İnsaf
İnsaf kelimesi "Acımaya, vicdana veya mantığa dayanan adalet" anlamında bir kavram veya "Acı ! Düşün !" anlamlarında bir seslenme sözü olarak kullanılmaktadır.
İnsafa gelmek, insafına kalmış ve insaf etmek gibi deyimler içinde de geçer. Mesela "insaf etmek" deyiminde de "Acımak, hakkını tanımak; merhamet etmek" anlamındadır. Yine "Nısfetli davranma", hakkı teslim sırasında vicdanının sesine uygun hareket etme, acıma olarak tanımlanmaktadır.
İnsaf; kim tarafından seslendirilirse seslendirilsin, hak ve hakikati kabul ve itiraf etmek, herkese karşı merhamet ve adâletle muamelede bul
unmak, kendi haklarının yanı sıra başkalarının hukukunu da gözetmek; nefis, heva ve hevese değil, vicdan, mantık ve evrensel insanî değerlere uygun davranışlar sergilemek ve hakkın en küçüğüne dahi riâyetkâr olmak demektir.
Bazen hak, bazen adâlet ve bazen de doğruluktan hiç ayrılmama manalarını ifade etmek için kullanılan insaf tabiri, hak iddiasında bulunurken asla başkalarına karşı haksızlık yapmamayı, hatta kendi nefsi için elde etmeyi istediği bir şeyi diğer insanlar için de dilemeyi ve gerekirse onlara öncelik tanımayı ve hakkı yerine getirme hususunda ifrat ve tefritten uzak kalarak her zaman dengeli davranmayı anlatır.
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insafı güzel ahlakın temel unsurları arasında saymış; “Şu üç şey imandandır: Nefsin dürtülerine rağmen insafı elden bırakmamak, selamı herkese yaymak ve darlıkta dahi infakta bulunmak.” buyurmuştur.
Halk arasında hadîs olarak iştihar eden “İnsaf dinin yarısıdır” sözü de, bizzat Allah Rasûlü tarafından dile getirilmemiş olsa bile, yine O’nun hak ve adaletle alâkalı mübarek beyanlarının hulâsası mahiyetinde bir kelâm-ı kibârdır.
İnsan bir meseleyi kendine göre değerlendirirken bazen kişisel görüşlerini merkeze alır. O zaman da çoğunlukla yanılabilir, yanlış hükümlere varabilir ve kendisini mutlak haklı sanabilir. Böyle bir durumda, şahsî duygu, düşünce, temayül ve istekleri farklı olduğu halde, meselenin aslına vakıf olur olmaz nefsine rağmen hakkın yanında yer alması insafın ifadesidir. Hep doğrunun peşinde bulunma ve nefsânî meyillerin baskısına rağmen vicdanın sesine uyarak hakkı tutup kaldırma insaflı olmanın gereğidir.
İnsafsız adam, gaddardır, merhametsizdir; su-i zan etmek için her fırsatı kullanır; bir kötülükten dolayı belki onlarca iyiliği görmezlikten gelir ve hüsn-ü zandan hep nasipsiz kalır. İslam ahlakı insaf ve hüsn-ü zannı tavsiye ettiği halde, insafsız adam haksızlığı ve kötü düşünceyi esas alır. Dolayısıyla da, bir bahçedeki tek çürük elmaya takılarak bütün bahçenin çorak ve bozuk olduğu hükmüne varır.
Kaynak : DİB ve muhtelif
---------------
Vicdan
Sözlükte "bulma, bir şeyi bir halde görme, duygu ve kalp ile hissetme" gibi manalara gelen vicdan, terim olarak, insanın kalbine doğan; iyilik işlemekten hoşlanan, kötülük etmekten huzursuz olan, iyiyi kötüden ayıran ve seçici bir yapıya sahip olan duygudur.
Vicdan; yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren bir duygu, bir içsel sestir. Kişinin kendi niyeti veya davranışları hakkında kendi ahlaki değerlerini temel alarak yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik özelliğidir. Davranışlarımızın değerli olup olmadığını gözler. Bu şuur, yapmayı ya da yapmamayı öğütleyerek, uyararak, suçlayarak, kınayarak, yargılayarak, onaylayarak kendine özgü bir biçimde yaşam ve eylemlerimize etki eder. Vicdan insana iyi ve kötüyü gösteren en iyi yol gösterici, en iyi pusuladır.
Vicdan, birçok dinde, birçok felsefi akımda, mistisizmde önem verilmiş bir kavramdır. Günümüzde kimileri "kamusal vicdan" ifadesini kullanmaktaysa da, dinsel, mistik vb. alanlarda böyle bir kavram bulunmaz, vicdan kavramı bu alanlarda hep bireysel vicdan anlamında kullanılmıştır. Felsefeye göre, iç huzuru veya iç sıkıntısı vererek kişiyi uyaran vicdan bir kavram değil, kişinin bir yeteneğidir.
Vicdan hata ve doğrunun sınırını belirleyen, uyumak bilmeyen, kişiyi her an, her yerde izleyen, kişinin niyetlerine göre yargılarda bulunan bir hâkimdir. Hem de insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve düşüncelerdeki maksat ve niyetleri adım adım izleyen, hiçbirisini kaçırmayan, hatır, gönül, hoşgörü, merhamet, dostluk, iltimas vb. tanımadan yargılayıp sorumluluğu takdir eden her zaman uyanık bir hâkim.
Felsefede metafizik anlayış, bu yeteneğin doğuştan var olduğunu ileri sürer, seküler anlayış ise insanın içinde bulunduğu toplum şartlarında edinilmiş görgü ve bilgi sonucunda oluştuğunu ileri sürer.
Yüce Allah insanın yaratılışına, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ve yararlı ile zararlıyı birbirinden ayıracak bir meleke vermiştir (Şems, 91/8). İşte insandaki bu seçici ve ayırt etme melekesine vicdan denir.
İnsanın fiilleri ve davranışlarının olumlu ya da olumsuz olmasında rolü vardır. Vicdan kişinin içe ve dışa dönük işlerinde bir "oto kontrol" görevini yapar. Bununla birlikte İslâm bilginlerine göre vicdan yalnız başına bir delil olamayacağı gibi, hakkı bulmada da yeterli değildir. Çünkü herkesin vicdanı kendi anlayışına ve iradesine bağlı olduğundan, çıkacak sonuç ve değerlendirmeler de farklı olacaktır. Dolayısıyla hüküm ve sonuç bakımından bağlayıcı olamaz.
Vicdan, akıl ve beş duyu… Hepsi de insana bir şeyler takdim eder. Ayrı ayrı hakikatlere kapı açarlar. Ama üstünlük daima vicdandadır; onu akıl takip eder, beş duyu ise en sonda gelir.
Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez. Bir hakikati vicdanen biliyorsak, onun olmadığına dair getirilen bütün akli(!) deliller demagojiden ileri gitmez. Mesela, yaptığımız bir haksızlık için vicdanimiz bizi tazib ediyorsa, aklin ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz.
İnsan birçok hakikati vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme hipotezler kurma yoktur. O, bütün bunlara muhtaç olmaksızın hakikatleri doğrudan bilir.
Maviyi yeşilden gözümüzle ayırd ettiğimiz halde, “şefkatin sevgiden” yahut “korkunun endişeden” farkını vicdanen biliriz.
İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “mademki düşünüyorum, o halde varım” gibi manasız deliller getirmesine ihtiyaç yoktur. İnsan kendi varlığı gibi, kendi sıfatlarınızda yine vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi bulunduğunu, görmeye işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bunlardan şüphe ettiği olmaz.
İnsan, gözüne inanmayabilir; “acaba yanlış mı görüyorum?” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Keza, aklına da inanmayabilir; “yanlış mı anladım?” diye yeniden okuyabilir. Ama vicdani hususunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir tereddütte düştüğü olmaz.
Kaynak : DİB ve muhtelif
---------------
Tefekkür
"Fikr" kökünden türeyen tefekkür, düşünmek ve hatırlamak demektir. Bu anlamda tefekkür, insanı diğer varlıklardan farklı kılan ayırıcı bir özelliktir. Tefekkür, varlıklar ve hadiseler karşısında insanın aklını kullanmasıdır.
Kur’an’da tefekkür teşvik edilmiş ve düşünenler övülmüştür. Kur’an’da yerin ve göğün yaratılışı, darb-ı meseller ve geçmiş toplumların kıssaları üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Bütün bunlar üzerinde düşünen insan gerçeğe ulaşır. Bu âlemin, bir yaratıcısının olduğuna ve O’na kulluk edilmesi gerektiğine inanır.
İnsanlık tarihi boyunca ortaya konmuş bütün anlamlı birikimin kaynağında düşünme, sorgulama ve tefekkür vardır. Nitekim Allah Resulü (s.a.s.), ilahî vahye mazhar olduğunda Hira Mağarasında tefekkür halindeydi. [1]
Hakikate ve hikmete ulaşmanın en önemli yolu olarak tefekkür, Kur’an-ı Kerim’de en çok vurgulanan [2] konulardandır. Yerin ve göğün yaratılışını, gece ve gündüzün birbirini takip edişini düşünenler, akıl sahipleri olarak nitelenmiştir. [3] Kur’an’da bu kavram fiil şeklinde 18 ayette geçmiş, düşünülmesi teşvik edilmiş ve düşünenler övülmüştür. Kur’an, gerçekleri düşünsünler diye gönderilmiştir;
Kur'ân'da, bu varlıkların, özellikle yer ve göklerin yaratılışı, arının bal yapması, bütün yaratıkların insanın hizmetine sunulması, kevnî ve kitabî âyetler, darb-ı meseller ve geçmiş toplumların kıssaları üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
Geçmiş toplumların hayat hikayeleri, göklerin yaratılışı, güneş, ay, gece, gündüz, yer, gök, kara, deniz ve diğer varlıkların insanın hizmetine verilmesi, kâinatın düzenli olarak yönetilmesi, yerin hayata elverişli oluşu, dağların, ovaların, nehirlerin, meyvelerin, bitkilerin, hayvanların var edilişi, insanın topraktan yaratılışı, evlilik ile eşler arasında sevgi ile şefkatin oluşması, uyku gerçeği ve benzeri misâller anlatıldıktan sonra bütün bunlarda düşünen toplumlar için ibretler bulunduğu bildirilmiştir. [4]
Bütün bunlar üzerinde düşünen insan gerçeğe ulaşır. Bu âlemin, bir yaratıcısının olduğuna ve O'na kulluk edilmesi gerektiğine inanır.
Nahl sûresinin 11-14. ayetlerinde tefekkür, aklı kullanma, öğüt alma ve Allah'a şükrün 4 ayette peş peşe zikredilmesi önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu gerçek şudur: Tefekkür eden aklını kullanır, düşünüp aklını kullanan kevnî ve kitabî delillerden öğüt alır, düşünen, aklını kullanan ve öğüt alan insan Allah'ı tanır. O'na iman eder ve sayısız nimetlerine şükreder.
Bütün başarıların, buluşların, bilimsel, teknik ve teknolojik gelişmelerin temelinde tefekkür vardır. Düşünen, aklını kullanan, ibret alan ve nankörlük etmeyen fert ve toplumlar gelişir, huzurlu ve mutlu olur. Bu sebeple tefekkürü İslâm, ibadetler arasında saymıştır. İnsan, son ilâhî kitap Kur’an ve kâinat kitabı olan tabiat ve tabiat kanunu üzerinde düşünmeye teşvik edilmiştir. Düşüncenin, kötüye, kötümserliğe, zarara ve ümitsizliğe değil; iyiye, iyiliğe ve faydalı olana yönelmesi gerekir. Düşünen insan, akıllı, üretken ve verimli olur. Bu sebeple, bütün çağdaş toplumlar, düşünceye ve düşünce özgürlüğüne çok önem vermişlerdir.
Kaynak : DİB ve muhtelif
------------------
[1] “Allah kime hayır dilerse onu dinde derin ve ince bir anlayış sahibi kılar.” (Buhari, “İlim”, 13) "
[2] (Ey Muhammed!) Sana bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Belki onlar düşünürler." (Nahl, 16/44).
[3] "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün gidip gelişinde, elbette akl-ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır." (Âl-i İmrân, 3/190),
[4] (A'râf, 7/176; Yûnus, 10/24; Ra'd, 13/3; Nûh, 16/11-69; Rum, 30/21; Zümer, 39/42; Câsiye, 45/13; Haşr, 59/21).
İrfân
İrfân Arapça kökenli bir kavramdır. Sözlükte; 1- Bilme, anlama, kültür 2- Bilgi, zeka ve deneyle oluşan zihin olgunluğu ve 3- Gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş olarak tanımlanmaktadır.
Aynı şekilde "tanınmak, bilmek" anlamına gelen marifet de, tasavvufta, Allah'ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe götürmeyecek bir bilgiye sahip olmak demektir. Marifetin kaynağı kalp, ruh, ilham ve keşiftir. İlmin kaynağı ise, akıl, duyu organları ve nakildir. Bu sebeple ilim ile marifet birbirinden farklıdır. İlim sahiplerine âlim, marifet sahibi olanlara da ârif [1]denir.
Marifet, yakınlık kurmak suretiyle elde edilen bilgi; ilim, akli bilgi ya da mantıksal çıkarım anlamına gelir.
İlim bilmek ise irfân bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa irfân o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır. Hz. Peygamber’in Allah’a sığındığı faydasız ilim [2] irfana dönüşmemiş ilimdir.
Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, kulları içinde ilim sahibi olanların derin saygı duyacağını belirten ayet [3] ilmini irfâna dönüştürenlere işaret etmektedir.
İrfân yahut marifet başta insanın kendi özü olmak üzere herşeyde Yüce Yaratıcı’nın özelliklerini görmek, yaratıklardaki işaretlerden Yaratıcı’yı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri bu amaçla kullanmak demektir.
Kaynak : DİB ve muhtelif
------------------
[1] Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka bilgiler de vardır, bunlar irfân ile anlaşılır. Âlimlerin sâhib oldukları ilme karşılık ârif denen Allahü teâlânın sevdiği kullarında da irfân denen bir özellik vardır. İrfân, tasavvufta fenâ mertebesiyle şereflenenlerde bulunur. (İmâm-ı Rabbânî)
[2] Tirmizî, “Daavât”, 68
[3] Fâtır, 35/28
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder