Hoca ve Talebesi
Bu
bir politik yazı değildir. Aksine, her ikisini de tanıyan, en azından 30 küsur
sene mücadelelerini yakından görmüş birinin tanıklığıdır bu kelimeler. Son
derece insanî, bir o kadar da yürekten. Seneler sonra bir bilbordda gördüm
onları. Yine birlikteydiler. Ama, birinin vefatının senei devriyesiydi,
diğerininse Başbakanlığının 11. yılına girilmişti. Hoca rabbine kavuşmuş, dünün talebesi de "usta"
olmuştu.
Her ikisini de 70' li yıllarda tanıdım. 1971 yılında henüz
lise ikideydim hoca Balıkesir'e geldiğinde. Hem bir dava adamı, hem de bir
üniversite profesörünü aynı kişide görmüştüm. Çok etkilenmiştim bundan. Taze
gençlik dünyama adeta büyük bir pencere açılmıştı. Tek başınaydı. Onun
tabiriyle koltuğuna oturup keyifle kahvesini içebilecekken Anadolu yollarına
düşmüş, anlatıyor da anlatıyordu.
Diğeriyle 1975'te tanıştım. Aynı okulda, aynı dernekte ve
MTTB de aynı yoldaydık. O yıllar çok zordu gerçekten. Gençler sokaklardaydı ve
oluk gibi kan akıyordu. Kendimize kayıp nesil diyorduk. İşgaller, boykotlar,
cenaze törenleri ve yürüyüşler doldurmuştu günlerimizi. Okula doğru dürüst
devam edemiyorduk. Zaten sürekli kesiliyordu dersler. Bizde yakınlardaki çay
bahçelerinde bir araya geliyor, kahvelerde ders çalışıyorduk. Notlarımızı
paylaşıyorduk karşılıklı.
Çok iyi giyindiğini ve yakışıklılığını hatırlıyorum.
Girdiği zaman bütün gözler ona dönerdi. Oysa o, işte o zor günlerde bile
İstanbul gençlik kolları başkanlığı yapıyordu. Hitabeti güzeldi. Rahmetli Üstad
Necip Fazıl Kısakürekin konferanslarında, kendisinin bulunduğu toplantılarda Sakarya
Türküsünü hep o okurdu. Üstadın beğenmesi boşuna değildi. Çünkü, şiir onun
dilinde daha bir heybet kazanırdı sanki. Coşkusuyla kanatlanıp uçardık. Hele
Zindandan Mehmede mektubu okudumu varya; adeta yer yerinden oynardı.
Mehmedim sevinin başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir !
Onlardaki tevazu ve yüksek azim beni şaşırtıyordu. İçinde
olduğumuz kaos ve kargaşa o kadar koyuydu ki, geleceğimizi göremiyorduk. Her
şeye rağmen bu ikisi bıkmadan usanmadan çalışıyorlardı. Onları dinleyince ya da
görünce biz de yeniden heyecanlanıyor canlanıyorduk. Umutlarımız tazeleniyordu
işte her defasında.
Herkesin tabiriyle "Hoca" ydı o. Ama, sadece bir
makine profesörü, uçak kürsüsü başkanı değildi. Bu alanda yüzlerce öğrenciye
hocalık etmişti, doğru. Ama aynı zamanda bir ekonomi, fizik ve ilahiyat
hocasıydı. Gümüş motoru kurmuş bir sanayici ve anadolu sermayesinin de
öncüsüydü. Kısa süren odalar birliği mücadelesinden sonra, bizzat liderlik
ederek atıldığı siyaset kulvarı da binlerce "Tayyip"
yetiştirmişti.
1975 yılında memleketim olan Susurluğa gelmişti. Adam
yokluğunda beni kürsüye çıkarmışlardı. Hoca gelene kadar dinleyicileri
oyalayacak, geldiğinde de onu takdim edecektim. Biraz gecikmişti, ben de iyice
havaya girmiş olmalıyım ki konuşup duruyordum. Birden kürsünün yanında gördüm
onu. Elimi tuttu, sırtımı sıvazladı o kendine has sesiyle "Maşaallah"
dedi. "Susığırlığın böyle gençleri de mi varmış. Maşaallah,
Maşaallah." Önce dili sürçtü sandım. Kürsüye çıkıp üstüne basa basa
"Esselamüaleyküm Susığırlıklı aziz ve muhterem kardeşlerim." deyince
de epey şaşırmıştım.
Sonrasında eskiden susurluk nehrinin geçtiği yerlerdeki
sulak ve bataklık arazide bol bol manda yetiştirildiğini, bu yüzden de oradaki
yerleşime önceleri "Susığırlık" denildiğini, zamanla bu ismin
Susurluk adını aldığını öğrendim. Zaten meşhur Susurluk ayranı da, bol yağlı
manda yoğurdundan geliyordu. Bursa Balıkesir asvaltı içinden geçtiği ve
yolculara o kendine özgü köpüklü ayran ikram edildiği için bugüne kadar ülke
çapında tanınmıştı. İşte hoca, bana da kendi memleketimde ders vermişti.
