3 Temmuz 2014 Perşembe

166 04 Temmuz 2014 Cuma 06:27 ŞİİR VE TÜRKÜ.............................Uyan ey gözlerim gafletten uyan!

Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan


Kanun solisti, Türk müziği orkestra-koro yönetmeni ve besteci Ruhi Ayangil [1] hoca 1980'lerde British Museum'un tozlu raflarında tesadüfen bir beste bulur. Sözleri ve bestesi olağanüstü güzeldir. Hoca bu eseri yeniden notaya alıp repertuarına alır ve seslendirir.  Çok beğenilir ve Avrupa’da bile ödül alır bu ilahiyle.

Bu güzel şiiri çeşitli formlarda hemen herkes dinlemiştir. Ancak yukardaki ilginç öykü gibi şiirin yazarı, bestekarı ve hikayesi pek bilinmez. Güftesi 460 yıl önce bir sabah vakti zamanın Osmanlı Sultanı [2] tarafından yazılmış ve polonya asıllı biri tarafından bestelenmiştir.

Yanlış okumadınız bu şiir III. Murad 'a aittir ve o devrin en büyük bestekarı, polonya asıllı Ali Ufkî bey [3] tarafından notaya alınmıştır.  Eserin yazarı padişah III. Murad, aslında Muradî mahlâsını kullanan şair bir sultandır. Bir padişah tarafından yazılmış güfteyi besteleyense asıl adı "Wojciech Bobowski" olup sonradan ihtida ederek "Ali Ufkî" adını alan bir Polonyalıdır. Bu bestekar aynı zamanda Osmanlı musikisini notalara döken ilk kişi olarak da biliniyor.  Ancak her nasılsa bu bestenin notaları 1800'lü yılların sonlarında kaybolmuş ve eser unutulmuş. Ta ki 1980 yılında Londra’da bulunana kadar…

Bu dünya fanidir sakın aldanma / Mağrur olup tac-u tahta dayanma / Yedi iklim benim deyu güvenme / Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Müthiş değil mi ? Bir padişahin kendi kendisine ihtarı, nasihatı var bu dizelerde. Nasıl olmuş da bunları yazmış ? Hikayenin o tarafı da ilginç.

Osmanlı Sultanı III. Murat Han bir gün sabah namazında uyanamamış. Bunu çok önemseyen ve  kıl(a)madığı bu sabah namazına fazlasıyla üzülen padişah “Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan” adlı işte bu şiiri kaleme almış. Anlaşılan üzüntüsü onu derin bir muhasebeye sokmuş ve Allah’ın huzuruna çıkmadan o kendi nefsini hesaba çekmiş.

Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan / Azrail’in kastı canadır, inan / Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Böylece o bir Sultan bile olsa, “Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...” hitabıyla, ahir ömrünü muhasebe edip tehlikenin kenarında olduğunu düşünmüş. Bu arada Allah’a ve Rasûlü’ne inanan mü’minlere sema kapılarının açılarak rahmet suyu saçılacağını da hatırlatmayı ihmal etmemiş.

Semâvâtın kapuların açarlar / Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…/ Seherde kalkana hülle biçerler / Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seher vakitlerinin [4] bizim kültürümüzde önemli bir yeri var. Örneğin burada “Seherde kalkana hülle biçerler” den kasıt Cennet elbisesi oluyor.  Böylece şair sultan seherlerde kalkmanın önemini de vurgulamış.

Seherde uyanırlar cümle kuşlar.../ Dill-u dillerince tesbihe başlar.../ Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar…/ Uyan ey gözlerim gafletten uyan!.../ Uyan uykusu çok gözlerim uyan…

Şair, ikinci kıtaya, seherlerde Rablerini tesbih eden kuşları örnek vererek giriyor. “Bakın, onlar bile kendi dillerince yaradan’larını zikrediyor, canlı ve cansız varlık âlemi O’nu tesbih ediyor, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a hamd ve korku ile boyun eğmiş, hemen hepsi yorulmadan ve büyüklenmeden kemâl sıfatlara sahip ilmi, kudreti her şeyi kuşatmış olan Allah’ı tesbih ve tevhid ediyorlar” diyor.

Son olarak dünyanın faniliğini, taç-u tahtın, saltanatın, malın mülkün, servetin geçiciliğini hatırlayan koca Sultan Allah’a sığınıyor, Rabbinden bağışlanma istiyor. Son arzusu ise, “Rasûl’ün sancağı dibinde haşredilmek” tir.

Benim, Murad kulun, suçumu affet / Suçum bağışlayub günahım ref’ et / Rasûl’ün sancağı dibinde haşret / Uyan ey gözlerim gafletten uyan! / Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Muhtemelen bu şiir, Sultan da olsa bir insan ve kul olarak sabah pişmanlığında iki büklüm halde yazılmıştır. Nedeni ise kaçırdığı sabah namazı ve Allah Korkusu. O yüzden tekrar tekrar uykudan açılmayan gözlerini gafletten uyanmaya çağırmış. Dünyanın geçiciliğini, mala, mülke, makama yaslanmanın güvenli ve doğru bir yol olmadığını hatırlamış.

Arapça ve Farsça ağırlıklı o günkü Osmanlıca Türkçesi’ni düşünürsek bu şiirin gayet sade [5] bir dille yazıldığını söyleyebiliriz. Bugün dahi kolayca anlaşılabiliyor. Ayrıca bu müstesna şiirin Türk tasavvuf musikisi makamlarında muhtelif besteleri var. Bu topraklarda asırlardır söyleniyor.

Siz de benim gibi yapın. Ramazanda bir seher vakti, kuşların zikir armonisi eşliğinde, havadaki o serin ve taze iklimi hissederek bu yazıyı yine okuyun. Bir yandan da o besteyi bir kez de Mustafa Ceceli'den dinleyin. Bedeninizi saran ve sarsan farklı bir duygu depremi yaşayacaksınız.
--------------------------------
[1] İ.Ü hukuk fakültesi mezunu. Fakülte yıllarında istanbul belediye konservatuarına devam etti. Daha sonra özel olarak cemal reşit rey´le piyano, armoni ve kompozisyon çalıştı. Kanun solisti, türk müziği orkestra-koro yönetmeni ve besteci olarak, makam temeline dayalı türk müziğinin geliştirilmesi çalışmalarına katkıda bulunmayı amaçlayan ayangil, klasik ve modern çığırdaki türk müziği seslendirmeleri ile dikkat çekti. Film ve oyun müzikleri ile başlayan (1980) bestecilik çalışmalarında da makam temeline dayalı besteleme tutumunu benimseyen ayangil'in fehim paşa konağı (oyun müziği; 1992) ve yorgun savaşçı ; (film müziği; hbb tv 1994); müzikleri ilgi derleyen çalışmalar olmuştur. Yurt içi ve dışında bir çok konser veren ayangil'in sesli yayınları arasında; alnar / kanun konçertosu; ali ufki / uyan ey gözlerim; tura / tura şarkıları; tura / şeyh galib´e saygı kantatı; lp, mc ve cd'leri yer almaktadır. Çalışmaları, Türkiye yazarlar birliği 1988 yılın sanatçısı; ve hürriyet-jayceess; kültürel başarı türkiye birinciliği; ödülleri ile ödüllendirildi. Ayangil, yıldız teknik üniversitesi sanat ve tasarım fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yaptı.
[2] II. Murad'ın babası, Kanunî Sultan Süleyman’ın oğlu II. Selim’dir. Annesi ise Nurbanu Sultan’dır. 1546’da Manisa’nın Bozdağ Yaylağı’nda dünyaya gelen Şehzade Murad, Akşehir ve Manisa Sancak Beyliği yaptı. On ikinci padişah olarak 15 Aralık 1574’te Osmanlı tahtına çıktı. 21 sene tahtta kalan III. Murat, 1595'de 49 yaşında iken vefat etti. Mezarı Ayasofya Camii hazîresindedir. Aynı zamanda şair olan III. Murad, Muradî mahlâsıyla şiirler yazmıştır. Türkçe, Arapça ve Farsça divanları bulunmaktadır. Ayrıca 1593’de yazdığı ve tasavvufî inceliklerle dolu "Fütuhât-ı Siyâm" isminde mühim bir eseri ile Şemseddin Sivasî tarafından şerhedilen "Esrarnâme" adında diğer bir eseri daha vardır.
[3] Ali Ufkî Bey (1610-1675), Klasik Türk musikisi bestekârı, santûrî, müzikolog ve "Mecmua-i Sâz ü Söz" adlı nota ve güfte mecmuasının müellifidir. Leh (Polonya) asıllı olup, 1610 yılında doğmuştur. Kırım Hanlığı ordusu tarafından bir savaşta esir alınmış ve İstanbul'a gönderilmiştir. Asıl adı "Wojciech Bobowski" idi. Daha sonra ihtida ederek "Ali Ufkî" adını aldı. Enderunda eğitim gördü ve görev yaptı. Çeşitli Türk sazlarını ve bilhassa "santûrî" olarak anılacak derecede santûr çalmayı öğrendi. Kendisine "Bey" ünvanı verildi. Eserlerinde kendisinden daima "Ali Ufkî Bey" olarak bahsetmektedir. Bir rivayete göre 1676 yılında, bir başka ve daha kuvvetli rivayete göre ise 1685 yılında öldü.
[4] Nitekim; “(Bunlar), ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru!’ diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah'tan) bağışlanma dileyenlerdir.”(8) buyrularak seher vaktinde bağışlanma dilemek, öneminden dolayı âyet-i celîlede zikrediliyor. Seher vaktinde yatmamak, sabah namazını kıldıktan sonra da güneşi üzerine doğdurmamak, geçen bu süre zarfında ibadet-i taatla, tevbe-i istiğfarla, tesbih, tenzih ve tehlille meşgul olmak âdâb-ı sünnettendir. Ayrıca Sabah namazının sünneti ve farzı arasındaki vakitte de bu şekilde hareket etmek sünnettir.
[5] Şiirin sade bir dille yazılması onun kıymetsizliğine işaret değildir. Bu şiir kolay ve sade göründüğü hâlde, bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan ‘sehl-i mümtenî’ bir tarzda kaleme alınmıştır.

30 Haziran 2014 Pazartesi

165 01 Temmuz 2014 Salı 15:27 GEZİ REHBERİ ................................Bir İstanbul gezisi (3)

Bir İstanbul gezisi (3)


Bugün İstanbul'dan ayrılıyoruz. Feribotumuz akşam saat 18.30'da. Zamanımız dar, programımız yoğun. Bu yüzden kahvaltımızı yapıp misafirhaneden çıkıyoruz. 

Önce Fatihe sonra da Süleymaniye'ye gideceğiz. Beşiktaş'tan Fatih'e giden direk otobüs aradık, varmış. Otobüs güzergahı boyunca oturup etrafımızı seyredeceğiz. Bu da bir gezi sayılır değil mi ? 

Otobüs geliyor, biniyoruz. Belki defalarca gördüğüm Beşiktaş, Kabataş, Tophane, Karaköy, Galata köprüsü, Eminönü, Unkapanı, Saraçhane ve Fatih istikametinde bir kez daha yolculuk edeceğiz. 

Camdan bakarken Fındıklı'da yol kenarında, köşede bir mezar ilişiyor gözüme. Üzerinde "Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa" yazıyor. Doğru mu gördüm diye dikkat kesiliyorum, evet doğru. Trafikte bir gidip iki duran otobüs penceresinden bir seraba bakar gibiyim. Bir iki dakika içinde de kayboluyor zaten.

Hayret içindeyim. O kudretli sadrazamın mezarı bu muymuş ? O Pargalı İbrahim Paşa ki, Kanuni Sultan Süleymanın kız kardeşi Hatice Sultanla evliydi ve boğdurulana kadar da Sultanın  en yakını, sırdaşı olmuştu. On üç yıl  boyunca vekil-i mutlakıydı Muhteşem Süleyman'ın. Bu yüzden de kendisine Makbul İbrahim Paşa denilmiş ya.

Sultanahmet meydanına bakan muhteşem sarayı, gücü, görkemi dillere destandı. Adı Frenk İbrahim Paşa'ya çıktıktan sonra bile döneminin uluslararası ilişkilerine, devletin siyasal ve askeri olaylarına yön vermiş önemli bir adamdı o.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından Seraskerlik makamına getirildiğinde imparatorluğun o güne kadar dört tuğla simgelenen gücü yedi tuğa çıkarılmış ve İbrahim Paşa da altı tuğ taşımaya yetkili kılınmıştı. Öyle ki artık Padişahtan tek eksiği hilafet tuğuydu. Ayrıca İstanbul Antlaşması'yla birlikte Osmanlı sadrazamı olarak Avusturya imparatoruna denk konuma getirilmişti. Venedik diplomatlarının İbrahim Paşa'ya Muhteşem Süleyman'a atfen "Muhteşem İbrahim" dedikleri biliniyor.

Ancak hırsı, Hristiyanlık inancı taşıdığına dair söylentiler, eşiyle ilgilenmemesi, bazı cinayetler, doğu seferleri sırasında yaptığı harcamalar ve en önemlisi Hürrem Sultan'ın oğlu olmayan Şehzade Mustafa'yı desteklemesi ölümünü hazırlamıştı. Öldürüldükten sonra da bu defa "Maktul İbrahim Paşa" olarak anıldı.

Şayet gördüğüm pejmürde mezar gerçekten ona aitse ibretlik bir olay. Odabaşılıktan Sadrazamlığa yükselmiş, gücü başını döndürmüş, vezir iken rezil olmuş birinin mezarını görmek isteyen varsa, işte orası. Malum ya, ne oldum dememeli...

Bu duygular içindeyken otobüs köprüde ilerliyor. Ben ise ister istemez Muhteşem Süleyman'ı düşünüyorum. Gücün ve iktidarın ne arkadaş, ne vezir, ne de evlat tanıdığı acımasız bir zirveyi temsil ediyor o. Aynı zamanda bir aşık ve "muhibbi divanı sahibi" muhteşem bir şair iken hem de.

Yaşamı öyle büyük başarılar ve acılarla iç içe geçmiş ki, inanması güç. Ama onu sadece arkasından bıraktığı başarılar, eserler ve dört kıtada at oynatan bir cihan imparatorluğu ile anıyoruz. Bu yüzden köprüden geçerken onun temeline çil çil altın dökülen muhteşem Süleymaniye'sinden gözümü alamıyorum. 

Ona da gideceğiz elbet, ama önce Fatihe gitmeliyiz. Camiye vardığımızda onu yeni restore edilmiş, pırıl pırıl bir görünümle buluyoruz. İnsanın içinde namaz kılma ve dua etme isteği uyandırıyor.

İçersi ferah, serin ve güzel. Vakit öğle namazına yakın. İbadet edenler de var, kürsüdeki vaizi dinleyenler de. Tabi ki ellerinde kameraları, cep telefonları, yerli yabancı ziyaretçiler fotoğraf çekip duruyorlar.

İki rekat namaz kılıp, birkaç fotoğraf da biz çekiyoruz. Çıkışta eşimin hatırında kalan çeşmeyi de görüyoruz. Ama, bütün İstanbul çeşmeleri gibi kurnalarından artık su akmıyor. Gene de bakır su tasları, hafif ıslak su haznesi ve mütevazi görünümüyle yerine yakışıyor. 


Camii, Fatih Sultan Mehmed tarafından Fatih semtinde şehrin yedi tepesinden birinde yaptırılmış. Külliye 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi) imarethane (aşevi), kütüphane ve hamamdan oluşmaktaymış

Bizans devrinde, aynı yerin hemen yakınında Havariyun kilisesi olduğu için Fatih Camii'nin, bu kilisenin yıkıntılarından da faydalanılarak yapıldığı sanılıyor. Kitabesine göre yapımına 1467 yılında başlanmış ve 1470 yılında tamamlanabilmiş.

Avluya çıktığımızda caminin parlaklığı gün ışığında adeta gözümüzü alıyor. Hatırlıyorum, restorasyonu İstanbul'un Fethi'nin 559'uncu yıl dönümüne  yetiştirilen camiyi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hizmete açmıştı. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen bu çalışma 4,5 yıl sürmüş ama, gerçekten güzel bir sonuç alınmış. 

Gençliğimde iki sene kadar bu caminin çevresinde yer alan vakıflar yurdunda kalmıştım. O zaman yurt olan eski medrese binalarındaki restorasyon halen devam ediyor.

Bu külliye fethin hemen sonrasında yapılan Ayasofya medresesinden sonra inşa edilmiş. Fatihin burada bir oda sahibi olmak için sınava girdiği rivayet edilir. Kendi yaptırdığı medresede ancak bir sınav sonucu kalabilmiş olması, ilme saygı adına ne kadar hayranlık verici bir durum.

Caminin iki yanında sıralanan bu medreselerin adı “Sahn-i Seman.” Haliç tarafındakilere “Bahr-i Siyah” (Karadeniz), Marmara tarafındakilere de  “Bahr-i Sefid” (Akdeniz) deniliyor. 

Başta Fatih Sultan Mehmed'in türbesi olmak üzere, Osmanlı tarihinin birçok önemli isminin mezarı caminin kıble tarafındaki  hazirede.

Fatih'in eşi ve II. Bayezid'in annesi Gülbahar Valide Sultan'ın, "Plevne Kahramanı" Gazi Osman Paşa'nın, mesnevi şarihi Abidin Paşa'nın da türbeleri burada.

Hazire oldukça bakımlı. Fatihin türbesi belli ki son restorasyonda tamamen elden geçirilmiş. Gerçekten muhteşem bir güzellik.Türbenin misafirleri fazla. Biz de onlara katılıyor, İstanbul Fatihini ebedi istirahatgahında ziyaret ediyoruz.Türbenin içi de dışı gibi güzel ve zengin. Fatihe yakışır azametli bir sandukası var. 


İlk türbe binası, Fatih Sultan Mehmet’ın vefatından sonra yapılmış. Bu türbe, 1765 yılındaki depremde cami ile birlikte tamamen yıkılmış. Türbe ve camiyi, 1766 yılında Sultan III. Mustafa, o devrin üslubuna göre Mimar Mehmet Tahir Ağa’ya yeniden inşa ettirmiş. 

İstanbul Fatihine bir fatiha da bizden gidiyor. O peygamberimizin (SAV) "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" şeklindeki müjdesine muhatap olmuş biri. 

Cami ziyaretimizden sonra, Fatih Hırka-i Şerif civarında oturan ve aynı yerde bir eczanesi olan Üniversite dönemi arkadaşım Tuncay'ı buluyoruz.

Çok konuşkan, sıcakkanlı biri Tuncay. Rafet'i de çağırmış ben geleceğim diye. Üçümüz biraz geçmişten, okuldan, arkadaşlardan söz ediyoruz. Ayrılmadan önce birer hatıra fotoğrafı çektirerek. Nasıl olsa saat 16'da Cevdet'in yerinde bir araya geleceğiz. O yüzden Süleymaniye'ye gideceğimizi söyleyip müsaade istiyoruz.

Sağolsun Tuncay'la Rafet bizi götürüveriyorlar. Yürüyerek de gidebilirdik ama kazandığımız zaman bizim için değerli. Bu yüzden itiraz etmiyoruz. Doğrusu çok da makbule geçiyor.

Yolda bir hüzün ve acı abidesinin önünden geçiyoruz. Bu Camii, genç yaşta ölen bir şehzade için Mimar Sinan'a yaptırılmış. Koca Sinan daha sonraları “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye de ustalık eserimdir” demiş ya işte o Şehzade camii. Yapıldıktan on yıl sonra ikinci bir acılı ölümle de anılır olmuş bu cami. 

Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Mehmed Saruhan valisi iken 1543'de 22 yaşında vefat etmiş.  Oldukça hassas ve hisli bir yaradılışa sahip Şehzade Cihangir'in ise zaten ciddi fiziksel rahatsızlıkları varmış. Sancak istemeyen bu şehzade, bir de çok sevdiği üvey ağabeyi Şehzade Mustafa'nın 1553'te Nahcivan Seferi sırasında padişah otağında boğulmasına tanık olmuş. Nihayet bu acıya dayanamamış ve aynı sene Halep'te hayatını kaybetmiş. 

Şimdi Şehzade Mehmed ve Şehzade Cihangir, iki talihsiz kardeş, caminin hemen yanıbaşında içi rengarenk çinilerle dolu şehzade türbelerinde  birlikte yatıyorlar.

Ve işte Süleymaniye ! Mimar Sinan'ın kalfalık eserim dediği muhteşem eser. İstanbul selatin camilerinin en güzeli. Muhteşem Süleymana yaraşır, temeline çil çil altın saçılmış abide bir yapı. Belli ki o da restorasyondan geçmiş. 

Süleymaniye Camii, Kanuni Sultan Süleyman adına 1551-1558 yılları arasında Mimar Sinan'a yaptırılmış. Bu dev eser aslında etrafındaki medrese, kütüphane, hastane, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi'nin sadece bir parçası.

Süleymaniye Camii tertemiz, ışıltılı ve büyük. Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biri olmasına rağmen süslemeler açısından oldukça sade bir yapıya sahip. Örneğin sadece mihrap duvarındaki pencereler vitraylarla süslü. Mihrabın iki tarafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı.

Benim öğrenip te hiç unutmadığım bir yönü; Caminin, hava akımıyla kandil islerini temizleyecek şekilde inşa edilmiş olması. Böylece cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada, ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanarak mürekkep yapımında kullanılması sağlanmış. İlim adına ne büyük, ne anlamlı bir çaba !.. 

Caminin kıble tarafında, içinde Kanuni Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sultan'ın da bulunduğu bir hazire var. Muhteşem Süleyman ve eşi Hürrem Sultanın türbeleri karşı karşıya.

İçine giremedik. Ama, Kanuni Sultan Süleyman türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzüne benzetilerek, metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlanta ve elmaslarla süslü olduğunu öğrendik. İçeriye ziyaretçi alınmamasının nedeni belki de bu olabilir.


Süleymaniye'yi dışardan gözlemeye devam ediyoruz. Yapımından bu yana İstanbul'da yüzü aşkın deprem olmasına rağmen, caminin duvarlarında en ufak bir çatlama yok. Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m. yüksekliğinde ve 27,5 m çapındaymış. Cami avlusunun dört köşesinde de birer minare bulunuyor.

Bu muhteşem eserin etrafı şifahane, aşhane ve medrese gibi eklentilerle çevrili. Bu nedenle Külliye olarak da benzersiz. Osmanlılarda sultanlar adına yaptırılan büyük camilere selatin camileri deniyor. Büyük camiler de zaten mutlaka etrafında medrese, mektep, aşhane, hastane gibi yapılarla birer imaret (külliye) şeklinde oluyor.

Bu tür yapılara uğurlu bir günün eşref saatinde törenle temeline altın atılır, hafriyatına öyle başlanırmış. Bundaki amaç şayet cami yıkılırsa yeniden yapılmasına katkıda bulunmak olmalı. Ne zarif, ne ilerici bir düşünce değil mi ?

Süleymaniye külliyesinin eski medrese yapıları şimdi nadide yazma eserlerin muhafaza edildiği büyük bir kütüphane. 1927 yılında kurulmuş. En başta Kanuni'nin kütüphanesi bu kütüphanenin özünü oluşturmuş. Daha sonra da zaten İstanbul'daki bütün Yazma Eserler Süleymaniye Kütüphanesinde toplanmış.

1918'den itibaren padişahların, valide sultanların, bilim ve din adamlarının değerli kitap kolleksiyonları ile  anadolu'nun çeşitli yerlerindeki tekkelerden gelen koleksiyonlar bu kütüphanede toplanmış. Böylece şu anda kütüphanede 106 koleksiyonda toplam 70.000 cilt kadar yazma ve 120.000 basma eser bulunduğunu öğreniyoruz. Bunların 12.000 cildi Türkçe, 50.000 cidi Arapça ve 3.680 cildi ise Farsçaymış. Bu  sebeple Süleymaniye Kütüphanesi yazma eser bakımından dünyanın en önemli kütüphaneleri arasında sayılıyor. 

Kütüphanedeki koleksiyonlardan en değerlileri Ayasofya, Bağdadlı Vehbi, Carullah, Damat İbrahim, Esad Efendi, Fatih, Hacı Mahmud, Hamidiye, Kılıç Ali, Laleli, Reisülküttap, Süleymaniye, Şehid Ali ve Yeni Cami koleksiyonlarıymış.

Öğrendik ki, dünyada sayılı üç önemli dökümandan biri olan İbni Sina el yazmaları da bu kütüphanedeymiş.  Diğerlerinin de pek çoğu zaten tek nüsha. Şimdi kitap şifahanesinde bunların bakım ve bire bir basımları yapılıyor. Biz çok az bir kısmını görebildik. Ama zamanla inşallah tümünün böyle sergilenebileceğini söylediler.

Kütüphanenin iç avluları sessiz, yeşil ve huzurlu. Dıştan böyle görünüyor ama, burası iki okuma salonu, mikrofilm, cilt ve patoloji servisleriyle önemli bir araştırma ve uzmanlık kütüphanesi. Özellikle ön taraftaki bir bölümünde araştırmacıların elektronik ortama alınmış nüshalar üzerinde çalıştıklarını gördük.

Yani bu muhteşem kütüphane okuyucularına pazar günleri dışında her gün 08.30 ile 17.00 saatleri arasında bilgisayar donanımlı ve dewey onlu katalog sistemiyle de hizmet verebiliyor. 

Kültür mirasımızdan olan el yazması eserler; tarih, din, dil, felsefe, coğrafya, astroloji, fen bilimleri gibi çeşitli konularda olabiliyor. Elbette ki yazıldığı dönem ve yere ait bir çok temel bilgiyi taşıyorlar. Bu açıdan bilim ve sanat dünyası için ilk elden kaynak vasfındalar.

Kültür Bakanının ifadesiyle Süleymaniye'de adeta milletimizin hafızası saklanıyor. Bu yüzden hem stratejik hem de çok değerliler. Gördük ki bu konuyla alakalı bir yazma eserler kurumu oluşturulmuş. 

Kurumun idare binası da kütüphaneye bitişik. Ahşap yapılı orjinal bir osmanlı mimarisi. Umarız çalışmaları başarılı olur. Ülkemizin ilim ve sanat yolculuğundaki muazzam kopukluklar giderilebilir. Ben orada yatan bu heyecanı ve potansiyeli hissettim. 


Tekrar ön tarafa geçiyoruz. Süleymaniye'ye gelip te meşhur kuru fasülyesinden yememek olur mu ?

4-5 dükkan var. Levhalarına bakılırsa hepsi "meşhur." Zamana bakılırsa da tam gün ortası. Acıkmak insan için değil mi, bunun ayıbı olmaz. Biz de kalabalığa karışıp ilk dükkana oturuyoruz işte.

Bu yemeği öğrenciyken bazen Süleymaniye'ye Ali Rıza Demircan hocanın hutbelerini dinlemek ve Cuma kılmak için geldiğimde yerdim. Tam öğrenci işiydi, yani parasız adamın yemeği. Ama o tad, o lezzet hala aklımda kalmış. Şimdi, geldik yememek olmaz diye düşünüyoruz. Belki o lezzetleri gençliğimdeki gibi alamıyorum, ama yine de tavsiye edilecek kadar güzel olduğunu söylemeliyim.

Artık karnımız tok. Süleymaniye'den yüksek üniversite duvarını izleyerek Kapalıçarşıya doğru yürüyoruz. Amacımız, Mercan'da bir esnaf lokantası işleten Cevdet'in dükkanına gitmek. Zira saat 16'da bu kez de üniversite arkadaşlarımla buluşacağız.

Cevdet'i bulduğumuzda dükkanda öğle yoğunluğu bitmiş görünüyor. Önce Mehmet, ardından Tuncay'la Rafet yetişiyorlar. Abdullah da eşinin ameliyatına rağmen bizi yalnız bırakmıyor.  Ne güzel, 40 yıllık eskimeyen dostlarımla beraberim.

Karnı aç olan doyuruluyor, tok olan çay istiyor. Masada sohbet, muhabbet, neşe dorukta. Herkesi tek tek gözlemliyorum. Yaşlanmışız demiyorum, yaş almışız bu doğru. Köprülerin altından çok sular geçmiş. Her birimiz kendi yaşam mücadelelerimizi vere vere bu güne ulaşmışız. Ak düşmüş saçımıza sakalımıza. Çoluk, çocuk, torun torba sahibi olmuşuz. Ama, sanki 1973'te ya da 1976'daymış gibi okul günlerimizi anıyoruz.

Ne çok hatıra, anlatacak ne çok olay varmış. Hem Cevdetin yemeği çayı, hem de masadaki sohbetin tadı damağımızda kaldı. Ne yazık ki zaman ilerliyor ve bizim artık yola çıkmamız lazım. Bir hatıra fotoğrafı da buradan alıp vedalaşıyoruz. İnşallah ilk fırsatta yeniden buluşup görüşmek üzere...

Dönüşümüz Adnan Menderes feribotuyla olacak. İyi ki vakitlice çıkmışız. Ancak tam vaktinde feribota binebildik. Yerimiz yine orta salon cam kenarında. Ayrılırken İstanbul'u seyretmek istiyoruz. Yorulduk ama çok güzel bir üç gün yaşadık. 

Boşuna İstanbul'u kadına benzetmemişler. Ezası, cefası da var, ama sefası da. Onda yaşamak zor, doğru, ama onsuz da düşünemiyorum. Tıpkı dikenleri olan muhteşem bir gül gibi. 

Gelen pişman, gelmeyen daha bin pişman. Biz geldik, gezdik, gördük. Allah kalanlara gayret, kuvvet, sabır versin diyorum.

Saat 18.30 Yenikapı limanından ayrılıyoruz. Bir daha görüşene kadar elveda İstanbul. Sen, aşkınla büyülediğin İstanbul'lulara kal. 

Biz de "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" deyip arada bir ziyaret ederiz. Olur mu ? Denizinin, tarihi siluetinin, selatin camilerinin, her köşebaşında yatan manevi fatihlerinin seveniyim ben. Ne de olsa gençliğimin ilk göz ağrısısın, ne olur bozulmadan, kokuşmadan kal. Her gelişimde bütün cefana, eziyetine rağmen, yeniden yeniden, bir kez daha gelmek için niyetleneyim.

Nihayet yolculuğumuz bitiyor. Limana yanaştık ve işte Bandırma'dayız. Saat 20.30.

Herkes bir an evvel inme, arabasını çıkarma telaşında. Görevliler dikkatli. Bugün beş seferi olmuş Adnan Menderes feribotunun. Diliyorum herkes de, onlar da kazasız belasız evlerine, çoluk çocuklarına kavuşurlar.

Başta meydanda biraz dolaşmak, çorba ve çiğ börek  yemeyi planlamıştık ama şimdi nedense bir eve dönme acelesi var üstümüzde. Otobüsümüz saat 22.00'de kalkacak, yine de bir an evvel gidelim istiyoruz.

Bandırma limanındaki balıkçılar her zaman taze balık satarlar, biliyorum. O yüzden "Burdan balık almadan gitmem" diyorum eşime. Şaşırıyor. "Daha 150 km yolumuz var, gecenin birinde varacağız evimize. Neyin nesi bu balık sevdası ?" diyor eşim. Ama ben kararlıyım iki tane iri sarıgöz alıyorum balıkçıdan, temizletip iyice kat kat sardırarak. "Orada oğlumuz var, yarın birlikte yeriz" diyorum.