Yiğidin iyisine deli derler
Aslında
"Bürokrasi" ve "Bürokrat" kelimelerini pek sevmem.
Kullanmam da. Bana göre bürokrasi "Devlet işlerinde gereksiz kural ve
işlemler" anlamına gelir. Türkçe’de kullanılan "kırtasiyecilik"
deyimi tam da bu nitelemeyi karşılayan bir kelimedir.
Ancak sözlük anlamıyla bürokrasi "Devlet işlerinin yürütülmesi için
yapılan işlemlerin tümü", bürokrat da "Devlet görevlileri" olarak kullanılınca durum değişiyor tabi.
Bunun kaynağı, yani bürokrasi kelimesinin bu denli geniş anlamda
kullanılmasının nedeni, kökenlerinin batıdan gelmiş olmasından olabilir.
Zira
Bureaucracy Fransızca’da "büro" (Bureau) ve "krasi"
(cratie) kelimelerinin birleştirilmesinden oluşmuş bir kavram. Büro, masa ya da
memurların çalışma odası, krasi de egemenlik anlamında. ingilizcesi de
"officialism" oluyor. Buna göre, bürokrasi kelimesi daha en başında memurun
egemenliği anlamına geliyor.
Bu yüzden devletin
bu tür bürokratik mekanizmaları kurabilmesi ve sürdürebilmesi için önemli
miktarda personel istihdam etmesi gerekir. Ayrıca uzun bürokratik işlemler
önemli bir zaman ve kaynak maliyetine de neden olurlar. Bu da zaten kısıtlı
olan kaynakların ziyan edilmesi demektir.
Çünkü basit bir iş için bile alınması
gereken izinler, onay aşamaları, bitmek bilmeyen imzalar vardır. Uyulması
gereken kurallar, formaliteler icad edilmiştir.
Ancak
işin komik, biraz da sinirlendiren yanı bu işlemlerin kendi içinde bir el etek
öpme zincirini besliyor olması. Çünkü yetki ve sorumlulukların net olmaması,
yetki devrinde kıskanç tutum kamu yönetiminde bir merkezileşme sorunu
oluşturuyor. Bu da aslında bir masada bitebilecek iş ve işlemlerin başka
masaları, katları, binaları hatta şehirleri dolaşmasına, sonunda da başkente
yığılmasına yol açıyor.
Nitekim
iş, merkezi idarenin bürokrasi koridorlarına girdiğinde bitmek bilmez bir
labirentle karşılaşılıyor. Yetki devri olmadığında parmaklar sürekli
"yukarıyı" işaret ediyor. Farkediliyor ki, bu bürokrasi denilen şey
matruşka bebekleri gibi. Bir türlü son sözü söyleyecek efsanevi/hayal adama
ulaşılamıyor.
Bu
konunun asıl komik tarafı, bu yaklaşımın mimarı kabul edilen Alman sosyologu
Max Weber'in (1864-1920) olması gereken ideal
bürokrasi modeli'nden söz etmiş olması. Weber, söz ettiği bürokrasinin
bir ideal olduğunu, gerçek yaşamda var olmadığını düşünüyordu. Ancak uygulamada bunun gerçekleşmesi için de
bazı kural ve düzenlemelerin uygulanmasını önermişti.
Max
Weber, bürokrasi alanında yaptığı çalışmalarla örgüt ve yönetim konusuna büyük
katkılarda bulunmuş ve klasik yönetim anlayışına öncülük etmiş bir sosyolog
bilim adamı. O bürokrasiyi, rasyonellik ya da akılcılık esasına göre çalışan
büyük örgütler olarak tanımlamış.
Zira
sanayi devriminden sonra hızla gelişen ve
modernleşen batı dünyasında, yetersiz kalan küçük örgütlerin yerini
gerek kamu ve gerekse özel kesimde büyük çaplı örgütler almaya başlamıştı. Bu
yüzden, Weber'in tanımladığı bürokrasi, rasyonel çalışan büyük örgütler
anlamına geliyordu.
Büyük
örgütlerde, ast-üstlerin, bunlar arasındaki ilişkilerin, her makamın yetki ve
sorumluluklarının belirlendiği ve iyi tanımlandığı hiyerarşik bir sistemin var
olması gerektiğini savunmuştu. Ayrıca iş bölümü ve uzmanlaşmaya gidilmesi ile
iyi bir bürokraside uyulması gereken bir takım yazılı kural ve düzenlemelerin
olmasını da öngörüyordu.
Ancak
şunları da ilave etmişti ki, kural ve düzenlemelere ayırım yapmadan, keyfilik ve kişisellikten uzak bir
biçimde herkes uymalı. Diğer yandan çalışanların seçimi, ödüllendirilmesi ve
yükseltilmesi de onların nitelik ve performansına dayandırılmalıdır.
Weber'e
göre, örgütlerin irrasyonelliğinin asıl nedenleri keyfilik, taraflılık ve
düzensizliktir. Öngördüğü kural ve düzenlemelere göre örgütlenip yönetilmeleri
ise büyük kuruluşları daha rasyonel hale getirecektir. Zira bu bürokrasi modeli
ile, verimlilik arttırılabilir, kötü yönetim de ortadan kaldırılabilir.
Görüldüğü
gibi bu tanımdaki bürokrasi, olumsuzluk ifade eden kırtasiyecilik ya da işlerin
yavaşlatılıp savsatılması değil. Ayrıca Weber, yöneticileri fikirlerini
uygulamaya değil, örgüt kavramını anlamaya ve onun gelişimine katkıda bulunmaya
çağırmış.
Anlaşılan
bütün dünyadaki yöneticiler Dr.Weber'in platonik önerilerini kendi hiyerarşik
kuleleri için basamak yapmışlar. Böylece adamın asla düşünmediği bir bürokrasi
frankeştayn'ı doğmuş.
Keyfilik,
tarafgirlik ve düzensizlik yerine kuralcılık, vatandaşa eziyet ve
kırtasiyecilik geçmiş. Bu da doğal olarak rasyonellik değil tabi ki. İşin
verimini arttırmak bir yana, bütün kaynakların israfını getirmiş. Etkinlik
sağlanamamış, buna karşılık tırnak içinde sürekli olarak bürokratların
etkililiği artırılmış.
Ülkemizde
yıllardır kamu yönetiminde etkinliğin artırılmasından söz edilir. Genellikle,
etkinlik için bürokrasinin azaltılması konusunda da hemen herkeste bir görüş
birliği vardır. Hatta, bu konuda geçmiş hükümetlerin reform adı altında pek çok
girişimde bulunduğunu da biliyoruz. Ancak, bütün bu çabalar bürokrasinin
azaltılması için yeterli olmamıştır. 2003'ten bu yana da bazı yasal
değişiklikler yapıldı, halen de yapılıyor. Nedense bu konu, yani "Kamu
Yönetiminde köklü reform" gereği bir türlü gündemimizden düşmüyor.
Türk
edebiyatında Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı "Buzlar çözülmeden" adlı
bir eser vardır. Oyunda 60 ihtilalinden sonra yolları kardan kapanan bir
Anadolu kasabasına akıl hastanesinden kaçmış iki şizofren gelir. Kasabalılar
bunlardan birini kaymakam sanıp onun deli dolu idaresine katılırlar.
Bu
ikili kasabayı bir güzel idare ettikleri gibi kurulu sömürü düzenini de
yıkarlar. Mesaj, "bozuk düzeni akıllılar değil, ancak deliler
düzeltebilir" dir. Oyun buzlar çözülmeden, yollar açılmadan, gerçek kaymakam
gelmeden ve deliler yakalanmadan önce kasabada meydana gelen olayları anlatır.
Bu eserin farklı bir versiyonu Kemal Sunal'ın kaymakam rolünü oynadığı
"deli deli küpeli" adlı bir filmle sinemaya da aktarılmıştır.
Bu
eser çok sevilmiş, halk nezdinde benimsenmiştir. Galiba "Atın iyisine
doru, yiğidin iyisine deli derler" sözü de bu ilginin tarihi kökenleri
olduğunu gösteriyor. Günümüze de zaman zaman bazı yansımaları var.
Sistemin
işleyişine ağır eleştiriler getiren rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu da bunlardan
biriydi. Halkın sistemin içinde olmadığını, bundan dolayı bürokrasinin
hantallaştığını dile getirmişti. Ona göre merkezi yönetimin demir yumruğu
yerine yerinden yönetimin kadife eline ihtiyaç vardı.
O
sadece konuşan biri değildi, aynı zamanda inandıklarını uygulayan bir Valiydi.
Örneğin Tokat Valiliği sırasında gerçekleştirdiği torba bütçe uygulaması ile
iline Cumhuriyetten bu yana yapılanlardan daha fazla derslik kazandırmıştır.
1989
yılında kendisini Tokat Valiliği sırasında tanıdım. O zaman Kredi Yurtlar
kurumunda hem Muhasebe Daire Başkanı hem de İhale komisyonu başkanıydım.
Tokat'ta satın alınması gereken bir yurt binası için ekibimle birlikte oraya
gitmiştik. Bir teamül olarak iline gittiğimiz valiyi ziyaret etmek adettendi.
Bu yüzden satın alacağımız binayı inceledikten sonra kendisinden randevu
istedik. Sabah saat 10.00 da Tapu Müdürünün odasında bizi kabul edecekti.
Programını bizim için aksatmadı, demek ki o saatte orada işi vardı diye
düşündük.
Ertesi
sabah bizi bir elinde gül, öbür elinde ıhlamur çayı Tapu Müdürünün odasında
karşıladı. Bizimle aynı seviyede, misafir kanapesinde oturuyordu. Açık ofis
camlarından Tapu Müdürü ile personelinin hemen yanıbaşımızdaki serviste yoğun
bir hareketlilik içinde olduğunu da görebiliyorduk. Vali ise bizimle bir iki
hoş beşten sonra hemen pazarlığa girişmişti. Bir nezaket ziyareti yapacağımızı
zannediyorduk, şaşırmıştık ama çaresiz biz de bu pazarlığa katılmak zorunda
kaldık. Yarım saat içinde her şey tamamlanmış, anlaşmış, çeki vermiş, tapuyu
da almıştık. Hepsi hepsi bir çay içme süresi içinde hallolup bitmişti.
İşte,
rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu kişiliği ve görev yaptığı yerlerde halka
yakınlığı nedeniyle çok sevilmişti. Ayrıca sıradışı fikirleri ve enerjisiyle de
kamuoyunda Süper Vali olarak anılıyordu. O benim gözümde yedi kollu, yedi başlı,
bir dudağı yerde bir dudağı gökte bürokrasi canavarını yenen adamdı. Olumsuz
anlamda kullanılagelen bir bürokrat değildi, belki de halkın atasözüyle
"yiğidin iyisi" ydi.
02
Eylül 2003'te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli yakınlarında geçirdiği
bir trafik kazası sonucu 8 Eylül günü vefat etti. Allah gani gani rahmet
eylesin. Mekanı cennet olsun.