18 Kasım 2013 Pazartesi

027 18 Mart 2013 Pazartesi 15:52 ŞİİR VE TÜRKÜ.............................Çanakkale Şehitlerine

Çanakkale Şehitlerine


Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: / İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... / O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde TBMM'de yapılan oylama sonucu İstiklal Marşı olarak kabul edilmesinin üzerinden 92 yıl geçti. O gün büyük şairimiz, verilen 500 liralık ödülü "Ben bu şiiri para için yazmadım." diyerek Türk ordusuna bağışlamış, İstiklal Marşı'nı kitabı Safahat'a niçin koydurmadığı sorulduğunda da "O benim değil, milletimindir." cevabını vermişti.

Evet, İstiklal Marşı aynı zamanda muhteşem bir şiirdir.Ancak, büyük şairimizin dediği gibi o artık ilelebet bu topraklarda yaşayan bizlere, hiç bir ayrım gözetmeksizin hepimize aittir. Mehmet Akifin böyle bir başka destansı şiiri de "Çanakkale Şehitlerine" yazılmıştır. Bu hafta aynı zamanda 18 Mart Çanakkale zaferimizin de 98. yıldönümü olması sebebiye Milli şairimizin o muhteşem şiirini ve ilginç yazılış öyküsünü seçtim konu olarak.

Mehmet Akif Çanakkale Savaşlarını görmedi. Ama onun için en muhteşem abideyi zaferden sonra yazdığı "Çanakkale Şehitlerine (**)" şiiriyle kalemiyle o dikmiştir. 

Halbuki, Çanakkale savaşının bütün dehşetiyle sürdüğü günlerde Mehmet Akif Berlin'deydi. Birinci Dünya Savaşında Almanlara esir düşen Müslümanları aydınlatmak için gitmişti. Fakat, Almanların kendisini misafir ettikleri otelde kalmak istememiş "Benim temsil ettiğim milletin evlatları şimdi Çanakkale’de can ve kan pazarında aç açık ve perişan olarak vatan müdafaası yapıyorlar. Onlar her türlü perişanlığın ve yoksulluğun içinde çırpınırlarken, bu otelin rahatlığı beni rahatsız eder. Buradaki lüks bina batar" demişti..

Daha sonra yine önemli bir görevle Arabistan’a geldi. Çünkü İngilizler Müslüman Arapları da Osmanlıdan ayırmak için gayret gösteriyordu. Akif bu kardeşlerimizi de birlik ve beraberliğe, düşmanın sinsi oyununa gelmemeye çağırıyordu.

Ancak, Akif’in yüreği daha ilk günden itibaren Çanakkale’deydi…Binlerce km uzaklıkta adeta onunla yatıyor, onunla kalkıyordu. Her sabah ilk iş olarak Askeri Ataşemiz Binbaşı Ömer Lütfü Beye Çanakkale’nin durumunu sorar, o da her defasında "Akif Bey Allah’tan ümit kesilmez ancak bu şartlarda Çanakkale’de kazanmamız imkansız" derdi. 

Zaferden sonra Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey ile, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydılar. Başkumandan Vekili Enver Paşanın bizzat yazdırdığı Çanakkale Zaferini müjdeleyen “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”telgrafı geldiğinde Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Haber bütün yurtta olduğu gibi El Muazzam’da da muazzam bir sevinç yaratmıştı. 

Gerisini Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: «...Ay, bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar.. İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”

İşte Mehmet Akif hiç görmediği Çanakkale’nin zafer destanını da binlerce km uzaklıkta Arabistan’daki El-Muazzama adlı bir küçük tren istasyonunda yazdı. Ateş püsküren çeliğe karşı iman dolu göğsünü siper ederek şahadete koşan kınalı kuzuları Çanakkale Şiiri şiirinde böyle destanlaştırdı.

Onun ve tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun...
--------------------------------------
(*) Mehmet Âkif Ersoy,20 Aralık 1873 de doğdu. Arnavut bir baba, Özbek asıllı bir annenin çocuğudur. Veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve yüzücüdür. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almış ve İstiklâl Marşı'mızı yazmıştır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. 27 Aralık 1936 da vefat etti. İstanbul'da vefat etti. 

(**)ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? / En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tehaşşüd (yüzsüzce bir yığınak) ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi(hapishanesi), yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer(insanoğlunun bütün kavimleri) / Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, / Osrtralya'yla (Avusturalya) beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk. / Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela…/ Hani tauna da zuldür (veba mikrobunu bile utandırır) bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil (soylu yaratık), / Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil(alçak),
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; / Döktü karnındaki esrarı! Hayasızcasına(içinde gizlediği şeyleri utanmazcasına).
Maske yırtılmasa hali bize affetti (hala bize çok güzel bir yüzdü) o yüz…/ Medeniyet denilen kahbe, hakikat (gerçekten) yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab (lanet olasının yakıp yıkmak için kullandığı araçlar),/ Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü (ülkeyi) harab.
Öteden saikalar (yıldırımlar) parçalıyor afakı (ufukları); / Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı (derinlikleri);
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; / Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam (ateş),/ Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer / O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer (insan parçaları)...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el,ayak,/ Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,/ Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere (göğüslere),/ Sürü halinde gezerken sayısız tayyare (uçak).
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar (siperler) ister, ne siner hasmından;/ Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram (boyun eğdirebilir ki)? / Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam (o sağlam istihkam Allah'ın eseri).
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler (Güçlü yapılmış yerler bile sarılıp indirilir),/ Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer (Ama, insanın azminin yolunu kesemez insan yapısı eserler);
Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddi (İlahi yapının sonsuz sınırı) ;/ "O benim sun'-i bediim (Allah 'o benim en güzel eserim), onu çiğnetme" dedi.
Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:/ İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. 
Şuheda gövdesi (Şehitlerin gövdesinden oluşmuş), bir baksana, dağlar, taşlar…/ O, (namazdaki) rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/ Bir hilal (bayrak) uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor (askerler şehit oluyor)!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! / Gökten ecdad (atalarımız) inerek öpse o pak (temiz) alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i (İslam'ı)…/ Bedr'in aslanları (arslan gibi askerleri) ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber'i (mezarı) kimler kazsın? / "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab (O tarih kitabı altüst ettiğin çağlara da yetmez)…/ Seni ancak ebediyetler eder istiab (sonsuzluklar kapsayabilir).
"Bu, taşındır" diyerek Ka'be'yi diksem başına; / Ruhumun vayhini (İlahi ilhamını) duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle (örtü diye);/ Kanayan lahdine çeksem (kabrine sersem) bütün ecramıyle (yıldızlarıyla);
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;/ Yedi kandilli Süreyya'yı (Ülker Yıldızı'nı) uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;/ Uzanırken, gece mehtabı (ay ışığını) getirsem yanına,
Türbedarın (Türbenin bekçisi) gibi ta fecre kadar (güneşin doğuşuna dek) bekletsem;/ Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem (avizeni güneşin taze ışıklarıyla silme doldursam;
Tüllenen mağribi (gurubu), akşamları sarsam yarana…/ Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini (son Haçlı Ordusu'nun hamlesini kırarak),/ Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline (büyüklüğüne) ettin hayran…/ Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran (hüsran etmek üzreyken),
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;/ Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı (cisimlerde dolaşır ruhun ve) adın;
Sen ki, a'sara (bütün yüzyıllara) gömülsen taşacaksın... Heyhat (Yazık!),/ Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat (savaş)...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber (mezar),/ Sana ağuşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.


Mehmet Akif Ersoy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder