23 Ocak 2021 Cumartesi

23 Ocak 2021 23:30 Cumartesi CORONA GÜNLERİ..............................WhatsApp üzerine

WhatsApp’lı Corona 

Bir mesajlaşma uygulaması olan WhatsApp’ın kullanıcılarına aniden yeni bir gizlilik sözleşmesi dayatması bir süredir tepkilere sebep olmuştu.Çünkü sözleşmenin 8 Şubat'a kadar onaylanması, kabul edilmemesi halinde uygulamanın akıllı telefonlarından silineceği tehdidi yapılıyordu. 

Bu durum Türkiye’de olduğu gibi dünyanın dört bir yanındaki kullanıcıların WhatsApp uygulamasını kitlesel olarak silmelerine yol açtı. Nihayet işte bu karşıt kampanya WhatsApp’ın geri adım attırdı.

Bir anda milyonlarca kullanıcı kaybeden Whatsapp doğrusu böyle bir tepki beklemiyordu. Çünkü WhatsApp’tan gelen emrivaki sosyal medyada infiale sebep olmuş, sanatçılar, siyasiler ve fenomenlerden gelen tepkiler bir çığ gibi büyümüştü. Bunun üzerine Facebook'un sahibi olduğu WhatsApp, son güncellemeyle ilgili kafa karışıklığı olduğunu belirterek, yeni hizmet şartlarını içeren güncelleme için verilen süreyi 15 Mayıs'a kadar ertelediğini duyurdu.


Corona günlerinin esas oğlanı Covid-19 maceralarına devam ediyor. Senaryoda whatsApp gibi bir çok da yan hikaye var. Aşı çıktı, çıkıyor, gelecek, geldi, aşılama başladı gibi haberler de bir alt karakter gibi yavaş yavaş kendini göstermekte. Corona sürecinde kepenk kapatan, paket servisle ayakta kalmaya çalışan, bir açılalım biz her türlü tedbiri alırız diyen oteller hikayenin başka bir tarafı.  “Yandık bittik kül olduk” diyen işletmelerin sızlanması ise fonda gerilim trajedi arası koro halinde.


Yiğidi öldür hakkını teslim et demişler; WhatsApp bu süreçte epey işe yaradı. Özellikle Türk toplumu onu bu günlerde keşfetti desek yeridir. Görüntülü konuşmalar, mesajlaşmalar ve iletişim grupları onun sayesinde hayatımızın bir parçası oldu. Amacı her ne ise biz onu kendi bildiğimiz gibi kullandık. Adı Türkçemize telefon gibi, Sana yağı gibi, PC bilgisayar ya da Laptop gibi yerleşti. Bu çağa ait bir iletişim biçiminin adı olarak yaygınlaştı.


15 Temmuz'la birlikte adını sıkça duyduğumuz "bylock" programının ne demek olduğunu toplum olarak anladığımızı sanmıyorum. Ancak, bundan sonra whatsApp'ı bırakıp hangi uygulamaya geçersek geçelim halk dilinde ona da uzun süre "vhatsap" denileceğinden eminim. Hele de bir çok farklı uygulama ortalarda dolaşıyor ise. Bunların arasında bildiğimiz anlamda iletişim olmayacağına göre önümüzdeki süreçte aralarında hızlı bir rekabet yaşanacağını öngörebiliriz. 


WhatsApp’lı günler

Whatsapp neden bu kadar kısa zamanda kitlesel bir yaygınlığa ulaştı? Çünkü bedava ve kolay bir iletişim aracı. Ama nihayetinde Whatsapp bir şirket. Ticari anlamda bu kadar büyük sayıda kullanıcısı olduğu için kazanç elde etmek istiyor. 

Anlaşıldı ki Facebook, WhatsApp'ı 2014'te 19 milyar dolara satın almış fakat uygulama üzerinden gelir elde etmekte zorlanmış. Peki ne yapacak? Kazanç amacıyla kişilerin konuşma içeriklerini, neyi sevip sevmediği gibi bilgi ve istatistikleri aynı platformdaki şirketlerine sunacak.

Bu risk yok muydu? Hep vardı. En başta onu satın alan facebookta da insanların kişisel bilgileri var. 8 Şubat’tan ya da 15 Mayıstan sonra bir şey değişecek mi? Hayır. Bu şirketlerden yararlananlar Whatsappın kullanıcı bilgilerini, müşterilerinin nelerden hoşlandıkları gibi detayları Facebook ve diğer şirketler ile paylaşmasını kabule zorlanacaklar.

Nitekim son gelişmeler nedeniyle WhatsApp kullanıcılarına bilgi verme görüntüsü altında yeni bir açıklama yapmış. Dünyanın en yaygın kullanılan iletişim araçlarından biri olan WhatsApp duyurusunda Hizmet Politikası ve Gizlilik Kuralları ile ilgili “doğruları” hatırlatmış. Uygulamanın son güncellemesiyle ilgili kafa karışıklığı olduğuna işaret edilen açıklamada, endişeye neden olan birçok yanlış bilgi olduğu ve herkesin uygulamanın ilkeleri ile gerçeklerini anlamasına yardımcı olmak istedikleri belirtilmiş.

WhatsApp, özetle şu mesajları paylaşmış:"Gizliliğinizi korumaya kararlıyız. Kişisel sohbetleriniz uçtan uca şifreli oldukları için WhatsApp bunları okuyamaz ve dinleyemez. WhatsApp paylaştığınız konumu göremez. WhatsApp kişilerinizi Facebook ile paylaşmaz. Kişisel mesajlarınız, aramalarınız, fotoğraf, video gibi medya gönderileriniz her zaman uçtan uca şifreleme ile korunuyor. Yapılan değişiklik daha çok işletmeler ile iletişim sağlanması amaçlı.

Çünkü mesajlaşma daha yoğun halde hayatımıza girmeye başladıkça işletmeler de iletişim halinde olmak için Whatsapp’ı tercih etmeye başladı. Gizlilik politikalarında bu yüzden değişikliğe gidildi. Gizlilik politikalarının ileride işletmelerin müşterileriyle olan WhatsApp üzerinden iletişimlerini yönetmelerine yardımcı olmak amacıyla güncellemek istiyoruz.

Yapılan bu güncelleme ile birlikte işletmelerin gelecekte arzu ederlerse Facebook üzerinden güvenli hosting hizmeti alabilmelerine imkan sağlanıyor. Ancak Whatsapp üzerinden bir işletme ile mesajlaşıp mesajlaşmamak yine kullanıcının tercihine bırakıldı. Benzer şekilde hosting hizmetini Facebook üzerinden alıp almamak da işletmenin inisiyatifinde, Facebook’un değil."

WhatsApp Ne/Değil?

Son günlerde WhatsApp üzerinden yaşanan hareketlenme sorunun “ne olduğu?”nu, “ne olmadığını?” anlamamız gerektiğini hatırlattı.  Çünkü tehdit devam ediyor. Kullandığımız uygulamalarla her türlü yazışma bir yerlerde depolanıyor. Bu facebook ta Whatsapp ta olabilir, başka uygulama da olabilir.

Facebook 2014 yılında 19 milyar dolar vererek WhatsApp'ı satın almış. Anlaşıldığına göre facebook ana şirket sıfatıyla kullanıcı datalarını kullanmak üzere istemiş. Sözleşmeyi kabul etmeyenlerin WhatsApp'ı 8 Şubat'tan itibaren kullanamayacağı mesajı ondan sonra geldi. WhatsApp o bildiriminde, kullanım koşullarını ve gizlilik ilkesini güncellediğini belirterek, kullanıcılarından yeni sözleşmeyi kabul etmelerini istiyordu. Birçok kullanıcı okumadan, güncelleme sanıp kabul etti.

Ancak bu bir anda gelen onay isteği, aynı anda sosyal medyada bir infiale de sebep oldu tabi. Anlaşıldığı kadar milyonlarca kullanıcı kaybeden Whatsapp doğrusu böyle bir tepki beklememiş. Facebook CEO’su bir açıklama yapmak zorunda kaldı ama bu da yeterli olmadı. Whatsapp’ın bağlı olduğu Facebook 100 veri üzerinden yapılan araştırmada 70 veri ile en çok veri kaydeden ilk firma oldu.

Whatsapp sadece ticari anlamda bu kadar büyük sayıda kullanıcısı olduğu için buradan menfaat elde etmek istiyor. Bu risk yok muydu vardı, ama bugünden sonra başka uygulamalar için de aynı amaç, aynı hizmet ve aynı risk var. Mevcut durumda Whatsapp’ın bu yeni durumda yeni sözleşmeye geçmekten vazgeçeceğini düşünüyorum, çünkü güveni kaybeder müşterisini de kaybeder.

Öncelikle bimemiz gereken şey şu; Bizden talep edilen şey konuşmalarımız değil, görüntülerimiz değil, sadece kişisel bilgiler. Whatsapp bilgilerimizi, kiminle yazıştığımızı, hangi konulara ağırlık verdiğimizi Facebook ve kendi şirketleri ile paylaşacak. Bugüne kadarki iletiler eğer bir yerde depolanıyorsa ki depolanıyor bunlara devletlerin ulaşmaları önceden de mümkün değildi, yine de mümkün olmayacak. WhatsApp uygulaması orada olduğu için belki ABD hariç.

Öyle görünüyor ki 8 Şubat’tan ya da 15 mayıstan sonra da bir şey değişmeyecek. Whatsapp kullanıcı bilgilerimizi, nelerden hoşlandığımızı, neyi sevip sevmediğimiz gibi istatistikleri ve bu tip detayları Facebook ve diğer şirketleri ile paylaşmayı sürdürecek. Çünkü Whatsapp’ın 2 milyarı aşkın bir kitlesi var ve bunu paraya çevirmek istiyor. Bu çabası whatsapp’ı ücretli hale getirememenin birikmiş maliyetinin sonucu. Ücretsiz Facebook vb. uygulamaları da bu yolla desteklenecek.

İnsanların Telegram, Signal, BİP gibi uygulamalara yönelmelerinin nedeni gizlilik ve buna duyduğu güven. Whatsapp bu durumu anlatamazsa müşteri kaybedecek. Mevcut durumda Whatsapp’ın gizliliği ortadan kalkmıyor, sadece bilgileri daha önce de paylaşıyordu bu paylaşımı ticari nedenlerle artıracak ve devletlere şahıs konuşmalarını açmayacak bu gizlilik devam edecek.

FaceTime ve Whatsapp üzerinden yapılan görüşmelerde eğer karşı taraf bunu kayda almıyorsa, gönderdiğin mesajı paylaşmıyorsa veya ortam dinlemesi yoksa, casus program yüklenmemişse o cep telefonuna, elbette o kaydın içeriğinin takibi mümkün değil. internet trafik bilgilerinden Whatsapp’a girebildiği görülebilir, ama kiminle ve ne konuşulduğu görülemez.

Whatsapp’tan bilgi almadan, kayda alınmadan, paylaşım yapılmadan, casus programına aktarılmadan konuşmaların elde edilmesi mümkün değil. Bunlara usulsüz müdahaleler varsa, hakim kararı olmadan bu kayıtlar kullanılamaz. Peki nasıl olur? Mesela birisine FaceTime ya da whatsapp üzerinden küfredilir ve bu kayda alınır, bu olur. Niye? Çünkü şahsa karşı suç işlendi ve bu onun delili. Ama izinsiz olarak dinleniyorsa, ortam kaydı yapılıyorsa olmaz, ama hakimden izinli ise o da geçerli.

Bunun bir kanun yok. Olsa bile Whatsapp Türkiye Cumhuriyeti’nde olmadığı için müdahale edemiyoruz. Whatsapp burada temsilcilik açarsa ne olur? Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nde sulh ceza hakimi bir dosyayla ilgili karar verecek. Whatsapp’ı dinlemeye aldırırsa ve Whatsapp bunu kabul ederse gizlilik ve güvenlik biter. Şu an bu aşama yok. Ama Whatsapp gelir Türkiye Cumhuriyet’inde temsilcilik açar, Facebook için temsilcilik açar işte o zaman değişir.

Facebook, Twitter, Instagram vb. uygulamalarının takibi ve yapılan paylaşımların suça konu olanlarının takibi başkadır, Whatsapp gibi iletişim hürriyeti kapsamında yapılan görüşmelerin, insanların özeline müdahale etmek başkadır. İkisini birbirinden farklı şeyler.

20 Ocak 2021 Çarşamba

20 Ocak 2021 19:00 Çarşamba CORONA GÜNLERİ..............................Coronayla ikinci kış

Kış dönemeci

Bugün Corona günlerinin 314.ncüsündeyiz, kışın da tam ortasında. Önümüzdeki yol, arkamızda bıraktığımızdan daha mı az yoksa çok mu belli değil. Şimdiye kadar epey yokuş çıktık, pek çok da iniş yaşadık. Geçtiğimiz dönemeçleri hep yüreğimiz ağzımızda döndüğümüzü hatırlıyorum.

Sanki hafif bir yokuştan aşağıya doğru sallandık iniyoruz. Kar yağmış, beyaz bir dekor eşlik ediyor yolculuğumuza. Önümüzde bir viraj daha var. Ama yaklaştığımız dönemecin arkasında ne var ne çıkacak hiçbir fikrimiz yok.  

Coronavirüs 2019’un Aralık ayında Çinden yola çıktı. Bir yıl dört mevsim geçti o hala dünya yolculuğunu sürdürmekte. Niyeti dokunmadık, can yakmadık memleket bırakmamak herhalde. Kendince 380 günde devrialem seyahati yapıyor. O gönlünce dolaşıyor, biz maskelerin arkasına, evlerimize hapsolmuşuz. Gördüğümüz rüya hep aynı: onu tutup hapsetmek, antikorlarımızla etkisiz hale getirmek ve artık özgür kalabilmek.

Ülkemizde bugün saat 22 itibariyle toplam aşılanan kişi sayısı bir milyona (950.983) yaklaşmış. Sağlık personelinden sonra sırada; engelliler, huzur evlerinde bulunanlar ve 90 yaşın üstündeki insanlarımız var. Böyle giderse bahara kadar 30 milyonu aşabiliriz. Yaz aylarında bile bu iş sürecek gibi görünüyor.

Günlük Corona tablolarına bakılırsa tedbirler oldukça işe yaradı. İnşallah bir taraftan aşı öbür yanda etkili tedbirler rakamları nefes alınabilecek hale getirecek. Umut bu ya; dönemecin arkasında kış bitmiş, çiçekler açmış yolculuğumuz selamete çıkmış meselâ. Sevdiklerimizle yeniden kucaklaşabilmek, rahatça dolaşabilmek, maskesiz çıkabilmek ne güzel olurdu. 

Ülkemizde de Coronavirüs bulaşan insan sayısı 2,5 milyona (2.392.963) yaklaşıyor. Bu nüfusa göre 1 milyon kişiden 28.777 ’i demek. Salgında ölenler ise bugün itibariyle 25 bine (24.161) doğru gidiyor. Oran %1,009 yani hastalanan 1 milyon kişiden 10.096 kişi ölmüş. Rakamlar alınan tedbirler ve sağlık sistemimizin gücü sayesinde Ekim ayına doğru gerilemeye devam ediyor.

Vaka sayıları 11 Aralıktan (32.106) bu yana sürekli düşmekte. Bugün yani 19 Ocak itibariyle 40 gün içinde 5-6 binler seviyesine (6.818) düşmüş durumda. Bunlarında sadece 761’i aktif (%11,2) hasta. Vefat edenlerin sayısı da 167’ye düştü. Vakalar, iki ay önceye yani 23 Kasıma (6.713) dönüş yaptığımızı gösteriyor. Vefatlarda da 26 Kasıma (174)

Dünyada ise virüs bulaşan insan sayısı 96 milyona (95.773.655) yaklaştı. Bu nüfusa göre 1 milyon kişiden 12.317’sı demek. Salgında ölenler ise bugün itibariyle 2 milyonu (2.047.697) aşmış durumda. Oran %2,14, yani hastalanan her 1 milyon kişiden 21.381'i ölmüş.

Tarihin en büyük aşılama kampanyalarından COVID-19 aşısına ilişkin raporlanan verilere göre, 49 ülkede toplamda 37,9 milyondan fazla aşı yapılmış bulunuyor. Günlük aşı uygulaması dünya genelinde ortalama 2,41 milyon doz.

Sadece ABD'de 13 milyon doz aşı uygulanmış. Bu her 100 kişiye 3,9 doz aşı yapıldığı anlamına geliyor. İngiltere'de ise 3,7 milyon doz aşı uygulanarak her 100 kişinin 5,5'na ulaşılmış. İngiltere ve ABD'yi her 100 kişide 1 doz olmak üzere Rusya takip ediyor; Toplam 1,5 milyon aşı. İtalya'da ise 1 milyon kişi aşılanmış. Yani her 100 kişinin 1,7'sine aşı uygulanmış. 

Kuşkusuz bazı ülkeler aşılamaya daha avantajlı başlangıç yaptılar. Çin ve Rusya kendi aşılarını piyasaya sürerek milyonlarca kişinin aşılanmasını sağlamış durumda. Çin, Sinovac Biotech, CanSino Biologics, Sinopharm aşıları ile 9 milyon doz aşıyı her 100 kişide 0,64 oranında uyguladı.

Türkiye aşı programına yeni başlamasına rağmen, Kanada, Fransa, Polonya gibi ülkelere kıyasla vatandaşlarına daha fazla aşı yapabildi.

Kış tatili

Corona günlerini her kesim kendine göre farklı zorluklarla yaşıyor. Sorsanız sağlık görevlileri başka anlatır, ev hanımları başka, gençler başka başka şeylerden şikayetçidir. Bu sürecin en mağdur insanları ise hiç kuşkusuz 65 yaş üstü olanlar. Neden? Çünkü coronavirüs onlara dadanmış durumda, herkesten fazla korunmaları gerekiyor. Bu da çok daha fazla kendilerini izole etmeleri demek.  

Ancak bana sorarsanız bu dönemde genelde çalışan insanlar, özellikle de sınıf öğretmenleri çok daha ağır bir yükün altındaydılar. On gündür dördüncü sınıf öğrencisi torunumla beraberiz. Kızım ve damadım da sınıf öğretmeni. Ayrıca üniversite sınavlarına hazırlanan bir de genç kız torunum var. Uzaktan eğitim denilen şeyi onlarla birlikte aynel yakîn görmüş oldum. Bir evin her odasında gün boyu canlı yayın ders yapıldığını bir an için gözünüzün önüne getirin ne demek istediğimi anlarsınız.

Hem ailelerin, hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin çok bunaldığını anlamak zor değil. Çok şükür ki cuma günü okullar tatile giriyor. Daha doğrusu uzaktan eğitim ara verecek mi demeliydim. Eskiden biz çocuk diliyle bu araya “0nbeş tatil” derdik, iki hafta sürdüğü için. Ya da Şubat ayına denk geldiği için halk diliyle “Şubat tatili”diye geçerdi. Ona “Sömestir tatili” diyenler daha ziyade okumuş, seçkin bir kesim. Bazen de “karne tatili” denmesinin sebebi öğrencilerin yarıyıl karnelerini almalarından.

“Sömestir” kelimesi Türkçeye Fransızcadan geçen akademik veya idari yılın her bir yarı dönemine verilen admış. Bizde akademik yılın birinci döneminin ardından okullarda eğitim-öğretime verilen ara için kullanılır olmuş. Amacı; öğrencilerin, öğretmenlerin ve okulların idari personelinin bu dönemi dinlenerek ve akademik yılın ikinci dönemine hazırlık yaparak geçirmeleri.

15 Şubatta inşallah okullar açılır yüz yüze eğitim başlar. Çocukları evde zapt edemeyen, her gün adeta bir curcuna yaşanan evlerdeki anneler önce bir “Ohh!” çekeceklerdir eminim. Çocuklar da sıralarına, arkadaşlarına kavuşacaklar. O günkü sevinçlerini görmek gerek. Ya öğretmenler? Zaten zor olan görevlerine yaşadıkları bu uzaktan eğitim çilesinden sonra herhalde koşa koşa giderler.

Bugün corona salgınında 315.nci takvim sayfasını yırtmak üzereyiz. İkinci kışı geçirirken gündemimizde birkaç önemli şey var. İlki çocuklarımız uzaktan eğitim gibi uzaktan karne de alacaklar. Herhalde onların yaşamlarında da unutmayacakları bir anı bu. İkincisi ülkemizde aşı uygulaması bir haftasını doldurdu ve saat 19.12 itibariyle toplam aşılama 1 milyonu aşmış (1.048.675) durumda. Bu durum umutlarımızı arttırıyor.

Üçüncü gündem maddesi ise uzak bir yerden, taa Amerika’dan. Bir saat sonra seçilmiş başkan Biden Başkanlık yemini edecek. 46. Başkan Washington’da olağanüstü önlemler altında fakat son derece hiç de renkli olmayan bir şekilde karşılanacak. Trump Beyaz sarayı terk edip Floridaya gitti. 25 bin ulusal muhafız görevde. Amerikalılar kalkışmanın ne demek olduğunu, korkuyu kış soğuğu gibi iliklerine kadar hissederek yaşadılar. Umarım kulaklarına küpe olur.

19 Ocak 2021 Salı

20 Ocak 2021 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı197.................................Tarım ve hayvancılık(III)

Tarım ve hayvancılık(III)

Bu hafta da Susurluğun ‘GZFT.09-TARIM VE HAYVANCILIK’ sektörü alanında ’zayıf’yönlerine  bakarak amaç ve stratejilerimiz istikametinde onları güçlendirmeye yönelik yeni bazı hedefler belirlemeye çalışacağız. Yapılan tarama çalışması ve durum analizi sonucu sektörde tespit edilen ‘Zayıf yanlar’ ımız; ZY.09.1-Tarım arazilerinin ve işletmelerin küçüklüğü, verim düşüklüğü, ZY.09.2-Hayvancılık işletme ölçeklerinin küçük olması, ZY.09.3-İşletmelerin kurumsal olarak gelişmemiş olması, ZY.09.4-Markalaşmadaki yetersizlik ile İhracat ve markalaşma potansiyeli yüksek ürünlerin olmaması ’  şeklinde tespit edilmiş ve sıralanmıştı. Tarım, nüfusun beslenmesini sağlamanın yanı sıra milli gelire, istihdama, dış ticarete, tarıma dayalı ve bağlı sanayilere yaptığı katkıdan dolayı sosyal ve ekonomik açıdan stratejik öneme sahip bir sektör olarak kabul ediliyor. Kuşkusuz ilçe olarak TARIM VE HAYVANCILIK alanında güçlü yönlere sahip olduğumuz kadar ’ZAYIF’ olduğumuz ya da günden güne zayıflamakta olan taraflarımız da var. Şimdi zayıf yönlerimizin telafisi ve güçlendirilmesine yönelik ne gibi hedefler öngörülebilir, buna kafa yoralım.

Öncelikle bazı konuların ‘AMAÇ.2-KALKINMAYI BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK’ için ‘StrA.2.3-Üretkenlik ve Rekabetçilik’ şeklindeki stratejik amacımız ve ‘Str.2.3.1-Üretken olma’ stratejimizle ilgili olduğunu görüyoruz. Bunlar; ‘ZY.09.1-Tarım arazilerinin ve işletmelerin küçüklüğü, verim düşüklüğü’ ve ‘ZY.09.2-Hayvancılık işletme ölçeklerinin küçük olması’ gibi zafiyetler.  

Ayrıca bu alanda ‘Ekonomik olmayan faaliyetler, verimsizlik ve kötü yönetim’, ‘Boşalan köyler ve yaşlı nüfus' ile ‘Tarım ve hayvancılıkta çalışacak insan gücünün azalması’ gibi gerçeklikler de var. Öngöreceğimiz hedeflerin bütün bu meselelerde daha üretken ve rekabetçi bir yapı için bize yardımcı olabilmesi lazım.Türkiye’de nüfusun artışına paralel, işlenebilir arazilerin artmaması neticesinde, toprak üzerindeki nüfus baskısı giderek artıyor ve tarımsal işletme arazileri sürekli parçalanmaya devam ediyor. Bu yüzden Türkiye’de tarım işletmelerinin çoğunluğu yeter büyüklükte olmadığı gibi, tarım toprakları da çok parçalanmış ve verimli biçimde işlenemeyecek duruma gelmiş durumda. Tarım arazileri bir tarımsal işletmenin verimli olamayacağı kadar küçülmüş ve birbirinden uzak, dağınık yerlerde. Yapılan araştırmalar arazi parçalanması ile işletmelerin küçülmesinin birlikte geliştiğini gösteriyor. Bu açıdan Tarım arazilerinin ve işletmelerin küçüklüğü ve verim düşüklüğü en önemli zafiyetlerimizden biri. Günümüzde, toprağın vazgeçilemezliği ve sınırlı üretim faktörlerinden biri olduğu çok açık. Oysa parçalılık ve dağınıklılık tarımsal yapıda bozukluklara ve verimsizliğe yol açtığı gibi verim artırıcı önlemlerin alınmasını da zorlaştırmakta. Sonuç, doğal olarak maliyetlerin de yükselmesi oluyor. Bu nedenle ülkemizde gittikçe daralan tarım arazilerinde üretimde verimlilik için; öncelikle tarım arazilerinin ekonomik büyüklükten daha küçük parçalara ayrılmaktan korunarak amaca uygun kullanılması gerekiyor. Bu sebeple sınırlı toprağımızın yetenek ve niteliklerinin belirlenmesi ile arazi kullanım planlaması yapılması bir zorunluluk. Arazi toplulaştırmalarının bu sorunun çözümü noktasında büyük faydası olacağı bekleniyor. Ancak bir taraftan da:’HDF.2.3.1.10-Tarım arazileri ve işletmelerinin ekonomik büyüklükten aşağıya düşmemesi için çiftçilerimizi bilinçlendirmek’hedefini ihmal etmemeli. İkincisi: ‘HDF.2.3.1.11-Verimliliği arttırmak üzere toprak özelliklerinin belirlenmesi ve arazi kullanım planlaması konularında işletmelere yardımcı olmak’hedefi verimlilik açısından şart

Genel olarak Türkiye tarım ve hayvancılık sektörünün en önemli sorunu işletme sayısının fazlalığı, ancak bu işletmelere düşen arazinin çok az büyüklükte olması. Bu araziler ise miras, alım-satım, ortakçılık, yollar ve kanal inşalarından dolayı sürekli parçalanmakta. Oysa hayvan ve hayvansal ürünler elde etmek amacıyla üretim faktörlerini bilinçli ve sistemli şekilde bir araya getiren, azami kâr elde etmek amacıyla üretimde bulunan, bu üretim sonucu katma değer sağlayan iktisadi ünitelere hayvancılık işletmesi deniyor. Bir ekonominin büyümesi gelişmesi, o ekonomide faaliyet gösteren işletmelerin ölçeklerinin büyümesi ve sayılarının artmasıyla mümkün. İşletme yapılarının rasyonel hale gelmesi, devamlı ve tam kapasitede çalışabilmesi de öncelikle buna bağlı. Bu nedenle sadece ilçemizde değil genel olarak ülkemizde Hayvancılık işletme ölçeklerinin küçük olması üstesinden gelinmesi gereken önemli bir zafiyet. Hayvancılık işletmelerinin büyük bir bölümü aile işletmeleri ve küçük ölçekliler. Hem büyükbaş hem de küçükbaş hayvancılık işletmelerinin çoğunluğunda üretimde geleneksel yapı hakim. Hayvancılık işletmeleri genellikle işletme tanımında ifade edilen ekonomik bilinçten yoksun. Şayet bir işletmede ekonomik bilinç yoksa üretimde kazançlı bir maliyet fiyat ilişkisi kurmak da kolay olmaz. Oysa ekonominin büyümesi ve gelişmesi, tüm sektörlerde olduğu gibi hayvancılık sektöründe de yığın halde üretim yapan, devamlı ve tam kapasitede çalışan, ihracat yapan, yatırım yaparak gelişen işletmelere sahip olmakla mümkün. Öte yandan işletmelerdeki rasyonelleşme girişimleri ve bu yönde alınacak tedbirler kırsal ekonomik kalkınma ve istihdam için de hayati önem taşıyor. Bu yüzden mevcut zafiyetimizin telafisi ancak; HDF.2.3.1.12-Hayvancılıkta rasyonel işletme ölçeklerinin bilinmesini sağlamak ve bu yönde çaba göstermek’hedefiyle mümkün.

            Genelde Tarım ve Hayvancılık sektöründe görülen bir diğer zayıf yön; ekonomik olmayan faaliyetler, verimsizlik ve kötü yönetim ilçemiz için de geçerli. Ülkemizde tarım arazileri; tarımın yapılmasını engelleyecek şekilde parçalı, bozuk şekilli, yol ağı olmayan, sulama ve drenaj sisteminin uygulanmasını güçleştirici bir konumda. Sulama, gübreleme, tarımsal mekanizasyon, kaliteli tohumluk kullanımı ve tarımsal mücadele gibi zamanın tarım yöntemlerinin uygulanmasında gösterilen çabalar verimin bir miktar artışını sağlamışsa da, birim başına bitkisel ve hayvansal üretimin yeterli düzeye eriştiği söylenemez. Parsellerin dağınık ve küçük oluşu üretim faaliyetleri sırasında daha fazla makine ve insan kullanımı gerektirdiği gibi yoğun tarımı da engellemekte. Diğer bir ifade ile birim alana üretim azalırken, maliyet artmakta. Ayrıca, sulama uygulamalarında güçlüklerle karşılaşıldığı gibi, sulama şebekelerinin maliyetlerinin yükselmesine, yüksek yatırım maliyetine karşılık sulama randımanı ve sulama oranının düşük kalmasına neden olmakta. Türkiye’de işletme yapılarının irrasyonelliği, pazarlama hizmetlerinin etkin bir şekilde yürütülmesine imkân vermediği için hayvansal ürünlerde verim ve kaliteyi artırmak da mümkün olamamakta. Meselâ köylerde yapılan hayvancılık; geleneksel yapıda, ekonomik bilinçten yoksun, yeterince dışa dönük üretim yapmayan, küçük ve dağınık işletmeler. Bu işletmeler, tüketim pazarlarının fiyat, miktar ve kalite eğilimleri hakkında yeterli bilgiye de sahip değiller. Pazardan uzaklıkları paralelinde, ürünlerinin pazarlanmasında çok sayıda aracıya ihtiyaç duyuyorlar. Bu sebeple üreticinin gerçek alın teri ve emeğinin karşılığını alabilmesi de zorlaşıyor. Peki, çözüm ne? Çözüm, tarım ve hayvancılık sektöründe ürünün daha iyi değerlendirilmesi ve gelirin arttırılması ancak; üretim, lojistik ve pazarlamada entegre tesisler ile mümkün. Bu aynı zamanda tüketicinin de uygun şartlarda ürün tüketmesi demek. Bu yatırım ve üretici örgütlerinin de devlet tarafından teşvik edilmesi ve önlerinin açılması gerekli. Ayrıca Tarım arazilerinin sürdürülebilir kullanımı açısından Milli Tarım projesi kapsamında toprak ve su kaynaklarının yönetiminde havza yönetimine geçilmesi sorunun büyük ölçüde aşılmasını kolaylaştırabilir. Bu sebeple ilk hedef: ‘HDF.2.3.1.13-Tarım ve hayvancılıkta üretim-ürün-lojistik-pazarlama zincirini kuracak entegre tesislere yönelmek’olmalı. İkinci hedef ise; ‘HDF.2.3.1.14-Uygun olan alanlarda tarımsal üretim, muhafaza ve pazarlama kooperatifleri kurmak ve güçlendirmek’ yararlı olabilir. Bu hedef kapsamında özellikle üretici bayanların kuracakları kooperatif türü oluşumların Susurluğun kalkınmasında çok önemli bir işlev üstlenebileceklerini düşünüyorum. Üçüncü olarak ekonomik olmayan faaliyetler, verimsizlik ve kötü yönetim alanındaki zayıf yönümüzün telafisi amacıyla arazi toplulaştırmalarıyla beraber ‘HDF.2.3.1.15-Milli Tarım projesi kapsamında planlı havza yönetimine uyum göstermek’ zorunlu gibi gözüküyor. Böylelikle ekonomik olmayan faaliyetlerin, verimsizliğin ve kötü yönetimin de önüne geçilebilir. 

    Uluslararası Çalışma Örgütünün tahminine göre dünyada kırsal nüfustaki azalma gibi tarımsal istihdamın toplam istihdam içerisindeki payı da azalma eğiliminde. Günümüzde dünya nüfusu içerisinde kırsal nüfus oranı yüzde 45’e kadar düşmüş durumda. Nitekim ülkemizde de zaman içerisinde kırsal nüfus azalması gibi, tarımsal faaliyetlerde bulunanların payı da azalış göstermiş. Cumhuriyet döneminin başında toplam istihdam içerisinde tarımsal istihdamın payı yüzde 80’ler düzeyinde iken günümüzde ancak yüzde 18,4 seviyesinde. Yani yaklaşık çalışan her beş kişiden sadece biri tarım sektöründe ve rakamlar gittikçe daha da azalma eğiliminde. Kırsal alanda giderek boşalan köyler ve yaşlı nüfus gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu sorun sanayileşme ile ortaya çıkan genel bir tehdit olsa da bu olgunun ilçemize yansıması Tarım ve hayvancılıkta çalışacak insan gücünün azalması olarak ortaya çıkıyor. Çevremizdeki büyük kentlerde kümelenen ekonomik faaliyetler ve refah gençlerimiz için çekim merkezi olmuş durumda. Tarımın gençler tarafından cazip bir istihdam alanı olarak görülmemesi ve kırsal kesimde tarım dışı sektörlerdeki istihdam potansiyelinin düşük olması, gençlerin kırsal alan dışında iş aramasına neden oluyor. Buna neden olan şey kırsaldaki insanların ekonomik ve sosyal beklentilerinin karşılanamaması. Böyle olduğunda kente göç kaçınılmaz hale geliyor. Kentlerde hizmet ve sanayi sektörlerinin düşük vasıflı işgücü talebi de, kırsal alandaki genç nüfusun kente göç etme eğilimini artırmakta. Bu durum aslında kentlerin de dengesini bozmakta. Ancak genç nüfusun kente göç etmesi, dinamik bir kırsal ekonomi için ihtiyaç duyulan üretken işgücünün de kaybı anlamına geliyor. Çalışacak insan gücünün azalması, özellikle de köylerde azalan üretici nüfus ve yaşlanma faktörü geleneksel tarım ve hayvancılığımızı yok etmek üzere. Oysa tarım, yoğun iş gücü gerektiren bir sektör ve çalışacak insan gücüne ihtiyaç duyuyor. Tarımsal sürdürülebilirlik için öncelikle kırsal nüfusa gerek var. Üstelik tarım ve hayvancılıkta bilinçli ve girişimci bir genç kitleye ihtiyaç gittikçe artıyor. Bu sorunun üzerine gidilmesi ve orta vadede güçlü hale dönüşebilmek gerekiyor. Bu nedenle kırsalın kırsalda kalkındırılması ve buna göre tedbirlerin alınması stratejik önemde bir devlet politikası. Öte yandan kırsal kesimde açılacak meslek kurslarıyla gençlerin geleceklerini tarımda görmeleri ve bilinçli işletmeler kurmaları ilçe bazında yapılacak çabalarla da sağlanabilir. Böylece hiç olmazsa bundan sonra işletmelerin küçülmeleri önlenmiş, tarım nüfusu azalsa da işgücü niteliği artmış olur. İlaveten kamusal alanda bilgiye yapılan yatırım, destekleme ve fonlarla yapıyı düzeltici özellikte kalıcı çabalar da kuşkusuz etkili olacaktır. Bu nedenle çalışacak insan gücünün azalmasını önleyecek şekilde: HDF.2.3.1.16-Kırsal alanda nitelikli genç üreticiler yetiştirilmesine ve verimli işletmeler kurmalarına yardımcı olmak’ öncelikli hedef olmalı. Diğer bir hedef de boşalma riski taşıyan köyler için alternatif turizm faaliyetleriyle eşgüdüm sağlayacak şekilde ‘HDF.2.3.1.17-Örnek Tarım ve hayvancılık projeleri yapılmasını ve uygulanmasını sağlamak’ zayıf yönümüzün güçlendirilmesinde etkin olabilir.
            Başka bazı zayıf yönlerimiz için ‘StrA.2.4-Özgün, ileri ve Güçlü olmak’ şeklinde bir başka Stratejik amacımız daha var. Bunun için de ’Str.2.4.2-Her alanda ilerleme sağlama’ stratejisi izlemek gerekiyor. Çünkü ‘ZY.09.3-İşletmelerin kurumsal olarak gelişmemiş olması’,’ZY.09.4-Markalaşmadaki yetersizlik ile İhracat ve markalaşma potansiyeli yüksek ürünlerin olmaması’ konularındaki zafiyetimizin altında kurumsallaşma, markalaşma ve ihracat deneyim eksiklerimizin bulunduğu açık. Türkiye’de yaklaşık 3 milyon tarım işletmesi var. Tarımsal faaliyet, bu işletmelerde kendi hesabına çalışanlar, işçiler ve tüm aile bireyleri için işten çok daha öte bir yaşam biçimi. İşletmelerin kurumsal olarak gelişmemiş olması elbette ki ekonomiklik açısından ileri ve güçlü olmamızı engelliyor. Ancak özgün bir model inşa etmemizin önünde ciddi bir engel değil. Yetersiz bir sektöre ve zayıf işletmelere sahip olsak da onlar bizim. İhracat ve markalaşma seviyesi düşük ürünler de bize ait değerler. Onlara sahip çıkıp koruyarak özgün bir modelle geliştirmeye çalışmaktan daha doğal ne olabilir. Eğer Susurluk’ta topyekûn bir kalkınma, gelişme ve büyüme söz konusu olacaksa bu değerlerimizle birlikte ve onların üstünde yükselerek olacak. Esasen kırsal üretimin üç ana kalemi var. Bunlar üretim, pazarlama ve finansman şeklinde bir sacayağı. Şayet bu üç unsur doğru çalıştırılabilirse kırsal kalkınmanın olmaması da zaten mümkün değil. Kaldı ki bünyeye uymayan şablon modeller yerine değerlerimiz üzerine oturmuş bize ait işletme modellerini geliştirmemiz daha akıllıca olur. Bir örnek vermek gerekirse; güçlü bir yaş meyve sebze üretim potansiyelimize karşılık pazarlamaya yönelik paketleme tesisleriyle entegre soğuk hava depoları eksikliği ilçemiz için önemli bir boşluk.  Bu alanda sağlayacağımız ilerleme işletmelerimizin kurumsallaşmasına da katkı sağlayacak. Böyle yatırımları yapabilmek; kapasite büyütmek ve güçlenmek de demek. Bu nedenle sektördeki zayıflığımızı gidermenin akla gelen ilk yolu bir seferberlik ruhu içinde üretim, yine üretim, uygun sunum ve daha fazla satış yapmaktır.  Öte yandan Tarımsal faaliyetler; birçok risk, belirsizlik ve yaşamsal önem nedeniyle stratejik bir sektör. Bu nedenle her toplumda çeşitli destekleme araçları ile korunuyor. Şayet uygulanan destekler etkin biçimde kullanılırsa bunu talep eden tarımsal faaliyet ve işletmelerin şartlara uyma çabasıyla birleşip bu zafiyet onarabilecek. O yüzden’HDF.2.4.2.12- Tarım sektöründeki İşletmeleri daha ileri ve güçlü olmaya yönlendirmek hedefi oldukça önemli. Ancak bunu yaparken ‘HDF.2.4.2.13-Mevcut tarım işletmeleri ve ürünlerimizi kendimize ait özgün bir modelle kurumsallaştırmayı denemek’ ihmal edilmemeli. Böylece sektörde zaten güçlü bulunan Susurluk için kurumsallaşma açısından da özgün işletme modelleri geliştirilebilir. Örneğin, doğal üretim, sağlıklı depolama, işleme, paketleme ve internet üzerinden satış vb. uygulamalar kurumsallık açısından pekâlâ kullanılabilir. Ancak bu konuda asıl sıçratıcı formülün’HDF.2.4.2.14-Kurumsallaşan işletmelerimizle tarımsal ürünlerde markalaşma ve ihracat hedeflerini başarmak’ olduğu da asla unutmamalı.

yyalcin3@gmail.com

19 Ocak 2021 Salı 16:30 KİTAPLAR ARASINDA..................................Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?

Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?

Orijinal ismi "Do Humankins’s Best Days Lie Ahead?" olan "Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?" adlı kitap " bir tür münazaradan çıkmış. Geleceğe yönelik "fütürist" bir yayın. Alain De Botton(1) , Steven Pinker(2) , Matt Ridley(3), Malcolm Gladwell(4) arasındaki tartışmayı Malcolm Gladwell kitaplaştırmış. Çeviri, Cem Duran'a ait. Türkiyede ilk baskısı 2017 yılında Domingo Yayınevinde yapılmış. Sayfa Sayısı ise 119.

Masadaki kavramın adı “Gelişim”. Bu kelime, modern çağın ışıltılı kavramlarından biri. Teknolojinin yaygınlaştığı, kişisel özgürlüklerin, küresel ilişkilerin hiç olmadığı kadar güçlendiği dünyamızda, insanlık altın çağına mı yaklaşıyor? Yoksa gelişim kavramının bir gerçeklik değil sadece ideoloji, Batı’dan çıkma bir illüzyon olduğunu söyleyen muhalifler mi haklı?

Dünyaca tanınmış dört düşünür günümüzün en sıcak tartışmalarından birini ele alıyorlar. Steven Pinker ve Matt Ridley geleceğin daha güzel günler getireceğine dair, Alain de Botton ve Malcolm Gladwell’e meydan okuyor.

2006 yılında Peter ve Melanie Munk tarafından kurulan Aurea Vakfı’nın her sene her altı ayda bir Kanada’nın Toronto kentinde düzenlediği “Munk Münazaraları”dünya çapındaki en heyecan verici tartışmalar arasında.  Son 10 yılda dünya çapında pek çok değerli yazar, düşünür, politikacı ve sanatçıyı konuk etmişler. Küresel bir forum iddiasında olan etkinlik dünyanın aydın kesimlerince büyük bir dikkat ile izleniyor.

Munk Münazaralarında dile getirilen meseleler çok farklı alanlardan sorunları masaya yatırıyor. Amaçlarını ise şöyle ifade etmişler: “İçedönük olmak kolay. Bilinmeyene doğru ilerlemek ise zordur. Bu münazara serisinin amacı, insanların hızla değişen dünyamızı daha yakından tanımalarına yardımcı olmak ve ortak geleceğimizi şekillendirecek meseleler ve olaylara dair evrensel diyaloğa daha rahat katılmalarını sağlamaktır. Başımızda pek çok acil mesele var. Küresel ısınma, açlık belası, soykırım, kırılgan ekonomik düzen. Bunlar insanlık için önem arz eden kritik meselelerin yalnızca birkaçı. İşte Munk Münazaraları, hayati konular üzerinde kurmaya çalıştığı küresel diyalog vasıtasıyla, dünyanın en parlak beyinlerinden geçen fikir ve görüşlerden haberdar olmamızı sağlıyor.”

İlk takım; Montreal’den, bilişsel bilimin öncülerinden, dünya çapında üne sahip yazar ve akademisyen Steven Pinker ile Times gazetesinde yazan ve dünyada çoksatar önemli kitapların yazarı Matt Ridley. Münazaranın karşı tarafında ise, İngiltere’nin önde gelen yazar, yayıncı, düşünür ve kendi kuşağının en popüler filozoflarından Alain de Botton ile New Yorker dergisi yazarı, kitaplarından tanıdığımız Malcolm Gladwell.

Münazaraya geçmeden önce 3000’ kişilik dinleyiciler arasında bir oylama yapılmış. Sonuç: “Gelecek daha güzel günler getirecek” fikrine katılanların oranı %71, katılmayanların oranı ise %29 çıkmış.

STEVEN PINKER:

"Sizleri geleceğin daha güzel günler getireceğine ikna etmeye çalışacağım. Evet, niyetim inandırmak değil, ikna etmek. Gazeteciler düşen uçakların haberini yapar, sağ salim inen uçakların değil. Dünyadaki kötü olayların hepsi topyekûn ortadan kalkmadığı sürece haberleri doldurmaya yetecek kadar kötü haber her zaman olacaktır. Ve insanlar asırlardır yaptıkları gibi, dünyada işlerin her geçen gün daha kötüye gittiğine inanmayı sürdürecektir.

Hayata dair on farklı konuda bu gidişatlara birlikte bakalım. İlk başta hayatın kendisi. Bir buçuk asır önce insan ömrü ortalama 30 yıldı. Bugün 70. Bu yükseliş durma belirtileri göstermiş de değil. İkincisi, sağlık üçüncüsü de, refah seviyesi. İki yüzyıl önce, dünya nüfusunun %85'i aşırı yoksulluk içinde yaşıyordu. Bugün bu oran %10’un altına indi. Birleşmiş Milletlere göre 2030'da sıfırlanabilir. Dördüncüsü, barış ortamı. Gelişmiş ülkeler yetmiş yıldır birbiriyle savaşmıyor; büyük güçler ise altmış yıldır. Besincisi, güvenlik. Bütün dünyada şiddet suçları düşüyor, hem de pek çok yerde jet hızıyla. Altıncısı, özgürlük. Tek tük ülkelerdeki irtifa kayıplarına rağmen, küresel demokrasi endeksi hiç olmadığı seviyelerde. Yedincisi, bilgi. 1820'de insanların %17’si temel eğitime sahipti. Bugün bu oran %82. Ve oran hızla%100 doğru yükseliyor, Sekizincisi, insan hakları. Devam etmekte olan küresel seferberliklerin hedefleri arasında çocuk işçiliği, idam cezası, kadınlara şiddet, kadın sünneti, eşcinselliğin suç sayılması ve insan ticareti gibi konular var. Dokuzuncusu, cinsiyet eşitliği. Küresel verilerin gösterdiğine göre kadınlar artık daha iyi eğitim alıyor, daha geç evleniyor, daha çok kazanıyor, güçlü ve etkili konumlara daha çok geliyorlar. Sonuncusu da zeka. Dünyanın her yerinde IQ he on yılda üç puan artıyor.

Daha zengin bir dünyanın çevre temizliği için daha çok parası olur; çetelerle polis mücadelesi, eğitim ve sağlık için daha çok parası olur. Daha iyi, eğitimli ve kadınların daha çok söz sahibi olduğu bir dünya daha az diktatöre, daha az sayıda anlamsız savaşa maruz kalır. Bu gelişmeler teknolojik ilerlemeleri de besler. Moore yasası geçerliliğini hala koruyor. Genombilim, norobilim, yapay zekâ, malzeme bilimi kanatlanmış uçuyorlar.

Kehanetlere rağmen Nagasaki'den beri tek bir nükleer silahın kullanılmadığını unutmayalım. Soğuk Savaş sona erdi. On altı devlet nükleer silah programlarından vazgeçti. Nükleer silahların sayısı %80 azaltıldı. Diğer tehlike iklim değişikliği. Bu insanlığın en çetin sorunu olabilir. Fakat ekonomistler bu sorunun da üstesinden gelebileceğimiz konusunda hemfikir.

Bu arada yenilenebilir enerji, dördüncü kuşak nükleer enerji ve karbon yakalama konularındaki ARGE çalışmaları hızlandırılarak fiyatların düşmesi sağlanabilir. Daha iyi bir dünya, mükemmel bir dünya demek değil elbet. İnsan doğasının en ateşli savunucularından biri olarak, insanoğlunun yamuk odunundan, düz bir şey çıkmayacağına inanıyorum.

Hayalini kurduğum muhteşem gelecekte hastalıklar ve fakirlik yine olacak; terörizm ve zulüm yine olacak, şiddet suçları ve savaşlar da. Ama bu illetler çok çok daha azalmış olacak. Dolayısıyla milyarlarca insan bugünkünden daha iyi durumda olacak.“

ALAIN DE BOTTON:

“Eğer iyimser olacaksak, iyimserlere göre en büyük gelişmelerin yaşanacağı bu dört temaya bir bakalım. Birincisi, bilginin cehalete galip geleceğine inanıyorlar. Zamanımızın büyük musibeti cehalet, aklın ışığı altında tuz buz olacak. İyimserlerin büyük umudu bu. İkincisi, fakirliğin yol açtığı, bunca zaman peşimizi bırakmayan belalar dünya ekonomisinin büyümesiyle yok olup gidecek. Üçüncüsü, savaş. Hukukun üstünlüğü sağlandıkça ve devletlerin uyduğu uluslararası düzenlemeler gücü tekellerine aldıkça savaş dünyadan kalkacak. Dördüncü ve son olarak da tıp denilen harika buluş sayesinde hastalıkların kökü kazınacak.

Ancak benim kendi yaşadıklarımdan çıkardığım ufak bir itirazım var. Ben İsviçreliyim ve ülkemde epey bir zaman geçirmişliğim var. İsviçre bu sorunların hepsini çözmüş vaziyette zaten. Fantastik bir eğitim sistemi var. Ortalama maaş yıllık 50.000 dolar. 1648' deki Vestfalya Antlaşması'ndan beri ülke savaş yüzü görmedi. Hastaneler derseniz dört dörtlük. Gelgelelim, İsviçre cennet değil. Hatta sorunlar denizi diyebiliriz.

İsviçre gibi ülkeler neden kusursuz değil? Eh, birincisi, akıl hâkim diye aptallık ortadan kalkmıyor. Aydınlanmanın büyük vaadi, insanlara neyin doğru olduğunu söylerseniz onu yapacaklarıydı; kötülük cehaletten kaynaklanıyordu. Ama aptallık, sandıklarından çok daha inatçı çıktı. Gayrisafi yurtiçi hasılayı artırmakla yoksulluk ortadan kalkmıyor. Yeterince şeye sahip olmadığını hisseden milyonerler ve milyarderler var, ki yoksulluğun asıl tanımı da budur, yeterince şeye sahip olmadığın hissi. Ne yazık ki bu his her gelir düzeyinde varlığını sürdürüyor.

İnsanların birbirlerine şiddet uygulaması ve kötücül olması konusunda da son sözü savaşlara bakarak söyleyemeyiz. “insanlar birbirlerini taşlı sopalarla öldürmüyorlarsa da kötülükler ve şiddet devam ediyor…” Ve son olarak, İsviçre’de çiçek hastalığı veya sığır vebası olmasa da tıptaki harika gelişmelere rağmen insanlar yine de ölüyor. Yüz yüze olduğumuz sorunlar bunlar.

Bu noktada denebilir ki makinelerle, akıllı telefonlarla, teknolojiyle, internetle, belki de öyle bir canlı meydana getireceğiz veya üreteceğiz ki müthiş akıllı, süper nazik, hatta ölümsüz olacak. Olabilir, ama o şey insan olmayacak. Homo sapiens farklı bir tür. Size tasvir ettiğim sorunlardan evrilerek kurtulamayacağız asla.

Öyle inanıyorum ki, sorularımıza çok daha iyi cevap verebilecek başka bir felsefeye geçiş yapmamız gerekiyor. Bu felsefeye "karamsar gerçekçilik" adını veriyorum. Modern bilimde ve iş hayatından alışık olduğunuz, her ikisinde de farklı nedenlerden dolayı bizi sürekli neşeli ve iyimser hissettirmeye çalışan tozpembe tavrın zıddı bu. Mükemmeliyetçiliğin korkutucu bir tarafı var. Vaat edilen şey cennet, gerçekler ise trafik sıkışıklığı, kayıp anahtarlar, mutsuz ilişkiler ve vasat bir iş olunca sinirleniyoruz. Hak ettiklerimizi alamamış olduğumuz hissi, dönüp yine bizi öfkelendiriyor. Çağımızın tehlikesi işte bu.

Hayatın mükemmel olması gerektiğine ve tüm sorunları çözebileceğimize inanınca diğer şeyleri takdir etmeyi bırakıyoruz.

Yaşlılar çiçekleri neden sever? Severler, çünkü hayatın kusurlarının o kadar farkındadırlar ki kusursuzluğun küçük adalarına rastladılar mı bir uğramak ve o çiçeği takdir etmek isterler. Biz bunu yapmıyoruz. Eğer zihnimizi türümüzün kusursuzluğuna dair böyle cafcaflı hikayelerle doldurmuşsak, durup çiçekleri takdir etmeyiz. Tarihteki en kötü hareketlerin mükemmelliğe inanan insanların kafasından çıktığını düşünüyorum. Son derece tehlikeli, bir yaşam felsefesidir bu. İnsanlığın gerçek ilerleyişi ise genelde çok daha alçakgönüllü insanların gayretleriyle sağlanıyor. Kendisinin ve başkalarının hatasını kabullenebilen, dünyayı cennete çevirmeye çalışmayan insanların gayretleriyle.”

MATT RIDLEY:

“Woody Allen bir keresinde şöyle demişti: “İnsanoğlu tarihte ilk kez bu kadar ciddi bir yol ayrımında. Bir yol umutsuzluk ve kedere gidiyor. Diğer yol soyumuzun tükenişine. Dua edelim de akıllı seçimi yapacak kadar aklımız olsun.” Robert Heilbroner’ın çoksatar bir kitabının sonuç kısmında: “İnancım o ki insanlığı acılı, zor ve vahim bir gelecek bekliyor. İnsanlığın istikbaline dair beslenebilecek umutlar gerçekten de çok ama çok cılız” İfadesi var.

Bu tehditlerin her birinin ya yanlış alarm ya da abartı olduğuna uyanmam bir yirmi yılımı aldı. Korkunç istikbal, hiç de yetişkinlerin bana söylediği gibi korkunç değildi. Hayat insanların çok büyük bölümü için gittikçe daha iyiye gidiyordu. Ortalama insan ömrü son elli yıldır günde beş saat uzuyor. Bir insanın başına gelebilecek en büyük acı olan çocuk ölümleri ise aynı zaman diliminde üçte iki azaldı. Sıtma ölümleri son on beş yılda inanılmaz biçimde %60 azaldı. 1970'lerden bu yana okyanusa petrol sızıntısı kazaları %90 azaldı. Kötü giden şeylerse trafik ve obezite. Yani bolluktan kaynaklanan sorunlar.

Şöyle bir gerçek var ki gelişmeler genelde yavaş yavaş olur, o yüzden haberlerde yer almazlar. Kötü haberlerse aniden olur. Haberlerde araba kazalarına yer verilir. Çocuk ölumlerinin azalıyor olmasına yer verilmez. Ve Steve'in dediği gibi, ortalama insan her yıl biraz daha zengin, biraz daha mutlu, biraz daha zeki, nazik, özgür, güvende, barış içinde oluyor.

Küresel eşitsizlik azalıyor. Hem de hızlı biçimde Neden mi? Çünkü fakir ülkelerdeki insanlar zengin ülkelerdekine oranla daha hızlı zenginleşiyor. Şu anda Afrika olağanüstü bir ekonomik mucize yaşıyor. Tıpkı on-yirmi yıl önceki Asya gibi. Mozambik 2008’e oranla kişi başı %60 daha zengin. Etiyopya’nın ekonomisi yılda %10 büyümekte. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya ekonomisi topu topu bir yıl küçüldü; o da 2009’da. Öyle bir durum var ki refahın yükselişi de hızlanıyor.

Peki ama tüm bu gelişmeler çevreye verdiğimiz zarar pahasına olmuyor mu? İşin aslı, hayır. Bir ülke ne kadar zenginse, çevre koşullarının iyiye gitmesi de o kadar olası. En büyük çevresel sorunlar fakir ülkelerde. Nüfus artışında durum ne? Dünyanın nüfus artış hızı, yarılandı. Yüzde ikiden yüzde bire düştü. Yirminci yüzyılda dünya nüfusu dörde katlandı, ama yirmi birinci yüzyılda ikiye bile katlanmayacak. BM'nin tahminlerine göre 2080'lerde artış tamamen duracak. Neden mi? Savaş, salgın hastalık veya bir zamanlar kasvetli ihtiyar Malthus'un korktuğu gibi kıtlık yüzünden değil; refah, eğitim ve sağlık yüzünden.

Nüfus artışının yavaşlaması ve tarımda verimin artışı, dünyayı beslemeyi kolaylaştırıyor. Bugün aynı miktarda gıdayı üretmek için 50 yıl öncesine göre %68 daha az arazi gerekiyor. Bu da doğaya daha çok yer kalması demek. Ve gezegen gittikçe yeşilleniyor. Uydular, otuz yıl önceye göre %14 daha fazla bitki örtüsü olduğunu gösteriyor, özellikle de Afrika'nın Sahel bölgesi gibi kurak bölgelerde

Her kuşak bir dönüm noktasında bulunduğunu sanır. "Geçmiş iyiydi ama gelecek karanlık" diye düşünür, Lord Macaulay'nin 1830'da dediği gibi: “Her çağda insanlar kendi dönemlerine kadar insanlığın ileri gittiğini fark etmiş, ama neredeyse hiç kimse sonraki kuşakların daha da ileri gideceğini hesap edememiştir.” Seçici algımız, geçmişin mutlu hatıralarını, geleceğinse kasvetli beklentilerini öne çıkarır. Narsisizmin tuhaf bir türü diyebiliriz. Kendi kuşağımızın özel olduğuna inanıyor olmalıyız; dönüm noktası tam da bizim yaşadığımıza denk gelmiş. Ama bu inanış, zırvalıktan başka bir şey değil aslında.”

MALCOLM GLADWELL:

“Çok geçmişe gidip o zaman koşullarından 17.yüzyıla, sonra 18. yüzyıla, 19. yüzyıla, 1950’ye, 1975’e ve nihayet bugüne bakacak olursak işlerin sürekli iyiye doğru gitmiş olduğunu görebiliriz. Ve bu fikre katılabiliriz. Ama bu münazara geçmişle ilgili değil, gelecekle ilgili. İşler bu noktadan itibaren iyiye doğru gidecek mi, onunla ilgili. Geleceğin daha iyi olacağı fikrinden naiflik akıyor. Kaldı ki "daha iyi" ve "daha kötü" de doğru karşılaştırma sıfatları değil.

Geleceğe baktığımızda gördüğümüz şey, daha farklı bir dünya. Bununla ne kastediyorum? Geçenlerde bir konferansta birkaç internet güvenlik uzmanıyla laflıyorduk. "Neyden endişe duyuyorsun?" diye sordular. Ben de söyle dedim: İnternet korsanlarının yol açtığı gündelik, düşük seviyeli tehditlerden. Fakat bizi asıl korkutan şey dijital bir 11 Eylül saldırısı. Birisi veya bir ulus devlet elektrik altyapımıza sızıp elektriği bir haftalığına kesti diyelim. Veya birisi Kanada'nın 401 ekspres yolundaki bin tane arabanın bilgisayar sistemini hack'leyip kazalara ve devasa trafik kilitlenmesine neden oldu. Ama terörist saldırısında yaşanacak şoku düşünün.

"Sıradan" olarak nitelendirebileceğimiz iklim krizleriyle başa çıkmada son yirmi beş veya elli yılda çok daha iyi hale geldiğimiz de kesinlikle doğru. Bundan yirmi beş yıl önce olduğu gibi kıtlık tehlikesinden korkmuyoruz. Bu türden bir çevre krizi tehlikesi kesinlikle azalıyor, çünkü hastalığa dayanıklı ve kuraklığa dayanıklı ekinler ürettik ve tuzdan arındırma teknolojilerini çok geliştirdik. Fakat iklim uzmanlarının endişeleri bunlar değil zaten. Meksika'daki son kasırgaya bakıyorlar. Bu, bugüne kadar kaydedilmiş en büyük ve en şiddetli kasırgalar olan biriydi. Ve okyanuslardaki ısınmanın gidişatı konusundaki endişelerini dile getiriyorlar. Ve buradan hareketle bu mega-kasırgalardan birinin daha önce benzerlerini hiç görmediğimiz boyutlara ulaşmasından korkuyorlar.

Hastalık ve kıtlığa dayanıklı ekinler yetiştirdik, ama bir yandan da iklim değişikliğine sebebiyet verdik, ki bu bambaşka boyutta bir risk. Bu verdiğim örneklerin hepsi aynı şeye işaret ediyor. Hepsi de bize bir toplum olarak yalnızca riskleri azaltmakla kalmadığımızı, aynı zamanda risklerin doğasını değiştirdiğimizi söylüyor. Beş yılda bu kıtlık tehlikesinden endişe etmeniz gerekmiyor artık ama geldi miydi Miami'yi silip süpürecek bir mega kasırgadan endişe etmeniz gerekiyor.

Afrika'da cep telefonu demek, hayatınızın on yıl önceye göre çok daha kolaylaşması demek, ama aynı zamanda terörist grupların size zarar verme tehlikesinin de on yıl önceye göre çok daha ciddi ve gerçek olması demek. Bana göre bu münazaranın asıl konusu şu: Yüz yüze olduğumuz risklerin doğasında meydana gelmiş olan değişim bizi korkutmalı mı, korkutmamalı mı? Yanıt bence aşikâr: Evet, korkutmalı.

Nükleer silah sayısının %80 azaltılmış olması sorunu çözmüyor. Hepimizi havaya uçurmak için tek bir manyağın eline tek bir silah geçmesi yeter. Kafanıza silah dayayan biri, “Endişe etme, kurşunların sayısını %50 azalttım,” dese, içimdeki sıkıntı uçup gitmezdi!

Epidemiyologlara sorarsanız size insan türünün yok olma tehlikesinden söz edeceklerdir. İnsan türünün yok olma ihtimalinin söz konusu olmasının nedeni, bu kadar etkileşim halinde, bu kadar iç içe geçmiş olmamız. Bu durum ölümcül bir organizmanın veya virüsün dünyaya çok hızlı yayılmasını mümkün kılıyor. Epidemiyologlar bu olgu yüzünden çok yakın dönemde birden fazla kez bu türden bir olaya ramak kaldığını size söyleyeceklerdir.

Medikal teknolojide ve belli hastalıkları tedavi etme becerilerimizde olağanüstü inanılmaz pozitif değişimlerin yaşandığı konusu doğru. Fakat şunu gözden kaçırmamalıyız ki bu türden yeni teknolojiler yarattığınızda, aynı zamanda yeni sosyal ve ekonomik sorunlar yaratırsınız. Örneğin bunların bedelini nasıl ödeyeceğiz? Tıptaki bu yeni gelişmeleri inceleyen herkesin ortak görüşü, bunların var olan teknolojilerden beş on kat daha pahalı olacağı. Bu gerçekle yüzleşmek zorundasınız.

Gençliğimde dinlediğim kıyametkolikler dünyanın geleceğinin kara olduğunu söylediklerinde yanılıyorlardı. Bana karamsarlığa kapılmamı öğütlediklerinde de yanılıyorlardı. Fakat dünyanın kusursuz olduğunu düşündüğümüz fikrine kapılmanızı istemem. Tabii ki öyle düşünmüyoruz. Tam zıddını düşünüyoruz. Olabilecek dünyayla -ve doğru işleri yaptığımız takdirde daha da ileride olacak dünyayla- kıyasladığımızda, bu dünya gerçekten bir “gözyaşı vadisi”, bir "yeis bataklığı".

“Neşeli ol ki genç kalasın,” demiyoruz. Ama şunu diyebiliriz: “Enseyi karartma, tutkunu kaybetme.” Savaş, acı ve keder gelecekte yine olacak, ama geçmişte bunlar şimdikinden kat kat fazlaydı. Gelecekte insanların hayatlarını iyileştirecek ve yaşadığımız gezegeni sağaltacak yeni buluşların meyvelerini daha tam anlamıyla toplamaya başlamadık bile.

Gelişim insanların büyük çoğunluğun iyiliğine olmuştur. Gelişim özellikle yoksul insanların iyiliğine olmuştur. Ve simdi de sırf ruhumuza ve psikolojimize yeterince eğilmiyoruz diye gelişimin birden duracağına inanmak için hiçbir neden yok. Geleceğin parlak olacağını düşünmek içinse her türlü neden var.”

STEVEN PINKER:

“İnsanoğlunun illüzyonlara, yanlı düşünceye ve mantık hatalarına ne kadar kolay düşebildiğini hepimiz biliriz. Bu zihinsel kusurlarımız bizi dünyanın kötüye gittiğine veya varoluşsal tehlikeler altında olduğuna inanmaya iter. Zihinsel yanılgıların çaresi verilerdir. Verilerin gösterdiği gidişatlarsa şüpheye yer bırakmıyor: insanlar ortalamada daha uzun, daha sağlıklı, daha zengin, daha güvenli, daha özgür, daha eğitimli ve daha barış dolu hayatlar yaşıyor.

Elbette dünyaya bekleyen büyük zorluklar var. Bu da beni son söyleyeceğim noktaya getiriyor. İyimserlik, kendini gerçekleştiren kehanettir; kötümserlik de öyle. Elde ettiğimiz ilerlemeler gizemli tarihsel bir diyalektiğin veya kaçınılmaz gelişim yasasının sonucu değildir. Sistemlerdeki kırılganlıklar ve nükleer silah artışı da dahil olmak üzere sorunları tespit eden ve mahvolduk diye yakınmak yerine yaratıcılıklarını kullanarak ve emek sarf ederek bu sorunları çözen insanların emekleri sonucudur.”

ALAIN DE BOTTON:

“İnsanlar bu dünyanın sorunu ne diye kafa patlattıklarında akıllarına daha iyi bir dünya için öneriler geliyor. Eğitimden bahsediyorlar örneğin. Yeterince bilgili olmadığımızı, ama eğer eğitim sistemini doğrudan oturtabilirsek işlerin yoluna gireceğini söylüyorlar. Ama bunun sonu gelmiyor ki! Birileri de diyor ki “Ekonomiyi düzeltip açlığı bitirirsek işler yoluna girecek”. Sonra savaşları bitirip anlaşmazlıkları çözmeyi öneriyorlar. Ve bir de tıbba bağlanmış umutlar Tıbbi gelişmeleri belli bir seviyenin üstüne çıkarırsak insanların çektiği pek çok acıyı sonlandıracakmışız.

Ekonomik kalkınmanın gerçek trajedilerinden biri, insanların maddi koşullarını iyileştirince mutlulukların da artıracağımızı sanmış olmamız. Oysa Richard Easterlin adında bir ekonomist bundan kırk yıl önce gelir seviyesiyle mutluluk arasındaki ilişkiyi araştırdı ve bir toplum aşırı zengin olsa bile daha fazlasını arzulama, başkalarını kıskanma, yüksek statü hırsı ve kaygının sürdüğünü tespit etti. Bir halkın refah seviyesini yükselterek parasal doyuma ulaştıramazsın. Rekabet, sosyal bir salgın hastalık. Ve çekememezlik, kıskançlık, yetersizlik gibi duygular milyarderlerde de var. Durup bir düşünmek için bunlar yeterli olsa gerek.

Bütün dünyayı milyarder yapsak yine beklenmedik ekonomik gelişmeler, mutsuzluklar ve acılar olacaktır. Bu hedefin peşini bırakmalıyız demiyorum. Elbette peşini bırakmamalıyız ama bir 500 yıl sonra herkes diyelim ki bir İsviçreli dişçi kadar kazanıyor diye her şeyin kusursuz olacağını ummamalıyız. Aydınlama’nın büyük rüyası, eğitim sayesinde insanların önyargılarından kurtulacağı, çürümüş fikirleri ve kötü niyetleri geride bırakacağıydı. Aklın ışığı altında tüm bunlar güneşli bir günde pusun dağılması gibi yok olup gidecekti. Ne var ki hiç de öyle olmadı.

Eğitimli toplumlarda da nice çatışmalar, savaşlar gördük. Dolayısıyla eğitim her derde deva, mucize bir ilaç değildir. Tıp da bu açıdan eğitime benziyor. Tıp ne kadar gelişmiş olursa olsun, göz göze gelmekten kaçışın olmadığı bir gerçek var: kendi sonumuz. Hepimiz kendi minyatür mahşerimizle, kendi kıyametimizle yüzleşmek zorundayız. Kalp ameliyatlarındaki ve kanser tedavilerindeki gelişmeler çok güzel elbette, ama kendi sonumuzun kaçınılmazlığı meselesinin üstesinden gelemedik ve asla gelemeyeceğiz.

Beş yüzyıl içinde bizim yerimizi alacak bir başka “Homo” türü ortaya çıkabilir. Ama o artık biz olmayacağız.”

----------------------------------

Alain De Botton(1): https://www.yeniakit.com.tr/biyografi/alain-de-botton

Steven Pinker(2): https://tr.wikipedia.org/wiki/Steven_Pinker

Matt Ridley(3): https://www.idefix.com/Yazar/matt-ridley/s=752

Malcolm Gladwell(4): https://www.idefix.com/Yazar/malcolm-gladwell/s=260475