22 Mart 2014 Cumartesi

143 22 Mart 2014 Cumartesi 19:34 NE DÜŞÜNÜYORUM ?..................Kendimle başbaşa

Kendimle başbaşa

Önümüzdeki hafta pazar günü seçimler var. Seçim aslında yerel, ancak neredeyse genel seçim sınırlarını zorluyor. Son dönemece girdiğimiz bu günlerde tansiyonun da giderek tavan yaptığını görüyoruz. 

İnsanların ayrıştığı, safların belirginleştiği bir süreç yaşıyoruz. Sandığa gitmek, tercih yapmak elbette bir görev. 

Ancak vuracağımız evet mührü aynı zamanda nerede durduğumuzu da gösterecek. Kime karşı olduğumuzu, en önemlisi de kimin yanında nereye yürüdüğümüzü de anlamış olacağız. Ülkemizdeki demokrasiye sahip çıktığımız kadar, ne istediğimizi de haykırmış olacağız. 

Ülke at izinin it iziyle karıştığı, fitne ateşlerinin tutuştuğu dumanlı bir havada sandığa gidiyor. Yalanların, iftiraların, kasetlerin, tapelerin havada uçuştuğu bir ortam yaşıyoruz. Üstümüzde bir algı kasırgası koparıldı. Bu fırtınalı havada değil sağlıklı düşünmek, doğru tercih yapmak, ayakta kalmak bile zor. 

Yine de o mührü bir yere vuracağız. Seçenek çok, ama bir tek tercih şansımız var. Demek, yanlış, eğri çok ama doğru olan bir tane. O zaman düşünmek gerek. Tercihimizi nasıl yapacağımızı, neden o şekilde kullanacağımızı tartıp biçmek gerek. Madem ki bize bir tek şans veriliyor, o halde bu fırsatı değerlendirmek, çok güçlü bir şekilde de konuşmak gerek. 

Çok sayıda yanlış, tek bir doğru varsa "hayır" diyeceklerimizin çok fazla önemi yok. Stratejik olan "evet" diyeceğimiz o tek doğruyu görebilmek. Demek, neye karşı olduğumuzun değil, nerede yürüdüğümüzün, hangi yöne gittiğimizin önemi var. Neden mi, çünkü karşı olduğumuz şeyler kavgaya, tercih edeceğimiz yolsa bizi menzillere ulaştıracak da ondan. 

O zaman düşüneceğiz; cedel mi istiyoruz, yoksa çözüm mü ? Didişip durmakta hayır yok, o halde çözümü tercih edeceğiz. Böylece belki sorunun değil, istikametin parçası oluruz.

Zalimler, firavunlar sadece tarihte yaşamadı, günümüzde de var. Hem de pek çok. Elbet yanlışa, zulme baş eğilmeyecek. Tabi ki yalana, iftiraya, tuzaklara karşı durulacak. Fakat onların bütün bu sihir ve hileleri alt edilse bile, inan ki zafer elde edilmiş olmuyor. 

Asıl başarı halkını alıp çıkarabilmek, kurtarabilmek o firavunlardan. Onun için yol firavuna karşı çıkmaktan değil, Musa'nın yanında olmaktan geçiyor. 

Kurtuluş, mücadele etmenin daha fazlasını yapmak, çözüm için çalışmakla sağlanıyor. Buna rağmen sanılmasın ki bitti, hayır ! Bu yol uzun, çileli bir yol. Nerden biliyorsun ? Kur'andan biliyorum. Kızıldeniz yarılıp geçsen, halkına her gün kudret helvası bıldırcın eti yedirsen nafile. Altından buzağı yapıp taparlarsa şaşma. Biraz da soğan sarımsak isteriz derlerse kızma. Lazım olduğunda geri dururlarsa hatırla o Musa'yı. Sen vaad edilene doğru yol almaya devam et. Varsın nankörlük etsin bazıları, bilmiyorlar, keşke bilselerdi.  

Yalnızca eleştirmek, ona buna sataşmak çözüm değil. Neredeyse herşeye  karşı olmak çıkışı olmayan gayya kuyularına benziyor. Hasbelkader belki o kör kuyulara atılmış da olabilirsin. Sen yine de Yusuf gibi, onunla birlikte kuyulardan çıkmayı seç. Züleyha'yla imtihan da edilsen, zindanlara bile düşsen takdir olan olacaktır. 

Korkma ! Zamanı yeri geldiğinde "Allahın izniyle yaparım" demeyi bil. Esir pazarında satılmış bile olsan mülke vezir olursun. Ama dikkat et ! İş, sultan olmak değil adaletle iş görmektir. Neticede her şey sahibine dönecektir, öyle değil mi ? O halde böbürlenme ! Projelerine, hizmetlerine hayaller yetişemese bile sen yine de gönüllere sığmayı bil.  Onu kuyuya atanları hatırlamıyoruz bile, ancak Yusuf'un güzelliği, adaleti, hizmeti hala dillerde. Bu yüzden bir an durup düşünelim, neden acaba ?

Dosdoğru ol ! Hakikati baban da olsa, nemrut da olsa söyle. ne var ki dik dur ama dikleşme. Bırak onlar kendi elleriyle yapıp yücelttikleri, uydurup putlaştırdıkları şeylerin nasıl olup ta yıkıldığına şaşırsınlar. Yeter ki sen zafer sarhoşluğuna kapılma. İnan ki, ateşe bile atsalar gül bahçesine düşersin. 

Nefretin, kinin yararı yok. Bilirsin ki altın kaseyle de sunsalar ateş olma yakarsın. Su ol ki hem kendine can ver hem etrafına. Serin ol hep kızgın nefislere, odun olma balık ol temiz gönüllere. Gör ki hayat gül yetiştirmek, bağçelere bağban olmaktır. Anla ki yol İbrahim gibi dost, adam gibi adam olmaktır.

Hüzünlenme, karamsar da olma. Sen ne yaptın ki ? Nuh yüzlerce yıl uğraşmış halkı için. Ne deliliği kalmış, ne yalancılığı. Kavga etmemiş yine de. Sabır ve inançla devam etmiş yoluna, yapmış o koskocaman gemiyi. Sel gelince kurda, kuşa, kuzuya bile sığınak olmuş o mekan. Ama ne yazık, oğlunu dahi kurtaramamış dalgalardan. 

Halkı aralarında tartışıp dururlarken kabarıvermiş sular. Ne zenginlikleri fayda etmiş, ne asaletleri. Ne evleri kurtarmış, ne dağları tepeleri. Aşağılayıp durdukları hakikat gelip çattığında değil pişmanlık duymak, şaşırmaya bile fırsatları olmamış. Demek, zaman bin yıl bile olsa bitiyor. Sen sen ol, eğleşme, gemiye binenlerden ol.

Her birisi dehşetli imtihanlardan geçmiş. Balığın yuttuğu tövbekar Yunus, kurtların kemirdiği Eyyup, değil halkını karısını bile kurtaramayan Lut. Hangi birini sayayım. Ya İsa ? Kudüs sokaklarında zincirlendi, sürüklendi yine de "Rabbim onları affet, bilmiyorlar" dedi. Duası üzerine gökten yemek inen bu elçi, istese helak edilmesi mümkün düşmanlarına onca eziyete rağmen beddua dahi etmedi. Bugün merhamet ve sevgi timsali olarak milyarlarca takipçisi var. 

Hepsinde derin ibretler, örnek haller var değil mi ? Mesela tevbe, mesela sabır, mesela şükür. Dahası bugün dirayet, merhamet, tevazu gibi bütün o güzel hasletleriyle anılıyorlar. Hiç birini sokaklarda bağıran çağıran, kırıp döken, insanlarla itişip kakışan bir vaziyette duymadık, öğrenmedik.

Süleyman mahlukatla konuşabilen, emrinde insanlar ve kuşlardan oluşmuş orduları olan bir kıraldı. Rüzgarlara emir verip cinleri çalıştırabilen o nebi karıncayı bile ezmezdi. İstese ordu çıkarıp zapt edebileceği Belkıs ülkesine mektup gönderip onları davet etmeyi tercih etti. Saray da yapabilirdi, ancak, inşa ettirdiği yapı zamanın en görkemli mabediydi. Bir zaman İslamın da kıblesi olan bu mabet, bugün Mescidi Aksa adıyla hala kutsallığını koruyor. Hem de üç büyük dinin ortak kutsalı olarak. 

Şimdi soruyorum; o zaman yaşasaydınız Süleyman'ın emrinde olmak en büyük şeref olmaz mıydı ? İnşa edilen o mabede taş taşımayı asırlara kazınan bir imza olarak tercih etmez miydiniz ? Peki, neden bugün de aynı şeyi yapmıyor olasınız ki ?

Ya rahmet peygamberi ? Dünya incisi o yetim ? Düşmanlarının bile el emin ve güvenilir saydıkları dosdoğru bir güzel adam. O bir eline ayı, bir eline güneşi verseler yolundan sapmayacak kadar inançlı bir insandı. Çocukların başını okşamadan geçmeyecek kadar sevgi dolu bir babaydı. Hiç tıka basa doymadan yaşamış bir fakirdi o. Kendisine yapılan eziyetlere sabreden, direnen, ama hakkı ve hakikati yine de susmadan söyleyen bir mücahiddi. 

Kendisine kasteden şehrine muzaffer bir ordu komutanı olarak girdiğinde intikam duygularıyla değil, af ve şefkatle hareket etmişti. Pek çok vasfı olmasına karşılık "güzel ahlak" timsali olarak öğülen bir örnekti. Yerine göre eline kılıç, yerine göre vahiy sayfalarını da alsa haddi asla aşmayan bir devlet başkanıydı. 

Çünkü "Sizin dininiz size, benim dinim bana" demesi öğütlenmişti. "Sen sadece bir uyarıcısın, kimsenin başına bekçi değilsin" denilen bir elçiydi o. Hem bir resul hem de kuldu Rabbine. Biz de onun dua ettiği ümmeti değil miyiz ?

Etrafınıza bakın. Olayları seyredin. O kadar çok Ebu Cehil, o kadar güçlü Ebu Sufyan, o kadar ürkütücü Vahşi göreceksiniz ki. O kadar zulüm, o kadar haksızlık, o kadar adaletsizlik, o kadar isyan ve yalan duyacaksınız ki. Oraya buraya saldıran o kadar kalabalık, o kadar müfteri, o kadar siber virüs algılayacaksınız ki. 

Bütün bunlar için durup kavgaya tutuşmak, eğriyi düzeltmek, sapmışı yola getirmek, zalime dur demek isteyeceksiniz. Her gördüğünüz firavuna karşı haykırmak, her duyduğunuz isyana karşı durmak isteyeceksiniz. 

Ancak, bir düşünün; bütün bu kötülükler nereye saldırıyor ? Bütün bu şer ittifak niçin, kime karşı kurulmuş ? Anlayacaksınız ki, bugün olması lazım gelen firavuna karşı olmak değil Musa'nın yanında olmaktır. 

İnsanlık tarihinden bu yana çizilmiş istikamet levhaları bize hep tek bir yönü gösteriyor. O yol sırat-ı müstakim yoludur. O yol işaretlenmiş, öğütlenmiş, aydınlanmış bir otoban gibi apaçık meydanda. O zaman bırak patikalarda, çıkmaz sokaklarda kaybolmayı. Önünde tertemiz, durgun çözüm nehri akıp duruken, boş yere sorun girdaplarında boğulma.

Hem kendin kurtul, hem aileni, ülkeni kurtar. Ben neyim ki deme. Işıldamadan insan nasıl ışık verir etrafına. Vur evet mührünü bu inançla sandığa. Benim gibi, senin gibi, biz gibi onlar gibi. Şavk versin tercihlerimiz birer birer yanan mumlar gibi. Eklensin mumlar birbirine, aydınlansın önümüz, kaybolsun üstümüze çöken bu sihir bulutu. Yok olsun demokrasimiz üzerindeki büyüler. 

Bizi sessiz yığınlar olarak bilirler. Sanki ensemize vurup elimizdekini alacaklar. Biz milli irade tadını aldık, kolay mı öyle bırakıvermek. Öyle gür bir sesle haykıracağız ki, değil bizdeki şer ittifakları, dünya da duyacak sesimizi inan. 


16 Mart 2014 Pazar

142 16 Mart 2014 Pazar 14:29 KAYIP DEFTER'den.............................Farklı bir nevruz

Farklı bir nevruz


Nevruz geliyor
Nevruz yaklaşıyordu. Geçen yıl yaşanan sıkıntılar henüz unutulmamıştı ve endişeliydik. Gazetelerde ve televizyonlarda yayınlanan haberlere bakılırsa o yangın geride kalmış gibi görünüyordu.  Ama, yine de tedbirli olmak lazımdı. 

Bu yüzden, Halil'in grubuyla temas kurmuştum. Benden iki istekleri vardı. Biri o gün ateş yakıp eğlenmelerine izin vermem, diğeri de halk oyunu kursu için yer göstermem. Buna mukabil benim tek şartım da yurdun huzurunu bozacak eylemlerde bulunmamalarıydı. Bana söz verdiler, ben de isteklerine yardımcı olacağımı ilettim.

Fakat, o yılki nevruzu belirleyen şey onlardan değil, türki öğrencilerden gelmişti. Biz onları muhtemel nevruz ateşinden korumak istemiştik, tam tersine nevruzun ne olduğunu onlardan öğrenecektik.

Duyuyordum, bana haberleri geliyordu; onlar da nevruz kutlayacaklarmış. Bir haftadır nevruz hazırlığı yapıyorlarmış. Önce endişelendim, ancak hazırlıklarının daha çok yemek üzerine olduğunu öğrenince bu sefer de meraklanmıştım. 

Kendi aralarında organize olmuşlar ve yemekler için de işletmeciden destek sağlamışlardı. İki gün kala bana da geldiler ve 60 kişilik yer istediler. "Ne yapacaksınız ?" dedim, "milli yemeklerimizi yapacağız, birlikte yiyip içeceğiz ve şarkı söyleyeceğiz" dediler. Beni, yardımcılarımı ve uygun gördüğüm yönetim memurlarını da aralarında görmek istiyorlarmış. Merakım, heyecana dönüşmüştü "Nasıl olacaktı acaba ?" Özellikle de yöresel yiyecekler zaten hep ilgimi çekmiştir benim.

Yine de tedbiri elden bırakamazdım ve onlara dikkat etmeleri gereken şeyleri sıraladım. "Biliyorsunuz Ramazan ayındayız. Kavga, gürültü, içki istemem. Benim gösterdiğim yer ve zamanı aşmak yok." Gülümsediler, içlerinden biri "Nevruz bayram ! Neden olsun kavga ? Yok bizde kavga" dedi. 

Bu sefer de ben ve arkadaşlarım ülkemizde yaşanan nevruzları hatırlayıp gülümsedik. Onlara, idare binasının yan tarafında bulunan boş binanın üst katında, teravih kılınan büyük salonun hemen arkasındaki orta büyüklükte bir yer tahsis ettim. Orası altışar kişiden yaklaşık 15 kadar masa alırdı. Düşüncem, mümkün olduğu kadar bu olayı diğer öğrencilerle karıştırmadan kendi kendilerine kutlamalarını sağlamaktı. Böylece herhangi bir provakasyona karşı da emin olmuş olacaktık.
 
Bu nevruz başka newroz
Nevruz 21 mart Pazar gününe denk geliyordu. Benim ricam üzerine iftar saatine göre ayarlanacaktı. İftar saatine yarım saat kala idare binasına geldim. Spor giyinmiştim, çünkü yemekten sonra teravih kılacaktık. İki yardımcım ve 5 yönetim memuru ile makamda ayaküstü konuştuk. "Nasıl gidiyor ? Ne yapıyorlar ?" 

Bayan Müdür yardımcım "Valla Müdürüm hepsi güzel güzel giyinmişler, masaları bir görseniz çiçek bahçesi gibi. Yemekler, içecekler çeşit çeşit. Hele bir özbek pilavı var ki yemek için sabırsızlanıyorum." 

Hoşuma gidiyor, yine de soruyorum "Bütün yabancılar var mı, yoksa sadece belli bir grup mu ?" Soruma yönetim memuru Bülent cevap veriyor "Hepsi var müdürüm, her ülkeden 5'i erkek 5'i kız onar kişi seçmişler. Gagauzlar bile gelmiş. İçerde şimdi toplam 7 gruptan 80 kişi var."

Saat iftara 10 dakika kaldığını gösterdiğinde salona giriyoruz. Hepsi ayağa kalkıyor ve hep birlikte alkışlıyorlar. Bir taraftan biz de onları alkışlarken, diğer taraftan etrafı kolaçan ediyorum. Gerçekten pırıl pırıl gözler, ışıldayan yüzlerle karşılaşıyorum. Rengarek, temiz, en güzel elbiselerini giymişler.  

Bütün endişelerim geçiyor, rahatlıyorum. Bize ayrılan bölüme geçip oturuyoruz. Onlar da oturuyorlar. Bakıyorum, Azerisi, Türkmeni, Özbeği, Kazağı, Kırgızı, Moğolu ve Gagauzu ile tam bir çiçek bahçesi masalar. Gruplaşma da yok, karışık oturmuşlar. Onları böyle, hep birlikte ve mutlu görmek beni de neşelendiriyor.

Konuşmamı istiyorlar. Ben de aynı duygularla sesleniyorum onlara. Basit kelimeler kullanıyorum, sade cümleler kuruyorum beni anlayabilsinler diye. Ama, sanırım sözlerimden ziyade, yüzüme yansıyan mutluluğu herkes anlıyor.  Müthiş bir alkış sesiyle oturuyorum. 

Benim ardımdan içlerinden Azeri Muhammedov adlı öğrenci söz alıp konuşuyor. O da kardeşlikten, birlik beraberlikten, nevruz coşkusundan bahsediyor. Tam bu sırada ezan okunuyor. "Buyrun, afiyet olsun" diyor acemice. Ben de mikrofonu alıp "Bismillahirrahmanirrahim, Rabbimize hamdolsun. Siz de buyrun, herkese afiyet olsun" diyorum.

Bütün salon, çatal bıçak sesleri eşliğinde yeme içme moduna geçiyor. Tam özbek pilavını bitirmiş bir Gagauz tatlısına yönelmişken, salonun uzak ucundan bir dombra sesi işitiliyor. Ardından Kazak bir kız öğrencinin ince sesi yükseliyor: 

"Yıl başı Nevruz günü âlem gülistan bolgusu, Asmandan yir yüzige ab-ı rahmet yagkası, Her oğul hizmet kılıp üstadını, İki âlemde bu ferzend hak rızasın tapkusı, Nevruz   keldi cihanga, Barıp eytkıl atanga, Keldi Nevruz ıyş bünyad itkeli, Barça adem künlini  şad itkeli, Her ogul mollasındın alsa dua, Könlini gamlardan azad itkeli.”  

Ardından bir Gagauz kız öğrenci başlıyor şarkısına: 

"Çalsın çırtma oynaylım, Toplansın oğlanlarım, Dostlara sevinelim mari hey, Tatlı dile doymaylım,  Gün orta harman gibi, Mavi gökün yok dibi, Çalsın çırtma oynaylım, Tatlı dile doymaylım, Gelin dostlar kol kola, Oynaylım bir düz hava, Çalsın çırtma bucakta, İşidilsin uzakta." 

Bu şarkıyı bir Azeri türküsü, onu da bir Özbek koşması takip ediyor. Günlerdir ilk defa gülümseme yüzüme yapışmış gibi, elim patlarcasına alkışlıyorum.

Üç gün sonra Ramazan bayramı. Ama o gün iftar saatinde erken bir bayram coşkusu yaşıyoruz. Nevruzun aslında ne demek olduğunu öğreniyoruz. Balkanlar'dan, Karadeniz'e, Anadolu'dan Kafkaslar'a, ta dünyanın öbür ucu Altaylar'a kadar ne kadar geniş bir aile olduğumuzu fark ediyoruz.

Nevruz, bir ilkyaz bayramı
Sonradan öğreniyorum ki, Kazaklar, Nevruz törenlerinde Mevlid okuturlarmış. Evler baştan başa temizlenir, herkes en iyi elbiselerini giyermiş. Nevruz törenleri sırasında ev duvarlarına veya çeşitli eşyalar üzerine kil kaplar atılarak parçalanır, ateş üzerinden atlanırmış. 

Nevruz'da yapılan yemeğe de "Nevruz-köcö" denirmiş.  Ayrıca, nevruz çorbası veya lapa adı verilen başka bir yemek de yapıp o gün komşulara dağıtırlarmış.

Kırgızlar da,  gece ile gündüzün bir olduğu yeni yılın ilk günü 21 Mart'a Nooruz adını vermekte ve ogün için "Nooruz köcö" denilen özel bir yemek yemekteymişler. "Köcö", darı yarması yahut bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tiritmiş. Ayrıca, "Auz köcö" denilen "kavut" da bu günün özel yemeklerindenmiş.

Özbekistan'ın Semerkand, Buhara ve Andican taraflarında Nevruz törenleri, Nevruz günü başlamakta ve bir hafta devam etmekteymiş. Halk, bu Nevruz eğlencelerine "Seyil Eğlenceleri" dermiş. Seyil yerleri dönme dolaplar, çalgıcılar, beççeler, seyyar satıcılarla dolar, Nevruzun birinci günü, halk çadır çadır gezerek birbirlerinin bayramını kutlarmış. 

Bu ziyaretler sırasında ikram edilen yemekse, "aş" adı verilen özbek pilavıymış. Ayrıca çay ve çeşitli meyveler de sunulur. Köpkari, güreş, at yarışları ve horoz dövüşleri gibi spor gösterileri düzenlenirmiş.

Türkmenler de, yeni yılın ilk gününe Novruz adını verirlermiş. Novruz'dan beş altı gün önce, her Türkmen ailesi temizlik yapmaya başlar, Novruz için Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külce, yağlı börek, şekşeke, koko, bovursak, Türkmen palovu hazırlanır, ne kadar çok yiyecek hazırlanırsa, yeni yılın o denli iyi geçeceğine inanılırmış. 

Semeni, Novruz'un özel yiyeceğiymiş. Bu yemek birkaç ailenin birleşerek büyük bir kazanda buğday özüne, un, su ve şeker eklenerek hazırlanırmış. Bir gün önceden pişirilmeye başlanan semeni, ancak 21 Mart sabahı hazır olurmuş.

Semeni geleneği Azeri Türklerinde de varmış. Mart ayının ortalarında bir kap içindeki toprağa soğan, buğday veya çimen tohumu ekilir. Bunlar yeşerdiği zaman, yaz geldiğinin işareti olurmuş. 

Nevruz ise, üç gün sürmekteymiş. Her yıl Mart ayının 21-23'üncü günleri, büyük törenle kutlanır, "Ahir çerşenbe"den önceki Salı günü mezarlığa giden erkekler, Fatiha okuyup dönerlermiş. 

Kadınlar ise mezarlığa, hazırladıkları helva, pilav ve daha başka yiyecekler ile giderler, Kur'an-ı Kerim okunur, Fatihaların ardından yemekler fakirlere dağıtılıp, 1-2 saat sonra mezarlıktan ayrılınırmış.

Mart içeri, pire dışarı
Gagauz Türkleri’nde sene iki kısma ayrılırmış. Birinci kısım “Hedrelez” veya “Hederlez” denilen, Hıdrellez’miş. Ve o eski anlayış nisandan başlayıp, kasıma kadar devam edermiş.  

Nevruz yaklaşırken, mart ayının başında, Gagauz kadınlar, sabahın erken saatlerinde, evlerinde esaslı bir temizliğe girişirlermiş. 

“Mart içeri, pire dışarı” sözü, Gagauz kadınlarının eskiden beri gelen bu temizlik geleneğinden kaynaklanmaktaymış.

Gagauzlar için Nevruz öncesinde yapılan hazırlıklar çok önemliymiş. Mart ayının başlarında, küçük çocuklara ve genç kızlara kırmızı yün ipliğinden bilezikler örülüp, kollarına takılır, evlenme çağına gelen kızlar ise, turnaların gelişini bekleyerek, onların yuvalarına yün ipliği bırakır ve “bu ipliği yuvanıza alın, bizim çocuklarımız olacak, bizim için Allah’a dua edin”derlermiş.

Gagauz Türkleri Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden. Dolayısıyla dini inançlarına bağlı olarak Gagauzlar, Hıristiyanların bahar bayramı olan “İlkyaz Yortusu”nu da kutluyorlarmış. Bu yortu, şubat ayının son Pazar günü yapıldığı için de, buna “Aziz Lazar Günü” adı da verilmekteymiş. O gün, kızlar aralarında küçük yaşta birisi seçilerek “İlkyaz Gelini” yapılır, başına çiçeklerden taç takılırmış. Kızlar bu şekilde ev ev gezerek, türkü söylerler, el-ele tutuşup hora oynarlarmış.

Bütün bunlar, 21 Mart’ta geniş biçimde kutlanacak olan İlkyaz yortusu yani Nevruz bayramı içinmiş. Bir yandan Hristiyan dininin tesiri, öte yandan Gagauzların çeşitli Hristiyan halklar arasında yaşamış olmaları sebebiyle, Nevruz adı, zamanla İlkyaz Yortusu’na dönüşmüş. Bu şekilde Gagauzlar, Nevruz ve Hidrellez geleneklerini yaşatabilmişler.

Teravih namazını ön salonda çok sayıda türki öğrenci ile birlikte kılarken, ister istemez arkada yaşadığımız bu güzelliği zihnimden çıkaramıyordum. İşte bizim Hıdırellez diye bilip her yıl 6 Mayısta yaşadığımız eğlenceler farklı coğrafyalarda değişik ad ve zamanlarda böyle sürdürülmüş, çağları aşıp günümüze ulaşmıştı. İnsana tazelik veren, sevgi ve neşe dolu bir güzelliğin kanla, ateşle, acıyla hatırlanması olacak şey miydi ? Baharın gelişi insana coşku verir. Ya nasıl olup da bu topraklarda bugün gerginlik vesilesi olabilmişti ? 

Biraz sonra namaz bitecek ve biz bu defa da işte öyle bir newroz ateşiyle yüz yüze gelecektik. İnşallah verdikleri sözü tutar, taşkınlık yapmazlar, inşallah diğer gruplardan herhangi bir taciz yaşanmazdı. Yine iş çığırından çıkacak olursa bu defa da gerçekten çok üzülecektim. Dua ettim sürekli, rabbime sığındım namaz boyunca.Gereken tedbirleri almıştık ama o ateş sönünceye kadar bana rahat ve huzur yoktu...