9 Mayıs 2015 Cumartesi

227 09 Mayıs 2015 Cumartesi 15:45 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER..........Yabancılaşma

Yabancılaşma

Yolculuk yapıyorsunuz. Daha önce bulunmadığınız, yaşamadığınız bir yere geldiniz. Orası size yabancıdır, sizde oraya. İçinizi bir yalnızlık, dahası bir gurbet duygusu kaplar. Kendinizi bu mekana ait hissetmezsiniz. Bir "garip" olursunuz, orada kendinize bir dayanak, dost ve sıcaklık buluncaya kadar da içiniz burkulur durur. 

Yabancılık sadece insanla mekan arasında da değildir. Karşılaştığınız insanla aynı memleketten de olsanız pek ala yabancı olabilirsiniz. Zira, hemşehrilik aynı şehirde hatta aynı köyde doğmuş olmakla değil, daha çok tanış olmayla ilgilidir. Birbirinizi tanımıyorsanız siz o insana yabancısınız, o da size.

İsterseniz bulunduğunuz şehirde kalabalık bir caddede ya da alış veriş merkezinde yürüyün. Ya da kalabalıklar arasında oturun. Sağınızdan solunuzdan akıp giden, küme küme insanların hepsi size yabancıdır. Siz de onlara. 

Kimsenin kimseye yüzü gülmez. Herkes kendi dünyasında, telaşındadır. Bu yüzden yalnızlık, yabancılık tek başına olmakla da ilgili değildir. Kalabalıklar arasında da yalnız olabilirsiniz. O kalabalıklar size, siz de onlara yabancısınızdır.

Akraba olabilirsiniz, şayet birbirinizi bilmiyorsanız, tanımamışsanız yabancısınız. Öylesine duymuş olsanız, bilseniz bile uzun zamandır görüşmemişseniz yine birbirinize yabancısınızdır. Okul arkadaşı, hatta sınıf arkadaşı bile olsanız bu ilişki orada kalmış, devam etmemiş ise siz artık bir yabancısınız. O da sizin için sisler arasında kalmış bir yabancıdır.

Bırakın büyük şehirleri ilçelerdeki apartmanlarda bile komşu komşuyu tanımıyor. Gelip gitme yok, selam yok, hal hatır sormak yok…Herkes sabah işine gücüne, akşam da evine kapanıyor. Zorunlu karşılaşmalar alel usul 'iyi günler', "iyi akşamlar' sözleriyle geçiştiriliyor. Ama, yeri geliyor basit konular aileler arasında saman alevi gibi parlayabiliyor, gerginliklere, sorunlara yol açıyor. Neden ? Çünkü yabancısınız. Bir arada yaşayan, ancak birbirine yabancılaşmış insanlarsınız.

Çalıştığınız yerde herkesle iyi misiniz ? Bildiğiniz, tanıdığınız var, birbirinize mesafeli olduğunuz da. Konuştuğunuz, muhabbetinizin olduğu var, öylesine iş ilişkisi sürdürdükleriniz de. Hatta bazen hiç tanımadığınız, nedense hiç aranızda selam kelam olmayan insanlar da var değil mi ? 

İş hayatınız o yüzden yamalı bohça ilişkiler üzerine kurulu. Çok zaman kendi başınızasınız. Yani çalıştığınız yerde de aslında yalnız ve yabancısınız.

İnsanın mekana, mekanın insana yabancılığı var da, insanın zamana, zamanın da insana yabancılığı yok mu ? Var. 

Şöyle düşünün: zaman makinası sizi 300 yıl geriye götürüp bırakmış. Ne elektrik var, ne otomobil. İnsanların kıyafetleri eski resimlerden fırlamış gibi. Konuşma dili bile sanki değişik. Levhalar başka, yazılar geçmiş zamandan kalmış. Siz onlara, onlar size garip garip bakıyor. Cebinizdeki para geçmiyor. Neredeyse insanlar size uzaydan gelmiş muamelesi yapıyor. Belki de biraz sonra kolluk güçleri gelip sizi yaka paça götürüp sorgulayacak. Kimsiniz ? Burada ne arıyorsunuz ? Böyle bir sürü sorgu sual…

Kabus gibi değil mi, Neden ? Çünkü siz o zamana yabancısınız. Belki okudunuz, biliyorsunuz ama yine de o zaman ve içindeki herşey size yabancıdır. Olmaz demeyin. Şayet bu olayı hayal edebilirseniz Kur'anda sözü edilen yedi uyuyanların (Eshab-ı Kehf) başından geçenleri de anlayabilirsiniz demektir. 

