam saati, gelip geçen çok. Trafik gürültüsü uğultu halinde. Sıhhıye Ankara'nın göbeği, 1990'lı yıllara kadar buralar duman altıydı. İnsanlar hava kirliliği nedeniyle maske takmadan gezemezlerdi. Şimdi öyle bir şey yok, ama trafik gürültüsü hep var. Bir bakıma şehrin fon müziği gibi. Seyyar çaycıdan bir bardak çay ve ılık su alıyor, gözlerim etrafta düşüncelerim Ankara üzerinde dalıp gidiyorum.

Ey Ankara ! sen neden böylesin ? Bu muhteşem binaları, hastaneleri insanlar için yapıyorsun, ama o insanlar buralarda yine de eziyet çekiyorlar. Bu modern beton mağaralar kapısı kapalı odalarda yaşayan görevliler için mi ? Memur olmayı, devlette çalışmayı hep kendine yontan bu zihniyet neden değişmiyor ? Devletin imkanlarını sadece kendisi için sanan ben merkezci bu anlayış ne zaman adam olacak ? Sabah kapısı kapalı odalarına girip, sıkıştırılmadıkça da oralardan günyüzüne çıkmayan bu görevliler diğer insanları nasıl görüyorlar ? Kim kimin için var acaba ? Bu arada vatandaş memnuniyeti nerede kaldı ?

Hastane ya da adliye koridorları, emniyet, valilik, kaymakamlık hiç fark etmez. Adlarının Adalet sarayı, Hükümet konağı, belediye sarayı olduğuna bakmayın. Bina dediğin betondan, demirden, granit karolardan ibaret. İçine bakmalı, hem başına hem de ayağına. Görevlileri nasıl ? İnsan değilse ha taş ha adam ne fark eder ki. Onlar yerine göre meslek kibiri, yerine göre kurum enaniyeti, hatta devleti öne süren önemi kendinden menkul "memur" larsa yapacak pek bir şey yok. Bunların hemen hemen hepsi vatandaşı adeta "sen nerden çıktın, niye geldin, biz böyle iyiydik" tavrıyla karşılarlar.  

Büyük binaların var Ankara. Geniş mermer salonların, granit koridorların var, her yerin ışıl ışıl. Hatta binaların geceleri de göz alıcı renklerle donanmış. Ancak insanlığın kapalı kapıların ardında kaybolmuş. Sanki karanlık basmış içini. Ankara'nın, yollarının, binalarının mimarlarını bilirim, ama bu tarafının, hangi düşüncenin eseri olduğunu hala öğrenemedim?

Birden ürperdim, içimde bir şeyler koptu, üşüdüm, geldiğim yeri özledim sanki. Burası hayal ettiğimden çok farklıymış dedim içimden. Yine de kafamda cevap bulmayan o kadar çok soru vardı ki. "Ama nasıl olur ? Neden ? Farkında olmadan başka bir boyuta mı geçtik ?.." Kalktım sıcak evime doğru, yani yine Ankara'nın hayhuyuna, kalabalığına doğru karıştım gittim.

Bir zamanlar ilkokulda bir hikaye okumuştuk. Her akşam günbatımını izleyen küçük bir çocuk, karşı tepelerdeki bir evin pencerelerine bakarmış. Çünkü o evin pencereleri altın gibi parlıyormuş. Çocuk böyle altın pencereleri olan bir evde yaşayan insanların çok zengin ve mutlu olduklarını düşünmüş. Merak içinde bir akşam yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş sonunda karşıdaki tepeye ulaşmış. Eve ulaşınca bir de ne görsün! Evin pencereleri altından değil, sıradan pencereler. Şaşkınlık içinde oturup karşıya bakmış. Şimdi de karşı tepedeki kendi evinin pencereleri altın gibi parlıyormuş...Demek ki asıl altın pencereli ev kendi eviymiş. 

Hikayenin sonunda çocuk, pencerelerin altın olmadığını, sadece güneşin camdaki yansıması olduğunu anlamış mıdır bilmiyorum. Ama bu hikaye bana; gelişmenin, çağdaşlığın, refahın ve mutluluğun büyük binalarda, modern teknolojilerde ve iktidar gücünde değil "insanlıkta" olduğunu hatırlatıyor.


Ankara şu ana kadar bunu anlamış gözükmüyor. Böyle olduğu sürece de burada "denizi gören herkes şaşırmaya devam edecek".

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder