21 Kasım 2013 Perşembe

057 14 Ağustos 2013 Çarşamba 22:00 ANKARA HASTALIKLARI..........Tulûat tiyatrosu

Tulûat tiyatrosu


Doksanlı yıllardı. Hiç unutmam bir üniversitede İdari ve Mali İşler Daire Başkanı olarak çalışıyordum. O yıllarda meşhur tasarruf (!) genelgeleri vardı ve Bütçede ödeneğimiz olsa bile harcayamadığımız, bir sürü prosedürle engellendiğimiz zamanlardı. 

Zaten bu "yapmayın, harcamayın" yaklaşımı daha bütçe aşamasında kendini gösterir, engelli koşusu gibi yoğun bir görüşme maratonundan yaralı bereli, kırpılmış kesilmiş olarak çıkardık.

Kamu Kuruluşlarının Bütçeleri yaz aylarında hazırlanır, Ankara'da bir dizi görüşme ve toplantıyla şekillenir ve Ekim-Aralık aylarında da Meclisteki Bütçe maratonuyla sona erer. Süreç ana hatlarıyla hala böyledir. Ancak şimdilerde bütçe önerileri e-bütçe programı yoluyla elektronik ortamda yapılabiliyor. DPT, YÖK ve Maliye gibi kurumlarla yapılan ön görüşmelerin etkisi ise yok denecek kadar azaldı.

O zamanlar taşradan Ankara'ya Bütçe görüşmeleri için gelen kurum yöneticileri önceden ilgili kurumlardan randevu alır, sınava girecekmiş gibi hazırlık yaparlardı. Ama mutlaka yanlarında görüşecekleri uzman ve bürokratları memnun edecek "memleketten" hediyeleri olurdu. Bu da yetmezdi tabi. Görüşmelerden önce Ankara'da siyasiler ziyaret edilir, bölgeye yapılacak (sözde) yatırımlar için kendilerine destek vermeleri istenirdi.

Aslında oynanan karşılıklı bir "tulûat tiyatrosu" idi. Çünkü taşradakiler yukarda kesileceğini bildikleri için önerilerini şişirir, Ankara'dakiler de aşağıdakilerin bu kurnazlığını zaten varsaydıkları için ellerine bir makas alır kafalarına göre keser biçerlerdi. Arada geçen görüşmeler, müzakereler, hatta zaman zaman "at pazarlığına" varan toplantılar bittiğinde ortaya bambaşka bir bütçe çıkardı. Nasrettin hocanın "kar helvası yaptım ama tadını ben de beğenmedim" dediği gibi kimsenin memnun olmadığı bir ucube.

Bütçe Ocak ayında çıkar, ne hikmetse şubat ayının ortalarına kadar personel maaşları ve zaruri giderler hariç serbest bırakma olmazdı. Ondan sonra başlayan dilimler halinde serbest bırakma işlemleri ise yine yukardan alınacak kat kat yazılı izinlere bağlanmıştı. Rutin giderlerde ise zaten o yılın "Tasarruf Tedbirleri Genelgesi" bir demokles kılıcı gibi daima uygulayıcıların tepesindeydi. 

Aşağıdan yukarıya yazılan yazılara bakılırsa "yandık, bittik, kül olduk" yalancı feryatları, gelen /veya bir türlü gelemeyen/ cevaplara bakılırsa da sırıtık bir yüzle "biz size yapmayın, etmeyin demedik mi ?, yazdık işte tahtaya, belki alırsın..." isterik kahkahaları işitilebiliyordu. 

Bu traji-komik tablonun içinde en ilginç sahne ise Ankara'ya iletilen talepler için üst bürokrasi ve siyasiler nezdindeki "torpil" arayışlarıydı. Çünkü Maliyenin ya da DPT'nin "olmaz !" tavrının aşılabilmesi için buna ihtiyaç vardı ve illa da üst düzey bir siyasi şart değildi. "Her kilit için mutlaka bir anahtar vardır" düşüncesiyle bu anahtar bazen bürokraside etkili bir hemşehride, bazen de sözü kırılmayacak bir dost veya arkadaşta, bir gazeteci ya da iş adamında bulunabiliyordu. 

Tabi burada ilginç olan "torpil" işleminin bizzat kendisi değildi, belki ondan da ilginç olan kamu kurumlarının kendi aralarında dahi buna mecbur kalmaları, devlet işinde dahi bu yönteme tevessül edilmesiydi. 

Olmaması gereken nasıl oluyor da bir telefonla halloluyordu ? "Hamili kart yakinimdir" kartvizitinin sihri neydi ? Ya da olması gereken için neden torpile ihtiyaç duyuluyordu ? Hakkın tesliminden kimler, ne hakla ve neden çıkar sağlıyorlardı ?

Bu sorular üzerinde çok düşündüm. Sonuç olarak şuna inandım ki, torpil mikrobunun kaynağı bizzat gücün bulunduğu yerdir, iktidardır. Oradan dalga dalga yurdun en ücra köşelerine, hatta insanların beyinlerine ve yüreklerine kadar yayılmaktadır. 

Ancak iktidar gücünün yalnızca siyasal aktörlerden oluşmadığını söylemeliyim. Kurumlarıyla, mevzuatıyla, bürokratıyla, hatta her köşede masa atıp oturmuş "memur" ve "müşavir-danışman"larıyla iktidar ortağı bir sürü güç odağı var. 

Böylece gücün merkezileştiği hükümet başkentinde devleti kendisine kalkan yaparak arkasında fırıldak çeviren bir sürü kemirgen ürüyor. Hizmet etmek, iş yapmak, zaten doğal mecrasında akacakken bu kemirgenler su başlarını tutmuş "geçenden yedi, geçmeyenden dokuz" almanın tezgahıyla besleniyorlar.

Söz nasıl döndü dolaştı "haraç ve rüşvete" geldi demeyin. Torpil ve iltimasın olduğu yerde bunlar da yapışık kardeşler gibi yerden bitiveriyorlar. 

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, rüşvet sadece parayla, çıkarla olmuyor. Nakledilen bir "selam" dahi yerine göre rüşvet olabiliyor. Güçlü birinin "ricası" onun "adamı" olmayı zaten dört gözle bekleyen biri için bal gibi de rüşvet oluyor işte. Çünkü koltuğunun sigortası olarak bakıyor ona.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder