25 Ağustos 2016 Perşembe

260 25 Ağustos 2016 Perşembe 21:30 GEZİ REHBERİ.......................Geçmişin izleri

Geçmişin izleri


Saat 12:16. Kozak yolundan Bergama'ya giriyoruz. Ya da antik dönemdeki adıyla Pergamon'a. Burası İyon’dan, Romalılara, Selçuklu’dan, Osmanlı’ya birçok medeniyetin gelip geçtiği tarihi bir kent.

Birçok ilklerin yaşandığı yer. Zamanında dünyanın ilk, İskenderiye'den sonra ikinci büyük kütüphanesine sahipmiş. Parşömen (Keçi Derisinden Yapılmış) kağıt ilk burada kullanılmış. İlk Hastane, Tıp-eczacılık-psikoterapi bilim uygulamaları burada görülmüş. Yine İmparatorların Hekimi ünvanlı tıp Oteritesi Galenos da Bergama'lıymış.

Bergama'nın şimdi bir ilçe olduğuna bakmamalı, Pergamon geçmişte Anadolu için saymakla bitmeyecek tarihi, kültürel ve ilmi değerlere sahip bir medeniyetmiş. 

Daha İlk çağda muhteşem abideleriyle büyük bir şehirmiş. Aynı zamanda ismini taşıyan bir krallığın da merkezi durumundaymış. Ortaçağda bu ölçüde olmasa da stratejik konumunu ve siyasi gücünü devam ettirmiş. Anadolu Türk tarihinde Karesioğullarının başkenti ve Osmanlı İmparatorluğunun önemli merkezlerinden olduğu görülüyor.

Şimdi ise, hala muhteşem bir manzarayla Kaledağ'dan şaşaalı geçmişine bakıyor.

Pergamon'un kuruluş tarihi kesin olarak bilinemiyor. Yapılan arkeolojik kazılardan M.Ö.7. yüzyıllarda sur duvarlarının inşa edildiği sanılıyor. Bu dönemde başlayan kentleşme sırasıyla Bergama, Pers, Büyük İskender, Frigya, Trakya Krallığı, Selevkos Krallığı, Roma ve Bizans dönemlerini görmüş.

Bizans hakimiyetinin ortadan kalktığı 1302 yılında şehre Karesioğulları Beyliği sahip olmuş. Bundan 40 yıl sonra 1341'den itibaren de Bergama'ya Osmanlılar'ın hakim olduğunu görüyoruz.

Şehrin en önemli noktası Kaledağ üzerindeki Akropolis. Yaklaşık 300 m. yükseklikte son derece dik bir tepe üzerinde kurulmuş. 

Zaten eski Yunanlılar, şehirlerinin en yüksek noktasında yer alan, idari, askeri ve dini yapıların bulunduğu savunmaya yönelik kale ya da merkezi kısma Akropol adını verirlermiş. Bu anlamda “acropolis” de yukarıda bulunan şehir anlamına geliyormuş.

Bergama Akropolünde dini (Athena Tapınağı, Trajan tapınağı, Zeus sunağı, Dionysos Tapınağı, Demeter Tapınağı) , resmi (Bergama Kral Sarayları) , sosyal (Kütüphane ve tiyatro, Gymnasion) ve ticari (Agora ) binalar iç içe.

Akropol dışında şehirde sağlık ve hekimlik tanrısı olarak bilinen Asklepios'un yeri anlamına gelen Aesklepion ilk çağın en önemli sağlık merkeziymiş. Sağlıkla inanç hayatı birlikte yürüdüğünden aynı zamanda Asklepios tapınağı da burada inşa edilmiş.

Yine bugün Bergama kentinin içinde kalmış bulunan Serapis Tapınağı zamanında eski Bergama'nın en büyük yapısıymış. Mısır tanrılarına adanmış bu dini yapı kırmızı tuğla ile inşa edilmiş olduğundan halk arasında kızıl avlu olarak adlandırılagelmiş.

Şehirde toplam 10516 eser bulunan bir de Arkeoloji Müzesi var. Arkeolojik eserler Tunç çağı, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans çağlarına aitmiş. Etnografik eserler ise son dönemlerden yani, Osmanlı devri ve Bergama yöresine ait malzemelerden oluşmaktaymış.

Bergamada doğal olarak önce Akropol’e yöneliyoruz. Zaten hemen şehrin girişinde ve arabayla 5 dk mesafede. Ancak son derece dik bir tepe üzerinde olduğundan ziyaretçiler için buraya yeni bir teleferik sistemi kurulmuş. 

Biz tepeye spiral biçimde çıkan eski kara yolundan aracımızla çıktık. Tur otobüslerine izin verilmediği için onlar mecburen teleferikle çıkıyorlarmış. (teleferik ücreti 12 TL)

Akropol'e daha önce ulaşım; bizim çıktığımız dik, virajlı ve dar bir karayolundan otobüslerle sağlanıyormuş. Tabi ki çok sayıda otobüsün andezit yapıya zarar vermesi, dar yolda sıkışmalar, geri geri gitme zorunluluğu vs. gibi hiç de hoş olmayan durumlarla karşılaşılıyormuş.

Bu nedenle teleferik yapılmış. Amacın, ulaşımı rahatlatmak, güvenliği sağlamak ve antik yapıyı korumak gibi bir hedef gözettiği anlaşılıyor. Ayrıca ülkemizi ve Bergama’yı ilkel bir durumdan kurtardığı gibi daha modern bir görüntü kazandırdığı da ortada.

Böylece yapılan teleferik dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen turistleri, akropol antik kentine güvenli, hızlı ve konforlu bir şekilde ulaşımını sağlamış durumda. Ayrıca havadan bol bol manzara fotoğrafı da çekebiliyorlar. Buna karşılık bu uygulamadan bazı tur firmalarının otobüslerine izin verilmemesi ve teleferik ücreti nedeniyle rahatsız olduklarını öğrendik.

Müze konumunda buluna Akropol’e girişler öğrenci için 10, normal ziyaretçiler için 20 Lira. Oldukça pahalı bir ücretlendirme. Müze Kartı olanlar ya da benim gibi maksimum kartı olanlar ücretsiz girebiliyorlar. Müze kartlarımız olduğu halde yanımıza almayı unuttuğumuz için eşim ve oğlum için tam ücret ödemek zorunda kalıyoruz.

Böylece 20 TL giriş bedelli, şayet teleferikle çıkmışsanız toplam 32 TL'na Türkiye'nin en pahalı antik kentine hoş gelmiş oldunuz.

Akropol’e geniş bir merdivenden giriyoruz. Kenti bir baştan bir başa kat eden geniş ve düzgün rampalı yol, aşağı şehirde Eumenes kapısında başlıyor. 

Birkaç zikzak ve orta kent yerleşim bölgesinde büyük bir kavis yaparak kent dağının güney yamacından yukarı şehre ulaşıyor. Üst kısımda bazı yerlere geniş ahşap yol yapmışlar. Gayet de iyi olmuş.

Akropol, gerçekten şu harabe haliyle bile muhteşem bir yer. Sağlı sollu yıkıntılardan buralarda eskiden bayağı büyük yapılar olduğu anlaşılıyor. M.Ö 241-133 arasında Anadolu’ya hükmeden güçlü Bergama Krallığı’nın sarayları, görkemli tapınakları ve meşhur kütüphanesi burada imiş.

Ancak, tabi ki orijinal yapıların nasıl olduğunu hayal edemiyoruz. Keşke görebilseydik. Hemen çıkışta sağda bir kroki ve eski Akropol maketi kısmen imdadımıza yetişiyor. Oradan okuyup aklımıza yerleştirmek o kadar da kolay değil ama hiç yoktan iyidir. Keşke her yıkıntının önüne yapının eski halinin resimlerini ve bilgilerini içeren tabelalar konulmuş olsaydı.

Gezerken bir ziyaretçinin kulaklıkla bir şeyler dinlediğini farkedip soruyorum. Anladığım kadar sesli olarak rehberlik eden bir sistem var ama biz onu da es geçmişiz. Hayal bu ya belki teknoloji ilerledikçe bunları cep telefonlarımızda hatta özel gözlüklerle (veya gözlüksüz) görebiliriz. Çünkü teknolojinin bu gidişiyle inşallah daha ilerde üç boyutlu sanal-gerçeklik içinde tepenin neresinde eskiden ne olduğunu görebileceğiz.

Pergamon’da doğal bir düzlüğün olmaması, yerleşimin en erken evresinden itibaren arazi teraslaması yapılmak suretiyle yer kazanılmasını gerekli kılmış. Azalan inşaat alanı yıllar içerisinde artan ihtiyaçlar sebebi ile eski terasların yeni teraslar içerisinde eritilmesine sebep olmuş.

Bu da, şehrin en erken tarihi hakkındaki yeterli ipuçlarının bulunamamış olmasının başlıca sebebi. Ancak kalede tespit edilen en eski yerleşim yerleri M.Ö 7-6. yy’a tarihleniyormuş.

Bununla birlikte kent, başından beri iki ana kısımdan oluşuyormuş. Bunlar dağın en tepesinde yer alan sur duvarlarıyla çevrili bir kale ile güneyde daha yumuşak ve meyilli yamaçta yer alan yine surla çevrili aşağı kentmiş.

Şehrin siyasal ve ekonomik şartlarına göre zaman içinde yapı alanları gerek büyüklük gerekse yayılma açısından birçok değişikliklere uğramış.

Akropol’de şehrin ileri gelenleri otururken halk daha aşağıda, kendilerine ayrılan bölgede otururmuş. Akropol’ün girişinde ilk anlaşılan konu bu.  Yukarı şehir daha çok kral aileleri ile ileri gelenlerin, aydınların, komutanların ikamet ettiği bir merkez imiş. Bu nedenle burası daha resmi bir karakterde.

Örneğin yukarı şehirdeki agora, konumu ve işlevi bakımından hem çok yüksekte, hem de sadece devlet işlerine ayrılmış. Diğer taraftan, II. Eumenes zamanında inşa edilmiş olan aşağı agora ise kentin ticaret merkezi konumundaymış.

Kentin orta kesiminde kuzeyden güneye doğru Hera ve Demeter Kutsal alanları, Asklepios Tapınağı, Gymnasionlar ve kent çeşmesi yer almaktaymış. Bu yönü ile orta kentte, yönetim ile doğrudan ilgili olmayan yapılar ve halkın girip çıkabildiği toplantı yerleri bulunmakta imiş.

Aşağı Agora’dan, orta ve yukarı şehre çıkan ana yolun iki yanında çok sayıda dükkan ve prestijli evler yer alıyormuş.

Tepenin en üstünde Athena tapınağını çeviren stoalar ve kütüphanenin hemen doğusunda Bergama Kral Saraylarının yıkıntıları görünüyor. Ayrıca ortasında avlu bulunan iki büyük ev, beş adet sarnıç ve cephanelik de bu tepe üzerindeymiş.

Zeus sunağı, Athena, Trajan, Dionysos ve Demeter gibi tapınaklar doğal olarak Akropol’de.  Şarap tanrısı Dionysos Tapınağı ve Athena Tapınağı zamanında çok önemli dini yapılarmış.

Eskiden bu kutsal alan yazın insanları güneşten, kışınsa yağmurdan korumaya yarayan tentelerle (stoa) çevrelenmiş durumdaymış. Kuzey stoanın batı ucunda yarım daire şeklinde ve 3500 kişilik küçük bir tiyatro ve bu alanın odağında kutsal kuyu yer almaktaymış. İçme ve yıkanma amacıyla kullanılan bu kuyu bir pınar suyu ile besleniyormuş.

Athena Tapınağı Kral Saraylarının alt bölgesinde konuşlu. Ayrıca Kütüphane ve Trajan tapınağı da bu bölümde yapılmış. Traianus Tapınağı, bunların da altındaki terasa Zeus sunağı yerleştirilmiş.

Dünyadaki en dik tiyatrolardan birinin kalıntılarını da burada görmek mümkün. Daha alt kesimde ise Gymnasion ve Demeter Tapınağı bulunuyormuş.

Bütün bu yapılardan bazılarının sadece temellerinden izler var. Bazılarının duvarları ya da sütunlarından çok azı bugüne gelebilmiş.

Mesela Trajaneum yapısı tanrılaştırılan (Demek Nemrutluk ya da Firavunluk o dönemde yaygın bir sapkınlıkmış) Roma İmparatoru Trajan için yapılmış.  Akropolün en yüksek terası. Daha önce burada olan bir Helenistik dönem yapısı üzerinde üç tarafı stoalarla çevrili 68x58 m. büyüklüğünde bir teras üzerinde yükselmekteymiş.

Bu tapınağın sütunlarından bazıları hala ayakta, bir kısmı da Berlin’deymiş. Tıpkı tapınağın içinde bulunan Trajan ve Hadrian'a ait mermer heykel başları gibi.

Aynı şekilde Zeus sunağı komple, Athena Tapınağının da bazı sütun ve arşitrav parçaları, Bergama Saraylarında bulunan mozaik parçaları da halen Berlin Müzesinde bulunuyormuş.

Athena kutsal alanının kuzeyindeki bitişik yapı ünlü Bergama kütüphanesinin kalıntılarıymış. Bugün sadece temelinden bazı parçaları görebiliyoruz.

Kütüphane 13.53X 15.35 m boyutlarında büyük bir okuma odasına sahipmiş. Tahta raflarla donatılmış kütüphanede 3.50 m. yüksekliğinde bir de Athena heykeli (Berlin Müzesinde) bulunuyormuş.

II. Eumenes döneminde zenginleşen kütüphanenin en büyük rakibi ise o dönemin İskenderiye Kütüphanesiymiş. 

Bergama’da hüküm süren krallık M.S. II. yüzyılda o kadar ileri bir düzeydeymiş ki neredeyse Mısır Krallığı’nın kurduğu efsanevi İskenderiye Kütüphanesi kadar büyük bir kütüphane oluşturmuşlar.

Rakip Mısır’lılar, 200 bin civarında esere sahip Bergama Kütüphanesine duydukları kıskançlık yüzünden oraya papirüs ihracını yasaklayınca Bergama’lılar alternatif bir yazı maddesi olan parşömeni geliştirmişler. Bu yüzden dillere destan Bergama kütüphanesi parşömenin icad edildiği yer olarak biliniyor. O gün bu gündür icad ettikleri kağıt türü şehirlerinin ismi (Pergamon=Parşömen) ile anılıyor.

Parşömen, oğlak derisinin şeffaflaştırılması ile elde ediliyormuş. Yırtılmayan ve alev almayan çok dayanıklı bir materyal. Bu yüzden Hipokrat Yemininin, İncil ve Kur'an gibi kutsal metinlerin günümüze kadar gelmesine katkı sağlamış. İşte bu malzemenin mucidi, kullananı ve dünyanın diğer bölgelerine ihracını sağlayan Bergama’lılar!

Pahalı olduğu için kullanımı günlük hayatta yaygınlaşmasa da en değerli eserler parşömen üzerine yazılmaktaymış. Böylece antik çağın bilim ve sanatını Rönesans’a taşıyan, parşömen üzerine yazılmış metinler olmuş.
 
10.000 kişilik Bergama Tiyatrosu Athena Tapınağı’nın batısında dik bir yamaç üzerine kurulmuş. Helenistik dönemin en güzel mimari eserlerinden sayılıyor. Aynı zamanda Batı Anadolu'nun ve dünyanın en dik tiyatrosu.

Akropol’ün en güzel yerlerinden biri olduğuna şüphe yok. Yukarıdan bakınca baş döndüren bir eğimde. Sahne kısmı o dönemde ahşapmış. Yalnızca oyun günleri kuruluyor sonra kaldırılıyormuş.

Diğer mimari yapıları kadar, seçkin Kütüphanesi ve dik tiyatrosu ile de M.S. 2'inci yüzyıldan itibaren insanlığın kültürel gelişiminin izlerini taşıyan Bergama, tarihinden gelen asaletini günümüze taşıyor.

Bergama Dionysos Tapınağı tiyatro terasının kuzeyinde yer alıyor. Bergamalılar bu göz alıcı tapınağı bütün manzaraya hakim olsun diye inşa etmiş olmalılar.

Akropol'ün en iyi korunmuş eserlerinden. Çevreden görülebilen ve bütün gözleri üzerinde toplayan bir anıt. Roma sanat anlayışını, dahası Avrupa Barok mimarisini de etkilediği söyleniyor. 

Bu eserin de Helenistik dönem ve Roma çağına ait orijinal parçaları Berlin Müzesinde bulunuyormuş.

Zeus Sunağı Athena Tapınağının hemen altında, 25 m. kadar aşağısında inşa edilmiş. Yaklaşık 69 x 77 m. büyüklüğündeymiş. Büyük sunak tam ortasında yükseliyormuş. Büyük ihtimalle de her yerden rahatlıkla görülebiliyormuş.

Tarihi bilgilere göre bu sunak Pergamon Kralı II. Eumenes’in (MÖ.197-MS.160) Seleukos Kralı III. Antiochos’a ve Galatlara karşı kazandığı zaferin anısına yaptırılmış ve Mitoloji Tanrılarından Zeus ile Athena’ya adanmış. Helenistik dönemdeki Pergamon’un en görkemli anıtlarından.  Birçok kaynak Bergama Zeus sunağı'nı dünyanın yedi harikasından biri olarak belirtiyor.

Pergamon kenti Akropolü içindeki Zeus Sunağının bugün sadece temelleri görülebiliyor. Çünkü sunağın tüm mimari parçaları ve kabartmaları maalesef Berlin Müzesinde. Birkaç büyük ağaç sanki kalanlara bekçilik ediyormuş gibi üzerini gölgelemişler

Anlaşılan o ki demiyolu yapımı için Osmanlılar tarafından görevlendirilen ve yol inşaatını yöneten Alman Mühendis Carl Humann bu sunağın  parçalarının tek tek Dikili limanı üzerinden Almanya'ya kaçırılmasını da yönetmiş.
 
Akropol içinde gezdiğimiz yerler dışında etrafta bazı su kemeri kalıntıları da uzaktan dikkatimizi çekti. Bu kemerler vaktiyle 45 km’lik bir su yolu oluşturuyorlarmış. Böylece Akropol’ün bulunduğu tepeye kadar su çıkarılabilmiş.

MÖ.180 civarında Bergama Akropolü'nün içme suyu, kentten 60 km. uzaklıkta, denizden 1200m. yüksekliğindeki Madra Dağı'ndan sağlanıyormuş. Bergama Akropolü'nden bir önceki tepe olan 360m. yükseklikteki Hagios Georgios Dağın'a, su üç farklı su kemeriyle getiriliyor, daha sonra kil borular,  merkezi bir depo ve kurşun borularla akropol'e getiriliyormuş.

Bu sırada Arsenallerin kuzey ucundan görülebilen su kemerleri yoluyla aradaki vadiden geçiriliyormuş. Bu kemerlerin MS.2. yüzyılda inşa edildiği sanılıyor. Suyun kent içindeki dağıtımı ise, daha küçük boyutlarda künklerle yapılıyormuş.

Roma döneminde şehir genişleyip ovaya doğru yayılınca artan su ihtiyacını karşılamak için, Soma bölgesindeki yollara da başka su kemerleri yapılmış. Bu şekilde Soma'daki Kaikos (Bakırçay) kaynağından gelen su, kemer ve tünellerden geçerek 53km. uzunluğundaki kanallarla şehre ulaştırılmış.

Özellikle İlyas Çayı üzerine inşa edilmiş olan 40m. yüksekliğindeki su kemeri, dünyanın en etkileyici su kemerleri arasında gösteriliyor.

Akropol'ün olduğu tepe arkeolojik değerleri bir yana tam anlamıyla 360 derece panoramik manzaralar da sunuyor ziyaretçilerine. Ön tarafta Bergama, arka tarafta kestel baraj gölü manzarasını seyredip, bol bol da fotoğraf çekerek Akropol'den çıkıyoruz.

Akropol'den Bergama'ya indiğimizde saat 13:30 civarıydı. Öğle yemeği için küçük bir araştırma yaptık. Bergama köftesi için en uygun yerin Altın kepçe lokantası olduğu söylendi. Tarife göre onu Hacı Hekim Hamamına bitişik buluyoruz. Orta büyüklükte bir esnaf lokantası. Öğle saati bayağı dolu, boş bir masa bulup oturuyoruz.

Ülkemiz adeta bir köfte cenneti. Her yerin kendisine özgü adıyla anılan köftesi var. Ancak bir çok yerin aksine, orjinal Bergama köftesine sarımsak ve ekmek içi konulmuyormuş. Ustalar ekmek içi yerine un kullandıklarını söylüyorlar. Sade köfte güzelliği ve lezzeti bundanmış. Altın kepçe'nin Bergama köftesi de sadece baharat sosunda bekletilen kıyma, un ve maydanoz ile yapılıyor, sadece ızgarada pişiriliyormuş.

Tabi köfte olur da yanına zeytinyağlı, sirkeli piyaz olmaz mı ? Piyaz, haşlanmış kuru fasulye üzerine ince ince doğranmış, tuzla ovulmuş soğan, sumak ve maydanoz katıldıktan sonra zeytinyağı ve sirke eklenerek yapılan bir tür salata. Köftenin yoldaşı, bu tür esnaf lokantalarının de değişmez garnitürü.

Altın kepçe lokantasında Bergama'nın yöresel yemeği olan 'Çığırtma' ve 'fıstık helvası'ndan da tatma imkanımız oldu.  'Çığırtma' dedikleri şey bir tür patlıcan kızartması gibi ama çok lezzetli, hafif ve acısız. Ağızda hoş bir tat bırakıyor.

Fıstık helvası, dünya'nın en kaliteli çam fıstıklarının yetiştiği Bergama/Kozak yaylasına ait yöresel bir lezzet. Anadolu'nun birçok kesiminde 'künar' ya da 'hünar' olarak bilinen 'çam fıstığı'ndan yapılıyormuş. İçinde pekmez/bal, irmik ve çam fıstığı karışımı var. Höşmerimle irmik helvası arası bir tat. Yalnız damağımızda bıraktığı çam fıstığı kokusu ve lezzetini herhalde unutamayız.

Biz öğle yemeği için gittiğimiz Altın Kepçe'nin köftesini, çığırtmasını ve fıstık helvasını çok beğendik. Özellikle elemanların güleryüzlü, yardımsever, hızlı ve temiz olması hoşumuza gitti. Yemekleri temiz, taze, lezzetli ve uygun fiyatlıydı. Beş kişi toplam 65 TL hesap ödeyip oradan ayrılıyoruz.

Öğle namazı için hanımla en yakın Hacı Hekim camiine gidiyoruz. Kapıdaki levhadan camiinin Mevlana Hacı hakim 919 (1513)tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz.

Hacı Hakim’in, Kanuni devri hekim başlarından olup, Bergama’da sürgün bulunduğu yıllarda bir cami ve hamam yaptırmış olduğu söyleniyormuş. Ancak caminin kitabesinde yazan tarih Kanuni'den 6-7 yıl önce. Bu yüzden bu kişinin o devirde Bergama’ya sürgün edilmiş bir hekimbaşı olması mümkün değil gibi.

Diğer yandan bir vakıfnamedeki bilgiye göre, Mehmetoğlu Hakim bir Bergama mollasıymış. Herhalde çok zengin olduğu için bu cami ile, caminin idaresi yararına 24 kubbeli büyük hamamı da o yaptırmış.

Namaz sonrası caminin hemen karşısında bulunan kapalı çarşıyı dolaşıp biraz alışveriş yapıyoruz. Arastanın aynı Hacı Hekim isimli kişi tarafından hamam ve Cami ile birlikte yaptırıldığı düşünülüyor. 

Saat 16:00 ya geliyor. İstememize rağmen maalesef Kızıl Avlu'yu ve Asklepion'u göremiyeceğiz.

Öğrendiğimize göre M.S II. yy’da İmparator Traianus ve Hadrianus yönetiminde Pergamon parlak bir dönem yaşamış. Kent artık sur duvarlarının dışına taşıp ızgara planlı bir yapılaşma ile ovaya kadar yayılmış. İşte bu genişlemenin en önemli yapısı ise Serapis (Kızıl Avlu)’ tapınağı. 

Halkın kızıl avlu olarak adlandırdığı Serapis Tapınağı eski Bergama'nın en büyük yapısı. Tapınak 2. yy’da, aşağı Bergama kentinin tam merkezine kırmızı tuğla ile inşa edilmiş. Zaman içinde bu tarihi yapının üzerindeki mermer kaplamalar dökülüp kırmızı tuğlalar ortaya çıkınca bugünkü kızıl görünümünü almış.

Mısır tanrılarından Serapis (Osiris)e adanmış, ancak ömründe 3 ayrı dine de hizmet ettiği görünüyor. Hristiyanlığın ilk 7 kilisesinden biri olarak İncil’de de geçmekteymiş. İsa’ya inananlar, dinleri Roma yönetimi tarafından yasaklanınca baskı gördükleri Kudüs’ten ayrılarak ibadetlerini gizli gizli ama daha rahat yapabildikleri Anadolu’ya gelmişler.

Takip eden dönemlerde Tapınak İsa’nın havarilerinden Aziz Yahya’nın (St. Jean) adına adanmış bir kilise haline dönüşmüş. Bu nedenle bugün bile Hıristiyanlar için çok önemli bir ziyaret yeri.

Halen Bergama kentinin içinde kalmış olan bu yapının kule gibi yuvarlak kısmı “Kurtuluş Camii” olarak kullanılıyormuş. Diğer bölümleri her inançtan turistin ziyaret ettiği bir müze durumunda.

Bergama Asklepios Kutsal Alanı, galerili avlusu, 3500 kişilik tiyatrosu, İmparator Hadrianus’a ait kült salonu, kütüphanesi, yuvarlak planlı Tapınağı ile ilk çağların oldukça önemli bir sağlık merkeziymiş. Uzun yıllar boyunca da ünlü bir tedavi merkezi olmuş. Özellikle ruhsal hastalıkların tedavisi için.

Asklepios'un yeri anlamına gelen Asklepion adını Apollon’un oğlundan almış. Tarihçiler tarafından Asklepion’un  (1) MÖ V. yüzyılın ortalarında kurulduğu belirtilmekteymiş. Bu yüzden Asklepion Sağlık merkezi, mitolojideki sağlık tanrısı Asklepieos’a adanmış.

Dünyanın ilk sağlık merkezlerinden biri olan Asklepion asırlar önce bünyesindeki seçkin hekimler ve müzik, çamur banyoları, su ve spa terapileri, meditasyon, telkin, doğal bitkisel karışımlar, masaj, aromaterapi, özel diyetler gibi günümüzde tekrar popülarite kazanan yöntemlerle hastalara şifa dağıtan bir yermiş.

Asklepion 108 metre rakıma sahip korunaklı bir bölgeye kurulmuş. Havasının ve suyunun güzel olmasının yanı sıra bölgenin kutsal olduğuna da inanılırmış. Bu nedenle Asklepion’da çeşitli tedavilerin uygulandığı bir yapının yanı sıra ayrıca 3 adet de tapınak bulunuyormuş.

Asklepion, dinsel özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda ünlü tıp merkezlerinden Epidauros ve Kos’takiler gibi tıbbi araştırma ve deneylerin sürdürüldüğü bir merkezmiş.

Aynı zamanda da Antik çağ’ın ünlü hekimlerinin yetiştiği bir tıp okulu ve dünyanın ilk psikiyatri hastanesi olma özelliğini de korumuş. Hatta günümüzde bile hala Asklepios’un yılanlı asası hekimliğin simgesi ve tıbbın sembolüdür.

Antik Çağ tarihçileri Asklepius sağlık kültünün, M.Ö.V.yüzyılın ortalarında Bergama’lı Aristakhminos’un oğlu Arkhias (2) tarafından buraya getirildiğini ileri sürmüşler.

Asklepion kutsal alanı üç tarafı sütunlu galerilerle çevrili, dikdörtgen planlı olarak inşa edilmiş. Güney batıdan, 1 km. uzunluğunda sütunlu bir cadde ve alana doğudan ulaşan Romalıların Via Tecta (Pazar Yolu) ismini verdiği üstü örtülü bir tören yolu ile Bergama’ya bağlanmış durumda. 

Viran kapıdan başlayıp Asklepion’u Bergama’ya bağlayan yol “kutsal yol” olarak biliniyormuş. Yolun sonundaki anıtsal bir kapı ile Asklepion’a girilir ve “propylon” denilen kutsal alana ulaşılırmış.

Girişte solda bulunan yapı M.S. 150 yıllarında Sağlık tanrısı adına yapılan Asklepios tapınağı imiş.  Buradaki kutsal suyun bulunduğu alanda daha önce de bir tapınak varmış. Helenistik dönemde alanı çevreleyen sütunlu galeriler ve çeşitli yapılarla genişletilmiş. Daha sonra M.S.II.yüzyılda buradaki yapılar yenilenmiş, onarılmış ve ayrıca tiyatro (3) ile bir kütüphane (4) eklenmiş.

Buraya ölümcül hastalar asla kabul edilmezmiş. Hastalar, “Ölümün Girmesi Yasaktır” yazan kapıdan girer, kutsal alana kadar sütunlu yolda yürürlermiş. Yolun sonuna kadar yürüyemeyecek kadar hasta olanların şifa bulamayacakları düşünülür, içeri alınmazlarmış. 

Kutsal yolun sonunda varılan kutsal alanda çeşmeler, havuzlar vamış. Hastalar, şifalı olduğuna inanılan sulardan içerek ve yıkanarak tedavi olurlarmış.

Buradaki tedavi şekilleri arasında şifalı su, çamur kürü, spor, tiyatro, psikoterapi yer alıyormuş. Burada su sesi ve telkinlerden faydalanarak hastaların iyileşmesi sağlanırmış.

Asklepion’da kutsal olduğuna inanılan kaynak suyu halen akmaktaymış.

Merdivenlerin başında çeşmedelerden akan su, şırıl şırıl sesi ile hastalara huzur vermiş olmalı. Merdivenlerden yerin altına inilince bir geçitle kutsal alanın öteki ucundaki tapınağa ulaşılıyormuş. Yeraltı geçidini aydınlatan pencerelerin aynı zamanda oradan geçen hastalara “iyileşeceksin” diye seslenip telkinde bulunmaya yaradığı düşünülüyormuş.

Tedavi süreci önce şifalı sularla temizlenerek başlıyormuş. Kutsal kuyunun hemen güney- batısında uyku odaları varmış. Yıkanıp beyaz giysiler giyen ve adak adayan hastalar uyku odalarına alınırmış. Hastalar kendilerine verilen telkinlerle tanrıya dua edilip adak adandıktan sonra uykuya dalıyor, bedenin uykuda kendini iyileştireceği veya rüyalar yoluyla şifa yolunun hastaya anlatılacağına inanılırmış. İyileşme amacıyla görülen rüyanın yorumlanması ve telkin yoluyla da tedavi sürdürülürmüş.

Ayrıca tiyatroda yapılan törenler, müzikle uygulanan telkinler hastaların iyileşmesine katkıda bulunuyormuş.

Şifalı Kutsal sudan içilmesi, su ve çamur banyoları, açlık-susuzluk kürleri, kremlerle yağlanma, şifalı otlardan yapılan ilaçların yanı sıra müzik, düzenlenen törenler ve temsiller de tedavi yöntemlerindenmiş.

Burada genellikle fizyoterapi ve telkinin bugün halen kullanılmakta olan çeşitli şekilleri uygulanmaktaymış. Üç temel öğe; perhiz, sıcak ve soğuk banyo ile beden hareketleriymiş.

Bu anlamda Asklepion’un hekimleri hastalarına çamur banyosu yaptırır, bitkilerden elde ettikleri ilaçları kullanır, ayrıca onların spor ve müzikle uğraşmalarını sağlarlarmış. Bu arada rüyalar yorumlanır, telkin yoluyla onların iyileşmeleri sağlanır, gerektiğinde de ameliyat yapılırmış.
 
Asklepion telkin, inanç, şifalı su ve bitkiler yoluyla iç içe geçmiş tıbbi, cerrahi ve paramedikal tedavileri ile döneminin en önemli sağlık merkezlerinden biri olma ününe kavuşmuş.(6)  

Burada sağlığına kavuşanlar ayrılırken, Asklepios Tapınağı’nı ziyaret ederek durumları ölçüsünde yardım yaparlarmış. Ayrıca iyileşen organlarının küçük birer modelini buraya bırakmak da adettenmiş.

Asklepion kutsal alanı Hıristiyanlık dönemine kadar kadar önemini korumuş ve yeni dinin yayılması ile önemini kaybetmiş. 

Bu devirlerde Asklepion’a geniş alınlıklı büyük bir kapıdan girenler burada çevresi sütunlu bir avlu ile karşılaşırlarmış. İşte bu avluda o günlerden kalan ilginç bir taş var. Taşın üzerindeki yılan motifleri, ilk ilacın elde edildiği yılanın, eski çağlardan beri tıp mesleğinin simgesi olduğunu göstermekte. (7)  

Orijinal sütunu biz Bergama Müzesi’nde gördük.

Ziyaret ettiğimiz Bergama Arkeoloji Müzesi bugünkü binasına 1936 yılında kavuşmuş. Öncesinde 1924 yılında Osman Bayatlı tarafından bugünkü Halk Eğitim Merkezi binasında Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak kurulmuş.

Daha sonra Alman Arkeoloji Enstitüsünün de katkılarıyla yeni binasında toplam 10516 eserin sergilendiği modern bir müzeye dönüşmüş.

Müzede arkeolojik eser salonu ve etnografya bölümü bulunuyor. İç mekanların yanı sıra iç avlu ve bahçesinde de taş eserlerin sergilenmesine yer verilmiş. Dış bahçede mezar stelleri ve lahitler sergileniyor. İç bahçede ise kronolojik sıraya göre mimari parçalar, alçak kabartmalar, kolosal heykeller ve taş yazıtlar bulunuyor.

Sergilenen eserlerden 5.350 adeti arkeolojik, 1936 adeti etnografik ve 3.201 adeti ise sikkelerden oluşuyormuş. Arkeolojik eserler Tunç çağı, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans çağlarına ait. Etnografik eserler ise Osmanlı devrine ve Bergama yöresine ait malzemelerden oluşmakta.

Müze içinde, ziyarete gelenlere Bergama ve yakın çevresinin tarihi yapısını tanıtma amaçlı bilgi panoları da yer almakta. Bergama Müzesi, Bergama ve çevresindeki kazılarda çıkan tarihi eserlerin sergilendiği güzel bir yer. Müzedeki Erken Tunç Döneminden Bizans Dönemine kadar değişik dönemlere ait arkeolojik eserlerin çoğu Bergama ve çevresinde yapılan kazılardan çıkmış.

Müze girişinden itibaren sol taraftaki koridor boyunca Hellenistik Dönem ile Roma ve Bizans Dönemi’ne ait mermer mimari eserler ( İon ve Korinth sütun başlıkları, korkuluk levhaları, tepe akroteri, kabartmalar, masa ayakları, friz blokları v.b.), kadın ve erkek heykelleri sergileniyor.

Heykellerden biri o kadar gerçekçi yapılmış ki, oğlum kendisine dik dik bakan ilk çağ oyuncusuna 2000 yıl sonrasında “Arkadaş ! Bi durum mu var ! Bana bişey mi dedin ?” diye zıtlaşınca, iki mizahçı arasındaki atışmayı zor ayırıyoruz.
 
Müzede Zeus Sunağı’nın maketi ve Berlin’deki orijinal yapının fotoğraflarla canlandırılması da var.  

Almanlar II. Abdülhamit zamanında bu sunağın izin alınarak Berlin’e götürüldüğünü söylüyorlarmış. 

Ne kadar  doğru, ne kadar yanlış bilmiyoruz. Ama gerçek şu; götürülen (ya da çalınan) bu eserler helen Berlin’de Pergamon Müzesi’nde sergileniyor.

Koridorun sonunda sol tarafta Arkeolojik eser salonu bulunuyor. Burada, teşhir edilen eserlerin büyük çoğunluğunu Akropol, Asklepion, Kızıl Avlu (Serapeion), Musalla Mezarlığı alanında yapılan kazılardan bulunan eserler oluşmaktaymış.

Bunların yanı sıra Bergama’nın yakın çevresindeki Pitane (Çandarlı), Myrina, Gryneion ( Yeni Şakran) antik kentleri ve son yıllarda Kestel ve Yortanlı Barajı göl alanında yapılan kazılarda ortaya çıkartılan eserler de teşhire dahil edilmiş.

Örneğin Medusa (8)  Mozaiği, Pergamon Akropolü’nde Roma Dönemi, M.S. 3. Yüzyıl eseri bir mimari yapının tabanında bulunmuş.
 
Etnografya bölümünde Bergama ve yöresine ait geleneksel sosyal yaşamı, kültürel değerleri yansıtan zengin bir eser koleksiyonu da var.

Örneğin Bergama’nın tanınmış efelerinden Tuzcu Efe’nin Kurtuluş Savaşı sırasında kullanılmış şahsi kıyafetleri bunlar arasında.

Ayrıca salona girişte, karşılıklı yer alan açık platformlar üzerinde yine yöreye özgü dokuma ve aş pişirilme sahnesi mankenler yoluyla canlandırılmaya çalışılmış.

Bergama yöresinde bulunan Yörük, Türkmen, Çepni aşiretlerinin yöresel kıyafetleri ile Bergama’ya ait gelin ve gündelik giysileri de burada görmek mümkün.

Dört ayrı oda içersinde kına gecesi, efe oyunları, yöresel köy evinde halı tezgahında dokuma işlemi ile geleneksel Türk evi içindeki mutfak düzeni içinde yörenin geleneksel giyim kuşamı, kullanılan kap kacaklar, işleme sanatının güzel örnekleri gibi birçok malzeme kullanılarak kompozisyonlar oluşturulmuş.

Müzede ayrıca Bergama yöresinin geleneksel işleme sanatına ait örnekleri, takıları, günlük kullanım eşyaları da belli bir düzende teşhir edilmiş. 

Söz konusu eserler, Bergama yöresine ait gelenekselleşen sosyal konular eşliğinde ve mankenler aracılığıyla canlandırma yapılarak sergilenmekte. 

Anadolu’nun önemli halı üretim merkezlerinden biri olan Bergama’nın Yuntdağı, Kozak ve Yağcıbedir şeklinde adlandırılarak tasnif edilmiş halı, kilim ve heybe örnekleri de burada yer almış. 

Etnografya seksiyonunda ayrıca bölgeye ait kilim, kumaş dokuma örnekleri, el işlemelerinin yanı sıra Anadolu'nun diğer yörelerine ait el emeği eserler de sergileniyor.

Bergama, ünlü Yağcıbedir Halılarının vatanı. Reisleri Bedir Bey’in önderliğinde Osmanlı Devleti’ne yay üreten Yörüklere zamanla “yaycı” yerine “yağcı” bedir denir olmuş. Yağcıbedir aşireti, ürettiği yaylar kadar saf koyun yününden dokudukları halılar ile de ünlenmiş. En çok kırmızıyı sevmiş, kırmızı halılar dokumuşlar.

Müze ziyaretimiz de bitti. Giriş ücreti 5 liraydı. Çıkışa bir alışveriş noktası koymuşlar. Biraz değil bayağı alışveriş ettik. Hatıra olsun diye oğluma da bir paket parşömen alıp hediye ettim. Merdivenlerde de fotoğraf çektirdik.

Saat 17’ye gelmişti. Bergama’dan artık ayrılmalıydık. Binmek üzere arabamızı beklerken Kur'an'da geçen şu ayeti hatırladım: "De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakın."(Rum, 30/42) 

Evet, gezip dolaştık. Bir zamanlar zengin ve güçlü bir kavim yaşamıştı bu yerlerde. Kendilerince inanıyorlardı da. Din adamları, muhteşem dini yapıları vardı. Sağlık ve diğer ihtiyaçları için inançlarından yararlanıyorlardı. Ama zenginlik, güç ve ihtişamları ilelebet sürmedi. Bazen içlerinden bazılarını yada mitolojik masalları tanrısallaştırdılar. Sonuç ?!..

Kur'an bir başka ayette dikkatimizi bu noktaya çekiyor ''Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?" (Rum, 30/9)

Kuşkusuz bu ayetlerden milletlerin belli bir zaman diliminde yaşayacakları, mi'adlarını doldurduklarında da çaresiz yok olacakları haber verilmekte. Çünkü neticede onlar yaratılmış durumundalar, Allah ise diri ve ölümsüz.

Bu arada gördüğümüz her harabe, her antik şehir o toplumun kendi sonlarını yine bizzat kendilerince hazırlandığını ve yine insan eliyle yok edildiklerini düşündürüyor. Neticede sahip oldukları ebedi olmamış, kazandıkları kendilerine fayda sağlamamış, iktidarları sonlarını önlemeye güç yetirememiş.

İşte Kur'an bu konuya da değiniyor: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Onlar, onlardan daha çok, daha kuvvetli, yeryüzündeki eserleri bakımından daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları kendilerine yarar sağlamadı." (Mü'min, 40/82)

Evet !..İşte böyle.

Tarihte böylesine önemli bir yeri, tarihi, maddi ve manevi zenginlikleri beş saatte, hatta bir günde dolaşmamız elbette ki mümkün değildi. Ama yine de gezeceğimizi gezdik, göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık sayılır.

Göremediğimiz yerleri, tadamadığımız lezzetleri ve alamadığımız Bergama hatıralarını ise geride bırakarak artık yola koyuluyoruz.

Hedefimiz akşam olmadan Ayvalığa varmak. Şeytan sofrasında gün batımını izleyeceğiz. Daha sonra ver elini Alibey (Cunda) adası ve Burhaniye.

(Devam edecek)
------------------------------------
[1] Sağlık ve hekimlik Tanrısı olarak bilinen Asklepios’un mitolojideki hikâyesi şöyle;
Apollon Koronis’e âşık olur, ancak Koronis onun bu aşkına ihanet eder ve karnında Apollon’un çocuğunu taşıdığı halde Arkadialı Iskhys ile evlenir. Apollon bunu duyunca çok öfkelenir ve Koronis ile Iskhys’in yakılarak öldürülmelerini emreder. Koronis’in cesedi yarı yanmışyarı yanmamışken Apollon onu alevlerin arasından çıkarıp karnını yardırır ve halen canlı olan oğlunu alıp, onu yetiştirmesi için bir Kentauros (yarı insan yarı at) olan Khrion’a verir. Asklepios, hekimliğive hastaları iyi etmenin sırrını kendisini yetiştiren Khrion’dan öğrenir. Böylece, iyi olacaklarından umut kesilen hastaları bile iyileştirmeye başlar ve “Hekimlik Tanrısı” olarak mitolojideki yerini alır.
[2] Söylentiye göre Arkhias, Pindasos Dağı’nda (Madra Dağı) avlanırken düşerek ayağını kırmış. Epidavros’a giderek tedavi olan Arkhias, Bergamalıların hizmetine kuytu bir vadide bu tedavi yerini kurmuş. Nitekim hekim Galinos “Asklepion’un Mysia Dağları’nın eteklerinde temiz havası, suyu olan bir yerde kurulduğunu” yazmış. A.Aristedies ise “Asklepion yöresinin su ve havasının güzelliği kadar, tanrının kendisi tarafından belli edildiğini, oradaki hastalar kurtarıcı tanrının sesini huzur içinde duyarlar” demiş.
[3] Asklepion’da o devrin sağlık merkezlerinde pek rastlanmayan bir de tiyatro varmış. İmparator Hadrianus döneminde yapıldığı düşünülen bu 3500 kişilik tiyatronun oturma sıraları ve sahnesi yapılan onarım sayesinde çok düzgün görülebiliyormuş. Hatta sahnesinin üzerinde tiyatronun sağlık tanrısı Asklepion’a adanmış olduğunu bildiren bir yazıtı da görmek mümkünmüş.
[4] Avlunun köşesindeki küçük kütüphane duvarları parşömenler üzerine yazılı kitapları nemden korumak amacıyla çift sıralı olarak inşa edilmiş.  Ayrıca binaya Hadrianus’un bir heykeli de konularak imparator onurlandırılmış.  Avluyu çevreleyen sütunlu galerinin kuzey tarafında yer alan sütun dizisi büyük bir deprem ile yıkılmasına rağmen Roma döneminde onarıldığı için günümüze ulaşma imkanı bulmuş.  Burada sağlık tanrısı Asklepios ile onun zamanında burada rahiplik yapmış kişilere ait heykeller yer alıyormuş.
[5] Asklepion’a şifa bulmaya gelenler “propylon” avlusuna alınır, muayene edilir, teşhis konur, iyi olacak gibilerse Asklepion’a girmelerine izin verilirdi. İçeri alınan hastalar upuzun bir kutsal yoldan yürür, bugün bile içilebilen şifalı sudan içer ve bu suyla yıkanır, daha sonra hastalığın tedavisine başlanırmış.
[6] Bu ünü günümüze kadar ulaşmış bulunuyor. Ayrıca çağımızda tekrar önem kazanmaya başlayan ve radyoaktif özellikleri keşfedilen şifalı sular binlerce yıldan beri insanlar tarafından sağlık amaçlı kullanılmakta.
[7] Kıvrım kıvrım yılanın eczacılığın ve tıbbın simgesi haline gelmesi, bir efsaneye göre Galenos’un bu sütunu yaptırması ile başlamış. Sütunda, bir kaptan süt içen iki yılan resmedilmiş. Efsaneye göre zehirlenmiş ve öleceğini düşünen bir hasta, kutsal yolun başında bu yılanları görüp kendini öldürmeye karar vermis. Çünkü yılanlar kavga edip birbirlerini ısırıyor sonar da zehirlerini kaptaki süte aktarıyorlarmış. Ama hasta sütü içince ölmek yerine iyileşmiş. Hekim Galenos durumu öğrendiğinde panzehiri geliştirmiş ve olayın anısına işte o yılanlı sütunu diktirmiş.
[8] Yılan saçlı Medusa, mitolojide üç Gorgon kız kardeşten biri olup, gözlerine bakanları anında taşa çevirme özelliğine sahipmiş. Birçok vazoda, taban mozaiğinde ve heykelde Medusa betimlemesine rastlanıyor.

NOT: Bu yazıyı tamamlayabilmek için internetten yararlandığım ve adını koyamadığım tüm kaynaklar için teşekkürlerimi sunuyorum.