Bilim kurguya meraklıysanız bu örneğin tersini, yani size göre geleceğe yolculuk maceraları tasarlayabilirsiniz. Karşılaşabileceğiniz şeyler üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çünkü yabancısınız ve yabancılaşmış olanın içinde bulunduğu haleti ruhiye hep aynıdır.

Peki, insanın kendi kendine yabancılaşması mümkün mü ? Bence evet. Dışımızdaki dünya izlenmesi zor, sürekli bir değişim dönüşüm içinde. Her şey değişiyor, adeta durmak düşmekle eş anlamlı. Oyundan çıkıp, olup biteni seyretmek bizi doğal olarak sahnenin dışına itiyor. Giderek seyrettiğimiz şeyden uzaklaşıyor, yani yabancılaşıyoruz. 

Bu durumu fark edip irkildiğimizde bir an için kendimizi tanıyamıyabiliriz. Çünkü, dalıp gittiğimiz seyir alemi başka boyutta, biz başka boyutta kalmışızdır. Kısa süreli de olsa geride kalan bedenimizi hatırlamamız, yeniden içine girmemiz gerekir. Normal yaşama ancak böyle dönebiliriz.

Bu hal hoşumuza giden, kendimizi kaptırdığımız bir film ya da dizi bittiğinde de başımıza gelir. Oradaki karakter ve olaylar bizi içine çekmiş, kendimizi onlarla bütünleştirmişizdir. Anlatımın başarısı ölçüsünde sinirlenir, üzülür ya da seviniriz. Farkında olmadan kişiliğimiz bir başka zaman, mekan ve boyutta yaşamıştır. O yüzden film bitince, kendimize gelmemiz biraz zaman alır. 

Dizinin en heyecanlı yerinde biten bölüm bizi adeta boşlukta bırakır, biraz da kızdırır. Çaresiz, yeniden kendi zamanımıza, mekanımıza ve boyutumuza döneriz. Biraz da dudak büktüğümüz, yabancılaştığımız kendi benliğimize.

Kendimize yabancılaştığımız anlar böyle kısa olduğunda pek sorun olmaz. Biraz ilginç, biraz da renklidir. Kendi içimizde kırılma yaşadığımız, farklı boyutlarda yolculuk yaptığımız değişik maceralardır bu anlar. Ancak bu farklılaşma gittikçe uzun süreler alıyorsa tehlikeli olabilir. Zira, ruh sağlığımızı olumsuz etkileyeceklerdir.

Her insanın içinde bulunduğu bir konum, hayatına uyumlu bir rolü var. Örneğin bir ev hanımının iş yöneticisi gibi davranması beklenmez. Ya da bir iş kadınının çalışma hayatında ev hanımı rolü oynaması da doğrusu hiç hoş olmaz. Bir esnafın, ya da iş adamının politik bir kişilikle para kazanması zor olur elbette. Herkese hitap edebilmesi ve müşterilerini arttırması için itici değil çekici bir tavır içinde olması lazımdır. Bu yüzden normalin dışında farklı davranışlar kişinin konumuna ve rolüne göre yabancılaşma sayılır.

Mesela bazı insanlara neden 'Sonradan görme' denir ? Çünkü, ondan beklenen normal davranışın dışına çıkmış ve kendisine yabancılaşmıştır. Bu hali insanlara da ters geldiğinden bu tepkiyi hak etmiş sayarız. 

Bu tip insanlar yabancılaşmayı kendileri için hayatta bir aşama olarak görebilirler. Davranışlarındaki bu farklılık aslında bir değişim-dönüşüm-gelişim özleminin ifadesidir. Daha yükseğe, ileriye sıçrama denemeleridir. Öyle davranarak öyle olmayı ummaktadırlar. Ama, sonuç olarak hem kendilerine hem de çevrelerine yabancılaşmıştırlar.

Almanya'dan izinli olarak köyüne dönen Mustafa'nın düştüğü durum tam da böyledir. Tüylü şapkası, favorili traşlı yüzü, beyaz ceket pantolon, kısa geniş kravatlı haliyle Mustafa köyüne yabancıdır. 

Eşeğe binen, öküz arabasıyla tarlasına gidip gelen Mustafa şimdi köy meydanına Volkswagen arabasıyla girmiştir. Çocuklar arkasına takışmış, adeta arkasında ayakları çıplak koşturan bir çocuk ordusuyla meydana ulaşmıştır. Kolunun altında teyp-radyo köy kahvesine yürür. Şimdi kahvedekiler kendisini ağzı açık izlemektedirler…

Bu sahneyi hatırladınız sanırım. Ünlü bir yeşilçam filminden aktardım. 1960'larda Almanya'ya giden köy delikanlılarının orada çöpçülük, inşaat ameleliği vs. her işi yaptıkları bir dönemden bahsediyorum. Onların hepsi hemen hemen benzer sahnelerle yaz tatillerinde köylerine kasabalarına böyle gelmişlerdi. Ülkelerinde 'Alamancı', orda 'Türke' idiler. Neticede iki tarafta da 'yabancı' yani arafta değil miydiler ?

Günlük dilde yabancılaşma, insanlardan ve toplumdan uzaklaşma, ayrı düşme, onlar ile bir temas noktasına sahip olamama anlamına geliyor. Bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme olarak nitelendirilebilir.

Bu anlamda yalnızlık ya da yabancılaşma hissi, insanların toplum norm ve değerlerinden uzaklaşmış ya da kopmuş oldukları, toplumsal ilişkilerde dışlanmışlık duydukları zaman ortaya çıkıyor. Daha özel şekliyle benliğe yabancılaşma ise, benin kendi özünden uzaklaşmasına işaret ediyor. Kendinden uzaklaşma, daha çok kişinin psikolojik bakımdan tatmin edici, ödüllendirici etkinlikler bulamamasıyla ilgili.

Yabancılaşma, kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumu.

Günümüz psikoloji ve sosyoloji teorileri yabancılaşma terimini bir ferdin topluma, doğaya, diğer insanlara veya kendisine karşı yabancılaşma hissi olarak tanımlamakta. Felsefede yabancılaşma, varlıkların özne için yabancı ve ilgisiz görünmesi şeklinde nitelendirilmiş. Önceden ilgi duyulan şeylere, dostlara kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma anlamına geliyor.Psikiatride ise yabancılaşma, genelde normalden uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülüyor. Ki bu daha çok patolojik bir durum.

Öte yandan, hala toplumsal nedenlerin önemini vurgulayan sosyolojik yaklaşımlara göre, yabancılaşmanın kaynağında, modernite öncesi geleneksel toplum biçiminin ortadan kalkarak, onun yerini büyük ölçekli kitlesel toplum yaşamının alması var. 

Latincede başkası, yabancı manasına gelen Alienus kökünden türeyerek batı dillerine alienation şeklinde geçen yabancılaşma kavramı, hukuki kullanımıyla bir mülkiyetin, satış veya hediye gibi herhangi bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el değiştirmesi anlamına geliyor. 

Yabancılaşma bu çerçevede zaman içinde; belli tarihsel şartlarda insan ve toplum ürünlerinin (emeğin, paranın, toplumsal ilişki sonuçlarının, insanın özelliklerinin ve yeteneklerinin) bu etkinliklerden bağımsız ve bunlara egemen ya da özlerinde olduklarından değişik biçimde kavranması olarak türetilerek gelmiş.

Yabancılaşma düşüncesi Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri gidiyor. İlk olarak Hegel tarafından obje-suje ilişkisi açısından sorgulanmış. Hegel bir idealist olarak, özneden bağımsız bir şey olamayacağını ve gerçeğin insana bağlı olduğunu düşünüyordu. Ona göre dünyanın nesnelliği ve bağımsızlık duygusu bir yabancılaşma idi.

Hegel’e göre, yabancılaşma duygusu, aynı insanın, kendini gerçekleştirmeye çalışan insan ile başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonucudur. İnsanın kendi dilinin, biliminin, sanat vb. nin ona yabancı hale geldiği zaman ortaya çıkar. Bu nedenle aslında Hegel yabancılaşmış insanı, tarihiyle uzlaştırmak istemiş. 

Marks ise iki boyutlu bir yabancılaşmadan söz ediyor. Birincisi insanın doğaya yabancılaşması, ikincisi de işçinin emeğine yabancılaşması. Ona göre ikinci kullanım daha çok kapitalizm etkisindeki yabancılaşma demek. Çalışanın çalışmayan tarafından sömürülmesi sonucu ortaya çıkar. 

Kirekgaard, Heidegger, Camus ve Sartre gibi düşünürlerin yer aldığı  üçüncü bir gelenek ise yabancılaşmayı daha çok bir insanın başka insanlara olduğu kadar, kendisine, kendi benine aykırı düşmesi diye tanımlıyor. 

Dolayısıyla varoluşçu geleneğe göre, bireyin gerçek beninden, özünden ayrı düşmesi, başkalarının isteklerine göre hareket etmesi, toplumsal kurumların baskısından kurtulamaması, sorumluluktan kaçması ve dışarıdan yönlendirilmesi yabancılaşma olarak  tezahür ediyor.

Yabancılaşma temelinde kaygı ve endişeyi taşımakta, bu psikolojik halet de varoluşçu sorgulamayı beraberinde getirmektedir. Bu durumda yabancılaşma kavramının varoluşçu felsefenin en temel sorunu olduğu görülebiliyor. 

Nitekim bu nedenle aynı gelenek içinde nesnel bilgi karşısında öznel hakikati vurgulayan Kierkgaard’a göre, yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve mutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşma sorununu aşmak ancak ve ancak Tanrı’ya güvenmek suretiyle mümkün olabilir. 

Buna karşın Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçular ise yabancılaşmanın anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan tabi bir durum olduğunu savunmaktadırlar. 

İşte bu ayrışma ve tartışma günümüze kadar gelmiş bulunuyor. Yabancılaşma günümüz toplumu ve gittikçe bireyselleşen insanının en önemli sorunlarından biri. İnsanın kendi özüne, içinde yaşadığı dünyaya, üyesi olduğu topluma yabancılaşması üzerinde hala tartışılıyor. 

Bu problem için ekonomik etkenleri ön plana çıkartan, yabancılaşmanın kaynağında, insanın insana yabancılaşması sonucunu doğuran mülkiyet ilişkileri ve üretim araçları olduğunu iddia edenler hala var.

Bunlara son yüzyılda teknolojik faktörleri ön plana çıkartan bir yaklaşım daha eklendi. Buna göre, yabancılaşmanın kaynağında, modern dünyada teknolojinin akıl almaz yükselişi var. Bu anlayışa göre, insan yaşam biçimini makineleştirdiği için yabancılaşmıştır.

Ne olursa olsun, nasıl anlatılırsa anlatılsın, ne şekilde tezahür ederse etsin 'yabancılaşma' normalin dışı, yoldan çıkış olarak görülüyor. Elbette ekonomik, sosyolojik, teknolojik hatta psikolojik sebepleri var. Zararsız olduğu durumlar da var, dikkat edilmesi gereken hastalık sayılabilecek çeşitleri de. 

Ancak, insan olmanın muhteşem var oluşunda göz ardı edilmemesi gereken sapma hallerinden özellikle sakınmak gerek.

Mesela Kur'ân'da "dalle" kavramı, türevleriyle birlikte 191 âyette geçiyor. Arapçada "dalle" kelimesi, yolunu kaybetmek, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan çıkmak ve insanın talep ettiği noktadan mahrum kalması, şaşmak, bocalamak, yok olmak, helak olmak, sapıklığa düşmek manalarını ifade ediyor. Yani iyi ve güzel eylemler sergilemeyen insan, bunların sonucunda dalâlet gibi karanlık ve çıkmaz bir yola girer. 

Kur'an fasıklık hakkında da insanları uyarıyor. "Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez." (2:99)  "Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir."(3:82) 

İnsan için en sağlıklı, en doğru yol rabbi tarafından Kur'anda gösterilmiş. Yetmemiş, Hz. Peygamber ve arkadaşları da insanlara örnek verilmiş. "Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir." (Bakara Suresi, 137) Peşinden de bir müjde ile müjdelenmişler. şte Allah'a iman edenler ve O'na sarılanlar, onları Kendisi'nden olan bir rahmetin ve bir fazlın içine yerleştirecektir ve onları Kendisi'ne varan dosdoğru bir yola yöneltip-iletecektir." (Nisa Suresi, 175)

Yabancılaşma hiç kuşkusuz hayatın içinde yaşanabilen küçük/büyük dalgalanmalardan birisi. Tarihsel, kültürel, coğrafi ve zamansal yönleri var. Elbette imanla ve küfürle de ilişkili. Unutmamalı ki, başımıza gelebilecek tüm olumsuzluklara karşın bize uzatılmış bir el var. İnanırız ki mü'minler için umutsuzluk yoktur. Dua da sıkıntılarımız ve çaresizliklerimiz için bize verilmiş bir kalkan. 

Hatta nasıl dua edeceğimiz de belli. Her gün onlarca kez okuduğumuz Fatiha suresinde bu sözleri tekrar edip duruyoruz. Belki manasını düşünerek daha bilinçli bir şekilde okuyabiliriz: 

"Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. (Allahım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların, sapanların yoluna değil."

3 Mayıs 2015 Pazar

226 03 Mayıs 2015 Pazar 10:30 ESKİMEYEN KELİMELER...............Üç aylar, Recep, Şabân, Ramazan

Üç aylar, Recep, Şabân, Ramazan


Üç Aylar
Üç aylar kamerî ayların yedincisi Recep Ayı ile başlayan, Şaban Ayı ile devam eden ve Onbir Ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan mübarek bir zaman diliminin adı.  Araplar bu döneme “şuhûr-ü selâse” diyorlarmış. Kültürümüzde «Üç Aylar» diye anılıyor.

Bu dönemin içinde, çok sayıda mübârek sayılan gün ve gece var. Örneğin kandil gecelerinden dördü bu aylarda. Recep ayının ilk Cuma gecesi Regâib, 27. gecesi Mirac gecesi oluyor. Şabân ayının 15. gecesine Berat, Ramazan ayının 27. gecesine ise Kadir gecesi diyoruz. İslâm'ın beş temel esasından biri olan oruç da Ramazan ayında tutuluyor.

Üç aylar bu anlamda, arınma, bağışlanma ve ibâdette yoğunlaşma ayları olarak değerlendiriliyor. Bu sebeple, insanımızın "Üç Aylar" diye andığı "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, islam inancında çok özel bir yeri var. Çünkü, bunlardan birincisi olan Receb, Alahü teâlânın ayı; ikincisi olan Şa'ban, Peygamber Efendimizin (s.a.v) ayı; Ramazân-ı şerîf de ümmet-i Muhammed'in ayı olarak biliniyor. Yani Recep ayıyla birlikte, manevi yoğunluğu olan bir iklime girmiş durumdayız. [1]

Üç ayların ilki olan Receb-i şerîf ayı,  insanoğlunun atası ve ilk peygamber Âdem aleyhisselam'dan beri kıymetli. Aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu.Ramazan ayı zaten başlı başına manevi bir atmosfer. Şa'bân ayı ise, Receb ile Ramazan ayları arasında bir köprü mesâbesinde.

Nasıl ki, bazı mekânlar emsâlinden çok daha mukaddes, bazı insanlar akrânından çok daha muhteremse, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, değerli ve mübârek görülmüş. İşte üç aylar da böylesine ışıklı bir zaman dilimi..


[1] Peygamberimiz (a.s.) Recep, Allah'ın ayı, Şa'bân benim ayım, Ramazan ümmetimin ayıdır." demiş, (Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, I/423) ve "Allah'ım! Recep ve Şabânı bize mübarek kıl ve bizi Ramazana yetiştir" diye dua etmiş. (Ahmed, I/259)
Receb ayı
Receb-i şerîf ayı,  üç ayların başlangıcı olduğu gibi aynı zamanda hürmet edilmesi gereken dört harâm ayın da sonuncusu.  Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları [1] Hz. İbrahim’den beri muhterem kabul edilmiş ve savaşmak haram sayılmış. [2] Zira, bunların ilk üçü hac ayı, dördüncüsü Recep ayı da umre ayı olarak biliniyor.

Bu aylar, haram ay ilan edilerek insanlar, barış içerisinde yaşamaya alıştırılmış, hac ve umre için Mekke`ye gelen insanların güvenle gelip dönmeleri sağlanmıştı. Bu güven ortamı insanların hac ibadetini rahatça yapabilmelerini sağladığı gibi aynı zamanda Mekke ve çevresinde oturanların geçimlerinin de sigortasıydı.

Araplar haram aylar girdiği zaman bir saygı işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlarmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var olan bu iyi ve güzel uygulamaya dokunmamış. Nitekim Kur`ân ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade [3]etmiş.

Resûlullah Efendimiz, Receb ayına çok değer verir ve çok istiğfâr edermiş. [4] Receb ayının ilk Cuma gecesine "Regâib Gecesi" deniyor. Özellikle bu gece yapılan duaların geri çevrilmediği [5] ve kabir azâbından korunduğu da haber veriliyor.  

Yalnız, yedi kimsenin duâsı kabûl olmuyormuş. Bunlar; günâhlara devâm ettikleri ve tevbe etmedikçe duâları kabûl edilmeyecek  Fâizci, Müslümânları aşağı gören, ana-babasına eziyet eden, Müslümân olan ve dînin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livâta ve zinâ eden, beş vakit namazı kılmayanlar olarak belirtiliyor.


[1] (Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü, harâm [hürmetli] olan aylardır." [Tevbe, 36]
[2] Aslı Hz. İbrahim(a. s. )`e dayanan temel amacından uzaklaştırılmış olsa da bu aylarda savaşmamak gibi güzel uygulamaları İslam dini sürdürmüş, bu aylarda kendilerine savaş açılmadığı sürece Müslümanlar müşriklerle savaşa girmemişlerdir. Kur`an-ı Kerim`de “Haram Aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. (Maide, 5: 2; 97)
[3] Kur'ân-ı Kerim'de haram ayları ile ilgili âyette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (hürmetli) haram aylardır. İşte bu dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin; sizinle topyekun savaşan müşriklerle siz de topyekün savaşın. Ve bilin ki Allâh, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe, 9/36) (İ.P.)
[4] "Receb ayında Allah'a çok istiğfâr edin; çünkü Allahü teâlânın, Receb ayının her vaktinde Cehennemden âzâd ettiği kulları vardır. Ayrıca Cennette öyle köşkler vardır ki, oralara ancak Receb ayında oruç tutanlar girerler." [Deylemî]
[5] Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki: "Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regâib gecesi, Berât gecesi, Cuma gecesi, Ramazân ve Kurbân bayramı geceleri." [İbn-i Asâkir]

Şaban ayı
Şaban ayı üç ayların ikincisi oluyor. Eski adı ‘Azil’ imiş. Araplar, Şaban ayına “şehrullâhi’l-muazzam”, “şehru’l-kerâme” ve “şehru’l-kasîr” de derlermiş.

Şaban ayında oruç tutmak müstehap görülmüş. Peygamberimiz (a.s.v), Ramazan ayının dışında en çok bu ayda oruç tutmuştur, bazen bu ayın tamamını oruçla geçirdiği olmuştur.

Şaban ayında oruç tutmak müstehap görülüyor. Yani; sevilen, beğenilen, yapılınca sevap verilen yapılmayınca günâh olmayan, uyulması hoş karşılanan şeylerden.  Nitekim Peygamberimiz (a.s.v), Ramazan ayının dışında en çok bu ayda oruç tutmuş.

Şaban ayının cehennem ateşine karşı bir kalkan olduğu [1] bildirilmiş. Şaban orucunun bedenleri temizleyip Ramazan'a hazırladığı da haber verilmiş [2] bulunuyor.

Şaban ayının en önemli özelliklerinden birisi, Berat gecesinin bu ayın on beşinci gecesinde bulunuyor olması. Berat gecesi; meleklerin indiği, duaların kabul olduğu daha birçok nimetleri olduğu için, içerisinde bulunduğu Şaban ayını da değerli kılmıştır.

Şaban ayı ve özellikle Berat gecesi hakkında rivayet edilen bazı hadislerde o geceyi namazla, gündüzünü oruçla geçirmek tavsiye edilmiş durumda. [3] Ayrıca, Allahu Teala’dan sakınıp taatıyla amel etmek suretiyle Şaban ayına değer vermek, günahların bağışlanmasına ve o sene vuku bulacak tüm belalardan ve hastalıklardan emin olmaya vesile sayılmış. [4]


[1] “Şaban cehennemden bir kalkandır. Bana kavuşmak isteyen üç günde olsa onda oruç tutsun.”
[2] “Ramazan ayının orucu için Şaban orucu ile bedenlerinizi temizleyin. Hangi kul üç gün oruç tutup ifardan önce bana defalarca salavat okursa mutlaka geçmiş günahları bağışlanır. Allahu Teala bu ayda üçyüz rahmet kapısı açar.”
[3] “Şaban ayının yarısı (Berat gecesi) gelince; gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Şüphesiz ki Allah, o gece güneşin batmasıyla dünya semasına iner ve şöyle der: Kullarım af dileyen yok mu, onu affedeyim! Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim! Şifa dileyen yok mu, şifa vereyim!”
[4] “Her kim Şaban ayına değer verir, onda Allahu Teala’dan sakınırsa, taatıyla amel ederse, Allahu Teala onun günahlarını bağışlar ve o sene vuku bulacak tüm belalardan ve hastalıklardan kendini emin kılar.”

Ramazan Ayı
Ramazan ayı hicri yani ay takvimine göre 9. ay oluyor. Nasıl ki Cuma günü günlerin efendisi ise, dört gözle beklenen, Ramazan ayı da onbir ayın sultanı [1] sayılıyor. Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp [2]erittiği içindir. Bu anlamda başlı başına manevi bir atmosfer.

Çünkü Kur’an-ı Kerim bu ayda Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlanmıştır. İslâm'ın beş temel esasından [3]biri olan oruç Ramazan ayında tutuluyor. Ayrıca bin aydan daha hayırlı olan “kadir gecesi” de bu ay içerisinde. Sonunda da mü’minlere bir bayram hediye edilmiş.

Ramazan ayını değerli kılan nedenlerden birisi, Kutsal kitabımız olan Kur’an’ın bu ayda indirilmiş olması. [4] Kur’an’, Allah tarafından insanlara öğüt vermek ve yol göstermek için gönderilmiş. Bu nedenle insan için hayati bir değer taşıyor  ve onu okumak başlışına bir ibadet.

Peygamberimiz Allah’ın bildirdiği görev ve sorumluluklarımızı sıkça hatırlamamız için Kur’an’ı çok okumayı teşvik etmiştir. Müslümanlar, ramazan ayında Kur’an okumaya her zamankinden daha çok özen gösterirler. Bunun için evlerde veya camilerde bir araya gelerek, her gün Kur’an’dan yirmi sayfa okurlar. Ramazan ayının sonuna gelindiğin de ise Kur’an’ı baştan sona bir kez okumuş olurlar. Buna hatim denir. Daha sonra hatim duası yapılır.

Müslümanlar yüzyıllar boyu bu geleneği devam ettirmişler. Kur’anı kerimin indirilmeye başlandığı Kadir gecesi ramazan ayının 27. gecesi olarak biliniyor. Yüce Allah Kadir Gecesi’nin “Bin aydan daha hayırlı” olduğunu haber vermiş. Peygamberimiz de kim Kadir Gecesi’ni değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır [5] buyurarak, bu gecenin önemini belirtmiş.

Ramazan ayını önemli kılan etkenlerden biri de, dinimizin temel ibadetlerinden olan orucun bu ay içinde tutulması. Yüce Allah Kur’an’da ramazan ayında oruç tutulmasını [6] emrediyor. Bu nedenle Müslümanlar ramazan ayı boyunca oruç tutar.
Ramazan ayı oruç, ibadet ve sabır ayı. Allah’ın rahmet ve bağış kapılarının açıldığı bir ay. Sevgili Peygamberimiz, ramazan ayında içtenlikle yapılan dua, ibadet ve iyiliklerin Allah katında daha değerli olacağını bildirmiş.

Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır. Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevap, özürsüz oruç tutmamak ise büyük günah olarak görülmüş. [7]

Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluş olarak tanımlanıyor. [8] Ramazan ayının mübarek olmasında, Ramazan orucunun, o ayda rahmet kapılarının açık olmasının, Cehennem kapılarının kapanmasının ve içinde bin aydan daha kıymetli bir gecenin kadir gecesinin olmasının etkisi var.[9]  Ki o gecenin hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılıyor.  

Ramazan ay bereket ayı olarak bilinir. [10] Ramazan ayında Allah için oruç tutmak günahların affına vesile edilmiş. [11] Bu şekilde ölen kimse cennetle müjdelenmiş. [12] Bu yüzden "Ey hayır ehli, hayra koş!" şeklinde hitap edilmiş.[13]

Oruç tutmak tabi ki sadece yemeyi içmeyi terk etmek değil.[14] Çirkin ve kötü söz söylememek ve sabretmek de bir nevi oruç. [15]Nasıl temizlik imanın yarısı ise oruç da sabrın yarısı olarak nitelendirilmiş. [16]


[1] “Farz namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazana kadar olan günahlara kefaret olur.” [Taberani]
[2] “Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.” [İ.Mansur]
[3] “İslam, kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.” [Müslim]
[4] “Yüce Allah Kur’an’da ” Ramazan ayı insanları kurtuluş yolan götüren, doğruyu yanlıştan ayıran Kur’an’ın indiği aydır. “(Bakara suresi, ayet 185)
[5] “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir Gecesi’ni değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır” (Buhari)
[6] “Yüce Allah Kur’an’da “…Kim Ramazan ayına ulaşırsa oruç tutsun” (Bakara suresi, 185. ayet)
[7] Hadis-i şerifte, “Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz” buyurulmuş. [Tirmizi]
[8] “Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.”[İ.Ebiddünya]
[9] “Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.” [Nesai]
[10] “Ramazan bereket ayıdır. Allahü teâlâ bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.” [Taberani]
[11] “Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilip, sevabını da Allahü teâlâdan bekleyerek oruç tutanın günahları affolur.” [Buhari]
[12] “Ramazan orucunu tutup ölen kimse, Cennete girer.”[Deylemi]
[13] “Ramazan ayı gelince, “Ey hayır ehli, hayra koş! Şer ehli, sen de kötülüklerden el çek” denir.”[Nesai]
[14] “Gerçek oruç, sadece yiyip içmeyi değil, boş ve hayasızca sözleri de terk ederek tutulan oruçtur.” [Hakim]
[15] “Bilhassa oruçlu iken çirkin, kötü söz söylemeyin! Birisi size sataşırsa, ona “Ben oruçluyum” deyin!” [Buhari]
[16] “Temizlik imanın yarısı, oruç da sabrın yarısıdır.”[Müslim]