Sayın başbakanla da böyle anılarım var. Mesela hiç unutmam,
birlikte olduğumuz bir gün konu okuldan sonra ne yapacağımızdan açılmıştı.
Geleceğimiz net değildi, ama, gene de hayallerimiz vardı demek ki konuşulacak.
Kimi ticaret yapacağını, kimi baba mesleğini sürdüreceğini, kimi bankacı, kimi
de memur olacağından bahsetti. Onun sözlerini ise bugün gibi hatırlarım.
"Ben siyaset yapacağım."
Hepimiz şaşırmıştık. O gün için siyasetin bir gelecek hayali
olabileceğini hiçbirimiz düşünemiyorduk. Ama, işte bugünün başbakanı, o günün
talebesiydi. Azmetti, çalıştı ve oldu. O masanın etrafındaki arkadaşları bizler,
bugün elbette onunla iftihar ediyoruz.
Hoca da, kibar, nazik, temiz, iyi giyinen heybetli biriydi.
1988 yılında beni ona götürdüler. Bir muhasebeciye ihtiyaç duyulmuş. Zor ve
çetrefilli bir işti. Mesai saatleri dışında üç ay çalıştım. Sonunda 20 milyon
lira farkla bir bilanço çıkarabildim. Koltuğunun altında ince bir dosya ile
geldi. Karşılıklı nezaket cümlelerinden sonra beni öyle bir sorguya çekti ki,
doğrusu ben kendimi iyi muhasebeci olarak bilirim. Ama, hoca beni bile
şaşırtacak kadar muhasebeden anlıyordu. Doğrusu bu kadar titiz, her kuruşun
hesabını takip eden donanımlı biri olabileceğini düşünmemiştim.
Görüşme
bitmişti ama beni bırakmıyordu. Ne kadar maaş aldığımı sordu. Baktım, ısrarla
memuriyeti bırakıp Genel Merkezde çalışmamı istiyordu. O günlerde yeni daire
başkanı olmuştum ve bana güvenen insanları yarı yolda bırakmak istemiyordum.
Bana söylediği son cümle şöyle olmuştu: "Cihad daha önemlidir" Şimdi
düşünüyorum da o hayatını davasına vakfetmiş çok yönlü büyük bir insandı. İnanmıştı,
yaptığı her şeyi cihad olarak görüyordu.
2002 yılıydı. Henüz seçimler yapılmamıştı. Sayın Başbakanla
Ankara'daki ilk karargahında görüştük. Zor günlerdi. Bir parti kurmuştu ama
yasaklıydı. Ağzını açsa giyotinler çalışıyordu. Dedim ki "Elini sallasan
yeter. Konuşman gerekmiyor. İnsanlar seni seviyor. Bunun sırrı nedir söylesene
?" Bana şu cevabı verdi: "Kalplerin sahibi Allahtır" Anladım ki
o da hocası gibi yoluna inanmıştı ve Allahın izniyle başaracaktı. Şöyle
dediğimi hatırlıyorum: "İnşallah muvaffak olursun. Ama unutma bu Ankara
adamı bozar. Ne olur sen bozulma. İnsanlar seni sevdiği için sayın, beyefendi
demiyor. Sen onların tayyibisin. Hep de "tayyibimiz" olarak kal olur
mu." Kasımpaşalı mesajımı almıştı. "İnşallah" dedi güldü.
Şimdi bakıyorum da karşımda; hala gençliğinde bildiğim,
İstanbul Belediye Başkanıyken gördüğüm, hapse girerken hatırladığım, insanların
arasında dolaşırken duyduğum, dünya liderleriyle bir araya geldiğinde
gururlandığım, onca badireye karşı kendi tabiriyle dikleşmeyen ama dik duran,
sözünü tutan aynı "Tayyip" duruyor.
Kim ne derse desin "aslını inkar eden
haramzadedir." Bana göre Hoca da Sayın Başbakan da aynı kökten çıkan çınar
dalları gibiydiler. Dal budak saldılar göğe doğru. Yılmadılar, azmettiler,
çalıştılar ve başardılar. Bu arada hem birbirleri hem de bizim gibi milyonlarca
insan üzerinde etkileri oldu. Şimdi ikisini yan yana görünce bir bayrak yarışı
canlandı gözümde. İkisi de aldıkları dualı bayrağı kimsenin inanamayacağı kadar
yükseklere çıkardı.
Ne mutlu ki, herkesin eline silah aldığı günlerde bizi
kitapla tanıştıran, iyiliği, güzelliği ve sabrı tavsiye eden, kendini
yetiştirmeye yönelten, elimizi kana bulaştırmayan böyle çok güzel adamlar
tanıdık. Mekanın cennet olsun hocam, yolun açık olsun usta !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder