7 Kasım 2020 Cumartesi

07 Kasım 2020 Cumartesi 23:30 CORONA GÜNLERİ.............................Dördüncü kabarma

Corona’da durum ne?

Salgının ülkemizdeki seyrine bakılırsa 11 Marttan bu yana 4.ncü kabarmayı yaşıyoruz. İlki Mart, Nisan ve Mayıs aylarındaydı. Tepe noktası 5.138 günlük vakayla 11 Nisanda görüldü. 85 gün sonra 2 Haziranda yani normalleşmenin başladığı noktada günlük vaka sayısı 786’ya inmişti. 


İkinci kabarma ise 3 Haziranda başladı. O gün vaka sayısı 867 ile yeniden yükselmeye başlamıştı. Bu ikinci yükselti 15 Haziranda 1.592’yi gördü ve yeniden düşüşe geçti. Ta ki 22 Temmuzda 902’ye ininceye kadar. Bu dönem de 50 gün sürmüştü.

 

Üçüncü safha 23 Temmuzdan (913) 30 Eylüle (1.391) kadar 69 gün devam etti. Bu kabarmanın da zirve noktası 18 Eylülde 1.771 günlük vaka sayısı ile gerçekleşmişti. 1 Ekimde (1.407) başlayan 4.ncü kabarma 37 gündür ( 5 Kasımda 2.311) sürekli bir yükseliş halinde. Son üç kabarma bu son tırmanış da dahil olmak üzere ilk dönemdeki gibi sert bir tepe yapmadı. Beş ay beş gündür 1.000 ile 2.300 arasında dalgalanıyor.  

Salgında vefat edenler tablosuna baktığımızda fotoğrafın hemen hemen benzer olduğunu görebiliyoruz. Ancak 2.nci safha (2 Haziranda 22 vefatla başlamış-23 Haziranda en fazla 27 olmuş, 22 Temmuzda da 19 vefata düşmüş) daha yatay bir seyir izlerken 3.ncü ve 4.ncü kabarma nisbi olarak daha yüksek sayılarla gerçekleşmiş. 

Üçüncü safha 23 Temmuzdan (18) 26 Ağustosa kadar (20) aynı yatay seyirle gitmiş. Ancak bu tarihten sonra dik bir yükselme görülüyor. 28 Ağustosta 26, 1 Eylülde 47, 7 Eylülde 57, 15 Eylülde 67 ve 24 Eylülde 74 ile zirve yapmış. Ardından Ekim başına kadar kısmî bir düşüş görülüyor. (30 Eylülde 65) 1 Ekimde (67) başlayan 4.ncü kabarma bir ay 5 gündür (13 Ekimde 62, 16 Ekimde 73, 19 Ekimde 75, 30 Ekimde 78 ve 5 Kasımda 81) yavaş ama artarak yükseliyor. 

Yine de bu vefat sayıları Mart, Nisan ve Mayıs aylarındaki ölümlere henüz ulaşmamış durumda. Çünkü ilk dönem 2 Nisanda 79, 10 Nisanda 98, 17 Nisanda 126, 19 Nisanda 127 ile zirve noktasını görmüş, daha sonra inişe geçmişti. (23 Nisanda 115, 30 Nisanda 93, 6 Mayısta 64, 13 Mayısta 58, 27 Mayısta 34 ve 2 Haziranda 22) Tepe noktası 127 olan bu dönemin 85.nci günü 2 Haziranda yani normalleşmenin başladığı noktada vefatlar 22’ye inmişti.

Ancak şu anda ülkemizdeki esas sorun ağır hasta sayımızdaki artış. 6 Kasım itibariyle Türkiye'de son 24 saatte 145 bin 241 Kovid-19 testi yapılmış. 2 bin 436 kişiye hastalık tanısı konulurken 83 kişiyi kaybetmişiz. Ağır hasta sayımız ise 2.654 olmuş. 5 Kasımda ağır hasta sayımız 2.564 idi ve 4 Kasımdan (2.464) 100 fazla olmuştu. Bu rakamlar 3 Kasımda 2.386, 2 Kasımda 2.341, 1 Kasımda 2.177 idi. Sağlık Bakanımız "Bu artışa engel olmak zorundayız" diyor.

Dünya'da Corona

Dünyada toplam Covid-19 vaka sayısı 7 Kasım itibariyle 50 Milyonu (50.068.252) geçmiş bulunuyor. Toplam Vefat sayısı ise 1.254.107. Bu sayıların beşte biri (vaka 10.153.052, Ölüm 243.042) tek başına ABD’de görüldü. 

Takip eden ülkeler Hindistan (8.500.003-126.134),Brezilya(5.636.181-162.053),Rusya (1.753.836-30.251),Fransa (1.661.853-39.865), İspanya (1.388.411-38.833),Arjantin(1.228.814-33.136), İngiltere(1.171.441-48.888),Kolombiya(1.127.733-32.405)ve Meksika (955.128-94.323) olarak sıralanıyor.      

Dünya şu anda 13 Eylülde 308.315 vaka ile başlayıp en son 6 Kasımda 581.679 vaka ile hala yükselmeye devam ediyor. Bu şimdiye kadar görülen en dik yükseliş. Bu dönemin belli başlı zirveleri 26 Eylülde 338.811, 10 Ekimde 408.988, 17 Ekimde 432.009, 24 Ekimde 526.893, 28 Ekimde 552.446, 31 Ekimde 598.195 ve 6 Kasımda 581.679 olarak gerçekleşmiş durumda. Şu ana kadar 54 gün geçmesine rağmen vaka artışı %94’ü bulmuş durumda.

 

Dünya corona salgınında 4.ncü aşamada. İlk dönem 21 Ocakta günlük 212 vaka ile başlamış, 18 Martta 12.018 vakayla 56.ncı günde sona ermişti. Neredeyse yatay düz bir çizgi halindeydi. Görünüşe göre ikinci kabarma 19 Martta 18.720 ile başlamış ve 37.nci gün 25 Nisanda 93.576 vakaya ulaşmıştı. Bu dönem ilkine göre 4 kat irtifa ile özetlenebilir.

 

Ancak asıl yükselme 9 Mayısta gerçekleşen 95.845 günlük vakayla kabarmaya başlayan üçüncü dalgada görüldü. Bu dönem 79 gün sonra 27 Temmuzda 328.808 günlük vakayla tepe noktasına varmıştı. 28 Temmuzdan itibaren 200.000 ile 300000 arasında derin yarıklar halinde yatay vaziyette seyreden 4.ncü safha geldi. Bu dönem de 46 gün sürmüş ve 12 Eylülde 303.250 günlük vaka ile noktalanmıştı.


Dünyada coronavirüs salgınından vefat edenler 18 Marttan bu yana 2.500’den aşağı olmamak ve maksimum 10.000 aralığında olmak üzere 250 gündür devam ediyor. Günlük can kayıpları açısından zirveler 17 Nisanda 8.493, 30 Nisanda 9.745, 10 Mayısta 8.499,  27 Haziranda 6.879, 18 Temmuzda 7.383, 24 Temmuzda 9.753, 8 Eylülde 9.566, 3 Ekimde 8.756, 10 Ekimde 8.680, 5 Kasımda 9.623 olarak görünüyor. Buna göre salgın sürecinin rekoru 24 Temmuzda gerçekleşen 9.753 ölüm

4 Kasım 2020 Çarşamba

05 Kasım 2020 Perşembe 20:00 CORONA GÜNLERİ.............................Algı operasyonları

Cambaza bak, aslını bilme!

Eğer medyanın gündemiyle düşünüyorsanız, hele de dünyaya sadece sosyal medyadan bakıyorsanız bir “Cambaza bak!” oyunu içinde olabilirsiniz. Misal televizyon kanalları birkaç gündür ABD başkanlık seçimlerine odaklanmış vaziyette. Trump ne kadar oy almış, Biden ne kadar önde? Sanırsınız ki tarihin en önemli olayı bu seçimler.

Oysa beş gündür neredeyse 24 saat İzmir depremini anlatıyorlardı. Kah fay hatlarını anlattılar, kah çöken binaları. Tırnak içinde “mucizeler”den söz ettiler bol bol. Kurtarıcı kahramanlar buldular anlattıkları hikayelere. Üç gün sonra bambaşka bir olayın etrafına üşüşecekler. Ballandıra ballandıra, ekleye süsleye yeni yeni hikayeler anlatacaklar izleyenlerine. Önceki konu hiç ilgilerini çekmeyecek.

Bu yılın en önemli konusu coronavirüs değil miydi? Artmakta değil miydi vakalar, ölümler? Doğu Akdeniz gerginliğine ne oldu? Daha geçen hafta Azerbaycan Ermenistan çatışması doldurmuyor muydu haber bültenlerini? Neler oluyor? Haber alma hakkımız üzerinden birileri oyun mu çeviriyor? Bir o yana bir bu yana dönmekten asıl önemli ve öncelikli olanı kaçırıyor muyuz?

Eskiden şenlik ve panayırlarda cambaz gösterileri olurdu. Bu etkinlikler yankesicilerin de üşüştüğü ortamlardı. Gözlerine kestirdikleri kişilerin yanına yanaşır, adam cambaza değil de başka bir tarafa bakıyorsa; “Aa! cambaza bak cambaza!” diyerek ipte yürüyen kişiye odaklanılmasını sağlarlardı. Ahali cambazın gösterisini hayretle izlerken hırsızlar da onların ceplerinde ne var ne yok alıp giderlermiş. Ne olup bittiğini ancak cambaz ipten inince anlayan adam feveran etse de ne fayda. İş işten çoktan geçmiş olurmuş.  

Bu iş o kadar ilerlemiş ki cambazların bazıları da zaman zaman o hırsızlarla iş birliği yapar olmuş. Hatta bu tür şenlikleri bizzat yankesicilerin düzenlediği de olurmuş. Halk cambaza baktığı zaman işlerini yaparlar, ne zaman dikkat dağılsa anons ve müziğin sesini yükselterek cambazın tel üzerinde daha tehlikeli hareketler yapmasını sağlarlarmış.

Bugün “Cambaza bak!” deyimi sadece yankesicilik ve dolandırıcılıkta kullanılmıyor. Her şey gibi bu yöntemin de ultrasüper çeşitleri türemiş durumda. Siyasetten ticarete, günlük rekabetlerden sanal dünyaya kadar oldukça geniş bir alanda kullanılabiliyor. Hükümetler bu şekilde gündem saptırabiliyor, küresel güçler kurmaca haberlerle milyarlarca dolar iç edebiliyorlar.

Mevcut gündemi dağıtma, maksatlı olarak saptırma ve “el çabukluğu marifet” araya başka işler sokuşturma gibi eylemler bu kadim sahtekarlığa yeni örnekler. Türkiye'nin son dönemde hedef alındığını zannettiğimiz pek çok olayda işin arka planında bambaşka hesaplar olduğunu sezebiliyorum.

 

Örnek mi alın size Fransa Cumhurbaşkanının yaptıkları. Normal zamanda yapılmayacak şeyler, söylenmeyecek sözler söyledi. Acaba neden? Kendi ülkesindeki bazı hesaplar nedeniyle olabilir mi acaba? Bence sergilediği oyun tam da bir 'cambaza bak' senaryosu. Bu yüzden eskisi gibi yoğun haber seyredemiyorum. Hatta reklam da izlemiyorum. Sosyal medyadaki üfürüklere hemen ayranım kabarmıyor. Arkasındaki cambaza bak oyunları beni rahatsız ediyor. 


İşin aslını faslını anlamadan, dinlemeden, öğrenmeden bir kanıya varmaktan uzak duruyorum. Bu paranoyaklık değil. Bu sistemin para kazanmak, güç sağlamak için her şeyi kullanabileceğini artık biliyorum. Bu yüzden aldananlardan olmak istemiyorum o kadar. Aynı delikten defalarca ısırılmak istemiyorsanız size de tavsiye ederim. Zira güncel harala güreleler tam da “cambaza bak” ortamları.


Sen de haklısın

Haber peşinde koşup nefes nefese yaşayan haberci kuşkusuz işini yapıyor. Yakaladığı hikaye ne kadar heyecan verici olursa o kadar başarılı sayılıyor. O an için haber bültenlerinin en önünde olmak, gündem oluşturmaktan başka bir şey düşünmüyor. Kameralarla yansıttığı ya da klavyesiyle yazdığı olayın arka planı onun işi değil. "Cambaza bak!" diyenlerin fırıldaklarından habersiz. 

 

Oysa başarıyla magazine ettiği hikayenin arkasında belki de ne gizlenen, örtülen şeyler var. Belki ne acılar, ne göz yaşları var. O işini yapıyor ve dönüp bir başka haberin peşine koşuyor. Şimdiye kadar “ben zamanında şöyle bir haber yaptım ya da yazdım. Oysa hadisenin içinde şöyle şöyle şeyler de varmış. İşin hakikatı şöyleymiş. Haberden sonra şu şu gelişmeler yaşanmış. Çok pişmanım, özür dilerim” diyen bir gazeteci hiç görmedim, duymadım. 


Arkadaş sosyal medyada çarpıcı bir söz, fotoğraf ya da belge görüyor. Hemen iki tuşla paylaşıveriyor. O an için içindeki düşünceyi, inancı veya tepkiyi ifade ettiğini düşünüyor. "Bir çaktım ki o kadar olur" diye keyifleniyor da üstelik. Bir anlık refleksle davasına, taraf olduğu cenaha destek verdiğini zannediyor. Acaba doğru mudur diye bir an bile düşünmüyor ya da herkesi kendisi gibi sanıp doğru olduğunu kabul ediyor. 


O paylaştığı şey aslında sanal dünyaya atılmış bir yem gibi. Oltayı sallandıranlar da çok defa yemi yutan her sazanla birlikte histerik kahkaha atan birileri olabiliyor. Sosyal medya mecraları böyle binlerce bulaşıcı virüsle dolu. Bazıları yabancı istihbarattan, bazıları terör örgütlerinden, bazıları da siyasi partilerin tetikçi operatörleri. Gerçek niyetlerini açık etmiyorlar. Elbette yemlerini de balık çeşidine göre ustaca seçiyorlar. Bizim arkadaşımız da bilmeden oltaya gelmiş oluyor işte. 


Zemmettiği, saldırdığı, kurşuna dizdiği düşmanı değil. Belki komşusu, belki akrabası belki de selamlaştığı biri. Hiç tanımasa da neticede onun gibi bir insan. Eti var, duygusu hisleri var. Böyle paylaşımlar yapanlar karşısındakilerin kırılabileceğini, incinebileceğini hiç hesaba katmıyorlar. Böyle tarrakalar karşısında reaksiyon olarak kendi fikrinin, tarafının, inancının arkasında kemikleşebileceğini göremiyorlar. 


Böylelerinden de sonradan paylaşımını silen, özür dileyip helallik isteyen çok az. Karşısındaki dini duyguları incittiğinden, yok yere dini tartışma konusu yaptığından haberi yok. Ya da var da özellikle ve domuzluğuna yapıyor. Misal adamın biri şöyle yazmış: "Araplar ingilizce Fransızca konuşuyor. Biz aptal mıyız, neden arapça Kur'an okuyor, onların kültürünü geleneklerini taklid ediyoruz?" Düz mantıkla baktığınızda çok çarpıcı bir tespit. Tabiatıyla oltasına gelen sazan da çok olmuş. 


Ama biraz düşünülse bu lafın hiç bir doğru tarafı yok. Bana ne arabın ne konuştuğundan. Kur'an Allahın kitabı, "insan"a gönderilmiş bir mektup. Elbette geldiği kişinin diliyle indirilmiş. Bundan doğal ne olabilir? Bu hal ne araba ne de arapçaya bir kutsallık, üstünlük sağlamaz ki. Sen ne diye William Shakespeare'in Hamlet, Yasa 3, Sahne 1 oyununun sözde "rahibe manastırı sahnesinde" Prens Hamlet tarafından söylenen “To be, or not to be” (Olmak ya da olmamak) sözünü İngilizce söylüyorsun. Bir düşün bakalım. 


Böyle daha binlerce örnek verebilirim. Son sözüm böyle algı operasyonlarına bilmeden, iyi niyetle alet olanlara. Bilirsiniz "cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşelidir" diye bir söz vardır. Dikkat edin "Ama..."diye başlayan savunmalar genellikle iyiniyetini gösterme çabalarıdır. Haber yapan gazeteci de, başarıyla aldatan reklamcı da, sanal dünyada herkesi kesip biçen sosyal medya silahşörü de, imaj çalışması yapan sahtekar da, olmadığı halin kılığına girmiş münafık da kendi dünyasında haklıdır. 


Bizim hanım da bana "Sen ne karışıyorsun, bırak kim ne yapıyorsa yapsın. Sana ne?" diyor sık sık. Ne diyelim Nasrettin Hoca merhum ne de güzel söylemiş: "Sen de haklısın hanım." 

3 Kasım 2020 Salı

04 Kasım 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı186...............................Nüfus ve sosyal hayat

Nüfus ve sosyal hayat

Şu anda “Nereye ulaşmak istiyoruz?” aşamasının son bölümündeyiz. Misyon bildirimimizi netleştirdik, Temel ilkelerimizi yazdık, değerlerimiz üzerinde durduk. Yeşilelma ile temsil edilen vizyonumuzu açıkladık. Amaçlarımızı, bunlarla ilgili bazı Stratejik Amaç ve Stratejilerimizi ortaya koyduk. Şimdi Güçlü-zayıf yanlarımız ile dış çevreden yönelmiş Fırsat ve tehditleri 12 başlık altında birer birer ele alacak ve ilintili bazı hedefleri belirlemeye çalışacağız. Esas itibariyle yöntemimiz şu sorulardan oluşuyor: ‘Güçlü yönlerimizi daha da güçlü hale getirmek, zayıf taraflarımızı güçlendirmek için hangi hedeflere yönelmemiz gerekir? Fırsatları değerlendirmek ve muhtemel tehditlerden sakınmak için kendimize ne gibi hedefler koyabiliriz? Bu hedefler bizim hangi Stratejilerimizle ilgili olacak? Hangi Stratejik Amaçlarla dolayısıyla da hangi Amaçlarla bağlantılı? Bu sorular bize açık ve net birçok hedef seçmemize yardımcı olacak. Aynı bağlamda bazı faaliyet ve projeleri de açığa çıkarmaya yarayacak. İşte şimdi Allah’ın izniyle bu hafta Susurluğun ‘GZFT.01-NÜFUS VE SOSYAL HAYAT’ konusuyla başlıyoruz.

Daha önceki çalışmamızda bu alandaki ilgili güçlü yönün; GY.01.1-Henüz çok yaşlanmamış bir nüfus’, zayıf yönümüz ise ‘ZY.0101-Giderek azalan nüfus’ olarak belirlenmişti. Karşı karşıya olduğumuz fırsat; Bölge dışından üzerimizde bir FRS.01.1-Göç baskısının olmaması’ avantajı, tehdit ise ülke çapında görülen ‘THD.01.1-Boşalan köyler’ gerçeğiydi. 2019 verilerine göre Susurluk nüfusunun %24,28’i yaşlı, %27,61’i genç ve %48,11’i ise orta yaşta. Orta vadede bu yaşlanma tablosu sıkıntı çıkarmaz, ancak yaşlı nüfus genç nüfusu geçmek üzere. Yaşayan dört kişiden biri genç, diğeri yaşlı, kalan ikisi de orta yaşta görünüyor. Bu avantajın gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan değerli olduğu ortada. Tablonun 1-2-1 olması şu anda güçlü gibi görünen bu konunun uzun vadede zayıfa dönmesine sebep olabilir. Bu da hem sosyal hem de ekonomik anlamda ilave sorunlara neden olacaktır. Çok geç kalınmadan yaşlanma ve genç nüfus kaybı sorununa karşı önlem alınması gerektiğini düşünüyorum. Şayet ‘AMAÇ.1-BÖLGESİNDE YÜKSELEN, ÖNE ÇIKAN GELİŞMİŞ BİR SUSURLUK’ istiyorsak, bu mevzuyla alakalı ‘StrA.1.1-Sosyal ve ekonomik kalkınma’ olarak ifade ettiğimiz bir stratejik amacımız varsa, o zaman ‘Str.1.1.1-Güçlü yanları ve fırsatları kullanma’ stratejimizi de etkin bir şekilde kullanmalıyız. Bu durumda kaçınılmaz olarak karşımıza iki hedef çıkıyor. Öncelikle ve bir an önce ‘HDF.1.1.1.01-Orta yaşın deneyimlerinden daha etkin yararlanmak’ ve aşamalı olarak HDF.1.1.1.02-Genç nüfus oranını arttırmak’. 

Öte yandan gençlerin gitmesiyle giderek ‘Boşalan köyler’,‘Yaşlanma’ ve ‘Üretememe’ sorununa karşı ilçemizin konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını değerlendirerek bazı çözümler bulması gerekiyor. Köyde yaşanabilir hayatların bir yolunu bulmalıyız. Bu noktada Büyük şehre bağlı mahalle olmanın avantajlarını kullanmak önemli bir fırsat. Böylece zorunlu alt yapıların oluşturulduğu, okullarının açıldığı, çiftçilik ve hayvancılık konularında desteklenen, ürünleri pazarlanabilen, sosyal hayatı canlı, alternatif turizme açık, yaşanabilir bir köy modeli mümkün. Gençleri köyde tutabilmenin çaresi de bulunmalı. Mesela Karaköy’de halen uygulanan eski bir gelenek bu konuda ufuk açıcı nitelikte. Yapılması gereken buna benzer çözümlere odaklanmak ve stratejik çıkış yolları bulabilmek. Acı gerçek şu: köylerde ziraat ve hayvancılık yapacak kimseler kalmıyor, gençler büyük şehirlerde karın tokluğuna çalışmayı köylerde kalıp tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya tercih ediyor. Ancak diğer yandan büyük şehirlere gitmiş insanlar da sürekli “Ben köyümü özledim” diyorlar. Okulları kapatılmış, sürekli modern araçların reklamı altında, şehir hayatının cazibe haline getirildiği bir zeminde gençleri köyde tutmak zor. Dahası altmışın üzerindeki yaşlı bir nüfusla köylerdeki üretim ve sosyal hayatı canlı tutmak hiç mümkün değil.  Zaten onlar da ya torun bakmaya çocuklarının yanına ya da satıp savıp ilk fırsatta şehirdeki doğalgazlı bir daireye iniyorlar. Bu gidişle köy ekmeği, köy yumurtası, taze sebze ve bağ meyvelerini hiç bulamayacağız. Tüketerek ilanihaye ayakta kalınamaz, eğer emeğiniz, ürününüz, hizmetiniz ve bir üretim kültürünüz yoksa var olamazsınız. Köylerimiz ve köylümüz bu ülkenin en stratejik varlıklarından. O noktadaki erozyonu önlemek bir tarım ve hayvancılık bölgesi olan Susurluk’ta hayati önem kazanıyor. Bu konuyla ilgili ‘StrA.1.3-Cazibe merkezi olma’ stratejik amacımıza hizmet edecek şekilde ‘Str.1.3.2-Konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını değerlendirme’ stratejisi düşünmüştük.  O halde tehdit altında gittikçe zayıflayan köylerin güçlendirilmesine yönelik şöyle bir hedef öngörülebilir: HDF.1.3.2.01-Altyapı, ekonomi ve sosyal alanlarda her köyde en az üç proje geliştirmek’. 

    Temel amaçlarımızdan birisi; ‘AMAÇ.2-KALKINMAYI BAŞARMIŞ ÜRETKEN BİR SUSURLUK’ Bunun hemen altında ‘StrA.2.1-Değerlere dayanmak’ şeklinde bir stratejik amacımız bulunuyor. Onun da altında ‘Str.2.4.2-Her alanda ilerleme sağlama’ stratejimiz var. Kalkınma dediğimiz zaman bu sürecin en başta üretimi arttırmakla paralel yürüyeceğini biliyoruz. Üretemeyenin kalkınamayacağını, kalkınma sürecine girilmezse üretimin arttırılamayacağını anlamak o kadar zor değil. Güçlü Nüfus ve sosyal hayat ta bu konularla yakından ilişkili. Neticede hepsi birbirine bağlı ve etkileşim içinde hususlar.  Gerek ekonomik, gerekse sosyal değerlerin üretimi, paylaşılması ve koruyup geliştirilmesi doğal olarak nüfusun canlılığı ve sosyal hayatın derinliğine bağlı. Yine her alanda ilerleme sağlamanın hem nüfusa hem de sosyal hayata yansımaları olacağı açık. Bu stratejilerin nüfus ve sosyal hayata olumlu yönde ivme kazandırması beklenir. O halde bu noktada nüfustaki gerilemenin durdurularak artış yönünde bir ilerleme sağlanması belli bir hedefle ifade edilebilir. Mevcut istatistiki verilere göre Nüfus artış hızı dalgalanmakla birlikte son on yılda %0’ın altında yani eksi görünüyor. 2008’de -%0,46, 2013’de -%0,37, 2018’de -%0,26 ve 2019’da da -%0,91 imiş. Sorunu anlamak için Bandırma ilçesindeki nüfus artışının binde 12,25 olduğunu belirtmek gerek. Bu durumda daha güçlü olmak için nüfus artışı için plan döneminde önce yeniden 43 binin üzerine, daha sonra da aşamalı olarak 100 bine çıkacak şekilde bir hedef öngörülebilir: HDF.2.4.2.01-İlçe nüfusunun aşamalı olarak 100 bine çıkacağını öngörmek’.
               Göçer Yörüklerle birlikte, yoğun Balkan ve Kafkas göçmenlerine de yurt olan bölgemizin kültürel çeşitliliği oldukça dikkat çekici. Zira ilçemizde yerli manavlardan, muhacir ve romanlara kadar geniş bir kültürel dokunun izleri bulunuyor. Bu açıdan ’Keşfedilmeye hazır zengin sosyo-kültürel yapı ve değerler’söz konusu. Çok sayıda camimiz geçmişten gelen güçlü manevi yapımızı temsil ediyor. Yaşanmışlıkları olan zengin bir sosyal hayat birikimimiz var. Belki biraz üzeri küllenmiş o kadar. Biraz üflense altındaki kor meydana çıkacak. Mesela Susurluk halkı için kahve kültürü, düğünler, çay bahçesi ve şehir parkına gitmek önemlidir. Kahvelerden kütüphaneli cafe türü ‘Kıraathane’ işletmelerine, parktan ‘Millet bahçesi’ne dönüşüm gençleri memnun edeceği gibi aileleri de mutlu edecektir. Bunun için de yeni iş sahaları, büyüme ve ekonomik güçlenme gerekiyor. Giderek gelişecek böyle bir zeminde yeniden güçlü değerler, gelenekler, zengin bir folklor ve eğlence alışkanlıkları yeşerecektir. Kaldı ki şayet her şey yolunda giderse 2-3 sene içinde Susurluk bir Üniversite kampüsüne kavuşabilir. Bu gelişmenin de hem ekonomik hem de sosyal bir fırsat olarak değerlendirilmemesi için hiçbir sebep yok. Böylece şehir merkezimiz önemli sayılabilecek bir öğrenci kitlesine ev sahipliği yapacak. Hiç kuşkusuz genç bir kitle Susurluk için hem bir gençlik aşısı, hem de sosyoekonomik canlılık anlamına gelecek. Zira dışardan gelen bu gençlerin barınma, yeme içme, eğlenme ve sosyokültürel ihtiyaçları karşılanmak zorunda. Örneğin o zaman bu ilçede sinema da olacak, kütüphane de. Yeşil alanlar da olacak, spor tesisleri de. Susurluk zaman zaman konserlerin verildiği, tiyatro eserlerinin oynandığı bir yer olacak. Bu konuda geleceğe yönelik olarak ‘AMAÇ.3-İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK’ ve ‘StrA.3.3-Yeşil ve yaşanabilir bir Susurluk’ Stratejik Amacımız var. Bu istikamette ‘Str.3.3.1-İnsanların sağlık, huzur ve refah içinde; mutlu, huzurlu ve umutlu olması’ stratejisi izleyecek olursak amacımıza ulaşabiliriz.  O halde şöyle birkaç hedef konulmalı önümüze: HDF.3.3.1.01-Sosyo-kültürel yapı ve değerlerimiz üzerinde araştırma yaptırılması’ ve HDF.3.3.1.02-İnsanımız ihtiyacı yaşam merkezlerinin çoğaltılması’.Başka bazı yerler için tehdit olabilen ama bizim için şu anda karşı karşıya olduğumuz fırsat; Bölge dışından üzerimizde bir ‘FRS.01.1-Göç baskısının olmaması’ avantajı. Böyle bir gerçekliğin bizde olmaması ya da hissedilmeyecek ölçüde az yaşanması şimdilik Susurluk için bir artı durumunda. Ancak gençlerin gitmesiyle ‘Köylerin boşalıyor’ olması ve giderek ‘Artan yaşlı nüfus’ trendi ise bizi farklı bir tehditle karşı karşıya bırakıyor. Köyden kente inme ülkemizde son yarım yüzyıldır süregelen bir vakıa. Öte yandan işsizlik, yüksek tahsil ve daha iyi bir hayat arzusu vb. sebeplerle dışarıya çıkan gençlerimizle birlikte yalnız kalan yaşlıların köyü terk ederek şehre inmesi neticesinde ilçede farklı bir göç yaşanıyor. Bu durum aynı zamanda sosyal dokumuzu da yıldan yıla zayıflatıp kötüleştirmekte. Huzur içerisinde yaşanabilen, çevreye duyarlı iyi insanlar şehri olma stratejisi planlı bir büyüme ve yerleşim gerektiriyor.
            Bugünden örnekleri görüldüğü gibi gelecekte de mevcut ve artan istihdam imkânları dışardan ilçemize işgücü gelmesini dayatacaktır. Ancak göç başka bazı olumsuzlukları da beraberinde getirir. Bize has değerlerimizi ve huzurumuzu koruyarak gelişmek istiyorsak ‘Str.3.3.2- Huzur içerisinde yaşanabilen, çevreye duyarlı iyi insanlar şehri olma’ stratejimizi uygulamamız gerekir. O nedenle geleceğe yönelik şöyle bir hedef koyabiliriz: ‘HDF.3.3.2.01-Muhtemel göçleri nüfusun %10’u ile sınırlı tutmak’.
        Üretkenlik, kalkınma, güçlü sosyal hayat; çocuk ve gençle mümkün. İyiliğin bu şirin yurt köşesinde bitmemesini istiyorsak onun bu günün orta yaşlı ve yaşlı insanlarıyla ölüp gitmesine de seyirci kalamayız. O sebeple insan odaklı düşünmeye çözümler üretmeye mecburuz. ‘Str.3.3.3-İnsan odaklılık, gençlerini ve çocuklarını önemseme’ stratejimiz bunun için. Mesela: ‘HDF.3.3.3.01-Uygun köy ilkokullarının açılması’, ‘HDF.3.3.3.02-Gençlerin iş garantisi ile Susurluk’ta okuması ve kalması’ ve ‘HDF.3.3.3.03-Sivil toplum örgütlerine katılımı arttırma gibi hedefler böyle çözümleri sağlayabilir.

Susurluk’ta kilometre kare başına 36,6 kişi yaşıyor. Karşılaştırmak için bu yoğunluğun Türkiye ortalamasının 104, Balıkesir ili ortalamasının da 84 kişi olduğunu not edelim. Bu durum bir yandan beldemizin Bandırma, Gönen, Karacabey ve M.K.Paşa gibi ilçelerle karşılaştırıldığında ‘nispeten daha bakir’ olduğunu gösterirken, ‘sürekli kan kaybettiği’ yönünde olumsuz bazı ikaz işaretleri anlamına da geliyor.  Beldemizin nispeten daha bakir olması belki orta vadede bir avantaj sağlayabilir. Daha ‘el değmemiş, kapağı açılmamış bir Susurluk’ tan söz ediyor olabiliriz. Sahip olduğumuz değerler, el değmemiş bir doğa, yatırımlara uygun arazilerimiz, henüz değerlendirilememiş potansiyellerimiz var. Bir taraftan da sanayi, lojistik, jeotermal, güneş, rüzgâr ve biyoenerji ile alternatif Turizm konularında daha yolun başında olduğumuz bir noktadayız. O halde bundan sonrası için akıllıca değerlendirebileceğimiz pek çok seçim şansımız var demektir. Böylece belki bu güne kadar arada-derede kalmış olmamızı ‘güçlü’ bir avantaja da dönüştürebiliriz. O halde ‘Str.3.3.4-Yaşam kalitesini yükseltme ve çevre duyarlılığı’ stratejisi çerçevesinde ‘HDF.3.3.4.01-Gençlerin üretime teşviki, yaşlıların korunup kollanması’ yaşam kalitemizin iyileştirilmesine katkıda bulunabilir.  Ancak elimizdeki nimetin kadrini unutmamak ve yeşil bir Susurluk için çevreye karşı duyarlı olmak kaydıyla.

yyalcin3@gmail.com


03 Kasım 2020 Salı 20:00 CORONA GÜNLERİ....................................Her şeye rağmen

41 kere maşallah

Hep kötü, olumsuz ve iç karartıcı şeylerden bahsetmeyeceğiz ya. Her şeye rağmen hayat devam ediyor. Bütün nimetleri ve güzellikleriyle. İşte bu gün de öyle bir gün. Bugün bizim evliliğimizin 41.nci yıl dönümü. Neredeyse yarım asra yakın bir hikayenin sevgiyle ayakta kalış öyküsü.

 

Evet, tam 41 yıl önce bugün, 1-2 Kasım 1979’da bir Kurban Bayramında evlenmiştik. Her dönemin zorlukları, sıkıntıları, acıları var. O günlerde de ülkede anarşi, kavga, kan, kaos, acı ve gözyaşı vardı. Her gün onlarca insan ideolojik kamplaşmaların sonucu birbirleriyle vuruşuyor, ölüyor, öldürüyorlardı.

 

Aynen bugün corona salgını nedeniyle nasıl her gün vaka ve ölüm sayıları yayınlanıyorsa; o günlerde de olay ve cinayet haberleri olurdu gazetelerde çarşaf çarşaf. Sanırdık ki dünyanın sonu geldi, bu nasıl bir hayat nasıl bir zaman. Hatırlarsınız Orhan Gencebay o günler için bir şarkı bestelemişti, herkes bilir: "Batsın bu dünya!" Orada şöyle feveran eder yaşadıklarına:


Yazıklar olsun, yazıklar olsun / Kaderin böylesine, yazıklar olsun / Herşey karanlık, nerde insanlık / Kula kulluk edene yazıklar olsun / Batsın bu dünya, bitsin bu rüya / Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun / Dolmamış çileler, yaşanmamış dertler / Hasret çeken gönül, benim mi olsun

Öyle bir dert verdin ki, kendime gelemedim / Çıkmaz bir sokaktayım, yolumu bulamadım / Ben mi yarattım, ben mi yarattım / Derdi ızdırabı, ben mi yarattım / Günah zevk olmuşsa, vefa yoğrulmuşsa / Düzen bozulmuşsa, ben mi yarattım / Batsın bu dünya, bitsin bu rüya

Gencebay bu ülkenin hassas yürekli bir ozanı olarak "Barış için, insanlık için daha güzel bir dünya için böyle olacaksa Batsın bu dünya!"  demişti ama batmadı tabi. Kötünün de kötüsü varmış, şu kırk yıl içinde neler neler yaşamadık ki? Darbeler mi görmedik, depremler mi yaşamadık, teröre onbinlerce canlar mı vermedik. 


Siyasi krizler bir birini kovaladı. Ekonomik krizlerin kara delikleri yuttu bu ülkeyi kaç kere. Neredeyse şehidi olmayan hiçbir mahalle, kaza haberi işitmediğimiz hiçbir bayram, ciğeri yanmayan hiçbir ana, sıkıntımız olmayan hiçbir yılımız geçmedi. İşte şimdi de bir corona virüs musibetiyle karşı karşıyayız. Depremleri, sel felaketlerini, yangınları, toprak ve çığ düşmelerini saymıyorum bile. 


Yine de ayakta kaldık, yenilmedik, yaşıyoruz. Biz 41 yıldır birlikteyiz. Dört evladımız, güzeller güzeli dört de torunumuz var. Yaşımız artık 60'ın üzerinde ama Allaha şükürler olsun sağlığımız yerinde. 35 yıllık hizmetimizi şerefle tamamlayıp emekli olduk. Allah kalan ömrümüzü hayırlı eylesin. 


Hayatın öteki yüzü

Bu günün gençleri 10 yıl 20 yıl öncesini bilmiyor. Tabi ki bizim yaşadığımız şeyleri onların yaşamasını istemem. Ancak şunu söyleyebilirim ki; herkes, her can kendi hikayesini yaşıyor, yaşayacak. 


Muhtemelen de onlar bugünlerde görüp yaşadıklarını evlatlarına ve torunlarına “Siz bilmiyorsunuz, biz neler neler yaşadık gördük” diyecekler. Mesela corona salgınını anlatacaklar. İklim değişikliklerini, dünyada artmakta olan doğal felaketleri hikaye edecekler. “Biz yaklaşan tehlikeyi anlamıştık" diye söze girip "Allah sizi korusun!” duasıyla bitirecekler.

1979 yılı Haziranında sürüp giden olayların kaos ortamında siyasi sebeplerle kendi memleketimden sürüldüm. Bana bunu yapanlar Manisa'ya gönderilmemi bir lütuf olarak açıklamışlardı. Oysa biz başımıza geleni hayra dönüştürme gayreti içinde, hayatımızı birleştirme, yuvamızı kurma hazırlıkları yapıyorduk. Başkaları bizi silme, ezme, bertaraf etme niyetiyle bunu yapmışlardı ama Allahın izniyle Manisa sürgünü bizim için hayata tutunmanın, ayağa kalkıp yeniden başlamanın başlangıcı oldu.

Hemen ertesi yıl ilk kızımız doğmuştu. Onun doğum sevincini tam yaşayamadan 12 Eylül darbesi oldu. Anlatması uzun sürer böyle çok sıkıntılar yaşadık 41 yıl içinde. En başta sürgün gittiğimiz yerden terfi alarak çıktık. Bizi tanıyan herkes gördü bildi ki zulme uğramışız. Çok kısa sürede de yolumuz bizi silmek isteyenlerin merkezine, Ankara’ya çıktı. 31 yaşında daire başkanı, 47 yaşında Müsteşar yardımcısı oldum. 15 yıl şerefle ülkenin kalbinde, TBMM’sinde görevler yaptım.

Rabbime hamd olsun elbet bir sürü dertlerimiz, zorluklarımız oldu, düştük kalktık ama ondan hiç ümit kesmedik. Çok sabrettik, daha fazlası hamd ettik. Her şeyin hayırlısını diledik. Bildiğimiz bilmediğimiz, gördüğümüz görmediğimiz her türlü kötülükten, şerden yalnızca ona sığındık, ancak ondan yardım diledik. Ama işte güzel ülkem gibi, milletim gibi, bayrağım gibi dimdik ve umutla geleceğe yürümeye devam ediyoruz.

Şu on onbeş yıl içinde ülkem Cumhuriyet tarihinin en büyük eserlerini gördü. Duble yollar, otobanlar, köprüler, metrolar, deniz altı geçişleri, yüksek hızlı trenler, hava limanları, Barajlar, Enerji hatları ve bir milyonun üstünde toplu konut yapıldı. Onlarca şehir hastanesi ve sağlık tesisi kazandırıldı ülkeye. Her şehre en az bir üniversite kuruldu. Büyükşehir yasası ile bugün en ücra köyler bile mahalle statüsü ile her türlü hizmeti alabiliyor. 


Savunma sanayimiz güçlendi. Artık kendi İHA'larımızı, SİHA'larımızı, yerli helikopter ve zırhlı araçlarımızı üretebiliyoruz. Elektronik silah sistemlerimiz yerli ve milli oldu. Yerli elektrikli otomobilimizi, uçağımızı ve uçak gemimizi yapacak noktaya geldik. Kendi gemilerimizle karadenizde ve doğu akdenizde sismik araştırma, derin sondaj faaliyetimiz devam ediyor. Nerede bir mazlum varsa onun yanındayız, nerede hakkımız hukukumuz varsa onu cesaretle sahiplenebiliyoruz. Liste uzayıp gidiyor. Ne mutlu ki anlatılacak daha yüzlerce işimiz, eserimiz ve başarımız var.


İşte böyle bir noktada 2020 yılını bitirmek üzereyiz. Bu yıl hafızalarımıza doğal felaketleriyle, pandemisiyle, mücadele, kriz ve gerginliklerle kazınacak. Ama hayatın öteki yüzü bu kadar karanlık değil. Aydınlığı görebilmek için ışıktan kamaşan gözlerimizi biraz ovuşturmak gerekiyor. Sağlığımız yerindeyse, aç açıkta değilsek, ülkemiz mamur, insanımız hürse ne mutlu bize. Bildiğimiz bilmediğimiz, gördüğümüz görmediğimiz nice kötülüklere karşı bizi koruyup gözeten Rabbimize hamd olsun. 


Başımıza gelen musibetler bizi uyarıyor. Benzeri şerlerden hem korunabilmek hem de üstesinden gelebilmek için bağışıklık sistemimizi güçlendirmemizi sağlıyor. Yaşarken kıymetini bilmediğimiz şeylerin değerini hatırlatıyor. Elimizin altındaki nimetlerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. 


Tıpkı 41 yıllık bir evliliğin ulu bir çınara dönüşmesi gibi. Şimdi geriye bakıp yaşadığımız kötü anıların acısıyla kavrulmak yerine geleceğin umuduyla kendimize ve ailemize serin olmanın zamanı. Bugünümüze hamd etmenin, ülkemize, çocuklarımıza, torunlarımıza ve kalan ömrümüze dua etmenin vakti. Dünya dönüyor, saatler işliyor. Geride takılıp kalmanın hiçbir anlamı yok, anımızı hakkıyla yaşamamıza, yarınlar için hayal kurmamıza engel oluyor. Gün baktığımız şeylerin sadece bir yüzünü değil öbür yüzünü de görebilmemizin günü. 



1 Kasım 2020 Pazar

01 Kasım 2020 pazar 21:30 CORONA GÜNLERİ....................................Karabasan yılı

Deprem gerçeği 

2020 yılı ne yazık ki felaketlerle devam ediyor. Sel taşkınları, toprak kaymaları, çığ düşmesi, büyük yangınlar ve depremler. Bütün bunlara Marttan bu yana üstümüze çöken coronavirüs belasını da ekleyecek olursak gerçekten çok zor bir yıl geçiriyoruz. 


Terörle mücadele, Kuzey Irak, Suriye ve Libya'daki varlığımız devam ediyor. Doğu Akdenizdeki hak ve hukukumuzu müdafaa çabamız bizi Yunanistan ve Fransa'yla karşı karşıya getirmiş durumda. Yetmedi Ermenistan'ın Azerbaycan'a saldırması kuzey doğuda bir mesele daha açtı başımıza. Uluslararası ekonomik ve siyasi saldırıları saymıyorum bile.    


Dün İzmir’de meydana gelen deprem bu yıl ülkemizdeki büyüklüğü 5’in üzerindeki 11.nci sarsıntı. Türkiye özellikle 17 Ağustos 1999’daki depremden sonra bu konuya oldukça hassas. Her sarsıntı beklenen Marmara depremini hatırlatıp yürekleri hoplatıyor. Gerçekten de Türkiye o anı hiç unutamadı. O zaman merkez üssü Gölcük olan 7,4 büyüklüğündeki bir depremle sarsılmış büyük bir yıkım yaşamıştık.

 

Aradan 21 yıl geçti. Türkiye o gün yüzleştiği deprem gerçeğini neredeyse her ay bir kere daha hatırlıyor. Aslında topraklarının yüzde 92’si fay hatları üzerinde bulunan Türkiye’de, her yıl irili ufaklı binlerce sarsıntı yaşanıyor. Sadece 2019’da 23 bin 481 deprem meydana gelmiş. 2020’de bu güne kadar kaydedilen deprem sayısı ise neredeyse 22 bin civarında.  

 

Hatırlayalım ilk büyük deprem yılın ilk ayında meydana gelmişti. 24 Ocak’ta 6,8 büyüklüğünde Merkez üssü Elazığ-Sivrice olan, Elazığ’ın yanı sıra Malatya’yı da etkileyen bir depremdi. O gün 41 kişiyi yitirmiştik.

 

Şubat’ın 18’inde Manisa-Kırkağaç’ta meydana gelen 5,2’lik depremde korkulan olmadı ama 23 Şubat’ta İran’ın Hoy kentinde meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki deprem Van’ın Başkale ilçesi  köylerinde yıkıma yol açmıştı. O depremde de 10 kişi can vermişti.

 

Mart ayı daha sakindi. En önemli sarsıntı 19 Mart’ta Elazığ-Sivrice’de meydana gelen 5 büyüklüğündeki depremdi. Nisan ayında kaydedilen en önemli deprem ise Van’ın Tuşba ilçesinde 4,7 büyüklüğünde gerçekleşti.

 

2 Mayıs’ta Akdeniz’de meydana gelen 6,4 büyüklüğündeki deprem korku yarattı. Merkez üssü Girit açıkları olan depreme en yakın yerleşim yeri Datça’ydı. Neyse ki Datça ve civarında deprem nedeniyle herhangi bir hasar oluşmadı.

 

28 Haziran’da Akdeniz’de, Muğla civarında meydana gelen depremin büyüklüğü 5,2 olarak ölçüldü. Ancak bu depremde de herhangi bir can veya mal kaybı olmadı. 16 Temmuz’da İzmir Körfezi civarında meydana gelen depremin büyüklüğü ise 4,5 olarak açıklandı. Can ve mal kaybına sebep olmayan deprem İzmir’in yanı sıra çevre illerde de hissedilmişti.

 

Malatya-Pütürge’de 4 Ağustos’ta meydana gelen 5,2 büyüklüğündeki deprem korkuya neden oldu. Ancak depremde can kaybı olmaması herkesi rahatlattı. Takip eden ayda İstanbul 26 Eylülde Silivri açıklarında meydana gelen 5,7 büyüklüğünde bir depremin şokunu yaşadı.

 

Bu kez 30 Ekim itibariyle Ege Denizi'nde Seferihisar açıklarında meydana gelen 6.6 büyüklüğündeki bir deprem İzmir'i vurdu. Şimdiye kadar açıklanan rakamlara göre İzmir'de 17 binada yıkıma neden olan depremde 37 kişi öldü ve 885 kişi yaralandı. Daha enkaz altında 100 civarında insan olduğu belirtiliyor. İnşallah sağ kurtulurlar. Ölenlere Allahtan rahmet, yaralılara da acil şifa diliyorum.  


Yüreklerdeki deprem


Bu ülke bir deprem coğrafyası. Yılda 20 binin üstünde yer hareketleri oluyor. Topraklarımızda döneminin en parlak şehirleri iken deprem nedeniyle yıkılmış, harap olmuş, terk edilmiş onlarca antik kent kalıntısı var. Arkeoloji sayesinde tarihin en görkemli eserleri toprağa gömülmüş vaziyette bulunup gün ışığına çıkarılıyor.


Bazen onları gezerken geçmiş zamanda olmuş bir deprem anını, canhıraş feryatları, devrinin en yüksek medeniyetine ulaşmış şehirlerin ağır taş bloklar altına gömülüşünü görür gibi oluyorum. 


İnsan her zaman insandı. Gençti, çocuktu, yaşlıydı, kadındı ve senin benim gibi can taşıyordu. Çocukları taş duvarlar altında kalan annelerin, annelerini babalarını depremde kaybeden çocukların, ailesini taş toprak altından cansız çıkaran babaların da acısı şimdikinden farklı değildi. Ölüm ister bir apartman katında, ister bir duvar dibinde, ister yarılan toprak ya da yükselen dalgalarla gelsin, hepsi aynı.


İlk depremi fark ederek yaşadığımda henüz 7-8 yaşındaydım. Deprem 6 Ekim 1964 tarihinde, saat 16:35 sıralarında olmuş. Ben o anda bir çocuk parkında oynuyordum. Salıncaktan düştüğümde hatırladığım şey o salıncağın demir ayaklarının gözlerimin önünde gidip geldiğiydi. Ellerim ve dizlerimin üzerine kapaklanmış çalkalanan bir dünyada bayılır gibi olmuştum. Henüz deprem diye bir şeyi ne duymuş ne yaşamıştım. 


Çok sonraları o depremin 7.0 büyüklüğünde olduğunu öğrendim. Manyas, Mustafakemalpaşa, Gönen, Susurluk, Karacabey ve Bandırma ilçelerini etkilemiş. Manyas Gölü'nün güneyinde ve Marmara Denizi’nin güney kıyılarında alüvyal düzlüklerde kurulmuş olan yerleşim yerlerini içine alan oldukça geniş bir alanda hasar yapmış. Yıkıcı bir depremmiş, ancak ana şoktan 1 dakika 23 saniye önce meydana gelen şiddetli bir öncü deprem nedeniyle halk dışarı çıkmış ve can kaybı az olmuş. 


Sarsıntı geçtiğinde korku içinde eve koşmuştum. Evde gördüğüm manzara beni daha da korkutmuştu. Herkes bahçeye çıkmış, sakinleştirilemeyen halamın başındaydılar. Öğrendim ki halam sarsıntı sırasında kapıya koşarken babaannemin arkada takılıp düştüğünü görüp öldü sanmış. Korku ve panikten herkes başında olduğu halde ağlama nöbetinden çıkamıyormuş. İşte o zaman çocuk aklımla depremin en başta bir korku ve ölüm sebebi olduğunu anlamıştım.


O günden bu yana ne zaman bir deprem olsa herkes yıkılan binalar, mahvolan eşyalar, hasar gören evleri konuşurken ben depremi yaşamış insanların iç dünyalarındaki fay kırılmalarını düşünürüm. Hiç hesap etmediği anda bir kaç saniyelik kıyamette ölüp gidenlerin, sağ kurtulsa da yitirdiklerinin acısını yüreğinde hissedenlerin, o korkuyu paniği aynel yakin yaşayanların yerine koyarım kendimi. Yüreğim boydan boya yırtılır, yanar da yanar. 


Son İzmir depremi de öyle oldu. Televizyonlar yıkılmış binalardaki kurtarma çalışmalarından ilginç hikayeler çıkarmaya çalışıyor. Bilim adamları, deprem bilimciler, yer bilimciler vs. konuşuyorlar da konuşuyorlar. Kurtarma ekipleri cansiperhane acaba bir kişiyi daha canlı kurtarabilir miyiz diye uğraşıyor. Yetkililer "yaraları saracağız" gayretindeler. Yine ölümler, yaralılar, kurtarılanlar, ulaşılmaya çalışılanlar ve o tonlarca enkazın altından canlı çıkabilenler sayılarla ifade ediliyor. Bu arada "Mucize" kelimesi hadsizce, bol bol ve tüketilircesine kullanılıyor. 


Kurtarma çalışmalarını yakından görmek için toplanmış kalabalıkları anlamaya çalışıyorum. Bir deprem anında yolların açık olması hayati önemde olmasına rağmen araçlarıyla trafiği tıkayan insanların amaçlarını çözmek benim için çok zor. Şöyle düşünmeye çalışıyorum: Bu insanlar o enkazın altında yakınları olanlar. Gayrı ihtiyari haberi duyduğunda oraya ulaşmaya çalışan, yakınlarını merak eden onlar için endişe edenler olmalı. 


Elbet böyle felaketlerde devletin çalışır durumda olması gerekiyor. Yardım bekleyen insanlara bir an önce ve lüzumunca el uzatılmasından daha tabi ne olabilir? Herkesin, her kurumun görevini ifa ettiğinden kuşkum yok. Ancak hiç birisi deprem anının korkusunu, bıraktığı acı ve travmayı silemiyor. Yüreklerdeki deprem binaların yıkılmasından, malın eşyanın hasar görmesinden çok daha derin ve iz bırakıcı.