19 Kasım 2019 Salı

20 Kasım 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı136..................................Öğretmen

Öğretmen
Mesleği bir bilim dalını, bir sanatı, bir tekniği veya belli bir bilgiyi öğretmeyi kendisine meslek edinmiş olan kimseye öğretmen adı verilmiş. Eski dilde karşılığı, muallim, muallime oluyor. Muallim, öğretmen ya da günlük dilde hoca; mesleğinin gerektirdiği öğrenimi bitirerek ya da yeterliği kazanarak öğretmenlik yapma yetkisi elde etmiş olan kimseye diyoruz. 
‘Öğretmen’ kelimesinin kaynağı Türkçede akılla kavramak manasındaki ‘öğrenmek’ fiilinden geliyor. Bu sözcüğün eski Türkçe‘ de ‘düşünmek’ anlamına gelen ‘ö-mek’ fiilinden gelip gelmediği konusunda görüşler muhtelif. Ancak, ‘ög’ hecesinin ‘akıl, zihin’ anlamına geldiği konusunda ise kaynaklar neredeyse hemfikir. 
‘Ög’ kökü aynı zamanda ögsüz/öksüz kelimesinden anlaşılabileceği gibi ‘anne’ manâsındayken, ‘öge’ kelimesinin ‘yaşlı, bilgin kişi’ anlamında kullanıldığını da biliyoruz. Aynı şekilde ‘öğüt’ kelimesinin verilen akıl ya da nasihat demek olduğunu hepimizin bildiği gibi.
İlkokul dönemi çocuklukta ve sonrasında öğretmenlerimiz hayatımızda ailemizden daha fazla yer kaplar. Ergenlik çağında bizi en çok öğretmenlerimiz, hocalarımız ve arkadaşlarımız şekillendirir. Kimine hayran oluruz, kimini sevmeyiz. Bazısından korkarken arada bir aşık bile oluruz çocuk aklımızla. Ama hepsinden mutlaka öğreniriz. Birçok bilgiyi, kendimizi ifade edebilmeyi, en önemlisi öğrenmeyi öğreniriz öğretmenlerimizden. İnsanlığımızın temelleri onlarla atılır okullarda. 
Meselâ şimdi hayal ediniz: “Öğretmen tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor. “Bakın” diyor. “Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey...” Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor: “Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar'.” Bir (0) daha...”Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz'.” Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek. disiplin.. sevgi..Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca...Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor: “Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir”. (Alıntı) 
Aman Yarabbi! Bu nasıl bir derstir? İnsanı etkileyen, sarsan, dünyasını yeniden kurup şekillendiren bir ders. İşte bence öğretmeni en iyi anlatan kıssalardan biri. 
Belki de bu yüzden “Bir öğretmen ebediyete hükmeden insandır. Tesirlerinin nerede biteceği asla bilinmez” demiş Amerikalı tarihçi ve yazar Henry Brooks Adams. Yunan Ahlak Felsefesinin kurucularından Socrates:“Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez” demiş onlar için. 
Bir başka Antik Yunan filozofu olan Eflatun’un (Yunanca Platon) da “Yeryüzünde barışı sağlayacak sihirli değnek analarla öğretmenlerin elindedir. Eğitim demek, vücutta ve ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir” sözü aktarılıp gelmiş günümüze.
Nedense öğretmen denince aklımıza hemen ilkokul öğretmenlerimiz gelir. Taze dimağlarımıza en büyük etkiyi onlar bıraktığı için olmalı. İlkokul öğretmenlerimizin hayatımıza değen o sihirli dokunuşunu yıllar geçse de unutamayız. O sımsıcak sevgi ve şefkatli bakışlar içimizi ısıtmıştır bir kere. Ondan sonra da birçok öğretmen, hoca girmiştir hayatımıza kuşkusuz. Onların da emekleri, katkıları olmuştur yaşamımıza. Bazıları yön vermiştir sonraki yıllarımıza, bazıları temel olmuştur kariyerimize. Unutamadıklarımız çoktur elbette onlardan da. Zamanında kendisine ‘lâkap’ takıp, ardından çekiştirdiklerimiz bile gün gelir sevgiyle, minnetle ve ‘rahmetle’ andıklarımız arasına katılırlar. Hocalık böyle bereketli bir şeydir işte.
Bana göre öğretmen, sade okulla da sınırlı kalmaz hayatımızda. Önünde diz çöküp elifbâ, Kur’an öğrendiğimiz hoca da öğretmenimizdir, iş yaşamımızda hizmet içi eğitimleri aldığımız bilim insanları da. Hatta, bir çırak ya da kalfa için usta ne ise, çalışan için de yöneticisi odur benim gözümde. Ömür yolculuğumuzda böyle pek çok öğretmenden, hocadan, ustadan ders alır öğreniriz. Bir müntesip için kendisine intisap ettiği mürşit ne kadar değerliyse, misâl bir hat ya da ebru sanatı üstadı da o kadar kıymetlidir talebeleri için. Hepsinin bilgi, yetenek ve tecrübe dağarcığımıza katkıları olmuştur. O halde kadir bilir olmak, hepsini minnet ve şükranla anmamız gerek elbette.
Yine de ilkokul öğretmenlerimiz bir başka. Onları bir başka sever, bir başka hatırlarız. Onları sanki ömür boyu bize örnek olan azimleri, çalışkanlıkları ve hayatlarıyla anarız. Kuşkusuz herkesin öğretmeni onun için en sevgili ve en önemli kişidir. Bu manâda benim de ilkokul öğretmenim –Allah ona sağlıklı ve hayırlı ömürler versin- son derece güzel bir insan. Evet, o, bugün 65 yıllık evliliği olan bir eş, iki evladı olan bir anne ve torunlarının babaannesi. Ancak o her şeyden evvel bir öğretmen. Anadolu’da, İstanbul’da yüzlerce öğrenci yetiştirmiş bir ilkokul öğretmeni. Adı Fatma Mihriban Aktarı, 88 yaşında, Üsküdar'da yaşıyor.  Yetiştirdiği öğrencileri, onların aileleriyle adeta ulu bir çınar gibi. Ama torununun deyişiyle hala ‘dünyanın en öğrenci babaannesi’.
Fatma Mihriban Aktarı, üç yıl evvel haziran ayında 61 yıl sonra afla döndüğü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü'nden mezun olmuştu. 80 yaşının üstünde olmasına bakmadan bir ömür gibi 61 yıl aradan sonra üniversiteye dönüp, müthiş bir azim ve çalışkanlıkla resim bölümünü bitirdi. Duyanların “Başlasın, yarın bırakır”, “Bu yaşta bu olur mu ?” dedikleri Mihriban öğretmen her şeye rağmen yılmamış, öğrenimi süresince de boş durmamıştı. Zaten yeteneği olan resim sanatında hayli ilerlemiş; sergiler açmış, muhtelif tarzda gayet güzel eserler vermiş yetenekli bir ressamdı aynı zamanda.
 

Şöyle anlatıyor o günleri: “Çok çalışıyordum. Başucumda kültür dersleri kitabı, elimde kağıt kalem vardı. Evde yemek dışında başka bir iş yapmıyordum. Bunun dışında bütün günüm resimle geçiyordu. Okula gelmek için 3 vasıta değiştiriyordum. Her sabah vapurla Üsküdar’dan Kabataş’a gidip geldim. Okulu bir gün dahi aksatmadım. Beni sürekli vapurda gören bir bey yanıma yaklaştı ve ‘Hanımefendi, dikkat ediyorum her gün aynı saatlerde karşıya gidip geliyorsunuz, merak ettim ?’ Gülümseyerek ‘Üniversiteye gidiyorum’ dedim kısaca. Yaşıma başıma bakıp bu defa da ‘Hocasınız herhalde’ dedi. ‘Hayır’ dedim ‘Öğrenciyim!’ Adamın hayretle açılan gözlerini unutamam.”  İşte o benim öğretmenim. Köyden gelen fakir bir çocuğu kazanan, koruyan, değerlendiren ve yönlendiren bir öğretmen. Bana çalışmayı, azmi, mücadeleyi, başarmayı öğreten insan. Ona çok şey borçluyum, ama o hala öğretmeyi sürdürüyor. Mihriban öğretmeni tanımış olmaktan, onun öğrencisi olmaktan dolayı onur duyuyorum. Dünyanın en öğrenci babaannesi yüzlerce öğrencisi gibi bir zamanlar benim de öğretmenimdi, bana göre de hala öğretmenim. Onunla iftihar ediyorum. Bu yıl maalesef yaz aylarında eşini de toprağa verdi, Allah rahmet etsin. Rabbim onun kalan ömrünü de sağlıkla, huzurla, çocukları ve torunlarıyla geçirmeyi nasip etsin.
Pazar günü 24 Kasım; tüm öğretmenlerimizin şeref günü. Hatırlanma, onurlandırma ve anma günü. Altmış iki yaşındayım ama bugün bir öğrenci, bir talebe gibiyim. Böyle anlamlı bir gün için de şiirden başka yol bulamadım duygularımı ifade etmeye:
Geleceğe ışık tutan / Bilgimize bilgi katan / İrfan kaynağından akan / Dil sendedir öğretmenim.
Daim üzerimde gözün / Kulağıma küpe sözün / Ders işlerken güler yüzün / Gül sendedir öğretmenim
Karanlığa çıra sensin / Cehalete çare sensin / Hayatıma yön verensin / Yol sendedir öğretmenim
Türkçe, tarih gördük tek tek / Dini, fenni bilmek gerek / İlim dolu petek petek / Bal sendedir öğretmenim
Öğrettin edebi, yolu / Sayende sevdik okulu / Salkım salkım meyve dolu / Dal sendedir öğretmenim
Ata gibi sevilecek/Yoluna gül dökülecek/ Hep minnetle öpülecek / El sendedir öğretmenim.(Mehmet Postallı)
Tüm öğretmenlerimizin, hocalarımızın, ustalarımızın ve bize ‘bir şey öğreten’ herkesin ‘Öğretmenler Günü’ kutlu olsun. Okumuş olmak, ‘adam’ olmak, en önemlisi de ‘İnsan’ olmak için eğitim alırız. Eğitim; bedenimiz, aklımız ve ruhumuzdaki güzelliği çoğaltma gayretimizdir. Yaratılışımızdaki ‘eşref i mahlûkat’ hakikatine sahip çıkma uğraşıdır. Bu yolda bize ışık ve önder olan fedakâr öğretmenlerimiz, sizler de elbette her şeyin en güzeline layıksınız. Ancak, ellerinizden öpme dileğimi sunmaktan başka bir şey aklıma gelmiyor. Çünkü gerçekten de: “Ata gibi sevilecek/Yoluna gül dökülecek/ Hep minnetle öpülecek / El sendedir öğretmenim.”
Ellerinden öpülesi hocalarım, gözlerinden öpülesi öğretmenlerim hepinizin günü kutlu olsun! Rabbim size o kıymetli emekleriniz, sabrınız ve göz nurunuz için iki cihan saadeti versin. Başka ne diyeyim.

