Altın pencereli ev
Ankara'yı düşününce
hep aklıma Orhan Veli'ye ait şu dize gelir:
"Gemliğe doğru
/ denizi göreceksin; sakın şaşırma"
Bursa'dan İstanbul yönüne gidenler bilir. Gemliğe
doğru yolculuk ederken yeşil, güzel bir tabiatın içinden geçersiniz.
Anadolunun
bu manzaralarına alışıksınızdır. Uzayan, kıvrılan yollar farklı değildir
diğerlerinden. Engürücük köyünü geçtikten sonra hafif bir tepeyi tırmanırken
koca bir tabelada bu sözü görür yine de ayamazsınız. Tepeyi aşıp birdenbire
denizle karşılaşınca da "aaa! deniz! " dersiniz herkes gibi. Sanki
boyut değiştirmiş gibi olursunuz. Artık Gemlik körfezi alabildiğince gözlerinizin
önünde, ayaklarınızın altındadır.
Ankara da dışardan bakan için çok farklı görünür.
Bildiğinizi sanırsınız, nihayet her yol oraya çıkmaktadır. Belki de "Bekle
beni Ankara !" rüyası içindesinizdir. İşte böyle yoldaki işaretler bile
sizi uyandıramamıştır. İster bürokrat olun, ister politikacı, oraya yaklaşan
daima finişe doğru son deparını atan sporcu gibidir. Bir sürü uğraşmış,
mücadele vermiş, para ve enerji harcamış ama artık yolun sonuna gelmiştir.
Nihayet şu tepeyi aşınca denizi görecektir. Neye şaşırsın ki ? Aklı fikri oraya
varmaktır. Son bir gayretle canını dişine takar ve o son yokuşu tırmanmaya
koyulur. İçinde coşkulu bir sevinç, içi içine sığmaz; kazanacaktır.
İşte Ankara ! Yüksek binalar, bakanlıklar, insanlar,
arabalar...Ankara kalesi, Eski meclis, Ulus, Sıhhıye. Heryerden görülebilen
adeta bulutlar içinde Kocatepe. Karşısında bir tepede Anıtkabir. Şehrin ortası
Kızılay ve bir zamanların gökdelen binası. Ve işte Meclis, Türkiye Büyük Millet
Meclisi. Aynı Gemlik körfezindeki deniz gibi. Her şey ne kadar güzel, ne kadar
etkileyici değil mi ?
Ankara'nın ertesi sabahı ve günleri birbiri ardınca
akar. Etrafınızda birbirinden şık, traşlı takım elbiseli beyler, bakımlı
hanımlar yoğun bir koşuşturmaca içinde. "Günaydın, selamlar, nasılsınız
sayın….Teşekkür ederim sayın…,siz ? İyi günler dilerim" nakarat halinde.
Caddelerde, bakanlık koridorlarında, görkemli makam odaları önünde yığın yığın
insan.
Memur şehri derler ya Ankara için öyledir, hissettirir
kendini. Tabi ki Keçiören, Ulus, Mamak öyle değildir ama Kızılay'da
yürüyorsanız etrafınızda gördüğünüz herkesi öğle tatilinde yürüyüşe çıkmış
memur zannedebilirsiniz.
….
Artık siz de Ankara'da yaşıyor, Ankara'yı
biliyorsunuz. Nedense sihir kaybolmuş, makyaj akmış gibi. Gördüğünüz yüksek
binalar içinde küçük küçük odalar, oralarda yaşayan birilerini tanıdınız. Büyük
binalar içinde ezilen kaybolan insanlar gördünüz. Kapalı kapılar ardından
kulağınıza kadar gelen sesler sanki sizi şaşırttı. Nasıl diyorlar, "bizans
entrikası" mıydı ? Nedir bu harıl harıl kaynayan kulis kazanları. Çalan
her telefon, yapılan konuşmalar sanki hep aynı gibi. "Kim nereye gelecek..,
beyefendi saygılar sunarım..., ne demek abi emrin olur..., estağfurullah
ricamız olur…, o filancaymış, feşmekanın adamıymış zaten…"
Kulağınızı tıkasanız da duyuyorsunuz. Bu sesler adeta
beyninizde dönüp duruyor, kurtulamıyorsunuz. Sanki hep birlikte bir Ankara
marotonu koşuluyor da duyduğunuz, gördüğünüz şeyler o yarıştan. Atılan
çelmelerden gelen kemik kırılma sesleri, tokur tokur bir yerlere yığılmalar,
ayak oyunları, vücut çalımları, bir tarafta kahkahalar öbür yanda yenilen
kazıklardan göğe yükselen ahlar.
Daha geçen gün bir hastaneye gittim. Şehrin her
yerinden görülebilen görkemli bir üniversite binası. Yanına gidip içine girince
göründüğünden daha da büyük olduğunu anlıyorsunuz. Bölümler, katlar, koridorlar
o kadar çok ki. İnsanlar banko önlerine yığılmışlar, koridorlar insan seli bir
o yana bir bu yana akıyor adeta. Asansörler var, ama nedense kullanamıyorsunuz.
Mecburen merdivenlerden bilmem kaç kat, sonra bir koridor, tekrar merdiven.
Labirent gibi uzun, dönen, kıvrılan bitmeyen koridorlardan geçip nihayet
aradığım yeri bulabildim. Ameliyat olacak bir hastam var ve kan
vereceğim.
Tarifle geldiğim küçük bir bankonun önünde baktım ki
oda yığılı insanla dolu. Bırakın hoşgeldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim
hayalini, herhangi bir açıklama, bir yönlendirme bile yok. Bankonun arkasında
bir bayan var, bilgisayarına gömülmüş. İnsanlar da onun önüne doluşmuş, ister
istemez ben de o noktaya yöneldim. Hanımefendi nihayet "Buyrun" der
gibi sert bir ifadeyle yüzüme baktı."Kan verecektim de.."diyebildim
ürkek bir sesle. "Form yok" dedi, "bekleyin." Bu kadar.
Neden yok, ne kadar bekleyeceğim belirsiz. Bu sorular kafamda bir kenara
çekildim. Gözüm orada. Etrafıma baktım aynı yerde iki küçük oda ve önünde
bekleşen insanlar var. Orası ne, kapalı kapının arkasında ne var, niçin
bekliyorlar ? Yine cevapsız bir sürü soru.
Bir müddet sonra anladım ki form dolduranlar oradaki
görevlilerin kontrolünden geçiyorlar. Kan vermeye uygun olanlar elleri kan
malzemeleri dolu olarak odadan çıkıyor. Bu kez de içeriye doğru kıvrılan bir
koridordan başka bir salona gönderiliyorlar. Hem önümde hem de orada yığılma
var. Birisi, sanırım başhemşire gibi, bekleşen insanlara çıkışıyor "Lüfen
burada bekleyip yolu kapatmayalım." İnsanlar yol veriyorlar, arkasından
yine toplaşmalar oluyor çaresiz.
Yapacak bir şey yok, etrafımı gözlemliyorum. Zaten
beklemek yeterince can sıkıcı, birde kafamdan geçenler: "Neden ? Odanın
birisinde niye görevli yok ? Form nasıl olmaz ?" İçimdeki sorular da böyle
birbiri üstüne yığılıyor. Bu arada görevli çekmecesinden boş form çıkarıyor,
kapışıyoruz. Sinirliyim ama bu halimize de gülesim geliyor. Form, uzun bir
liste, doldurmaya odaklanıyorum. Öbür yandan da görevli ile hayali bir atışma
içindeyim. "Yok dediniz ama varmış, neden ? Verseydiniz de beklediğimiz
zamanı form doldurmakta kullansaydık ya. Sonra neden burada bir sıra sistemi
yok ? İnsanların birbiri üstünde beklemesi hoşunuza mı gidiyor ?"
Benim kadar sabırlı olamayanlar da var tabi ki. İkide
bir gelip geçerken "Lütfen burayı boşaltın, yolu kapatıyorsunuz" diye
söylenen bayana birisi patlıyor: "Bizi buraya yığan sizziniz, neden burada
görevli yok ?" Eliyle boş ikinci odayı gösteriyor. Kadın celalleniyor
"İzinli olamaz mı yani ?" Adam da ısrarlı "İzinliyse yerine
başka görevli verin." Tartışma iyice kızışıyor: "İşimizi nasıl
yapacağımıza siz karışamazsınız. Hastalanmış rapor almış." "geçmiş
olsun, başka görevliniz yoksa siz oturun o zaman. Bu insanları böyle bekletmeye
hakkınız yok." Kadın bakıyor ki karşısındaki gittikçe dikleniyor, olay
büyüyecek, "sizinle muhatap olacak değilim" diye sesini yükseltiyor
ve kaçarcasına kayboluyor oradan.
Formu veriyorum, görevli biraz tırsmış gibi, eli
çabuklaşıyor. Bilgisayarda birkaç tık tıktan sonra yine bekleyin diyor, sizi
çağıracaklar. Biraz sonra hem banko görevlisinin yanına hem de boş odaya birer
bayan daha gelip oturuyor. Kadınların suratı beş karış, her ne olduysa bundan
hiç hoşlanmamışa benziyorlar.
Yine bilgisayarda birkaç tık tık, sonra tansiyonumuz
ölçülüyor. Nihayet sert bir şekilde elimize torbalar tutuşturulup
gönderiliyoruz kan verme salonuna. Böylece o kapalı odaların ne işe yaradığını
da öğrenmiş oluyoruz. Tabi orada da bir yığılma var, karşılıklı sekiz koltuk
kalkanların yerine sırası gelenler yatırılıyor. Neyse ki bana bakan sağlık
görevlisi nazik biriymiş, güzel konuşuyor canımı da acıtmıyor. Yaklaşık yarım
saat hem kan veriyorum hem de etrafımı gözlemliyorum.
Arada bayılacak gibi olanlar, burnu kanayanlar oluyor.
Toplaşıp gereken yapılıyor. Ama bunun dışında muhabbetleri sıradan şeyler.
Geçen gün üşümüşler, birinin çocuğu hastaymış, nöbetleri oluyormuş bazen, ad
vermeden şifreli birilerini çekiştiriyorlar. Bu arada torbam doluyor, iğneyi
kolundan çıkarıyorlar ve biraz daha dinleniyorum. Elime bir meyve suyu bir de
kek verip kaldırıyorlar. Bol sıvı tüketmeli, uzun boylu ayakta
kalmamalıymışım.
Çıkarken demin beklediğim odada kalabalığın azaldığını
görüyorum. Demek ki dört kişi çalışınca durum normale dönüyormuş. Koridora
dönüp en kısa yoldan binadan çıkıyorum. Biraz başım dönüyor, dışarda bir bank
bulup oturuyorum. Etrafımda sigara içen görevliler var, yanlarına çay da
almışlar muhabbet ediyorlar. İçerde olanlar aklıma geliyor, gülümsüyorum ama
orada durup muhabbetlerini dinlemek de içimden gelmiyor. Daha fazla sinirlenmek
istemiyorum. Yolumun üzerinde bir park var, orada dinlenirim.
Parka kadar yürüyünce yeniden başım dönüyor, hemen bir
banka oturuyorum. Böyle olmayacak, yarım saat kadar burada dinlenmeliyim.
Eskiden böyle olmazdım ama demek ki yaşlanmışım. Akşam saati, gelip geçen çok.
Trafik gürültüsü uğultu halinde. Sıhhıye Ankara'nın göbeği, 1990'lı yıllara
kadar buralar duman altıydı. İnsanlar hava kirliliği nedeniyle maske takmadan
gezemezlerdi. Şimdi öyle bir şey yok, ama trafik gürültüsü hep var. Bir bakıma
şehrin fon müziği gibi. Seyyar çaycıdan bir bardak çay ve ılık su alıyor,
gözlerim etrafta düşüncelerim Ankara üzerinde dalıp gidiyorum.
Ey Ankara ! sen neden böylesin ? Bu muhteşem binaları,
hastaneleri insanlar için yapıyorsun, ama o insanlar buralarda yine de eziyet
çekiyorlar. Bu modern beton mağaralar kapısı kapalı odalarda yaşayan görevliler
için mi ? Memur olmayı, devlette çalışmayı hep kendine yontan bu zihniyet neden
değişmiyor ? Devletin imkanlarını sadece kendisi için sanan ben merkezci bu
anlayış ne zaman adam olacak ? Sabah kapısı kapalı odalarına girip,
sıkıştırılmadıkça da oralardan günyüzüne çıkmayan bu görevliler diğer insanları
nasıl görüyorlar ? Kim kimin için var acaba ? Bu arada vatandaş memnuniyeti
nerede kaldı ?
Hastane ya da adliye koridorları, emniyet, valilik,
kaymakamlık hiç fark etmez. Adlarının Adalet sarayı, Hükümet konağı, belediye
sarayı olduğuna bakmayın. Bina dediğin betondan, demirden, granit karolardan
ibaret. İçine bakmalı, hem başına hem de ayağına. Görevlileri nasıl ? İnsan
değilse ha taş ha adam ne fark eder ki. Onlar yerine göre meslek kibiri, yerine
göre kurum enaniyeti, hatta devleti öne süren önemi kendinden menkul
"memur" larsa yapacak pek bir şey yok. Bunların hemen hemen hepsi vatandaşı
adeta "sen nerden çıktın, niye geldin, biz böyle iyiydik" tavrıyla
karşılarlar.
Büyük binaların var Ankara. Geniş mermer salonların,
granit koridorların var, her yerin ışıl ışıl. Hatta binaların geceleri de göz
alıcı renklerle donanmış. Ancak insanlığın kapalı kapıların ardında kaybolmuş.
Sanki karanlık basmış içini. Ankara'nın, yollarının, binalarının mimarlarını
bilirim, ama bu tarafının, hangi düşüncenin eseri olduğunu hala öğrenemedim?
Birden ürperdim, içimde bir şeyler koptu, üşüdüm,
geldiğim yeri özledim sanki. Burası hayal ettiğimden çok farklıymış dedim
içimden. Yine de kafamda cevap bulmayan o kadar çok soru vardı ki. "Ama
nasıl olur ? Neden ? Farkında olmadan başka bir boyuta mı geçtik ?.."
Kalktım sıcak evime doğru, yani yine Ankara'nın hayhuyuna, kalabalığına doğru
karıştım gittim.
Bir zamanlar ilkokulda bir hikaye okumuştuk. Her akşam
günbatımını izleyen küçük bir çocuk, karşı tepelerdeki bir evin pencerelerine
bakarmış. Çünkü o evin pencereleri altın gibi parlıyormuş. Çocuk böyle altın
pencereleri olan bir evde yaşayan insanların çok zengin ve mutlu olduklarını
düşünmüş. Merak içinde bir akşam yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş sonunda
karşıdaki tepeye ulaşmış. Eve ulaşınca bir de ne görsün! Evin pencereleri
altından değil, sıradan pencereler. Şaşkınlık içinde oturup karşıya bakmış.
Şimdi de karşı tepedeki kendi evinin pencereleri altın gibi parlıyormuş...Demek
ki asıl altın pencereli ev kendi eviymiş.
Hikayenin sonunda çocuk, pencerelerin altın
olmadığını, sadece güneşin camdaki yansıması olduğunu anlamış mıdır bilmiyorum.
Ama bu hikaye bana; gelişmenin, çağdaşlığın, refahın ve mutluluğun büyük
binalarda, modern teknolojilerde ve iktidar gücünde değil
"insanlıkta" olduğunu hatırlatıyor.
Ankara şu ana kadar bunu anlamış gözükmüyor. Böyle
olduğu sürece de burada "denizi gören herkes şaşırmaya devam edecek".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder