2 Mayıs 2014 Cuma

151 02 Mayıs 2014 Cuma 21:59 GEZİ REHBERİ..................................Akçakoca, Düzce gezisi

Akçakoca, Düzce gezisi


Bu hafta Adapazarı'ndaydım. 1 Mayıs bahar bayramından yararlanarak yaklaşık 300 kilometrelik bir gezi yaptık. 

Gezimizin hedefinde esas olarak Akçakoca ve Güzeldere şelalesi olacaktı. Ancak yolumuz Ferizli-Karasu-Akçakoca-Düzce-Güzeldere-Gölyaka ve Hendek'ten dolaşıp Adapazarı Ferizli'ye dönen geniş bir daire çizerek gerçekleşti.

Sabah 09.30 sularında Adapazarı'nın Karasu istikametinde 26. kilometrede bulunan Ferizli'den yola çıktık. Toplam beş araçlık bir konvoy halinde gidiyorduk. Çocuklarımız sınıf öğretmeni olduğu için onların arkadaşlarından ve ailelerinden oluşan 24 kişilik bir gruptuk. 

Duble yapılmış güzel bir yolla 44 km sonra Karasu'daydık. Araçlarımıza akaryakıt aldık ve durmadan sahil boyunca yeşillikler arasından uzayıp giden bir yolda devam ettik. Sağlı sollu etrafımız fındık bahçeleriyle doluydu ve koyu yeşil bir fındık denizi arasından gidiyorduk. 

Arada denizi görmesek sahil boyunca gittiğimizi anlayamazdık. Ülkemizin bu bölgesi genel algımızın aksine düz değil. Büyük olmayan ancak irili ufaklı bir sürü kabartıyla dolu. Karadeniz bölgesinin genel karakteristiği hakim. Bir nokta bile olsa yeşil olmayan, ağaç olmayan yer yok. Adeta dalgalı yeşil bir orman denizinden geçiyoruz.

Nihayet 42 km sonra Akçakoca'ya ulaştık. İşte şurasıdır denilebilecek derli toplu bir yerleşim yerinden söz etmiyoruz. Dalgalı bir coğrafyada yolun iki tarafında adeta yeşillikler arasında gizlenmiş, ince uzun bir ilçe bu. Nüfusu 24 binmiş. Şehir merkezine girmeden geçiyoruz ve hemen 7 km ilerisinde kahvaltı etmek üzere ilk mola yerimize ulaşıyoruz.

Akkaya piknik yeri Akçakoca’nın 7 km doğusunda. Karadeniz Ereğlisi yolu üzerinde Akkaya Köyü sınırları içinde. Şırıl şırıl akan deresi, yeşillikler arasında güzel bir piknik ve mesire alanı. Ortasından geçen dere ile hakikaten görülmeye değer bir mekan.

Bölge doğa yürüyüşü, fotoğrafçılık, çadır kampı yapmak için de uygun özellikte. İçinde 3 ahşap köprü, 1 kapalı oturma alanı ve 2 wc yapılmış. Küçük bir kır kahvesi-bakkalı, güzel bir camisi bile var. Çeşmesi, çöp varilleri, ahşap oturma yerleri, mangal ocakları ve çevre düzenlemesi ile gerçekten hoş bir yer. Ayrıca, tatlı suyu, temiz havası ve ağaçlarıyla muazzam bir doğal güzelliğe sahip.   

Kalabalığız, hemen kahvaltı hazırlığına giriştik. 5 piknik masası yan yana konuldu, semaver ateşi yakıldı, çay demlendi. Köyden aldığımız taze ekmekler ve kahvaltılıklar serilen gazetelerin üzerine sıralandılar.

Nerede insan varsa orada çocuklar da olmalı. Aramızda biri 10, ikisi 4, diğerleri 3 ve 2 yaşında 5 te çocuk var. Bir yandan etrafımızın tadını çıkarmaya, öbür yanda da çocukların peşinde onlara göz kulak olmaya çalışıyoruz.

Acıktığımızdan mı, yoksa taze açık havanın tesirinden mi, çok güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Bizim gibi torunlarını gezmeye gelmiş iki aile daha var. Bu arada onlarla da tanışıp muhabbeti ilerletiyoruz. 

Bizimle birlikte yaklaşık 30-40 kişilik iki genç grubu da oradalar. Neşe içinde daire olup yakar top oynuyorlar. Zaman zaman gözümüz onlara kayıyor. 

Genç olmak, cıvıl cıvıl kaynamak bir başka güzel. Arada yanan arkadaşlarına hayli ilginç cezalar veriyorlar. Mesela biri gelip bizim kandilimizi kutladı. Diğeri Ereğli'de kömürün bulunmasıyla ilgili bir uzun memet hikayesi anlattı. Bir başkası yüksek bir yere çıkıp "aranızda ülker çukulatalı gofret sevmeyen var mı ?" diye bağırdı. Ereğliden gelmişler, oradaki yüksek okul öğrencileriymiş. Ne güzel, onlar da 1 mayısı böyle kutluyorlardı işte.

Bu arada etrafımızda üç-dört tane köpek de peydah oluverdi. Belki de sucuk kokusunu duyup gelmişlerdi. Ama uysal, insana alışkın hayvanlardı. Kahvaltıdan onların da nasipleri varmış. Yağmur yağar mı diye korkuyorduk ama, çok şükür güneş gölgelenmedi bile. Yine de elimizi çabuk tutup, masamızı topladık. Çöplerimizi bunun için konulmuş varillere attık. Ateşimizi söndürdük ve bu güzel yerden çektiğimiz hatıra fotoğraflarıyla ayrıldık.

Akçakoca Karasu Ereğli yolu üzerinde Düzce iline bağlı orta büyüklükte bir ilçe. Romalılar ve Bizanslılar döneminde Diapolis adını taşıyormuş. 13. asırda 4. Haçlı Seferleri sırasında Cenevizlilerin eline geçmiş. Osmanlıların Anadolu’ya gelmeleri ile başlayan dönemde, Türklerin akınlarına dayanamayan Ceneviz ve Bizanslılar yöreyi terk etmek zorunda kalmışlar. 

Böylece Akçakoca’nın zaptı 1323 yılında ve Orhangazi’nin komutanlarından Akçakoca Bey tarafından gerçekleştirilmiş. 1692’ye kadar Bolu Sancak Beyliği’ne bağlı olan Akçakoca, 23 Haziran 1934 tarihinde ilçe olmuş. 

Akçakoca'da şehir merkezinde araçlarımızı park ediyoruz. Merkez camii oldukça ilginç mimarisiyle hemen dikkatimizi çekiyor. Öğle namazını orada kılıyoruz. Yeni bir cami, içi de çok temiz, sade ve orjinal. Avizesi de cami mimarisine uygun yapılmış. Ahşap mimberi ve müezzin mahfili ile gerçekten görülmeye değer bir camiymiş.

Meydan oldukça geniş ve ferah. İyi düzenlenmiş. Bir tarafta sarı kesme taştan yapılmış, tarihi görünümlü hükümet ve adliye binaları, ortada merkez camii, karşısında Akçakoca bey anıtı ve sahil gezinti yerleri. 

Her taraf pırıl pırıl, hava güzel, deniz ve yeşillik iç içe. Çarşısı eski binalarla dolu. Sahil tarafında küçük bir balıkçı barınağı var. 

Çınar ağaçları, çiçeklendirilmiş çevre, kaplama  taş zemin ve merdivenler ve bol oturma yeri. Bunlar görebildiklerim. Küçük bir yer için oldukça güzel düzenlenmiş bir şehir meydanı burası. Arkadan geçen yoldan engebeli arazi yapısı nedeniyle görülmüyor tabi buralar. O yüzden adeta yeşillikler ve deniz arasında saklı kalmış bir sahil kasabası Akçakoca. 

Sahilde boylu boyunca gezinti yerini dolaşıyoruz. Ereğli tarafına doğru özel yapılmış bir seyir terası var. Hatıra fotoğrafı çektiriyoruz orada. Merdivenle aşağıya denize de inilebiliyor. Yukarıdan bakınca deniz pırıl pırıl, aşağıdaki küçük kumsalda birkaç aile çocuklarıyla kaydırak oynuyorlar. 

Hava açık, Alaplı ve Zonguldak Ereğli ilerde karşı sahilde görünüyor. Balıkçı barınağını, tekneleri, balıkçıların ağlarıyla uğraşmalarını seyretmek istiyorum. Varsa balık almak istiyorum. Nedense deniz havası bana balık kokusu hissettirir. Ama avlanma yasağı olduğunu hatırlıyorum. Grup ta hareket etmek üzere toplanmaya başlıyor, vazgeçiyorum.

Akçakoca'da üçüncü durağımız tarihi Ceneviz kalesi oluyor. Akçakoca'nın 2,5 km batısında, fındık bahçeleri ve orman eteğinde bir yer. Çok eski ve duvarları yıkılmak üzere. Restore etmek üzere girişi kapatmışlar. Ancak kalenin doğu ve batısında denize girilebilen, kumsalı olan iki küçük koy var. 

Kale Cenevizliler tarafından bir burun üzerinde inşa edilmiş. Bizans ve Osmanlılar tarafından da kullanılmış. Surları moloz taş ve kiremit kullanılarak yapılmış. Deniz tarafındaki duvarları tamamen yıkılmış görünüyor. İçinde bir su sarnıcı, yarım yuvarlak çıkıntıları ve kara tarafında yüksek bir kulesi var. Giriş hemen onun sağ yanında. 

Kaleye geldiğimizde park edilen yerin hemen karşısında bir fiyord dikkatimizi çekiyor. Hemen alttaki koy da çok güzel. Ancak, dik fiyord gerçekten güzel bir manzara teşkil ediyor. Fotoğrafını çekmeden edemiyoruz.

“Yalıyarlar” olarak isimlendirilen bu küçücük plaj, baklava misali kat kat dizilmiş kaya oluşumu ile gerçekten özel bir yer. Kalenin diğer tarafındaki plaj ise daha uzun bir kumsala sahip. Ayrıca içinde gelen insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bazı tesisler var. 

İşte Akçakoca'nın tarihi Ceneviz Kalesi, aynı zamanda çevresiyle bir plaj, piknik ve mesire alanı. Gelen misafirler, hem doğa hem denizle baş başa bir ortamda piknik yapıp; mavi bayraklı  Kale Plajı'nda denize girebiliyorlar. 

Kalenin plaja bakan kısmı oldukça yeşil. Adeta bir park gibi kullanılıyor. Tadilat nedeniyle biz girmedik ama, karşıdan içinde dolaşan, piknik yapan insanlar gördük. Oradan deniz manzarası da güzel olmalı.

Mevsim uygun olmadığından iki delikanlı dışında Kale plajında denize giren yoktu. Ama, kumda oturan, ayaklarını suya sokan, kaydırak oynayan epey insan vardı. 

Bu şirin koyda ayrıca, milyonlarca irili ufaklı yuvarlak, yassı, elips şeklinde beyaz taş dikkatimizi çekti. Kendimizi alamayıp çocuklar gibi bir sürü küçük taş topladık. Bazısı yumurta gibi, bazısı düğme, bazısı da yassı elips şeklindeydi. Ama hepsi de pürüzsüz, bembeyaz, bazıları da damarlı, hepsi kolye olabilecek kadar güzeldiler. 

Elime aldığım her taş, bilmem kaç bin yılda bu hale gelmişti. Torunumla topladığımız yassı taşlarla kaydırak oynarken bu yumuşak şekilli taşların dalgaların şarıltısıyla dolu hikayesine hayret ettim. Bir taraftan da denize  geri gönderdiğim her taşın acaba kaç yıl sonra tekrar kumsala çıkacağını düşünüyordum.

30 km’lik bir kıyı bandına sahip Akçakoca'da ayrıca Martı, Tersane, Bulaklı, Köy Hizmetleri, Değirmenağzı, Çınaraltı ve Çuhalı plajları da varmış. Bunlar ilçe merkezinde olanlar.

Sakin yer arayanlar ise tercihlerini daha çok Çayağzı, Kumpınar, Akkaya Köyü, Edilli Ağzı Plajı, Melenağzı Köyü Plajı, Karaburun Köyü ve Plajları için kullanıyorlarmış. Melen çayının denize döküldüğü yere ismini veren Melenağzı, suyunun çok sığ olması nedeniyle özellikle  çocuklarıyla tatil yapanlar için idealmiş. 

Tekrar yola çıkıyoruz. Bu defa hedefimiz Güzeldere şelalesi. Akçakoca'dan güney doğuya doğru Düzce istikametinde ilerliyoruz. Akçakoca'dan Düzce 37 km'ymiş. 

Düzce yeni illerimizden birisi. 9 Aralık 1999 tarihinde il olmuş. Türkiye'nin 81'inci vilayeti. Bu yüzden yolda giderken etrafımızda bolca 81 plakalı araç görüyoruz. 

İl olarak henüz 15 yıllık bir geçmişi olan Düzce'nin son yapılan illere göre önemli bir farkı var. Düzce, geçirdiği iki büyük deprem ve yıkılmışlık sonrasında dönemin 57. Türkiye Hükûmeti zamanında TBMM'de kararı ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in onayı ile il olmuş.

Yol boyu yine yeşillikler arasından kıvrıla kıvrıla gidiyoruz. Egede görmeye alışık olduğumuz gri zeytin denizi, burada yerini yeşil fındık denizine bırakmış. Bol yağışlı iklim de bu bölgenin daima yeşil kalmasını sağlıyor olmalı. 

Etrafta kuş yuvası gibi köyler dikkati çekiyor. Değişik yükseklikte, ince yüksek minareli camileriyle fark ediliyorlar. İçinde oldukları doğaya uyumlu, yeşil bir bitki örtüsünün altında ustaca gizlenmiş yaşam alanları bunlar. Onları izlerken, içinde yaşanan saklı kalmış hayatları, acıları, sevinçleri ve insanları düşünmeden edemiyorum.

Düzce, deprem fayları üzerinde olmasına karşılık, tarihi geçmişi olan, yeşili, ormanı, suyu bol bir geçiş bölgesinde yer alıyor. Tarihi de, M.Ö. 1390-800 yılları arasında hüküm süren Hititler'e kadar uzanıyormuş. Orhan Gazi’nin komutanlarından Konuralp Bey’in Bizans Tekfurları ile 1323’te yaptığı savaşlar sonucu Osmanlı topraklarına katılmış.

1869 yılına kadar Kastamonu Vilayeti Bolu Mutasarrıflığı, Göynük Kasabası’na bağlı bir bucak olarak tarihte yer almış. 1869-70 yılında Bolu Sancağı’na bağlı kaza olmuş. İl olduğu 1999 yılına kadar da Bolu’ya bağlı ilçe olarak gelişimini sürdürmüş.

Düzce'yi en son Bolu-Düzce depremi sonrasında görmüştüm. Hendek tarafından Düzce'nin içinden geçip Ankara'ya dönüyorduk. 

Manzara gerçekten çok üzücüydü. O dümdüz yolun her iki tarafında yıkılmış evler, etrafında hala enkazı kaldırmaya çalışan, oraya buraya koşuşturan acılı insanlar görüyorduk

Kilometrelerce devam eden o yoldan giderken bunları da düşünmeden edemedim. Hayat devam ediyordu elbet. Şimdi yaralarını sarmış, 350-400 bin nüfuslu canlı ve gelişmiş bir şehir olmuştu. Güzeldere şelalesine gitmek için yol ararken, ana yoldan sağa sapıp şehir merkezine de girmiş bulunduk. Böylece, çarşılarını ve valilik binasını da görme imkanımız oldu.

Oldukça yoğun ve hareketli bir bölgeydi burası. Caddenin her iki tarafı da alışveriş yapan, gezen insanlarla doluydu. Sağ tarafta geniş, yeşil bir park gördük. Ne yazık ki burada durup daha yakından tanıma şansımız yoktu. Yağmur yağacak gibi görünüyordu ve bir an evvel şelaleye varmalıydık.

Güzeldere Şelalesine Gölyaka, Hacıyakup, Hamamüstü, Güzeldere Köyleri yolu üzerinden veya Düzce Çınarlı, Gölormanı, Hamamüstü, Toptepe Güzeldere köyleri yoluyla olmak üzere iki yoldan gidilebilirmiş. 


Biz bilmediğimiz için ikincisini tercih ettik. O da Efteni gölünden itibaren dağa sardığımızda diğerine nazaran daha zor bir yolculuk oldu. Yol stablize, yer yer ham topraktı. Çok şükür ki yeni bıçak çekilmiş ve düzeltilmişti. Çamuru batağı yoktu ama levhada 6 km yazan zigzaglı orman yolu bir türlü bitmedi.

Nihayet şelaleye geldiğimizi gösteren  levhanın altından geçip yemyeşil bir düzlüğe çıktık. Bize daha fazla geldi ama bu alanın rakımı 630 metreymiş. Tırmandığımız Elmacık Dağının yüksekliği ise kayıtlarda 1700 m olarak geçiyor.

Zor olmuştu ama değmişti doğrusu. Çünkü gerçekten çok güzel bakımlı bir alandı burası. Piknik ve mesire yeri denilebilecek bu yerde yeme, içme, dinlenme ve konaklama tesisi mevcut. İçinde sosyal tesisi, büfesi, WC'leri, çocuk oyun alanları ve oturma yerleri vardı. Özellikle bir stadyum büyüklüğündeki çim alan bir başka yerde yoktur sanırım.

Hemen kendimize çeşmenin yanında bir yer bulup yine 3-4 masayı birleştirdik. Bir taraftan altı davul şeklinde, üzeri yarım metre çapında pişmiş toprak tepsili özel kavurma sobamız yakıldı. Diğer taraftan da masaların üzeri salatalarla, içeceklerle donatıldı. Kuzu etinden küçük doğranmış yaklaşık altı kiloluk kavurmalık et karıştırılarak pişirilmeye başlandı. 

Erkekler, hanımlar sessiz ama canlı bir işbirliği ile çalışıyorlardı. Bu arada benim gibi dedeler de torunlarıyla ilgileniyordu. Arada fırsatını bulan eşiyle şelaleye inecekti. Böylece hem yemek masası ve kavurma hazırlandı, hem de münavebeli olarak inebilen herkes şelaleyi görüp geldi.

Adını Güzeldere Köyünden alan Şelale turizme yeni açılmış. 130 metreden dökülen sular tamamen doğal bir ortamda. Yüksek kayın ağaçları gökyüzünü kaplamış. Ormanın dingin güzelliği insanın içini ürpertiyor. Su ve kuş sesleri dışında etrafta rahatsız edici hiç bir ses yok. 

Yalnız şelalenin olduğu vadiye inen merdivenler yaklaşık bir kilometre derinliğe ve oldukça eğimli bir şekilde iniyor. Zigzag çize çize yapılmış taş merdivenler düz alanlar hariç yaklaşık 350 basamak. Yaklaştıkça suyun şarıltısını duyuyor ama kendisini göremiyorsunuz. Sabredip şelaleye indiğinizde ise tek kelimeyle muhteşem bir tablo karşılaşıyor sizi.

Öğreniyoruz ki Güzeldere Köyü Bıçkı Deresi üzerinde bulunan bu Şelale aynı zamanda Türkiye'nin en büyük şelalelerindenmiş. Orman Bakanlığı Milli Parklar ve Av-Yaban Hayatı Koruma Genel Müdürlüğü tarafından “Orman İçi Dinlenme Yeri” olarak tescil edilmiş. 

Şelale ve çevresi orman yapısı ile de dikkat çekiyor. Şelalenin bulunduğu alanda, Kayın, Gürgen, Köknar, Porsuk, Sarıçam, Karaçam, Kestane, Ihlamur, Akçaağaç, Dişbudak, Ceviz, Orman Kavağı, Orman Söğüdü, Orman Gülü, Kara Yemiş, Papaz Külahı ağaçları; Böğürtlen, Üvez, Alıç, Taflan, Kantaron Otu, Kardelen, Arap Sümbülü, Siklamen, Menekşe, Düğün, Eğrelti, Fiğ, Burçak gibi bitkiler de görülmekteymiş. 

Altında Efteni Gölü ve Kuş Cenneti, üstünde Pürenli Yaylası bütünlüğü içinde, doğal alabalıkları, mesire ve piknik alanları, yürüyüş parkurları ve orman içi dinlenme yerleriyle burası gerçekten görülmeye değer bir doğa parçası.

Tuvaletlerin yan tarafından aşağıya doğru inildiğinde 10-15 dakikalık mesafede şelaleye varılıyor. Yaklaştıkça şalelenin sesi daha fazla duyuluyor zaten. Oradan ayrılırken hatırınızda kalansa; o müthiş su kütlesinin yukarıdan aşağıya dökülüşü, kayalara çarparak inen suyun uğultusu ve dev kayın ve gürgen ağaçlarıyla çevrili vadideki eşsiz manzara oluyor.

Merdivenlerden inerken ve çıkarken muhtelif yüksekliklerde banklar ve seyir terasları var. Oralarda dinlenmek, hatta sabah kahvaltısını ya da öğlen yemeğinizi şelale manzarasıyla da yemek mümkün. Taş merdivenler sağlam demir korkuluklarla da korunmuş durumda ve tam şelalenin altına kadar inilebiliyor.

Özellikle sonrasında 350 basamak çıkmak zor olabilir, ama, gördüğünüz şey buna değiyor doğrusu. Fotoğraflar bu anı belgelese de suyun şarlayan sesini, ona uyumlu kuş cıvıltılarını, ortamın derinliğini ve güzelliğini yansıtmakta aciz kalıyor. Gidip onu yakından görmek, o anı yaşamak lazım. 

Nihayet yine masadayız. Kavurmalar pişti, yarım ekmek içine bol soğan, maydanoz, domates ve sumak karışımıyla birlikte konulup gazete kağıdına sarılarak veriliyor. Bir taraftan acıkmışız, bir taraftan arada çiseleyen yağmurdan korkumuza acele ediyoruz. Ama aldığımız lezzet tarif edilemez. 

Demek hem et güzel, hem de yapan arkadaş bu işte bayağı iyiymiş. Onca et, ekmek, salata ve içecek yarım saatte tükeniyor. 

Yine masamızı özenle topluyor, çöplerimizi kaldırıyoruz. Artık akşam olmuş, hava hafiften kararmış, biraz da serinlemiş durumda. Artık dönme vakti. Kalan eşyamızı araçlarımıza yükleyip bu güzel yerden yüreğimizin bir parçasını da bırakarak ayrılıyoruz. 

Dönüş rotamız bu defa Güzeldere Köyü üzerinden Gölyaka'ya doğru. Bu yol çok daha iyiymiş. Çıkarken tercih ettiğimiz yol ise gerçekten zor olanmış. Belki de 4x4 çeker Off Road araçlar için uygun bir güzergah, ama bizim araçlarımız için hiç te doğru değilmiş. Bunu dönüşte çok daha iyi anladık.

Yyine zigzaglı ama asvalt bir yoldan, üstelik köyler arasından aşağıya doğru adeta süzülerek iniverdik. Bu yoldan şelalenin Düzce'ye uzaklığı 28 km, Gölyaka'ya ise 16 km imiş.

İlk defa gideceklere tarif edecek olursak; Güzeldere Şelalesi Mesire Yeri'ne ulaşmak için öncelikle Düzce'nin Gölyaka ilçesine ulaşmak gerekiyor. Zaten İstanbul Ankara TEM yolundan giderken Düzce çıkışından sonra Gölyaka tabelası görülebiliyor.Gölyaka'dan sonra Güzeldere Şelalesi tabelalarını takip edilerek mesire alanına varabilirsiniz.

Mesire alanına giden asvalt yol doğal olarak virajlı bir yol. Çünkü dağa tırmanılıyor. Tırmanış sırasında zamanınız varsa çıkıp harika bir manzara seyredebilirsiniz. Uzakta Efteni Gölü var ve siz sanki bulutların üzerindesiniz.

Araştırdığım kadar Efteni Gölü civarındaki sazlık ve meralar su kuşlarının göç yolları üzerinde bulunuyormuş. Bu yüzden Efteni Gölünün, kış aylarında beslenmek, barınmak, bahar aylarında kuluçkaya yatmak bakımından zengin bir ortam olduğu belirtiliyor. Karabatak, yaban ördeği, yaban kazı, flamingo, kuğu, su tavuğu, sakar meke gibi su kuşlarının uğrak yeriymiş burası. 

Efteni Gölü'nde avlanmak yasak. Çünkü Efteni Gölü, Orman Bakanlığı, Milli Parlak Av-Yaban Hayatı Koruma Genel Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmış. Zira bu alan kuş türlerinin yanı sıra bünyesinde ender bitki türlerini de barındıran bir bölgeymiş. Gölün içinde, nilüfer, süsen, düğün çiçekleri, kamış, nane, su mercimeği bitkileri; kenarlarında ise söğüt, dişbudak, kızılağaç, çınar gibi sucul karakterli ağaçlar bulunuyormuş. 

Gölyaka'dan sonra Düzce'ye girmeden eski Ankara İstanbul yoluna giriyoruz. Otoban olmadan önce bu yol Türkiye'nin en işlek devlet yollarının başında geliyordu. Şimdi de yoğun. Özellikle kamyon ve tırlar için.  Hatırlıyorum son yapılan bölünmüş yollardan önce de burası emsallerine göre yüksek vasıflı bir yoldu.

Dönüş güzergahımız şimdi Hendek ilçesi üzerinden Adapazarı, sonra da Ferizli'ye uzanıyor. Hendek 48 km, oradan da Adapazarı'na 35 km yolumuz var. Ferizli ise şehir merkezine 26 km uzaklıkta. Yani toplam 109 km'lik yol, hemen hemen 1-1,5 saat sürecekti. Gerçekten de Ferizli'ye ulaştığımızda saatlerimiz 22.30'u gösteriyordu. Güzeldere şelalesinden saat 20.15 te ayrılmıştık. 

Böylece, 300 km yol yaparak yaklaşık 80-90 km çapında bir daire çizmiş ve 13 saatlik bir günün sonunda Akçakoca ve Düzce gezimiz sona ermişti. 





28 Nisan 2014 Pazartesi

150 29 Nisan 2014 Salı 08:17 NE DÜŞÜNÜYORUM ?.........................Müjdeler olsun ! 

Müjdeler olsun !


Bizi onbir ayın sultanı Ramazana ulaştıracak ışıklı bir iklime girdik. Sevabı bol, fırsatı çok, bereket dolu üç aylar geldi. Hepimize müjdeler olsun !

Şu facebook her açtığımda “Ne düşünüyorsun ?” diye soruyor. Davet edici, işvekar. 

Ben de düşünüyorum işte. Tüketim çağının ürünü, yeni “merkantl” [1] örnekleriyle karşı karşıya olduğumuzu mesela. Bu davetin adeta bizdeki pazarcının “Gel vatandaş, gel !” çağrısına benzediğini. Harlı bir fırın gibi “Beni besle, odun atmaya devam et. Varlığım buna bağlı” dediğini. Yakıtının da genellikle fotoğraflar olduğunu.

Gerçek şu ki, iletişimin bu tür dijital malzeme ile ve paylaşım şekline dönüştüğü bir zaman dilimi yaşıyoruz. Bu nevi haberleşme eskinin mektuplaşmalarını, muhabbetlerini hatta telefon görüşmelerini bitirdi. Şimdi insanlar bilgisayarları başına geçip her gün kendi magazin sayfalarını yayınlayabiliyorlar. Durum böyle olunca da bizim sevimli “Ne var ne yok ?” sözcüklerimizin hiçbir anlamı kalmadı gibi.
 
Çok çok eskiden dumanla, davulla, güvercinle mesajlaşan insanoğlu zaman tünelinde mors alfabesiyle ya da bayrak kullanarak Semaphore [2] sistemi gibi çok değişik haberleşme yöntemleri kullandı. Telgraf, telsiz, teleks ve telefon araçlarıyla iletişim kurdu. Ama telefon telgrafı, Fax teleksi, e-mail de mektubu sonlandırdı.

Şimdi bilgi çağının doruğunda yaşıyoruz. Gelişen elektronikle birlikte bilgisayar kullanımı yaygınlaştı. İnternet devrimi ve cep telefonu dalgasıyla yeni bir dijital iletişim türü ortaya çıktı. Şimdi SMS’ler, e-postalar, sohpet odaları, twitter, facebook ve instagram var. Daha da neler göreceğiz kim bilir. 

Her neyse. Biz zamanın getirdiği bu haberleşme imkanlarını da kullanarak “Emr-i bi'l ma'rûf” [3] yapmaya devam edelim. Zamanın getirdiği her türlü yozlaşmaya karşı dik duralım. İnsan olmamızın gereği “Okumayı ve düşünmeyi” bırakmayalım diyorum. Mesela yaşadığımız günleri düşünelim sırasında. Geleneğin ötesinde anlamlarını yeniden hatırlayıp “idrak” edelim. Böylece inşallah onlarda gizli manevi fırsatları da kaçırıp ıskalamamış oluruz.

İşte bu yıl 30 Nisan Çarşamba günü üç ayların ilki olan Receb-i şerîfin de ilk günü. Kamerî ayların yedincisi Recep ayı ile başlayan, Şaban ayı ile devam eden ve onbir ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan bu mübarek iklim hayırlara vesile olsun inşallah.

Ümid ve dua ederiz ki Müslümanlar hiç değilse eski araplar kadar bu ayların kadim manasına saygı göstersinler. 

Çünkü, Recep ayı aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu. Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları Hz. İbrahim’den beri muhterem kabul edilmiş ve savaşmak haram [4] sayılmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var olan bu iyi ve güzel uygulamaya [5] dokunmamışken, Kur`ân ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade [6] etmişken bugün İslam dünyasının haline bir bakınız. Ne içler acısı, ne yürek yakan, ne gönül burkan manzaralar bunlar?

Dileriz ki bu mübarek günler-aylar artık islam dünyasında akan kanın durmasına vesile olur. Biz de bu kutlu barışa şahid oluruz.

Zira, bugünden itibâren, manevi yoğunluğu olan bir iklime girmiş durumdayız. İnsanımızın "Üç Aylar" [7] diye andığı bu ayların islam inancında çok özel bir yeri var. Bunlardan birincisi olan Receb, Alahü teâlânın ayı; ikincisi olan Şa'ban, Peygamber Efendimizin (S.A.V) ayı; Ramazân-ı şerîf de ümmet-i Muhammed'in ayı olarak biliniyor.

Üç aylar bu anlamda, arınma, bağışlanma ve ibâdette yoğunlaşma ayları. Ramazan ayı zaten başlı başına manevi bir atmosfer. İslâm'ın beş temel esasından biri olan oruçlarımızı o ayda tutuyoruz. Bu yüzden, Ramazan ayına onbir ayın sultânı deniliyor. Sonunda da mü’minlere bayram etme imkanı verilmiş.

Üç ayların içinde, çok sayıda mübârek gün ve gece var. Örneğin kandil gecelerinden dördü [8] bu aylarda. "Mübarek" sıfatı zaten bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli anlamına geliyor. Kültürümüzde “kandil” sıfatıyla anılan, kıymet ve hürmet gösterilen geceler bunlar.

Bu mübarek zaman durakları vesilesiyle birbirimizi tebrîk ediyor, aile büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu, akraba ve komşularımızı arayıp soruyor, dualarını alıyoruz. Şimdilerde herkesin elinde envaî çeşit cep telefonu ve mesaj imkânı var. Kaldı ki e-posta, facebook, twitter ve benzeri sanal alemde bile en fazla iletişim yoğunluğu yine böyle gün ve gecelerde yaşanıyor.

Kandil olduğunu ilkin o mesajlardan öğreniyoruz. Hepimiz bu gecelerde hiç değilse bir kandil simidi alıp arkadaşlarımıza dağıtmış, evimize götürmüşüzdür. Evlerde de pişiler, kurabiyeler, hayırlar yapılır o gün. Çocuklar tabak tabak taşır konu komşuya bunları. Hem de hiçbir ayrım yapmadan.

Yetîmler, fakîrler, garîpler hatırlanır, çocuklar sevindirilir akşam karanlığında. Minarelerin, şerefelerindeki lambalar hiç sönmez sabaha kadar. Güzel sesli salâlar okunur, bu çağrıyla hep birlikte camilere gidilir. Çoluk çocuk, genç, yaşlı o gece camilerde kılınan namazların, getirilen selat-ü selâmların, duâların huşûsu gerçekten bir başkadır. Bir başkadır kandiller, arefe ve bayram geceleri.

İşte bu ışıklı zaman duraklarından biri de Recep ayının ilk cuma gecesi, yani 1 Mayıs Perşembe gününü 2 Mayıs Cuma gününe bağlayan gece mübarek Regâip kandili.

Regâib, arapça bir kelime. “Reğa-be” kökünden geliyormuş. “Reğa-be”, kelimesi de, anlam olarak herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demekmiş. İşte Regâib, çok bağış ve bol ihsân anlamına gelen "rağîbe" kelimesinin de çoğulu oluyor.

O yüzden inanılır ki, bu gecede Allah müminlere rahmet ve mağfiretini bolca verir. Beklenir ki bu gece mü’minlere, ragibetlerde (ihsanlar, ikramlarda) bulunulur, bu geceye hürmet edenler affedilir. İnşallah bu gece yapılan dualar kabul olur. Namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere sayısız sevap verilir.

Bu geceye özel bir ibadet türü yok. Ancak, diğerleri gibi bu mübarek gecenin de; tevbe, dua, namaz Kur'ân okuma, zikir, salavat vb. ibadetlerle değerlendirilmesi tavsiye ediliyor. Örneğin; Perşembe günü oruç tutup, gecesini ibadetle geçirmek; hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, zikir ve tövbe istiğfar etmek gibi bilinen şeyler bunlar.

Bazı mekânlar diğerlerinden nasıl daha kutsalsa, bazı insanlar emsâlinden nasıl daha değerliyse, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha mübârek görülmüş. İşte Regâip kandili de, mübarek üç ayların başlangıcını işaretleyen kutlu bir zaman durağı.

Rabbim üç aylarımızı hayırlı, Regaip kandilimizi mübarek kılsın.

----------------------------------------------
[1] Merkantilizm orta çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan Dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Ticaretteki artış geçimlik tarımı yıktı ve piyasaya yönelik üretim yapmasına yol açtı. Bu dönemim kapitalist sınıfını sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır.
[2] Semafor (Semaphore) gemiler arasında görsel olarak haberleşmeye yarayan bir sistemdir. Telsizin icat edilmesi ile birlikte kullanımında büyük ölçüde azalma görülmesine rağmen, günümüzde sadece askeri alanda kullanılmaktadır. Amerika ve Japonya Deniz Kuvvetleri'nin resmi haberleşme sistemidir. Dağcılıkta da, konuşarak haberleşmenin zor olduğu yerlerde, semafor kullanılmaktadır.
[3] Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker "İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek" anlamına gelen Kur'an kökenli bir Arapça ifadedir. İnsanlara iyiliği göstermek ve kötülükten sakındırmak manasında bir deyiş gibi günlük yaşamda da kullanılmaktadır.
[4] Zira, bunların ilk üçü hac ayı, dördüncüsü umre ayı. Bu aylar, haram ay ilan edilerek insanlar, barış içerisinde yaşamaya alıştırılmış, hac ve umre için Mekke`ye gelen insanların güvenle gelip dönmeleri sağlanmıştı. Bu güven ortamı insanların hac ibadetini rahatça yapabilmelerini sağladığı gibi aynı zamanda Mekke ve çevresinde oturanların geçimlerinin de sigortasıydı. Araplar haram aylar girdiği zaman bir saygı işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlarmış.
[5] Aslı Hz. İbrahim(a. s. )`e dayanan temel amacından uzaklaştırılmış olsa da bu aylarda savaşmamak gibi güzel uygulamaları İslam dini sürdürmüş, bu aylarda kendilerine savaş açılmadığı sürece Müslümanlar müşriklerle savaşa girmemişlerdir. Kur`an-ı Kerim`de “Haram Aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. (Maide, 5: 2; 97)
[6] Kur'ân-ı Kerim'de haram ayları ile ilgili âyette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (hürmetli) haram aylardır. İşte bu dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin; sizinle topyekun savaşan müşriklerle siz de topyekün savaşın. Ve bilin ki Allâh, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe, 9/36)
[7] "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek"
[8]  Recep ayının ilk Cuma gecesi (1 Mayıs Perşembe) Regâib, 27. gecesi (25 Mayıs Pazar) Miraç, Şabân ayının 15. gecesi (12 Haziran Perşembe) Berat, Ramazan ayının 27. gecesi (23 Temmuz Çarşamba) ise Kadir gecesi.