Geçmişin izleri
Saat
12:16. Kozak yolundan Bergama'ya giriyoruz. Ya da antik dönemdeki adıyla Pergamon'a. Burası İyon’dan, Romalılara,
Selçuklu’dan, Osmanlı’ya birçok medeniyetin gelip geçtiği tarihi bir kent.
Birçok ilklerin yaşandığı yer. Zamanında dünyanın ilk, İskenderiye'den
sonra ikinci büyük kütüphanesine sahipmiş. Parşömen (Keçi Derisinden Yapılmış)
kağıt ilk burada kullanılmış. İlk Hastane, Tıp-eczacılık-psikoterapi bilim
uygulamaları burada görülmüş. Yine İmparatorların Hekimi ünvanlı tıp Oteritesi
Galenos da Bergama'lıymış.

Daha
İlk çağda muhteşem abideleriyle büyük bir şehirmiş.
Aynı zamanda ismini taşıyan bir krallığın da merkezi durumundaymış. Ortaçağda
bu ölçüde olmasa da stratejik konumunu ve siyasi gücünü devam ettirmiş. Anadolu
Türk tarihinde Karesioğullarının başkenti ve Osmanlı İmparatorluğunun önemli
merkezlerinden olduğu görülüyor.
Şimdi
ise, hala muhteşem bir manzarayla Kaledağ'dan şaşaalı geçmişine bakıyor.
Pergamon'un
kuruluş tarihi kesin olarak bilinemiyor. Yapılan arkeolojik kazılardan M.Ö.7. yüzyıllarda sur duvarlarının inşa edildiği sanılıyor. Bu
dönemde başlayan kentleşme sırasıyla Bergama, Pers, Büyük İskender, Frigya,
Trakya Krallığı, Selevkos Krallığı, Roma ve Bizans dönemlerini görmüş.
Bizans
hakimiyetinin ortadan kalktığı 1302 yılında şehre Karesioğulları Beyliği sahip
olmuş. Bundan 40 yıl sonra 1341'den itibaren de Bergama'ya Osmanlılar'ın hakim
olduğunu görüyoruz.
Şehrin
en önemli noktası Kaledağ üzerindeki Akropolis.
Yaklaşık 300 m. yükseklikte son derece dik bir tepe üzerinde kurulmuş.
Zaten
eski Yunanlılar, şehirlerinin en yüksek noktasında yer alan, idari, askeri ve
dini yapıların bulunduğu savunmaya yönelik kale ya da merkezi kısma Akropol
adını verirlermiş. Bu anlamda “acropolis” de yukarıda bulunan şehir anlamına
geliyormuş.
Bergama
Akropolünde dini (Athena Tapınağı, Trajan tapınağı,
Zeus sunağı, Dionysos Tapınağı, Demeter Tapınağı) , resmi (Bergama Kral
Sarayları) , sosyal (Kütüphane ve tiyatro, Gymnasion) ve ticari (Agora )
binalar iç içe.
Akropol
dışında şehirde sağlık ve hekimlik tanrısı olarak bilinen Asklepios'un yeri
anlamına gelen Aesklepion ilk çağın en önemli sağlık
merkeziymiş. Sağlıkla inanç hayatı birlikte yürüdüğünden aynı zamanda Asklepios
tapınağı da burada inşa edilmiş.
Yine
bugün Bergama kentinin içinde kalmış bulunan Serapis
Tapınağı zamanında eski Bergama'nın en büyük yapısıymış. Mısır tanrılarına
adanmış bu dini yapı kırmızı tuğla ile inşa edilmiş olduğundan halk arasında
kızıl avlu olarak adlandırılagelmiş.
Şehirde
toplam 10516 eser bulunan bir de Arkeoloji Müzesi var.
Arkeolojik eserler Tunç çağı, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans
çağlarına aitmiş. Etnografik eserler ise son dönemlerden yani, Osmanlı devri ve
Bergama yöresine ait malzemelerden oluşmaktaymış.

Biz tepeye spiral biçimde çıkan eski kara yolundan aracımızla çıktık.
Tur otobüslerine izin verilmediği için onlar mecburen teleferikle
çıkıyorlarmış. (teleferik ücreti 12 TL)
Akropol'e
daha önce ulaşım; bizim çıktığımız dik, virajlı ve dar
bir karayolundan otobüslerle sağlanıyormuş. Tabi ki çok sayıda otobüsün andezit
yapıya zarar vermesi, dar yolda sıkışmalar, geri geri gitme zorunluluğu vs.
gibi hiç de hoş olmayan durumlarla karşılaşılıyormuş.
Bu
nedenle teleferik yapılmış. Amacın, ulaşımı rahatlatmak, güvenliği sağlamak ve antik yapıyı korumak gibi bir hedef gözettiği
anlaşılıyor. Ayrıca ülkemizi ve Bergama’yı ilkel bir durumdan kurtardığı gibi
daha modern bir görüntü kazandırdığı da ortada.

Müze konumunda buluna Akropol’e girişler öğrenci için 10, normal
ziyaretçiler için 20 Lira. Oldukça pahalı bir ücretlendirme. Müze Kartı olanlar
ya da benim gibi maksimum kartı olanlar ücretsiz girebiliyorlar. Müze
kartlarımız olduğu halde yanımıza almayı unuttuğumuz için eşim ve oğlum için
tam ücret ödemek zorunda kalıyoruz.
Böylece 20 TL giriş bedelli, şayet teleferikle çıkmışsanız toplam 32 TL'na Türkiye'nin en pahalı antik
kentine hoş gelmiş oldunuz.
Akropol’e
geniş bir merdivenden giriyoruz. Kenti bir baştan bir başa kat eden geniş ve düzgün rampalı yol, aşağı şehirde Eumenes kapısında başlıyor.
Birkaç
zikzak ve orta kent yerleşim bölgesinde büyük bir kavis yaparak kent dağının
güney yamacından yukarı şehre ulaşıyor. Üst kısımda bazı yerlere geniş ahşap
yol yapmışlar. Gayet de iyi olmuş.
Akropol,
gerçekten şu harabe haliyle bile muhteşem bir yer.
Sağlı sollu yıkıntılardan buralarda eskiden bayağı büyük yapılar olduğu
anlaşılıyor. M.Ö 241-133 arasında Anadolu’ya hükmeden güçlü Bergama
Krallığı’nın sarayları, görkemli tapınakları ve meşhur kütüphanesi burada imiş.
Ancak,
tabi ki orijinal yapıların nasıl olduğunu hayal edemiyoruz. Keşke görebilseydik. Hemen çıkışta sağda bir kroki ve eski Akropol maketi
kısmen imdadımıza yetişiyor. Oradan okuyup aklımıza yerleştirmek o kadar da
kolay değil ama hiç yoktan iyidir. Keşke her yıkıntının önüne yapının eski
halinin resimlerini ve bilgilerini içeren tabelalar konulmuş olsaydı.
Gezerken
bir ziyaretçinin kulaklıkla bir şeyler dinlediğini
farkedip soruyorum. Anladığım kadar sesli olarak rehberlik eden bir sistem var
ama biz onu da es geçmişiz. Hayal bu ya belki teknoloji ilerledikçe bunları cep
telefonlarımızda hatta özel gözlüklerle (veya gözlüksüz) görebiliriz. Çünkü
teknolojinin bu gidişiyle inşallah daha ilerde üç boyutlu sanal-gerçeklik
içinde tepenin neresinde eskiden ne olduğunu görebileceğiz.
Pergamon’da
doğal bir düzlüğün olmaması, yerleşimin en erken
evresinden itibaren arazi teraslaması yapılmak suretiyle yer kazanılmasını
gerekli kılmış. Azalan inşaat alanı yıllar içerisinde artan ihtiyaçlar sebebi
ile eski terasların yeni teraslar içerisinde eritilmesine sebep olmuş.
Bu da,
şehrin en erken tarihi hakkındaki yeterli ipuçlarının
bulunamamış olmasının başlıca sebebi. Ancak kalede tespit edilen en eski
yerleşim yerleri M.Ö 7-6. yy’a tarihleniyormuş.
Bununla
birlikte kent, başından beri iki ana kısımdan oluşuyormuş. Bunlar dağın en
tepesinde yer alan sur duvarlarıyla çevrili bir kale
ile güneyde daha yumuşak ve meyilli yamaçta yer alan yine surla çevrili aşağı
kentmiş.
Şehrin
siyasal ve ekonomik şartlarına göre zaman içinde yapı
alanları gerek büyüklük gerekse yayılma açısından birçok değişikliklere
uğramış.
Akropol’de
şehrin ileri gelenleri otururken halk daha aşağıda, kendilerine ayrılan bölgede otururmuş. Akropol’ün girişinde ilk anlaşılan konu bu. Yukarı şehir daha çok kral aileleri ile ileri
gelenlerin, aydınların, komutanların ikamet ettiği bir merkez imiş. Bu nedenle
burası daha resmi bir karakterde.
Örneğin
yukarı şehirdeki agora, konumu ve işlevi bakımından hem çok yüksekte, hem de
sadece devlet işlerine ayrılmış. Diğer taraftan, II. Eumenes zamanında inşa
edilmiş olan aşağı agora ise kentin ticaret merkezi konumundaymış.
Kentin
orta kesiminde kuzeyden güneye doğru Hera ve Demeter
Kutsal alanları, Asklepios Tapınağı, Gymnasionlar ve kent çeşmesi yer
almaktaymış. Bu yönü ile orta kentte, yönetim ile doğrudan ilgili olmayan
yapılar ve halkın girip çıkabildiği toplantı yerleri bulunmakta imiş.
Aşağı
Agora’dan, orta ve yukarı şehre çıkan ana yolun iki
yanında çok sayıda dükkan ve prestijli evler yer alıyormuş.
Tepenin
en üstünde Athena tapınağını çeviren stoalar ve
kütüphanenin hemen doğusunda Bergama Kral Saraylarının yıkıntıları görünüyor.
Ayrıca ortasında avlu bulunan iki büyük ev, beş adet sarnıç ve cephanelik de bu
tepe üzerindeymiş.

Eskiden
bu kutsal alan yazın insanları güneşten, kışınsa
yağmurdan korumaya yarayan tentelerle (stoa) çevrelenmiş durumdaymış. Kuzey
stoanın batı ucunda yarım daire şeklinde ve 3500 kişilik küçük bir tiyatro ve
bu alanın odağında kutsal kuyu yer almaktaymış. İçme ve yıkanma amacıyla
kullanılan bu kuyu bir pınar suyu ile besleniyormuş.
Athena
Tapınağı Kral Saraylarının alt bölgesinde konuşlu.
Ayrıca Kütüphane ve Trajan tapınağı da bu bölümde yapılmış. Traianus Tapınağı,
bunların da altındaki terasa Zeus sunağı yerleştirilmiş.
Dünyadaki en dik tiyatrolardan birinin kalıntılarını da burada görmek mümkün. Daha alt kesimde ise Gymnasion ve Demeter Tapınağı bulunuyormuş.
Bütün bu yapılardan bazılarının sadece temellerinden izler var.
Bazılarının duvarları ya da sütunlarından çok azı bugüne gelebilmiş.