19 Kasım 2019 Salı 11:30 ANKARA HASTALIKLARI..............................Çalışanın Fizyolojisi (IV)

Çalışanın Fizyolojisi (IV)                                                                                                   180 yıl önce Fransa'dan

Memur
"…Ancak bürokrasi makinesi bu şekilde monte edilmiştir. Ve onu yeniden düzenlemek için önce onu ortadan kaldırıp sonra en baştan yeniden kurmak gerekir." Honore de Balzac (*)

Devlet çalışanlarına çok düşük bir ücret ödediği için çalışanlar ikili bir hayat yaşamak, iki işte çalışmak ve dikkatlerini idari kariyerleriyle ikinci işleri arasında bölmek zorunda kalıyorlar.

Böylece o kurumlar zarar görüyor ve işler yavaş yürüyor. Kaçınılmaz sonuç bu.

İnsan, ekonominin detaylarını Maliye Bakanı kadar iyi bilen ve onunki kadar sermayeyi hareket ettirebilen Rothschild Hanedanı yirmi katiple idare ederken, neden Fransız Maliye Bakanının bin çalışanı olduğunu merak ediyor. Üstelik onun yalnız Fransa'daki değil, İngiltere, İspanya, Belçika, Avusturya, Napoli, Papalık devletleri ve (ödemek zorunda olduğu borcun faizi Fransa'nınkine denk olan ve bütün büyük Avrupa şehirleriyle ilişkileri olan) Osmanlı Devletindeki gelişmelerden de haberdar olması gerekiyor.

Rothschild'in yirmi çalışanı, Hazinenin çalışanlarından on kat daha fazla çalışıyor. Fakat onların aksine Rothschild çalışanlarının gerçekten bir geleceği mevcut. Banker olmayı öğreniyorlar. Nasıl milyoner olabileceklerini öğrenmek ve emeklerinin karşılığını orantılı olarak almak istiyorlar.

Öte yandan devlet memurlarının önündeyse perişan bir gelecek var. Saygın kişiler olsalar da kariyerleri onlara pek bir saygı sunmuyor. Dahası sadece harcamayı öğreniyorlar, kazanmayı öğrenmiyorlar. Geçmişte Fransız devlet memurlarının çalışması ve çabaları layığıyla ödüllendiriliyor olabilirdi. O zamanlar bakanlıklar Colbert, Letellier ve Lyonne gibi isimlerin doğduğu anlardı. Bugünlerde yüksek düzeyde bir memur olmak için insanın vekil olması gerekir.

Maaşlar, işin zorlu tabiatıyla hiç orantılı değil. Ayda 12.000 kazanan yüz çalışan, 1.200 kazanan bin çalışandan daha iyi ve hızlı iş yapar. Ancak bürokrasi makinesi bu şekilde monte edilmiştir. Ve onu yeniden düzenlemek için önce onu ortadan kaldırıp sonra en baştan yeniden kurmak gerekir.

Ancak Meclise, Muhalefetin saçma beyanlarına ya da gazetelerdeki ateş soluyan şarlatanlara karşı çıkacak cesaret kimsede mevcut değildir. Bunun sonucu olarak da hükümet ile devlet memurları birbirlerinden hazzetmez. Bakanın biri bir şey yapmak ister ama yapamaz.

Bir fikrin doğmasıyla gerçekleşmesi arasında sonu gelmeyen bekleyişler bulunur. Açıkça yolsuzluk neredeyse imkansız olsa da, o iktidar çevrelerinde ne muvazaalar mevcuttur. İnsanlar ancak tabiatını keşfetmenin imkansız olduğu gizli pazarlıklar sonuca vardıktan sonra işlerini halledebilir.

Dolayısıyla en alt kademedeki çalışandan genel müdürlere kadar herkes görüşlerini kendine saklar. Tek bir beynin yönettiği eller ya da Hükümetin düşüncelerini icra edenler olmaktansa çok başlı bir canavarı oluştururlar. Sadece hükümete muhalefetle kalmaz, hükümete karşı oy verip, hükümete karşı da hüküm sürebilirler.

Parisli devlet memurları söz konusu olduğunda, hizmet diye bir şeyden bahsedemeyiz. Şık bir arabada yanında güzel bir kızla gezen idari katip, Champs-Elysees'de yürürken yakaladığı bir daire başkanını kolaylıkla küçük düşürebilir.

Üst düzey bir çalışan, başkanları batırıp çıkarabilecek, hükümet adına son derece ciddi kararlar verme görevini üstlenen bir kişi, Paris'te neredeyse hiç sayılır. Napoleon'un pek düşkün olduğu gelenekler ve üniformaları kaldırarak çok şey kaybettik.

Her bir çalışanın hükümete borçlu olduğu dokuz saatten en az dört buçuğu boş dedikodu, didişme, entrika ve kalem ucu sivriltmeyle harcanır. Dolayısıyla devlet yatırımının yüzde 50'sini kaybeder. On milyona yapılacak işin faturası yirmiye çıkar.

Büro amiri
"…Hiç kimse kırk ya da elli yaşından önce büro amiri olmayı başaramaz. Büro amirlerinin tamamı idare basamaklarını tırmanmıştır. Tabii ki böylesi kayda değer bir konuma ulaşmak için mevzubahis kişilere doğal kabiliyetler bahşedilmiş olması ve bu kabiliyetlerin başkaları tarafından fark edilmiş olması gerekmektedir." Honore de Balzac (*)

Farklı katip tiplerinin yukarısında, ordudaki albayın vazifesini ofiste yerine getiren büro amirinin bir nebze tuhaf portresi dikkat çeker. Ancak, kendisi albaydan çok bir lise müdürünü anımsatmaktadır.

Doğal olarak büro amiri çalışkan olmalıdır ve o yaşta yorgun yüzü yine de oldukça kendinden memnun bir hava sergiler. Hemen hemen hepsinin göğsüne iliştirilmiş madalyaları, kafalarında kalmış bir kaç tel saçı vardır. Gösterişli veya titizlikle giyindiklerine pek rastlanmaz; ancak o nefret ifadesi yüzlerine ilelebet kazınmış gibidir. Zahmetlerinin hiçbir zaman sonucunu alamadıklarını düşünürler.

Bu büro amirleri arasında iyi, güvenilir, azametli adamlar da bulunur; ancak yüzlerinden belli belirsiz bir öfke ve despotluk okunması daha yaygın bir durumdur. Onları daima insanlar, eşyalar ya da bakanlıklardan şikayet eder halde bulabilirsiniz. Dört duvarın arasına da sıkışsalar, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde de olsalar, hiçbiri size şöyle demez: "Ah, devlet memurluğu ne tuhaf şeydir!"

Teoride faydalı bir çok iş yapılabilecek olsa da, bunları pratiğe dökmenin imkansız olduğunu görmüşlerdir. Umut veren başlangıçların zıt sonuçlar doğurduğuna şahit olmuşlardır. Aynı anda hem her şeye inanırlar hem de hiçbir şeye inanmazlar. Tamamıyla nihilist olan bu kişiler, Hz. İsa hakkında kendi sorumluluğundan kaçınarak hüküm veren Pontius Pilatus gibi, vazifelerini yerine getirmekten başka bir şey yapmazlar. Gülümsemeleri ve bakışları o kadar kendilerine hastır ki, Parislilerin yüzlerine iyice aşina olan insanlar onlardan birini atlı otobüste gördüğünde derhal "İşte bu bir Büro Amiri !" derler.

Büro amiri işyerinde affetmez, çok şey ister, bezdirir ve her işte bir kusur bulur. Genel olarak sağlık durumu iyi değildir. Başkalarının lütfundan yararlanmıştır ve çalışanlarını bir zamanlar kendisi maruz kaldığı bütün haksızlıklara maruz bırakır. Kibirlidir; vatandaşlarla muhatap olduğunda mağrurdur, kendi çalışanlarına karşıysa sert bir despottur. İnsanların ricalarını reddederken tatlı dil kullanmaz.

Kaygısız müdür sakin, hoşgörülü ve merhametlidir. Ancak kimsenin kendisini kandırmasına müsaade etmez. Bu kategoriye dahil olan müdürler başarılarını genel olarak cinsi latifin sevgisine nail olmalarına borçludur. Kadınlara karşı çekicidirler, görmüş geçirmiştirler. Kılık kıyafetlerinde stil sahibidirler, tatlı dil kullanmaya meylederler ve birisini azarlamak zorunda kaldıklarında onlara bunun kendisi için ne kadar zor bir şey olduğunu belli ederler.

Genel olarak bir müdürü diğer çalışanlardan ayıran çok açık bir sınır vardır. Albayların genellikle generalleriyle canciğer olmaları gibi, büro amirleri de çoğunlukla daire başkanları ile dostane bir ilişki içindedir. Bunun sebebi merdivenin basamaklarını çıktıkça formalitelerin gevşemeye başlaması, vesveselerin azalması ve ufukların genişlemesidir. Düğme deliklerinden madalyalar sökün eder. Karakterler daha ayırt edilebilir hale gelir. Adamlar heybetlenir ve aldıkları maaşlar Parist'e yaşamalarına müsaade eder.

Daire başkanı 
"…Daire başkanı iki koltuk değneğiyle yürür: raporlar ve iç yazışmalar. Daire başkanı kolaylıkla antika bir moruk da olabilir, fark edilmemiş bir deha da." Honore de Balzac (*)

Bir büro amiri sıradan bir insan olabilir, ama Daire başkanı her daim seçkin bir kimsedir. Çoğu zaman aralarındaki yegâne fark rütbe ve maaşlarıdır. Genel Müdürlerin tamamıysa kendilerini devlet adamı olarak düşler.

Daire başkanı çalışanlarına göz kulak olur. Cumartesileri biraz temiz hava teneffüs etsinler diye onların çıkmasına izin verir. Hafta içinde alacaklılar sadece o gün ofise girebilirler. Borçları için aracılık teklif eder. Bazen çok ağır bir borç varsa bakanın iznini isteyip birazını dahi ödeyebilir. Çalışanlarına baba olmaya çalışır.

Daire başkanları bakanlıkların tam kalbi ve ruhudurlar ve etkin bir şekilde o kurumları idare ederler. Daire başkanları rapor yazmak için yaşar, nefes alır. Onların gururu ve neşesi raporlardır. Krallar ve bakanlar çeşitli önemli konularda rapor talep eder. Aynı zamanda bakanlar kendilerini iki meclise karşı savunmakla o kadar meşguldür ki, çaresizce raporlara tutunurlar. 

Bir bakanın portfolyosu için raporlar, kanun taslaklarının meclisin yasama süreci için önemi nispetinde önemlidir. Bir istişare özelliği taşır ve bakanın raporu okumadan önceki kadar konu hakkında kötü bilgilenmesini garanti eder.

Bakan olunca karar verme iktidarına haiz olunduğu var sayılır. Ayır, aksine, Fransa'da her şeye rapor hükmeder. Her yerde durum budur. Her şey hem karşılıklı hem de yazıda tartışılır, önemsiz detaylar üzerine münakaşalar edilir, ta ki artılar eksiler birbirlerini götürene kadar.

Fransa raporlarını sever, ondan tonlarca üretir, o kadar çok sever ki, kendini mahveder. Bu raporlar ne kadar cafcaflı ve güzel olursa olsun, zamanını israf eder ve yapmak yerine malumatfuruşluk yapar. Yılda bir milyon rapor üretilir Fransa'da. Bundan şu sonuç çıkar: Ülke bürokratlar tarafından yönetilmektedir.

Rapor bir ertelemedir, sadece arada sırada bir katkı olur. Neyse ne, karar verilmelidir. Fransa'daki en güzel şeyler, raporların varışından önce, kararların spontane alındığı bir devirde başarılmıştır.

Daire başkanı iki koltuk değneğiyle yürür: raporlar ve iç yazışmalar.

Nasıl yapılabilir ve hangi araçlar kullanılmalı? Bakan bir iç rapor taslağı yazmak için bir yıl harcar; muhtemeller belirtilir ve kullanılacak araçlar detaylandırılır. Rapor sonrasında bir klasöre atılır ve ebedi pineklemeye gömülür. Ya da mesele acilse birdenbire uygulamaya konur.

Daire başkanı işte budur: kolaylıkla antika bir moruk da olabilir, fark edilmemiş bir deha da.
-------------
(*) Çalışanın Fizyolojisi/Honore de Balzac, 1841