Kadın
penceresinden bir tartışma
Uygarlık düzeyini, kadının konumuyla eş
tutmuş bir yazarımız. Bir entelektüel için kadın haklarına sık vurgu yapmak elbette
takdir edilecek bir davranış. Çünkü, ülkemizde "kadın" ve “kadın
odaklı sorunlar” hala önemli meselelerimizden. Ama, insaf etmeli; ‘Uygarlığın
düzeyi, kadının konumundan belli olur’ sözü de pek iddialı bir cümle.
Ayrıca, bildiğim kadar uygarlık sadece bir
ölçüte sığdırılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir konu. Teşbihte hata olmaz derler,
muhtemelen kadının önemini vurgulamak için biraz abartmış olmalı.
Uygarlık kelimesi dilimizde bizim
medeniyet diye bildiğimiz kavramın karşılığı olarak kullanılıyor. Medeniyet;
kültür, sanat, refah, gelişmişlik, ileri teknoloji, mimari, büyük insanlar,
evrensel eserler, özgün değerler ve daha birçok kriterden oluşan son derece zengin
bir oluşum. Uygarlık düzeyini erkek ya da kadın meselesiyle ölçmeye kalkmak
sadece hata olmaz, aynı zamanda bizi dar bir alana hapseder. Bu kavramın bazılarının
dünyasında sadece bir ölçüte bağlanabilen basit bir kelime olduğuna
inanmıyorum.
Kaldı ki, yazarımızın lafı getirip
bağladığı yer uygarlığı neden bu kadar sığ anladığını açıklıyor aslında. Zira,
verdiği örnek, dünyasının medya ile sınırlı olduğunu gösteriyor: "Türkiye’de tüm iyi kadın yazarlar
medyadan kovuldu. Yürürlükteki gaddar maçoluğun bedelini hepimiz ağır ödüyoruz.
Şefkatli, nazik, yumuşak bir ses yok artık medyada."
Maçoluğun bu ülkede geçerini biliriz de
"yürürlükte" kelimesiyle onu siyasal alana taşımak biraz garibime
gitti. Üstelik "gaddarlık" tamlamasıyla.
Merak ettim, medyada konumunu kaybeden
yalnızca kadın yazarlar mı ? Ekonomik ya da güç dengeleri sebebiyle işini
kaybeden onlarca erkek çalışanın bir kıymeti yok mu o uygarlıkta (!) acaba ? Bu
arada kullanılan "kovulma" fiilini de oldukça sarsıcı bulduğumu
söylemeliyim. Açıkça taammüden haksızlık suçlaması var. İşini kaybeden kadın
yazarların hükümet baskısıyla kovulduklarını ima ediyor.
Bu iddia ne kadar doğru bilmiyorum. Ancak,
bu konuda kafamda oldukça fazla soru var. Bu işte hükümetin gerçekten dahli
olmuş mudur ? Malum ya, uçan kuştan hükümeti sorumlu tutmak, her fırsatta onu
didiklemek entelektüel dünyada oldukça revaçta. Yalancı çoban hikayesini
bilirsiniz. Medyada o kadar aslı astarı olmayan balonlar uçuruluyor ki, gün
geliyor sürüye gerçekten kurt gelse, çobanın feryadına kimse aldırmıyor.
Yine de merak ettim, olmuşsa, sadece kadın
oldukları için mi kovulmuşlar (!) acaba ? Ayrıca, kadın sadece "şefkatli,
nazik ve yumuşak bir ses" olduğu için mi gerekli onların dünyasında ? Bu
sözlerde mantık yok, tutarlılık yok. Gerçek olup olmadığı belli olmayan bir
temel üzerine her yanı çürük bir algı inşa edilmeye çalışılıyor. Hayatı sadece
kadın penceresinden göremeyiz. Üstelik kadını şefkat, nezaket ve yumuşaklık
kavramlarına hapsetmek büyük haksızlık. Özetle, bu sözlerin neresi doğru ki inanalım.
Yine de bu meselenin önemini birilerinin
yorum hatalarına kurban etmeyelim. Konu salt medya alanına hapsedilmeyecek
kadar önemli ve derin. Bunun için en başta "medyanın ötesinde, genel bir
kadın sorunumuz olduğunu" kabul etmekle başlayabiliriz. Bir sonraki aşamada
meselenin tek taraflı değil çift taraflı olduğunu görebilmek gerekiyor.
5 Aralık gibi, 8 Mart gibi bazı özel
günlerin sembolik katkılarını görmezlikten gelemeyiz. Ancak, konunun derinliği,
kapsamı ve hassasiyeti daha fazla çaba ve samimiyet gerektiriyor. Bugün çalışma arkadaşı, öğretmen, doktor, sanatçı,
yazar, milletvekili, iş ve bilim insanı gibi hayatın bir çok alanında var olan
kadın sadece “eşitlik” ya da “şiddet” gibi konuların öznesi olarak
hatırlanmamalı. İnsanlığın tarihi kadar eski anne, eş, kız evlat ve sevgili
olarak değerini unutmadığımız gibi. Ne demek istediğimi anladığınızı sanıyorum.
"Deha" sözcüğü için yorum
yapamam ama "Türkiye, kadınların enerjisinden ve sezgi gücünden" daha
fazla yararlanmalı. Bu doğru. Kadınların “başını örtmesi" ya da
"başını açması” sorunu on yıllarımızı aldı. Ama nedense bu konuda hiç de "centilmen
olamayanlar" daha çok kendisini çağdaş ve uygar görenlerden çıktı. Hala da
artçı sarsıntıları bilhassa "çağdaş" hemcinslerinin dişleri arasından
çıkan "tısss !" lamalarla devam ediyor.
Sayın yazarın, bu konuda illa ki öteki (!)
taraftan olumsuz örnekler verme çabasını anlıyorum. Bülent Arınç “Kadınlar
gülmesin” demiş. Onu tanırım. İyi konuşur, arada ağzından ters köşe laflar da
çıkar. Ama hatırlayalım, 2003-2007 yılları daha dün gibi, eşinin başörtüsünden
dolayı başına gelmedik kalmamıştı. Meclis başkanıydı ama başörtülü eşiyle
yanyana olamıyordu.
O haldeyken bile "haklısınız, kadın
evinde otursun, çıkmasın" dememişti. Ama yine de medya bu ülkede "bir
metrelik" bez lafını onun aleyhinde kullanabilme becerisini (!) gösterecek
kadar pişkindi. Haksızlık yapmayalım. Bu talihsiz iki kelime de aynı medyanın
bir sürü laf arasında çımbızla seçerek altını habire doldurup durduğu magazin
başlıklarıymış gibi geliyor bana. Biri bir laf atıyor ortaya, diğeri ona dayalı
haber yapıyor, diğeri yorumluyor, bir başkası evirip çevirip onu yeniden kullanıyor.
Geçmişte böyle o kadar çok yalan dolan haberler
ürettiler ki, duyduğumuz her söze ihtiyatla yaklaşmak onlara göre beri yanda
alışkanlık oldu artık.
Yazarlarımız, sanatçılarımız bu toplumun dili,
kalemi, beyni ve gönlü gibidir. Onları izler, okur, kulak veririz. Biz sıkça
kulansak da, kötü sözü onlara yakıştıramayız. Çünkü, kelimeler onların ağzından
çıkınca da pek sert, pek sivri ve yaralayıcı olabiliyor. "Yüz binlerce kadını diri diri gömdük aslında. İş yok, gelir yok,
umut yok…" cümlesi de böyle işte.
Unutmamalısın ki, Türkiyede işsizlik
sadece kadınlara özgü bir şey değil. Yüzbinlerce, milyonlarca genç
adam da aynı durumda. Bu yolda çaba gösteriliyor biliyorsun. Ancak herşey
birbirine bağlı tasarruf-yatırım-ihracat-vergi-eğitim ve buna benzer daha bir
sürü şey.
Sana rakam da verebilirim, durumun en
azından 2003'ten öncesinden daha iyi olduğuna dair. Ancak, söz konusu olan
"insan" rakam değil. İşsizliğin nasıl bir acı olduğunu bu ülkedeki
her aile ve her insan çok iyi bilir. Daha daha iyisini arayan okumuş ama
vasıfsız işsiz meselesine ise hiç girmeyelim.
Elbette onlar da vardı, ancak "28
Şubat sürecinin de tek mağduru kadınlar" olmadı. Kadın erkek binlerce
insan acı çekti. İtildi, kakıldı, sürüldü, süründürüldü. Bunların içinde
çekiştirdiğin siyasiler de vardı. Merve Kavakçı görünen bir isimdi ama
Erbakan'a, Erdoğan'a yapılanlar daha mı az gaddarcaydı sence.
Sadece 28 şubatı değil, 27 mayısları, 12
eylülleri ve benzeri darbe süreçlerinin aktörü, destekçisi, yaltakçısı olanları
unutmadık. Seni gaza getirenlere dikkat et. Onlar sinip saklandıkları
deliklerde fırsat kolluyorlar. Sen zeki bir adamsın, yılanla yol arkadaşlığı
edenin başına geleni de bilirsin mutlaka.
Sözlerinin devamında "islamcı
erkekler" diyorsun. Ak partinin bu sıfatı kullanmadan iktidara geldiğini
kabul et. Bunu ona giydirenler kasıtla bu algının üzerinden çalışıyorlar.
Derdim yeni bir islamcılık tartışması açmak değil elbette. Önemli bir bölümünün
60'lı 70'li yıllarda revaçta olan o kökenden geldikleri doğru. Ancak, yola
çıkarken "dini parti" olmaz, "demokrasi bir araçtır",
"Laik olan Devlettir, insan değil" gibi farklı
söylemlerle başardıklarını hatırlatmalıyım.
Şimdi onlar siyasal hayatımızın
merkezinde. Daha önce kitleleri olan Adalet Partisinin, Doğru Yol Partisinin,
Anavatan Partisinin, Refah Partisi ve bir çok diğer politik damarı çatılarında
toplayabildiler. Başarı da bu değil midir ? Türkiye’nin %51’inin İslamcı
olduğunu söylemiyorsun değil mi ? Üstelik onların da yarısının da kadın olduğu
konusunda seni uyarmalıyım.
Ülkemizdeki "kadınların diplomasız,
işsiz, yapayalnız" oldukları iddian son derece desteksiz bir
atış. Özellikle kadınları hedef alan olumsuz yasal değişiklikler mi
gördün ? Üniversitelerden mi kovuldular ? Kamu kurumlarında çalışmaları mı
engellendi ?
Neyi ima ettiğim çok açık. Bütün bunlar
2003 öncesi vardı, şimdi yok. Femin okuyucularına sempatik gelme kaygısıyla
şunu demek istiyorsan o başka. Bu insanların genel profili (yani Türkiyenin
yüzde ellisinin) ataerkil bir kültür yapısına ve erkek öncelikli bir karaktere
sahiptir. Bu doğru olabilir. Yine de Türkiye eski Türkiye değil, değişiyor,
farklılaşıyor ve gelişiyor.
Yeni Türkiye'de kadının ağırlığı daha
fazla olacak bunu görebiliyorum. Bir aydın ve yazar olarak bu alanda senin de
çabana ve ürünlerine ihtiyacımız var. Ama, bunu kötü bir politikacı gibi etrafına
sataşarak yapamazsın.
‘Gerçek İslam bu değil’ ülkemizde bolca
kullanılan bir hüküm. Bunda tarihi, köklü bir sünni geçmişin etkisi var elbette.
Anadolu, selçuklusuyla osmanlısıyla bu coğrafyada hakim bir kültür ve medeniyet
oluşturdu. Cumhuriyet de ister istemez bu mirasın izleri üzerinde yükseldi.
Biz ‘Türkiye müslümanlığı’ diyebileceğimiz
bir islam devraldık, onu biliyor öyle de yaşıyoruz. Başka islam
coğrafyalarındaki müslümanlığı tanıdığımız söylenemez. Diğerleri de aynı
bizim gibi kendi kültürel miraslarından beslenen İslam'ı ‘gerçek’ olarak
görüyor olabilirler. Başkalarına ayar verirken bu gerçeği de göz ardı etmememiz
gerekir diye düşünüyorum.
İşte bizdeki bu genel bakış açısının genç
yazarımızın dilinde ulaştığı hüküm: "Şu
anda dünyada birbirine en uzak insanlar, İslamcı teröristler ile barışçı,
medeni, demokrat Müslümanlardır." Yani, Türkiye dünyada var olduğunu
kabul ettiği ‘İslamcı terörizm’ dışında ‘barışçı, medeni, demokrat Müslümanlığı’
temsil ediyor. Bu ayrım ve nitelendirmede ciddi sorunlar olsa da başta
terörizmi reddetmek ve demokrasiye sahip çıkma noktasında haklı.
Ancak, demokratlığı sadece kendisine
yakıştıran, islamcıların demokrat olamayacağına hükmetmiş bir kafa var
karşısında. Soru da zaten bu önyargıyı açık açık gösteriyor: "İslamcılar demokratlığı benimseyebilir
mi ?"
Genç yazarımız ‘Demokratlığı’ geniş açıdan
yeniden tanımlayarak bir manevra yapıyor karşılığında. "Demokratlık, ötekinin yaşam hakkına, söz hakkına saygı
göstermektir. Eşitlikçi olmaktır. Çoğulculuktur. Müzakereden, kuvvetler
ayrılığından, serbest seçimlerden yana olmaktır. Kendine güvenmektir. Tüm
toplumsal süreçlerde barışçı dengeler kurmaktır…Dindar, liberal veya sosyalist
olabilirsiniz. Bununla birlikte demokrat olabilirsiniz. Yani barışçı ve
özgürlükçü olursunuz."

Epey doğru ve kapsamlı bir yorum bu. Ama
bu tanımlamanın soruyu yönelten zihniyeti ikna ettiğini göremiyoruz. Zira,
biraz sonra ağzından çıkan "Ama…"lar bunu gösteriyor.
Yine de genç yazarımız demokratlığa ortak
olma çabasında ısrarlı: "Türkiye’de
dindarlar zaten tüm kazanımlarını demokrasiye borçlu" diyerek
bitiriyor sözlerini. Ama işte, karşısındaki aldığı pası illa gole
çevirmeye kararlı, soruyor: "AKP,
2002’de ‘Müslüman demokratız’ diyordu. Bugün aynı çizgide mi?"
Genç yazarımız biraz önce tutunmaya
çalıştığı pozisyonda sarsılıyor. Galiba en kolayı suçlayıp "o yaptı"
diye başkalarını harcayıvermek. Nasıl olsa didiklenecek ortak bir hedef var
ortada.
Yalnız, kendisini de büsbütün açık
düşürmeyecek bir diyalektikle yapıyor bunu. "AK
Parti iktidarı, bu ülkenin dindar çocuklarının; eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat
ve çalışkan olduklarını gösterme fırsatıydı. Ne yazık ki bu fırsat heba edildi.
‘Kötünün iyisi’ olmaya rıza göstermek utanç verici. Dindarlar, muhalefetteyken
son derece demokrattı. Şimdi, yalnızca bileğine kelepçe takılanlar ‘demokrasi’
diyor."
Karşısındaki zalim. Üstüne üstüne gidiyor
genç yazarımızın. "Siz tam olarak
neyi ümit ediyordunuz?" Edasında müthiş bir gizli kibir var. Hani ‘Siz
nasıl demokrat olabilirsiniz ki ?’ tavrındaki
küçümseyen tavır. Bu defa "Ne
bekliyordunuz ki ?" şeklinde suratını ekşiterek sıkıştırıyor.
Genç yazarımız düştüğü kuyuda çırpınıyor.
Söylediği sözler o yüzden oldukça yüksek seviyeden ve çok romantik. "Batı, bizim sanatsal, derinlikli inanç
değerlerimize; İslam dünyası ise demokratlığımıza ilgi duyacaktı. Tüm gezegene
faydamız dokunacaktı."
Bu sözler başlangıçta AK parti iktidarına
destek veren, kendine göre renkli rüyalar görmüş ancak daha
sonra yine kendisi hayal kırıklığı yaşamış birini açığa çıkarıyor.
Tam da ‘sen ne bekliyordun ki’ diyenlerin istediği şey. Ah keşke
karşısındakinin gözlerinde ‘yok canım daha neler’ diyen zehirli ışıltıları fark
edebilseydi.
Ben öyle düşünmüyorum tabi ki. Sanatsal
zenginliğimiz, derinlikli inanç değerlerimiz, demokratlığımız ve tüm insanlığa
yararlı olma çabamız bize ait ülküler. Bu toprakların dindar çocuklarının
dünden daha fazla eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrat olduklarını biliyorum.
Herkesten fazla çalışkan olduklarını da. Yürüyüşlerini bu ülkenin tarihinde
gelmiş geçmiş en uzun soluklu politik harekete dönüştürdüler. Açtıkları
demokrasi kulvarında adeta rakipsizler, kendileriyle yarışıyorlar.
Ama kabul edelim, genç yazarımızda olduğu
gibi beklenti çok yüksek. İyinin ve güzelinse sınırı yok. Bu nedenle bana göre
onlar ‘kötünün iyisi’ değil, ‘iyinin kötüsü’ durumundalar. Böyle olması da
yadırganacak bir şey değil. Her zaman daha iyiye ve güzele giden yolun açık
olması gerek. Birileri yorulursa ya da tökezlerse bayrağı devralacak yeteri
kadar iyilik erleri var arkalarında. Buna yazdıklarını severek okuduğumuz genç
yazarımız da dahil.