Mesela Trajaneum
yapısı tanrılaştırılan (Demek Nemrutluk ya da Firavunluk o dönemde yaygın bir sapkınlıkmış) Roma İmparatoru Trajan için
yapılmış. Akropolün en yüksek terası. Daha önce burada olan bir Helenistik
dönem yapısı üzerinde üç tarafı stoalarla çevrili 68x58 m. büyüklüğünde bir
teras üzerinde yükselmekteymiş.
Bu
tapınağın sütunlarından bazıları hala ayakta, bir kısmı
da Berlin’deymiş. Tıpkı tapınağın içinde bulunan Trajan ve Hadrian'a ait mermer
heykel başları gibi.
Aynı
şekilde Zeus sunağı komple, Athena Tapınağının da bazı sütun ve arşitrav parçaları, Bergama Saraylarında bulunan mozaik
parçaları da halen Berlin Müzesinde bulunuyormuş.

Kütüphane 13.53X 15.35 m boyutlarında büyük bir okuma odasına
sahipmiş. Tahta raflarla donatılmış kütüphanede 3.50 m. yüksekliğinde bir de
Athena heykeli (Berlin Müzesinde) bulunuyormuş.
II.
Eumenes döneminde zenginleşen kütüphanenin en büyük
rakibi ise o dönemin İskenderiye Kütüphanesiymiş.
Bergama’da hüküm süren krallık M.S. II. yüzyılda o kadar ileri bir düzeydeymiş ki neredeyse Mısır Krallığı’nın kurduğu efsanevi İskenderiye Kütüphanesi kadar büyük bir kütüphane oluşturmuşlar.
Bergama’da hüküm süren krallık M.S. II. yüzyılda o kadar ileri bir düzeydeymiş ki neredeyse Mısır Krallığı’nın kurduğu efsanevi İskenderiye Kütüphanesi kadar büyük bir kütüphane oluşturmuşlar.
Rakip
Mısır’lılar, 200 bin civarında esere sahip Bergama Kütüphanesine
duydukları kıskançlık yüzünden oraya papirüs ihracını yasaklayınca
Bergama’lılar alternatif bir yazı maddesi olan parşömeni geliştirmişler. Bu yüzden dillere destan Bergama kütüphanesi parşömenin icad edildiği
yer olarak biliniyor. O gün bu gündür
icad ettikleri kağıt türü şehirlerinin ismi (Pergamon=Parşömen) ile anılıyor.
Parşömen, oğlak derisinin şeffaflaştırılması ile elde ediliyormuş.
Yırtılmayan ve alev almayan çok dayanıklı bir materyal. Bu yüzden Hipokrat
Yemininin, İncil ve Kur'an gibi kutsal metinlerin günümüze kadar gelmesine
katkı sağlamış. İşte bu malzemenin mucidi, kullananı ve dünyanın diğer
bölgelerine ihracını sağlayan Bergama’lılar!
Pahalı
olduğu için kullanımı günlük hayatta yaygınlaşmasa da
en değerli eserler parşömen üzerine yazılmaktaymış. Böylece antik çağın bilim
ve sanatını Rönesans’a taşıyan, parşömen üzerine yazılmış metinler olmuş.
10.000
kişilik Bergama Tiyatrosu Athena Tapınağı’nın batısında dik bir yamaç üzerine kurulmuş. Helenistik dönemin en güzel mimari eserlerinden
sayılıyor. Aynı zamanda Batı Anadolu'nun ve dünyanın en dik tiyatrosu.
Akropol’ün en güzel yerlerinden biri olduğuna şüphe yok. Yukarıdan bakınca
baş döndüren bir eğimde. Sahne kısmı o dönemde ahşapmış. Yalnızca oyun günleri
kuruluyor sonra kaldırılıyormuş.
Diğer
mimari yapıları kadar, seçkin Kütüphanesi ve dik
tiyatrosu ile de M.S. 2'inci yüzyıldan itibaren insanlığın kültürel gelişiminin
izlerini taşıyan Bergama, tarihinden gelen asaletini günümüze taşıyor.

Akropol'ün en iyi korunmuş eserlerinden. Çevreden görülebilen ve bütün
gözleri üzerinde toplayan bir anıt. Roma sanat anlayışını, dahası Avrupa Barok
mimarisini de etkilediği söyleniyor.
Bu eserin de Helenistik dönem ve Roma
çağına ait orijinal parçaları Berlin Müzesinde bulunuyormuş.
Zeus
Sunağı Athena Tapınağının hemen altında, 25 m. kadar aşağısında inşa edilmiş.
Yaklaşık 69 x 77 m. büyüklüğündeymiş. Büyük sunak tam
ortasında yükseliyormuş. Büyük ihtimalle de her yerden rahatlıkla
görülebiliyormuş.
Tarihi
bilgilere göre bu sunak Pergamon Kralı II. Eumenes’in
(MÖ.197-MS.160) Seleukos Kralı III. Antiochos’a ve Galatlara karşı kazandığı
zaferin anısına yaptırılmış ve Mitoloji Tanrılarından Zeus ile Athena’ya
adanmış. Helenistik dönemdeki Pergamon’un en görkemli anıtlarından. Birçok kaynak Bergama Zeus sunağı'nı dünyanın
yedi harikasından biri olarak belirtiyor.
Pergamon
kenti Akropolü içindeki Zeus Sunağının bugün sadece
temelleri görülebiliyor. Çünkü sunağın tüm mimari parçaları ve kabartmaları
maalesef Berlin Müzesinde. Birkaç büyük ağaç sanki kalanlara bekçilik ediyormuş
gibi üzerini gölgelemişler
Anlaşılan
o ki demiyolu yapımı için Osmanlılar tarafından
görevlendirilen ve yol inşaatını yöneten Alman Mühendis Carl Humann bu
sunağın parçalarının tek tek Dikili
limanı üzerinden Almanya'ya kaçırılmasını da yönetmiş.
Akropol
içinde gezdiğimiz yerler dışında etrafta bazı su kemeri
kalıntıları da uzaktan dikkatimizi çekti. Bu kemerler vaktiyle 45 km’lik bir su
yolu oluşturuyorlarmış. Böylece Akropol’ün bulunduğu tepeye kadar su
çıkarılabilmiş.
MÖ.180 civarında Bergama Akropolü'nün içme suyu, kentten 60 km.
uzaklıkta, denizden 1200m. yüksekliğindeki Madra Dağı'ndan sağlanıyormuş.
Bergama Akropolü'nden bir önceki tepe olan 360m. yükseklikteki Hagios Georgios
Dağın'a, su üç farklı su kemeriyle getiriliyor, daha sonra kil borular, merkezi bir depo ve kurşun borularla
akropol'e getiriliyormuş.
Bu
sırada Arsenallerin kuzey ucundan görülebilen su
kemerleri yoluyla aradaki vadiden geçiriliyormuş. Bu kemerlerin MS.2. yüzyılda
inşa edildiği sanılıyor. Suyun kent içindeki dağıtımı ise, daha küçük
boyutlarda künklerle yapılıyormuş.
Roma döneminde şehir genişleyip ovaya doğru yayılınca artan su ihtiyacını
karşılamak için, Soma bölgesindeki yollara da başka su kemerleri yapılmış. Bu
şekilde Soma'daki Kaikos (Bakırçay) kaynağından gelen su, kemer ve tünellerden
geçerek 53km. uzunluğundaki kanallarla şehre ulaştırılmış.
Özellikle
İlyas Çayı üzerine inşa edilmiş olan 40m. yüksekliğindeki
su kemeri, dünyanın en etkileyici su kemerleri arasında gösteriliyor.
Akropol'ün olduğu tepe arkeolojik değerleri bir yana tam anlamıyla 360
derece panoramik manzaralar da sunuyor ziyaretçilerine. Ön tarafta Bergama,
arka tarafta kestel baraj gölü manzarasını seyredip, bol bol da fotoğraf
çekerek Akropol'den çıkıyoruz.
Akropol'den
Bergama'ya indiğimizde saat 13:30 civarıydı. Öğle
yemeği için küçük bir araştırma yaptık. Bergama köftesi için en uygun yerin
Altın kepçe lokantası olduğu söylendi. Tarife göre onu Hacı Hekim Hamamına
bitişik buluyoruz. Orta büyüklükte bir esnaf lokantası. Öğle saati bayağı dolu,
boş bir masa bulup oturuyoruz.
Ülkemiz
adeta bir köfte cenneti. Her yerin kendisine özgü adıyla anılan köftesi var.
Ancak bir çok yerin aksine, orjinal Bergama köftesine sarımsak ve ekmek içi
konulmuyormuş. Ustalar ekmek içi yerine un kullandıklarını söylüyorlar. Sade
köfte güzelliği ve lezzeti bundanmış. Altın
kepçe'nin Bergama köftesi de sadece baharat sosunda
bekletilen kıyma, un ve maydanoz ile yapılıyor, sadece ızgarada pişiriliyormuş.
Tabi köfte olur da yanına zeytinyağlı, sirkeli piyaz olmaz mı ? Piyaz,
haşlanmış kuru fasulye üzerine ince ince doğranmış, tuzla ovulmuş soğan, sumak
ve maydanoz katıldıktan sonra zeytinyağı ve sirke eklenerek yapılan bir tür
salata. Köftenin yoldaşı, bu tür esnaf lokantalarının de değişmez garnitürü.
Altın
kepçe lokantasında Bergama'nın yöresel yemeği olan
'Çığırtma' ve 'fıstık helvası'ndan da tatma imkanımız oldu. 'Çığırtma' dedikleri şey bir tür patlıcan
kızartması gibi ama çok lezzetli, hafif ve acısız. Ağızda hoş bir tat
bırakıyor.
Fıstık
helvası, dünya'nın en kaliteli çam fıstıklarının
yetiştiği Bergama/Kozak yaylasına ait yöresel bir lezzet. Anadolu'nun birçok
kesiminde 'künar' ya da 'hünar' olarak bilinen 'çam fıstığı'ndan yapılıyormuş.
İçinde pekmez/bal, irmik ve çam fıstığı karışımı var. Höşmerimle irmik helvası
arası bir tat. Yalnız damağımızda bıraktığı çam fıstığı kokusu ve lezzetini
herhalde unutamayız.
Biz öğle yemeği için gittiğimiz Altın Kepçe'nin köftesini, çığırtmasını
ve fıstık helvasını çok beğendik. Özellikle elemanların güleryüzlü,
yardımsever, hızlı ve temiz olması hoşumuza gitti. Yemekleri temiz, taze,
lezzetli ve uygun fiyatlıydı. Beş kişi toplam 65 TL hesap ödeyip oradan
ayrılıyoruz.
Öğle
namazı için hanımla en yakın Hacı Hekim camiine gidiyoruz. Kapıdaki levhadan
camiinin Mevlana Hacı hakim 919 (1513)tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz.
Hacı
Hakim’in, Kanuni devri hekim başlarından olup, Bergama’da sürgün bulunduğu yıllarda bir cami ve hamam yaptırmış olduğu
söyleniyormuş. Ancak caminin kitabesinde yazan tarih Kanuni'den 6-7 yıl önce.
Bu yüzden bu kişinin o devirde Bergama’ya sürgün edilmiş bir hekimbaşı olması
mümkün değil gibi.
Diğer
yandan bir vakıfnamedeki bilgiye göre, Mehmetoğlu Hakim
bir Bergama mollasıymış. Herhalde çok zengin olduğu için bu cami ile, caminin
idaresi yararına 24 kubbeli büyük hamamı da o yaptırmış.
Namaz
sonrası caminin hemen karşısında bulunan kapalı çarşıyı
dolaşıp biraz alışveriş yapıyoruz. Arastanın aynı Hacı Hekim isimli kişi
tarafından hamam ve Cami ile birlikte yaptırıldığı düşünülüyor.
Öğrendiğimize
göre M.S II. yy’da İmparator Traianus ve Hadrianus yönetiminde Pergamon parlak
bir dönem yaşamış. Kent artık sur duvarlarının dışına taşıp ızgara planlı bir
yapılaşma ile ovaya kadar yayılmış. İşte bu genişlemenin en önemli yapısı ise
Serapis (Kızıl Avlu)’ tapınağı.
Halkın
kızıl avlu olarak adlandırdığı Serapis Tapınağı eski Bergama'nın en büyük yapısı. Tapınak 2. yy’da, aşağı Bergama kentinin tam merkezine
kırmızı tuğla ile inşa edilmiş. Zaman içinde bu tarihi yapının üzerindeki
mermer kaplamalar dökülüp kırmızı tuğlalar ortaya çıkınca bugünkü kızıl
görünümünü almış.
Mısır
tanrılarından Serapis (Osiris)e adanmış, ancak ömründe
3 ayrı dine de hizmet ettiği görünüyor. Hristiyanlığın ilk 7 kilisesinden biri
olarak İncil’de de geçmekteymiş. İsa’ya inananlar, dinleri Roma yönetimi
tarafından yasaklanınca baskı gördükleri Kudüs’ten ayrılarak ibadetlerini gizli
gizli ama daha rahat yapabildikleri Anadolu’ya gelmişler.
Takip
eden dönemlerde Tapınak İsa’nın havarilerinden Aziz
Yahya’nın (St. Jean) adına adanmış bir kilise haline dönüşmüş. Bu nedenle bugün
bile Hıristiyanlar için çok önemli bir ziyaret yeri.
Halen
Bergama kentinin içinde kalmış olan bu yapının kule
gibi yuvarlak kısmı “Kurtuluş Camii” olarak kullanılıyormuş. Diğer bölümleri
her inançtan turistin ziyaret ettiği bir müze durumunda.
Bergama
Asklepios Kutsal Alanı, galerili avlusu, 3500 kişilik tiyatrosu, İmparator
Hadrianus’a ait kült salonu, kütüphanesi, yuvarlak
planlı Tapınağı ile ilk çağların oldukça önemli bir sağlık merkeziymiş. Uzun
yıllar boyunca da ünlü bir tedavi merkezi olmuş. Özellikle ruhsal hastalıkların
tedavisi için.
Asklepios'un
yeri anlamına gelen Asklepion adını Apollon’un oğlundan almış. Tarihçiler tarafından Asklepion’un (1) MÖ V. yüzyılın ortalarında kurulduğu belirtilmekteymiş. Bu yüzden
Asklepion Sağlık merkezi, mitolojideki sağlık tanrısı Asklepieos’a adanmış.
Dünyanın ilk sağlık merkezlerinden biri olan Asklepion asırlar önce
bünyesindeki seçkin hekimler ve müzik, çamur banyoları, su ve spa terapileri,
meditasyon, telkin, doğal bitkisel karışımlar, masaj, aromaterapi, özel
diyetler gibi günümüzde tekrar popülarite kazanan yöntemlerle hastalara şifa
dağıtan bir yermiş.

Asklepion,
dinsel özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda ünlü tıp
merkezlerinden Epidauros ve Kos’takiler gibi tıbbi araştırma ve deneylerin
sürdürüldüğü bir merkezmiş.
Aynı
zamanda da Antik çağ’ın ünlü hekimlerinin yetiştiği bir
tıp okulu ve dünyanın ilk psikiyatri hastanesi olma özelliğini de korumuş.
Hatta günümüzde bile hala Asklepios’un yılanlı asası hekimliğin simgesi ve
tıbbın sembolüdür.
Antik Çağ tarihçileri Asklepius sağlık kültünün, M.Ö.V.yüzyılın
ortalarında Bergama’lı Aristakhminos’un oğlu Arkhias (2) tarafından buraya getirildiğini ileri
sürmüşler.

Viran kapıdan başlayıp Asklepion’u Bergama’ya bağlayan yol “kutsal yol” olarak biliniyormuş. Yolun sonundaki anıtsal bir kapı ile Asklepion’a girilir ve “propylon” denilen kutsal alana ulaşılırmış.
Girişte
solda bulunan yapı M.S. 150 yıllarında Sağlık tanrısı adına yapılan Asklepios
tapınağı imiş. Buradaki kutsal suyun
bulunduğu alanda daha önce de bir tapınak varmış.
Helenistik dönemde alanı çevreleyen sütunlu galeriler ve çeşitli yapılarla
genişletilmiş. Daha sonra M.S.II.yüzyılda buradaki yapılar yenilenmiş,
onarılmış ve ayrıca tiyatro (3) ile bir
kütüphane (4) eklenmiş.
Buraya
ölümcül hastalar asla kabul edilmezmiş. Hastalar, “Ölümün
Girmesi Yasaktır” yazan kapıdan girer, kutsal alana kadar sütunlu yolda
yürürlermiş. Yolun sonuna kadar yürüyemeyecek kadar hasta olanların şifa
bulamayacakları düşünülür, içeri alınmazlarmış.
Kutsal
yolun sonunda varılan kutsal alanda çeşmeler, havuzlar
vamış. Hastalar, şifalı olduğuna inanılan sulardan içerek ve yıkanarak tedavi
olurlarmış.
Buradaki
tedavi şekilleri arasında şifalı su, çamur kürü, spor,
tiyatro, psikoterapi yer alıyormuş. Burada su sesi ve telkinlerden faydalanarak
hastaların iyileşmesi sağlanırmış.
Merdivenlerin başında çeşmedelerden akan su, şırıl şırıl sesi ile hastalara huzur vermiş olmalı. Merdivenlerden yerin altına inilince bir geçitle kutsal alanın öteki ucundaki tapınağa ulaşılıyormuş. Yeraltı geçidini aydınlatan pencerelerin aynı zamanda oradan geçen hastalara “iyileşeceksin” diye seslenip telkinde bulunmaya yaradığı düşünülüyormuş.
Tedavi
süreci önce şifalı sularla temizlenerek başlıyormuş.
Kutsal kuyunun hemen güney- batısında uyku odaları varmış. Yıkanıp beyaz
giysiler giyen ve adak adayan hastalar uyku odalarına alınırmış. Hastalar
kendilerine verilen telkinlerle tanrıya dua edilip adak adandıktan sonra uykuya
dalıyor, bedenin uykuda kendini iyileştireceği veya rüyalar yoluyla şifa
yolunun hastaya anlatılacağına inanılırmış. İyileşme amacıyla görülen rüyanın
yorumlanması ve telkin yoluyla da tedavi sürdürülürmüş.
Ayrıca
tiyatroda yapılan törenler, müzikle uygulanan telkinler
hastaların iyileşmesine katkıda bulunuyormuş.

Burada
genellikle fizyoterapi ve telkinin bugün halen
kullanılmakta olan çeşitli şekilleri uygulanmaktaymış. Üç temel öğe; perhiz,
sıcak ve soğuk banyo ile beden hareketleriymiş.
Bu
anlamda Asklepion’un hekimleri hastalarına çamur
banyosu yaptırır, bitkilerden elde ettikleri ilaçları kullanır, ayrıca onların
spor ve müzikle uğraşmalarını sağlarlarmış. Bu arada rüyalar yorumlanır, telkin
yoluyla onların iyileşmeleri sağlanır, gerektiğinde de ameliyat yapılırmış.
Asklepion
telkin, inanç, şifalı su ve bitkiler yoluyla iç içe
geçmiş tıbbi, cerrahi ve paramedikal tedavileri ile döneminin en önemli sağlık
merkezlerinden biri olma ününe kavuşmuş.(6)
Burada
sağlığına kavuşanlar ayrılırken, Asklepios Tapınağı’nı ziyaret ederek durumları
ölçüsünde yardım yaparlarmış. Ayrıca iyileşen
organlarının küçük birer modelini buraya bırakmak da adettenmiş.
Asklepion
kutsal alanı Hıristiyanlık dönemine kadar kadar önemini
korumuş ve yeni dinin yayılması ile önemini kaybetmiş.
Bu
devirlerde Asklepion’a geniş alınlıklı büyük bir
kapıdan girenler burada çevresi sütunlu bir avlu ile karşılaşırlarmış. İşte bu
avluda o günlerden kalan ilginç bir taş var. Taşın üzerindeki yılan motifleri,
ilk ilacın elde edildiği yılanın, eski çağlardan beri tıp mesleğinin simgesi
olduğunu göstermekte. (7)
Orijinal
sütunu biz Bergama Müzesi’nde gördük.
Ziyaret
ettiğimiz Bergama Arkeoloji Müzesi bugünkü binasına
1936 yılında kavuşmuş. Öncesinde 1924 yılında Osman Bayatlı tarafından bugünkü
Halk Eğitim Merkezi binasında Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak kurulmuş.
Daha
sonra Alman Arkeoloji Enstitüsünün de katkılarıyla yeni
binasında toplam 10516 eserin sergilendiği modern bir müzeye dönüşmüş.
Müzede arkeolojik eser salonu ve etnografya bölümü bulunuyor. İç
mekanların yanı sıra iç avlu ve bahçesinde de taş eserlerin sergilenmesine yer
verilmiş. Dış bahçede mezar stelleri ve lahitler sergileniyor. İç bahçede ise
kronolojik sıraya göre mimari parçalar, alçak kabartmalar, kolosal heykeller ve
taş yazıtlar bulunuyor.
Sergilenen
eserlerden 5.350 adeti arkeolojik, 1936 adeti etnografik ve 3.201 adeti ise
sikkelerden oluşuyormuş. Arkeolojik eserler Tunç çağı,
Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans çağlarına ait. Etnografik eserler
ise Osmanlı devrine ve Bergama yöresine ait malzemelerden oluşmakta.
Müze içinde, ziyarete gelenlere Bergama ve yakın çevresinin tarihi
yapısını tanıtma amaçlı bilgi panoları da yer almakta. Bergama Müzesi, Bergama
ve çevresindeki kazılarda çıkan tarihi eserlerin sergilendiği güzel bir yer.
Müzedeki Erken Tunç Döneminden Bizans Dönemine kadar değişik dönemlere ait
arkeolojik eserlerin çoğu Bergama ve çevresinde yapılan kazılardan çıkmış.
Müze girişinden itibaren sol taraftaki koridor boyunca Hellenistik
Dönem ile Roma ve Bizans Dönemi’ne ait mermer mimari eserler ( İon ve Korinth
sütun başlıkları, korkuluk levhaları, tepe akroteri, kabartmalar, masa
ayakları, friz blokları v.b.), kadın ve erkek heykelleri sergileniyor.
Heykellerden
biri o kadar gerçekçi yapılmış ki, oğlum kendisine dik
dik bakan ilk çağ oyuncusuna 2000 yıl sonrasında “Arkadaş ! Bi durum mu var !
Bana bişey mi dedin ?” diye zıtlaşınca, iki mizahçı arasındaki atışmayı zor ayırıyoruz.
Müzede Zeus Sunağı’nın maketi ve Berlin’deki orijinal yapının
fotoğraflarla canlandırılması da var.
