12 Mart 2015 Perşembe

218 12 Mart 2015 Perşembe 21:30 ANKARA HASTALIKLARI.............Ankara'yı didiklemek (1)

Ankara'yı didiklemek (1)

Geçenlerde değer verdiğim genç bir yazar kardeşim, bir gazeteye mülakat vermiş. Aslında, güncel gündemi pek takip etmiyorum. Hele politik konuların günlük gelir geçer ateşleri de beni artık eskisi kadar etkilemiyor. Dikkatim daha çok kalıcı ve "aslında ne ?" konular üzerinde. 

Hayatın politika dışında, ne yazık ki günlük hay huy içinde ıskaladığımız tarafları olduğunu fark ettiğimden beri bu böyle. Yapmak konuşmaktan,  yazmak konuşmaktan, yaşamak hepsinden daha önemli artık benim için.

Diyeceğim şu ki, derdim bu genç arkadaşıma laf yetiştirmek değil. Kimseyle de didişecek halim yok. Siyaset ve politika üzerine kayıkçı küreği gibi inip çıkan kısır kavgalar bana çok uzak. Ancak, uzun süredir Ankara'nın ne anlam ifade ettiği, buraya yürüyenler, onların portreleri, gelince ne yaptıkları, tutuldukları hastalıklar ve onların "bizler" üzerindeki etkileri üzerinde kafa yoruyorum.  

Genç yazarımız bir kez daha bana içinde bulunduğumuz noktayı, öncesini ve geleceğini düşündürdü. Adeta bir muhasebe yapma fırsatı verdi. Bundan bazen bu taraf, bazen de o taraf payını almış olabilir. Ama, en çok da kendime batırdım çuvaldızın ucunu. Bu yazı ve takip eden birkaç yazı aslında Ankara dışardan nasıl görünüyor, biz nasıl görüyoruz, onlar nasıl görüyor üzerine. Bu da bir Ankara hastalığı çünkü.

Nasıl mı ? Açıklayayım. Bu ülkede herkesin siyaset -ben politika demeyi tercih ediyorum- üzerine konuşması çok yaygın. Kahvede, işyerinde, meydanlarda, evde, medyada bu konu en fazla işlenen bir konu. Bir zamanlar ben de öyleydim. Gazete ve televizyonları izler, geç vakitlere kadar açık oturum takip eder, liderlerin konuşma ve atışmalarından çok etkilenirdim. 

Bir gün fark ettim ki, bunların hepsi hayatın köpük köpük köpüren yüzü, denizi bile göremiyorsun. Bu didişme politikacıların işi, gazetecilerin ekmek parası. Onlar için çok normal bu harala gürele. Her gün değişen gündem ve üzerinde sürdürülen bitip tükenmez kavga onların var oluşu demek. Bana/bize kalansa hastalık seviyesinde gerginlik, stres ve karamsarlık. Çok şükür bu hokus fokusun dışına çıktım ve artık rahatım. Bazı bazı rahmetli bir liderimizin ifadesiyle koltuğuma oturup kahvemi höpürdetiyor ve tiyatoroyu seyrediyorum. Herkese de tavsiye ederim. Çok rahatmış.  

Sizce yetenekli bir romancı, gelecek vaad eden zeki bir genç yazar neden Siyaset/politika üzerinde konuşmaya zorlanır ? Sadece ve sadece edebiyatçı olduğunu söylediği halde neden kendisiyle siyasi gündem konuşmak isterler ? Bu ısrarın sebebi nedir acaba ? Cevap yine o genç yazarımızın ifadesiyle "tatsız" bir durum. Düşünmek lazım.

Genç arkadaşım, bu ülkede neden bu kadar çok siyaset/politika konuşuluyor biliyor musun ? Hayat daha kötü olduğundan değil, öğretmenlerimizin, hocalarımızın, yazarlarımızın, sanatçılarımızın "büyük" olmamasından. Sığ dünyamızdaki boşluğu siyaset dolduruyor işte. Böyle başa şimşir tarak misali. Gençlerin ifadesiyle bu da bir çeşit geyik. İnsanlar kötüye giden bir şeyleri iyileştirmek için siyaset konuşmuyorlar, keşke öyle olsa. Buradan ülkede herşeyin kötüye gittiği sonucunu çıkarmaksa büyük haksızlık olur doğrusu.

"Türkiye’de siyaset bir kısır döngü içinde" diyorsun. Kahvedeki adamın "biz adam olmayız. Adamlar yapmış yani" sızlanması gibi bu laf bu. Biz kısır döngünün alasını 60'lı 70'li yıllarda görmüştük. Sen bilemezsin. Ama bugün 50-60'lı yaşlarda olanlar koalisyonları, sağ sol çatışmalarını, Demirel-Ecevit kürekçi kavgalarını çok iyi hatırlarlar. Yeni nesillerin o günleri bilmemeleri normal, onlar gözlerini açtı bugünleri  gördü. Doğal olarak da "bu memleket adam olmaz" nakaratını günün ezgileriyle söylüyorlar. 

Fakat onlar da doksanlı yılları, 28 şubat karabasanını, ekonomik krizlerini yaşadılar. Bu kadar çabuk unutmuş olamazlar değil mi ? Daha 2000 lerin başında anayasa kitabı havalarda uçmuş, krizlerden krizlere sürüklenmemiş miydik ? 

Yalnız haksızlık etmeyelim. Kısır döngü konusunda haklı olduğu bir taraf var. İttihat terakkiden beri, adam gibi sosyal demokrat bile olmayı beceremeyen bir muhalefetimiz var bizim. 

Bir taraftan devleti sahiplenmiş, ona dayanmış ama öbür yanda sözde halkçı emekçi dinazorlarımız. 

İdris Küçükömer'i rahmetle analım, adam doğru söylemişti ama kimse anlamamıştı; "Bizim sağcılarımız solcu, solcularımız en alasından sağcıdır." Evet, kadrolu müzmin muhalefetin kendi etrafında dönüp durduğu, doğru dürüst hiçbir tez ortaya koyamadığı bir kısır döngümüz var, bak bunda son derece haklı işte. :)
Neymiş: demokrasinin seyrelmesi, siyasetimizi bir ‘Emir verme ve emir alma’ kalıbına oturtmuş. Demokrasimiz olgunlaşmıştı da şimdi mi seyrelmeye yüz tuttu acaba ? Biz çok yakın zamanlara kadar bir yerlerden "tak" emir alır "şak" yapmaz mıydık ? Afedersin ama, vesayet diye bir kelime duymadın mı hiç ? 

Kelime eski mi geldi ? Hani yetişkin olmayanlar ya da aklı gidip gelen yaşlılar için "vasi" tayin edilir ya. Onlar bizi kollar ve himaye eder ya. Egemenlik hakkımızı bazı kişi, kurum ve kuruluşlar bizim adımıza kullanırlar ya. İşte o vesayet. 

Bu kelime size bir şey ifade etmiyor mu ? Pardon artık tarih olan bu kelime için henüz çok genç olduğunu bir an için unutmuşum.

Yalnız şu ifadelerin bana son derece ürkünç geldi. Diyorsun ki: "Hatta, tapınmaya varan ifadelere şahit oluyoruz. Onurlu insanlar emir vermek de, emir almak da istemezler. Krala filan tapmazlar." Doğrusu gayri ihtiyari sağıma soluma arkama baktım. Kaşlarım kalktı: "Kime, bana mı söylüyorsun ?" 

Sonra öfkemi yatıştırıp sakinleştim. "Yok canım misal veriyor herhalde, teşbihte hata olmaz derler ama bu sözler biraz ağır olmuş bence." Ama düşündüm, yine de bu sözler havaya, boşluğa söylenmiyor olmalı. Sanki amaçlı ve belli bir adrese yollanmış. Hem de bire bir kimin yüzüne söylense şiddetle reddedileceği bilindiği halde. Gerçekten maksadını çok çok aşmış talihsiz bir itham bu. 

"Tapınma" teolojik bir eylem. Her müslümanın İbrahimin Nemruta ve onun kavmine söylediği sözlerden, Kur'anın hemen her sayfasında okuyup iman ettiğimiz dehşetli uyarılardan haberi vardır. Yine de genç yazarımız biraz zahmet etse, dini açıdan gereken cevabı herhalde bu konuda ilim sahibi pek çok insandan alabilirdi. 

Ancak, merak ettim; bu tip bir suçlamanın bugünkü siyasette/politikada karşılığı olduğuna, var olduğuna inanıyor mu gerçekten ? Yoksa sevginin, ya da aidiyette asabiyetin fazla ileri gittiği istisnai örneklere bakarak mı böyle söylemiş ? 

Bana göre böyle bir tapınma Kuzey Kore'de, Küba'da bile tam olarak yoktur. Değil ki, bu söz ülkemizde nasıl ulu orta söylenebilir ? Bu millet çok daha güçlü olduğu halde padişahlarına, sultanlarına, halifelerine dahi -haşa-asla tapmadı. 

Biz müslümanız, bu ülkede inançlı insanların hatası, günahı hatta  bilmeden şirke düştüğü haller olabilir ama asla bir "tapma" sapıklığı içinde oldukları söylenemez. Kusura bakma ama genç arkadaşım bu sözlerini külliyen reddediyorum.

Ayrıca, emir vermek, emir almak devlet işinde çok olağan bir şey. Devlet de bir siyaset işi ve doğal olarak siyaset adamlarıyla kaim. Demokrasi bunun için var. Bizim adımıza hükmetsinler, emir versinler, yönetsinler diye. Bu, o alanda çalışan insanları onursuz yapmaz. 

"Siyasi roman yazsam, bugünün siyasetçileri kadar kötü adamlar yazamazdım" diyorsun. O kadar abartmışsın ki "Böylesi tipler, korku romanlarında bile yok" diye sallayıvermişsin. Korku işi pek uymadı ama diyelim siyasi roman yazdın, romanda hep kötü adamlar olmaz ya, iyi adamları nereden bulacaksın ? Malum ya bazıları iyi olmak zorunda. Biraz da böyle bak bakalım ortama. Belki hepsi kötü değildir.

Bakıyorum, sen şimdiden kurmacaya başlamışsın. Tabi ki sanat siyaseti/politikayı konu edinebilir. Üstelik oldukça da bol malzeme var bu alanda kabul ediyorum. Adamın iyisi var, kötüsü var, olay çok, entrika bol.  Tabi yazar adam da "yazar" değil mi ? Herkes gibi orda burda atıp tutacak değil ya. Derdi olsa olsa ne kadar iyi yazabileceği konusunda olabilir. Malum ya senin ifadenle "Gerçekler, romanlardan daha ilginçtir."

Bak, sen gene de edebiyata, romana, mizaha devam et genç kardeşim. Sana gerçekten o alanda ihtiyacımız var. Senin tabirinle "Kötü bir siyasetçi" daha istemiyoruz. Ama sakın ki, Ankara hastalıkları sana bulaşmasın, olur mu ?

8 Mart 2015 Pazar

217 08 Mart 2014 Cumartesi 23:04 ESKİMEYEN KELİMELER............Kibir, Gurur, Haset, Kin

Kibir, Gurur, Haset, Kin


Kibir 
Sözlükte "büyüklük ve büyüklenme" anlamına gelen kibir bir ahlâkî kavram olarak, kendini büyük görme, büyüklenme, başkalarını küçük görme demek.

Bu anlamda kibir; bir insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir vasfından dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığı oluyor.

Hatta böyle insanlar bazen kibirlerinden dolayı hak ve hakikati bile kabul etmezler. Bu yüzden doğru sözü ve haklı tenkitleri kabul etmeyip münakaşa etmek, kusurunu bildirenlere teşekkür etmemek, insanlarla alay ve istihza etmek gibi haller kibir alameti olarak görülmüş.  Hatta kibirlenmenin, insanı küfre kadar götürebileceğine işaret edilmiş.

Bu konuda şeytan çok açık bir örnek. O gurur ve kibrinden dolayı  Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehennemliklerden oldu. Şeytana aldanan ve tanrılık iddiasında bulunan Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olup aynı akibete uğradılar.

Kur'ân'da tekebbür ve istikbar kelimeleri kibir anlamında kullanılmış. Bu nedenle aynı kökten gelen mütekebbir, müstekbir sıfatları kibirlenen, büyüklenen kimselere deniliyor.

Kibir, Kur'ân'da yasaklanmış, kibirli kimseleri Allah'ın sevmediği [1] belirtilmiş. Bu konuda kibir ve kibirli kimseleri yeren birçok âyet [2] var. Ayrıca o'na kulluk yapmaktan vazgeçecek kadar gurura kapılan ve küstahça böbürlenenler açıkça uyarılmışlar. [3]

Peygamber efendimiz (sav) de kaba, katı kalpli, insanlara iyiliği dokunmayan ve kibirli kimselerin cehennemlik olduklarını haber [4] vermiş. Buradan anlıyoruz ki, gerçek bir mü'min kibirli olamaz. [5] 

Ayrıca, kibirli kimse, zaten rûhen de sağlıklı bir yapıya sahip değildir. Zira sağlıklı ve bilinçli her insan ne Allah'a ne de insanlara karşı bir büyüklenme duygusuna kapılamaz.

Düşünmek lazım: evveli bir damla su olan ve sonunda da toprağa karışıp gidecek bir kişinin kibir ve gurura düşmesi ne acaip ve gülünç bir hal. Eğer kişi, gençliğinden ve güzelliğinden dolayı kibre düşüyorsa, kısa bir zaman sonra yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden eser kalmaz. Yok, eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekası ise, doğrusu onun akılsızlığına başka bir delil gerekmez.

Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, makam sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, gurur ve kibre düşer.

--------------------------------------------------
[1] "...Doğrusu Allah böbürlenerek küstahça davrananları sevmez" (Nisâ, 4/36)
[2] "...içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür." (Nahl, 16/29), "Allah her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler." (Mümin, 40/35) Hz.
[3] "...O'na kulluk yapmaktan vazgeçecek kadar gurura kapılanlar ve küstahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap Günü) Allah hepsini kendi katında toplayacaktır." (Nisâ, 4/172),
[4] "... Cehennemlikleri haber vereyim mi? Onlar kaba, katı kalpli, insanlara iyiliği dokunmayan ve kibirli kimselerdir." (Buhârî, Tefsîr, 68, Edeb, 61, Eyman, 9).
[5] "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez." (Müslim, İmân, 147-149; Ebû Dâvûd, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61.)

Gurur 
Sözlükte "aldatma, kandırma, aldanma, kapılma, gaflet, bilgisizlik" anlamına geliyor.

Türkçe'mizde de böbürlenme, kendini beğenme, kibir anlamında kullanılmakta ve bu tür duyguları taşıyan kimseye de mağrûr denilmektedir.

Gurur bir ahlâk terimi olarak, kişinin, manevî ve ahlâkî bakımdan değersiz sayılan şeylerin cazibesine kapılarak onlarla avunması demek. Nitekim aynı kökten türeyen garûr, aldatan, kandıran anlamında şeytanı, dünyayı ve genel olarak insanı gaflete düşürüp yanıltan şeyleri ifade ediyor.

Kur'ân'da yirmi yedi yerde geçiyormuş gurur kelimesi. Bunların çoğunda da dünyaya kapılma, aldanma anlamı ağır basıyormuş.

Kur'ân'da özellikle dünya hayatının aldatıcı bir metâdan ibaret olduğu ifade edilerek [1] geçici olanın sürekli olana (âhirete) tercih edilmemesi öğütlenmekte.

Ayrıca insanların inkâra sapmaları ve sonuçta azaba uğratılmalarında dünya hayatına aldanıp onunla avunmalarının büyük etkisi bulunduğu,[2] cinlerin de insanlar gibi dünyaya aldanarak kâfir olabileceği haber verilmekte. [3]

Bir âyette, güçlü bir dinî ve ahlâkî şuurun en önemli öğeleri olan Allah'a saygı, uhrevî sorumluluk duygusu ve Allah'ın vaadinin hak olduğuna inanmanın gerekliliği vurgulanıp insanlar uyarılmış. [4]

Tevazu ehli olanlar, Rablerinin azametini düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini unutmazlar. Hiç kimseye karşı mütekebbirane bir vaziyet almazlar.

Gururun tam aksi bir davranış biçimi olan hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gururdan kurtulmasının da çaresi olarak tavsiye edilmiş. Hüsn-ü zan genelde insanlar hakkında iyi niyetli olma hali olarak düşünülebilir. Bu halin peygamber efendimizin (sav) sünneti olduğu da unutulmamalı. Çünkü insan kendi suç, hata ve kusurlarını çok iyi bildiği halde, karşısındakilerden hiç bir zaman tam olarak emin olamaz.

Kişinin gururu ve kendini başkalarıyla kıyaslaması sürekli ve psikolojik bir rahatsızlık boyutuna çıkmamalı. Zira, bu hal başkalarının alınmasına, incinmesine neden olduğu gibi ahmakça davranışlara da sebep olabiliyor.
-----------------------------------
[1] (Âl-i İmrân, 3/185; Hadid, 57/20)
[2] (A'râf, 7/51; Câsiye, 45/35)
[3] (En'âm, 6/130)
[4] "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın aldatıcı (garûr "şeytan") Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokmân, 31/33).

Haset
Türkçe'de "çekememezlik" anlamına geliyor. Bir ahlâk terimi olarak ise; kişinin, başkalarının sahip bulunduklarının elinden çıkmasını veya o imkânların kendisine geçmesini istemesi anlamına geliyormuş.

Mesela Kur'ân'da, Yahudiler üzerinden hasedin temelde bir duygu ve niyet meselesi olduğu vurgulanmış[1]

Aynı zümrenin Allah tarafından müslümanlara bahşedilen başarıları kıskanması da bu kavramla ifade olunmuş.[2] Ayrıca haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden Allah'a sığınılması gerektiği hatırlatılmış. [3]

Haset kelimesinin hadislerde hem yukarıdaki anlamda, hem de "gıpta" anlamında kullanıldığı[4] belirtiliyor.

Hadislerde, haset hakkında “îmânla haset bir arada bulunmaz”,  “Ateşin odunu yakıp bitirmesi” gibi ifadeler [5] yer alıyor. Bir başka hadiste de kin ile hasedin önemli sosyal problemlere yol açan ahlâkî hastalıklar olduğuna dikkat çekilmekte. [6] Ayrıca, “Kin gütmemek” bir hadiste din kardeşliğini pekiştirmek ve sosyal barışı sağlamak için gerekli olan hususlar arasında sayılmış. [7]

Haset genellikle aralarında meslekî, iktisadî, ilmî, siyasî ve sosyal ilişkiler bulunan insanlar arasında ortaya çıkan şeytanî bir huy. Psikolojik ve sosyal zararları bulunan haset bu yüzden dinimizce haram kılınmış, yerine gıpta ve hayırda yarışma (münafese) teşvik edilmiş.

Bir tür ruhî hastalık olarak haset duygusu, insan tabiatındaki bencillik eğilimi dolayısıyla başkalarının üstünlüğüne tahammül edememesinden kaynaklanıyormuş. Bu yüzden de hasetçi bir tür bunalıma giriyor ve sonuçta mutsuz oluyor.

İnsanlar, yaratılıştan haset duygusu taşımalarına rağmen bu duyguyu aklın ve dinin buyruklarına uyarak baskı altında tutabilirler. Bir şekilde onun etkisine maruz kalmaktan kendilerini koruyabilirler. Zira haset duygusunu bütünüyle yok etmek herkes için mümkün olmayabiliyor.

Ayrıca haset edilen kimsenin de hasetçi ve muzır kimselere iyilik ve ikramda bulunarak onların kalplerindeki kötülük ateşini söndürmeye çalışmaları,[8] kendisine lütfedilen nimetleri kullanırken israftan kaçınmaları, davranışlarını başkalarının kıskançlığına sebep olmayacak şekilde ayarlamaları gerekiyor.
---------------------------------------
[1] (Bakara, 2/109)
[2] (Nisâ, 4/54)
[3] (Felâk, 113/5)
[4] (Buhârî, İlim, 15. zekat, 5. Ahkâm, 3; Ahmed, Müsned, II/9, 36)
[5] "Bir kulun kalbinde îmânla haset bir arada bulunmaz." (Nesâî, Cihad, 8); "Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yok eder." (İbn Mâce, Zühd, 22; Ebû Dâvûd, Edeb, 44).
[6] (Müslim, Îmân, 243)
[7] "Dedikodunun peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun!" (Buhârî, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32.)
[8] (Kasas, 28/54; Fussilet, 41/34-36)

Kin
Kin ve intikam arzusu insanların hayatını yaşanmaz hale getirip, ahiretlerini de harap eden olumsuz duygulardan biri.

Bu his, sağlıklı düşünüp karar verme yeteneğini ortadan kaldırmakta, sonunda pişmanlık duyacakları birçok kötü fiilleri işlemelerine sebep olabiliyor.

Kalpte yerleşen, öç almaya yönelik şiddetli düşmanlık. Arapça 'da "hıkd, gıll ve bağdâ" gibi kelimelerle karşılanıyormuş. Bu sebeple kin tutmak, kin beslemek, kin gütmek, kin bağlamak gibi deyimler düşmanlık duygusunun kalbte yerleştiğini ve süreklilik gösterdiğini belirtiyor.

Hiç şüphesiz kin, kötü ahlâka ait bir nitelik. Bu nedenle İslâm'ın onaylamadığı, ortadan kaldırmayı amaçladığı huylardan. Karşıtı olan bağışlama (af) ise güzel ahlâkın niteliklerinden. Bu sebeple de İslâm tarafından teşvik edilen davranışlar arasında yer alıyor. Kin yaşamımızda kötü bir duygu ve huy olduğu kadar birçok kötü tutum ve davranışın da başlıca nedeni.

Kur'an'a göre kinin başlıca kaynağı sapkınlık ve azgınlık. Kin, küfür ve azgınlıkla olduğu kadar isyan ve itaattan çıkmakla da bağlantılı açıklanıyor. Bu nedenle öncelikle kâfirlere özgü bir nitelik olarak öne çıkıyor. Buna karşılık Kur’an-ı Kerim’de öfkelerini yenenler ve affedici olanlardan övgüyle bahsedilmiş.[1]

Kin duygusunun psikolojik nedenlerini inceleyen ilim insanlarına göre yapılan bir kötülüğe karşı koyamamanın, intikam alamamanın yol açtığı öfke kalbe yerleşerek gizli bir düşmanlık duygusuna, kine dönüşüyor. Bu nedenle kinin başlıca ruhsal kaynağı öfke ve intikam hırsı. Kin birçok ruhsal ve ahlaki hastalığın da kaynağı olarak görülmüş.

Bunların başlıcaları; hased, ilişkileri kesmek, aşağılamaya çalışmak, gıybet, sırları açıklamak, eziyet etmek, borç ve benzeri hakları yerine getirmemek, felaketlere sevinmek gibi kötü haller. Bunların tümü de zaten haram olan ve insanı yüksek ahlâkî niteliklerden uzaklaştıran davranış ve huylar oluyor.

Hz. Peygamberimizin (s.a.s.) asıl pehlivanın güreşte rakibini yenen değil, gazap ve öfkesine hakim olan kişi olduğunu[2] bildirmesi sebepsiz değil. Böylece, bizlere kin ve intikam duygularıyla hareket etmememiz tavsiye edilmiş oluyor.

Müminler, gurur ve kibrini ayaklar altına alarak kötülüğe, iyilikle karşılık vermeyi; kardeşliği, kindarlık ve düşmanlığa tercih etmeyi o Rahmet Elçisinden öğrendiler. Zira Allah Resûlü Tâif’te kendisini taşlayıp kanlar içinde bırakanları da, ona çeşitli eziyetler yapıp öldürmeye teşebbüs eden Mekkelileri de affetmemiş miydi ? Onlardan intikam almaya çalışmamıştı. Hatta o’nu örnek alan müminlere de “kalbinizde kimseye karşı hile ve kin barındırmayın” tavsiyesinde bulunmuş ve “İşte benim sünnetim budur” demişti.  [3]
[2] (Buhârî, “Edeb”, 102)
[3] “Eğer kalbinde kimseye karşı hile ve kin barındırmadan sabaha ve akşama erişmeyi başarabilirsen bunu yap. İşte benim sünnetim budur. Kim benim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, kim de beni severse cennette benimle birlikte olur.”(Tirmizî, “İlim”, 16)