Almanlar
II. Abdülhamit zamanında bu sunağın izin alınarak
Berlin’e götürüldüğünü söylüyorlarmış.
Ne kadar
doğru, ne kadar yanlış bilmiyoruz. Ama gerçek şu; götürülen (ya da
çalınan) bu eserler helen Berlin’de Pergamon Müzesi’nde sergileniyor.

Bunların
yanı sıra Bergama’nın yakın çevresindeki Pitane
(Çandarlı), Myrina, Gryneion ( Yeni Şakran) antik kentleri ve son yıllarda
Kestel ve Yortanlı Barajı göl alanında yapılan kazılarda ortaya çıkartılan
eserler de teşhire dahil edilmiş.
Örneğin
Medusa (8) Mozaiği, Pergamon Akropolü’nde
Roma Dönemi, M.S. 3. Yüzyıl eseri bir mimari yapının tabanında bulunmuş.
Etnografya
bölümünde Bergama ve yöresine ait geleneksel sosyal
yaşamı, kültürel değerleri yansıtan zengin bir eser koleksiyonu da var.
Örneğin
Bergama’nın tanınmış efelerinden Tuzcu Efe’nin Kurtuluş Savaşı sırasında
kullanılmış şahsi kıyafetleri bunlar arasında.
Ayrıca
salona girişte, karşılıklı yer alan açık platformlar
üzerinde yine yöreye özgü dokuma ve aş pişirilme sahnesi mankenler yoluyla
canlandırılmaya çalışılmış.
Bergama
yöresinde bulunan Yörük, Türkmen, Çepni aşiretlerinin
yöresel kıyafetleri ile Bergama’ya ait gelin ve gündelik giysileri de burada
görmek mümkün.
Dört ayrı oda içersinde kına gecesi, efe oyunları, yöresel köy evinde
halı tezgahında dokuma işlemi ile geleneksel Türk evi içindeki mutfak düzeni
içinde yörenin geleneksel giyim kuşamı, kullanılan kap kacaklar, işleme
sanatının güzel örnekleri gibi birçok malzeme kullanılarak kompozisyonlar
oluşturulmuş.
Müzede ayrıca Bergama yöresinin geleneksel işleme sanatına ait
örnekleri, takıları, günlük kullanım eşyaları da belli bir düzende teşhir
edilmiş.
Söz konusu eserler, Bergama yöresine ait gelenekselleşen sosyal konular eşliğinde ve mankenler aracılığıyla canlandırma yapılarak sergilenmekte.
Söz konusu eserler, Bergama yöresine ait gelenekselleşen sosyal konular eşliğinde ve mankenler aracılığıyla canlandırma yapılarak sergilenmekte.
Anadolu’nun
önemli halı üretim merkezlerinden biri olan Bergama’nın
Yuntdağı, Kozak ve Yağcıbedir şeklinde adlandırılarak tasnif edilmiş halı,
kilim ve heybe örnekleri de burada yer almış.
Etnografya
seksiyonunda ayrıca bölgeye ait kilim, kumaş dokuma
örnekleri, el işlemelerinin yanı sıra Anadolu'nun diğer yörelerine ait el emeği
eserler de sergileniyor.
Bergama,
ünlü Yağcıbedir Halılarının vatanı. Reisleri Bedir
Bey’in önderliğinde Osmanlı Devleti’ne yay üreten Yörüklere zamanla “yaycı”
yerine “yağcı” bedir denir olmuş. Yağcıbedir aşireti, ürettiği yaylar kadar saf
koyun yününden dokudukları halılar ile de ünlenmiş. En çok kırmızıyı sevmiş,
kırmızı halılar dokumuşlar.
Müze ziyaretimiz de bitti. Giriş ücreti 5 liraydı. Çıkışa bir
alışveriş noktası koymuşlar. Biraz değil bayağı alışveriş ettik. Hatıra olsun
diye oğluma da bir paket parşömen alıp hediye ettim. Merdivenlerde de fotoğraf
çektirdik.
Saat 17’ye gelmişti. Bergama’dan artık ayrılmalıydık. Binmek üzere arabamızı beklerken Kur'an'da geçen şu ayeti hatırladım: "De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakın."(Rum, 30/42)
Evet, gezip dolaştık. Bir zamanlar zengin ve güçlü
bir kavim yaşamıştı bu yerlerde. Kendilerince inanıyorlardı da. Din adamları,
muhteşem dini yapıları vardı. Sağlık ve diğer ihtiyaçları için inançlarından yararlanıyorlardı. Ama
zenginlik, güç ve ihtişamları ilelebet sürmedi. Bazen içlerinden bazılarını
yada mitolojik masalları tanrısallaştırdılar. Sonuç ?!..
Kur'an bir başka ayette dikkatimizi bu noktaya çekiyor ''Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akibetlerinin nasıl olduğuna
bakmadılar mı?" (Rum, 30/9)
Kuşkusuz bu ayetlerden milletlerin belli bir zaman diliminde
yaşayacakları, mi'adlarını doldurduklarında da çaresiz yok olacakları haber verilmekte. Çünkü neticede onlar yaratılmış
durumundalar, Allah ise diri ve ölümsüz.
Bu arada gördüğümüz her harabe, her antik şehir o toplumun kendi
sonlarını yine bizzat kendilerince hazırlandığını ve yine insan eliyle yok
edildiklerini düşündürüyor.
Neticede sahip oldukları ebedi olmamış, kazandıkları kendilerine fayda
sağlamamış, iktidarları sonlarını önlemeye güç yetirememiş.
İşte Kur'an bu konuya da değiniyor: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Onlar, onlardan daha çok, daha kuvvetli, yeryüzündeki eserleri bakımından daha sağlam
idiler. Fakat kazandıkları kendilerine yarar
sağlamadı." (Mü'min, 40/82)
Evet !..İşte böyle.
Tarihte böylesine önemli bir yeri, tarihi, maddi ve manevi zenginlikleri
beş saatte, hatta bir günde dolaşmamız elbette ki mümkün değildi. Ama yine de gezeceğimizi
gezdik, göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık sayılır.
Hedefimiz akşam olmadan Ayvalığa varmak. Şeytan sofrasında gün batımını izleyeceğiz.
Daha sonra ver elini Alibey (Cunda) adası ve Burhaniye.
------------------------------------
[1] Sağlık ve hekimlik Tanrısı olarak bilinen
Asklepios’un mitolojideki hikâyesi şöyle;
Apollon Koronis’e
âşık olur, ancak Koronis onun bu aşkına ihanet eder ve karnında Apollon’un
çocuğunu taşıdığı halde Arkadialı Iskhys ile evlenir. Apollon bunu duyunca çok
öfkelenir ve Koronis ile Iskhys’in yakılarak öldürülmelerini emreder.
Koronis’in cesedi yarı yanmışyarı yanmamışken Apollon onu alevlerin arasından
çıkarıp karnını yardırır ve halen canlı olan oğlunu alıp, onu yetiştirmesi için
bir Kentauros (yarı insan yarı at) olan Khrion’a verir. Asklepios, hekimliğive
hastaları iyi etmenin sırrını kendisini yetiştiren Khrion’dan öğrenir. Böylece,
iyi olacaklarından umut kesilen hastaları bile iyileştirmeye başlar ve
“Hekimlik Tanrısı” olarak mitolojideki yerini alır.
[2] Söylentiye göre Arkhias, Pindasos Dağı’nda
(Madra Dağı) avlanırken düşerek ayağını kırmış. Epidavros’a giderek tedavi olan
Arkhias, Bergamalıların hizmetine kuytu bir vadide bu tedavi yerini kurmuş.
Nitekim hekim Galinos “Asklepion’un Mysia Dağları’nın eteklerinde temiz havası,
suyu olan bir yerde kurulduğunu” yazmış. A.Aristedies ise “Asklepion yöresinin
su ve havasının güzelliği kadar, tanrının kendisi tarafından belli edildiğini,
oradaki hastalar kurtarıcı tanrının sesini huzur içinde duyarlar” demiş.
[3] Asklepion’da o devrin sağlık merkezlerinde
pek rastlanmayan bir de tiyatro varmış. İmparator Hadrianus döneminde yapıldığı
düşünülen bu 3500 kişilik tiyatronun oturma sıraları ve sahnesi yapılan onarım
sayesinde çok düzgün görülebiliyormuş. Hatta sahnesinin üzerinde tiyatronun
sağlık tanrısı Asklepion’a adanmış olduğunu bildiren bir yazıtı da görmek
mümkünmüş.
[4] Avlunun köşesindeki küçük kütüphane
duvarları parşömenler üzerine yazılı kitapları nemden korumak amacıyla çift
sıralı olarak inşa edilmiş. Ayrıca
binaya Hadrianus’un bir heykeli de konularak imparator onurlandırılmış. Avluyu çevreleyen sütunlu galerinin kuzey
tarafında yer alan sütun dizisi büyük bir deprem ile yıkılmasına rağmen Roma
döneminde onarıldığı için günümüze ulaşma imkanı bulmuş. Burada sağlık tanrısı Asklepios ile onun
zamanında burada rahiplik yapmış kişilere ait heykeller yer alıyormuş.
[5] Asklepion’a şifa bulmaya gelenler
“propylon” avlusuna alınır, muayene edilir, teşhis konur, iyi olacak gibilerse
Asklepion’a girmelerine izin verilirdi. İçeri alınan hastalar upuzun bir kutsal
yoldan yürür, bugün bile içilebilen şifalı sudan içer ve bu suyla yıkanır, daha
sonra hastalığın tedavisine başlanırmış.
[6] Bu ünü günümüze kadar ulaşmış bulunuyor.
Ayrıca çağımızda tekrar önem kazanmaya başlayan ve radyoaktif özellikleri
keşfedilen şifalı sular binlerce yıldan beri insanlar tarafından sağlık amaçlı
kullanılmakta.
[7] Kıvrım kıvrım yılanın eczacılığın ve
tıbbın simgesi haline gelmesi, bir efsaneye göre Galenos’un bu sütunu
yaptırması ile başlamış. Sütunda, bir kaptan süt içen iki yılan resmedilmiş.
Efsaneye göre zehirlenmiş ve öleceğini düşünen bir hasta, kutsal yolun başında
bu yılanları görüp kendini öldürmeye karar vermis. Çünkü yılanlar kavga edip
birbirlerini ısırıyor sonar da zehirlerini kaptaki süte aktarıyorlarmış. Ama
hasta sütü içince ölmek yerine iyileşmiş. Hekim Galenos durumu öğrendiğinde
panzehiri geliştirmiş ve olayın anısına işte o yılanlı sütunu diktirmiş.
[8] Yılan saçlı Medusa, mitolojide üç Gorgon kız kardeşten biri olup, gözlerine bakanları anında taşa çevirme özelliğine sahipmiş. Birçok vazoda, taban mozaiğinde ve heykelde Medusa betimlemesine rastlanıyor.
[8] Yılan saçlı Medusa, mitolojide üç Gorgon kız kardeşten biri olup, gözlerine bakanları anında taşa çevirme özelliğine sahipmiş. Birçok vazoda, taban mozaiğinde ve heykelde Medusa betimlemesine rastlanıyor.
NOT: Bu yazıyı tamamlayabilmek için internetten yararlandığım ve adını koyamadığım tüm kaynaklar için teşekkürlerimi sunuyorum.