13 Şubat 2014 Perşembe

129 14 Şubat 2014 Cuma 00:20 ŞİİR VE TÜRKÜ ..............................Taşlıcalı

Taşlıcalı


Bu arsa-i cevlâna merdâne olan gelsin / Şem'-i ruhi cânâne pervâne olan gelsin
Tâ sâki-i devrânda bir câm-ı safâ için / Bu meclis-i irfâna mestâne olan gelsin
Gazel / Olan Gelsin [1]

Bugün özel bir gün. Kuşkusuz ülke olarak, kültür olarak aşka, sevgiye ve sevgiliye dair çok zengin bir şiir dağarcığımız var. Ancak, bugün sizlere Taşlıcalı Yahya'dan söz etmeyi tercih ettim.

Aktüel sebep, Taşlıcalı Yahya'nın [2] daha çok Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’nın öldürülmesinden sonra yazdığı “Şehzade Mersiyesi” ile bilinmesi elbet.

Yalancımın kun bühtanı bugz-ı pinhânı / Akıtdı yaşumımı yakdı nâr-ı lıicrânı
(Yalancının kuru iftirası ve gizli düşmanlığı, Gözümüzün yaşını akıttı, gönlümüzde ayrılık ateşi yaktı.)
Cinayet etmedi cânî gibi anıın câm /  Boguldı seyl-i belâya tagıldı erkânı
(Zavallı şehzade caniler gibi bir cinayet işlememişken, Belâ seline düşüp boğuldu. Bütün yanında bulunan yakınları darmadağın oldu.)
N’olaydı görmeye idi bu macerayı gözüm /  Yazuklar ana reva görmedi bu rayı gözüm
(Keşke şu olayı gözüm görmemiş olsaydı. Doğrusu ya, şehzade hakkındaki hükmü doğru ve uygulanan cezayı adalete uygun görmedim.)


Şehzadeye duyulan sevgi dolayısıyla yazdığı bu mersiye o günün şartlarında bütün İmparatorlukta okunmuş ve bununla da ünlenmiştir.

Ancak, bu büyük şairin bilinen 5 büyük mesnevisi daha var. Bu mesnevilerin isimleri; "Gencine-i Raz","Kitab-ı Usul", "Gülşen-i Envar", "Yusuf u Züleyha" ve "Şah u Geda" dır.

Bunlardan “Yusuf u Züleyha" aslında şairin belki de en ünlü mesnevisidir ve aşk üzerinedir. Ayrıca, şairin mesnevileri haricinde çeşitli şiirlerinden oluşan “Divanı” ve bir de “Hamsesi” bulunuyor.

Kanuni devrinde Küçük yaşta devşirme olarak Yeniçeri Ocağına asker olarak alınan Taşlıcalı Yahya Bey [3], aslında bir asker olarak yetiştirildi. Ancak genç yaşta yazdığı güzel şiirlerle zamanın Devlet adamlarının dikkatini çekti. Özellikle de aşk, sevgi ve sevgiliye dair olanlar.

Mesela, Taşlıcalının “Olsa” redifli “Gazel”i [4] de aşka ve sevgiliye yazılmış muhteşem bir eserdir.

Bir demir bulup delip boynuna takmak gibidir / Herkes aşık olurdu eğer o kadar kolay olsa.
Sevgilinin derdiyle yüklenmişim ama mutluyum / Sanki sevinmez mi bir dilenci dünyaya sultan olsa.

Görüyorsunuz, o bir söz ustası. Ancak, Taşlıcalı ısrarla kendisini gönlü viran bir aşık olarak tarif etmektedir. Hatta bu duygu ona o kadar sinmiştir ki cihan da, can da olmasın der. Ama tek şartı ayrılığın da olmamasıdır. Ona göre gönlüne ilaç sürekli sevdiğinden söz etmektir. Onu herkes sevse bile.

Dâr-ı dünyâ delü gönlüm gibi vîrân olsa/Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa
(Dünyâ evi deli gönlüm gibi vîrân olsa; ne dünyâ olsa, ne can olsa, ne de ayrılık olsa)
Kâşki sevdüğümi sevse kamu halk-ı cihân / Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa
(Keşke sevdiğimi herkes sevseydi de hepimiz onu konuşsak, sürekli ondan söz etseydik)


Bir taraftan aşık olmayı kolaylayanlara da kızar. Çünkü aşk ona göre demirden bir dağ gibidir. O kadar ağır ve serttir yani. Aşık olmak bu kadar kolay olsaydı, herkes aşık olurdu değil mi ya ?

Bir demür tağı delüp boynına almak gibidür / Her kişi âşık olurdı eger âsân olsa
(Aşık olmak demir dağı delip boynuna almak gibidir; eğer bu iş kolay olsaydı herkes âşık olurdu)

Sevgilinin derdinden mutludur. Bir sevgili dünyaya bedeldir çünkü. Hatta haline şöyle bir de örnek verir; “bir dilenci bütün dünyâya hâkim olsa sevinmez mi ?” Aşkla mücadele edilmez, onunla baş edilmez. Yoktur böyle bir aşık. Sevgilinin hançerine bile can verilir çünkü.

Şâdmânam gam-ı yâr ile sevinmez bu kadar / Bir gedâ cümle cihân mülkine sultân olsa
(Bende sevgilinin derdi var diye mutluyum; bir dilenci bütün dünyâya hâkim olsa sevinmez mi?)
Cân atar karşu çıkar izzet eder ey Yahyâ / Hançer-i dilber ile bir çıkışur cân olsa
(Sevgilinin hançeri ile baş edebilecek bir can olsaydı, hemen karşılar, can atar, ona saygı gösterirdi)


Bir başka gazelinde [5] gönlünü yine viraneye benzetmiştir. Çünkü başkasının sureti olan bir gönülde taş üstüne taş kalmamalıdır. Bu hal aynen, kabede (haşa) put bulundurulması gibidir. O zaman ellerin ona virane demesinin de zaten hiçbir anlamı yoktur.

Gönül evini yık koma taş üstüne bir taş / Sen yap onu eller ona virane desinler
Gönlünde başkasının sureti neye yarar / Reva mıdır Kabe'ye puthane desinler
-----------------------------
[1] Bu arsa-i cevlâna merdâne olan gelsin / Şem'-i ruhi cânâne pervâne olan gelsin
Tâ sâki-i devrânda bir câm-ı safâ için / Bu meclis-i irfâna mestâne olan gelsin
Bu bezm-i safâbahş-i akl eyleyemez idrâk / Yağmâya verip aklın dîvâne olan gelsin
Bünyâd-ı vücûdunu berbâd ü harâb edip / Mahveyleyüben vârın virane olan gelsin
Evsâf-ı sıfâtını tebdil için ey Zâtî / Esrâr-ı maâniden ferzâne olan gelsin
[2]
Taşlıcalı Yahya Bey 16. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşamış divan edebiyatı şairidir. Yaşadığı dönemde Fuzuli'den sonra en büyük mesnevi şairi olarak tanınmıştır. Şehzade Mustafa için yazdığı “Şehzade Mersiyesi”, en ünlü eseridir.
[3]
Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1488-1489 yıllarından birisidir. Doğum yerinin Arnavutluk olduğu ve soyunun oranın önemli soylu ailelerinden biri olan "Dukagin" sülalesine dayandığı sanılmaktadır.Yeniçeri Ocağına bağlı Acemioğlanlar Ocağı'nda iken askerilik yeteneği yanında edebiyata yatkınlığı ve yazdığı şiirler farkedildi ve kendisine Kemal Paşazade’den, Kadri Efendi’den, Fenarizade Muhyiddin Çelebi'den dersler aldırtıldı.Onun bu yatkınlığı ve aldığı dersler önemli devlet adamları ile tanışmasını ve yardım görmesini yükselmesini sağladı.Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Çaldıran Seferleri ile Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki pek çok savaşa da asker olarak katıldı. Gerek gördüğü yardım ve ilgi, gerekse askerlik alanındaki cesareti edindiği dostlar kadar kıskançlıklara ve düşman kazanmasına neden oldu.
Çoğunluk tarihçi ve kaynak onun 1582 yılında Bosna Loznica'da öldüğünü kaydetmektedir.
[4]
Gazel II, Taşlıcalı Yahya Bey
[5]
Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler / Uslanmadı gitti gör o dîvâne disünler (Sun kadehi saki bana mestane desinler, Uslanmadı gitti gör o divane desinler)
Peymânesini her kişi doldurmada bunda / Şimden gerü bu meclise mey-hâne disünler (Kadehini burada doldurmada her kişi, Bundan böyle bu meclise meyhane desinler)
Dil hânesini yık koma taş üstüne bir taş / Sen yap anı elller ana vîrâne disünler (Gönül evini yık koma taş üstüne bir taş, Sen yap onu eller ona virane desinler)
Gönlünde senin gayr ü sivâ sureti n’eyler / Lâyık mı bu kim Kâ’be’ye büt-hâne disünler (Gönlünde başkasının sureti neye yarar, Reva mıdır Kabe'ye puthane desinler)
Yahyâ’nın olup sözleri hep sırr-ı mahabbet / Yarân işidüb söyleme yabane disünler (Yahya'nın sözleri hep olsun da bir aşk sırrı, Dostlar duyup başkasına söyleme desinler)

12 Şubat 2014 Çarşamba

128 13 Şubat 2014 Perşembe 08:03 HAYATIN İKİ YÜZÜ....................İyilik ve kötülük (6)

İyilik ve kötülük(6)


Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker (الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر) sözcüğünü çok duymuşsunuzdur. "İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek" anlamına gelen ve Kur'an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde [1] geçen bu ifade, adeta bir deyiş gibi günlük yaşamımızda da sıkça kullanılmaktadır.

Kur'an temelli olan “emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i anil münker” insanlara iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak anlamındadır.

Bu bahisle ilgili olarak İslam hukûkunda eş anlamlı olarak kullanılan örf ve âdet terimlerini de hatırlamak gerekir. Zira, Kur'an ve Sünnette, aklın ve dinin güzel gördüğü iyilik ve ihsan manasında "marûf" şeklinde geçiyor.

Nitekim, "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır" ayetinde geçen "emr-i bil marûf" bu şekilde "iyilik yapma" anlamında.

"Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." [2]

Kur'an-ı Kerim geçmiş peygamberleri (Nuh'u, İbrahim'i, İshak'ı, Yakubu, Dâvud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, İlyas'ı, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u) anarken, onlara evlat ve zürriyet armağan ettiğinden ve hepsini hidayete erdirdiğinden bahsediyor. [3] "Olgunluk çağına erişince O'na hikmet ve ilim verdik." [4]  ve onlara "Sonradan gelenler arasında güzel bir ad bıraktık." [5]

Hemen ardından "İşte biz, iyi davrananları ve İyilik yapanları böyle mükafatlandırırız" diyerek onları ve eriştikleri nimeti bütün insanlar için misal gösteriyor.

"İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar" diyor Kur'an. Yani, "emr-i bil marûf" ta. Hayra çağırmada, iyiliği emretmede ve kötülükten men etmede. İnsanlar içinde mutlaka "iyilik yapma" da yarışan bir topluluk bulunması isteniyor. Onlar kurtuluşa erenler oluyorlar, çünkü, "İyilerin yazısı "İlliyyûn"da kaydedilmektedir.

İlliyyûn hakkında da bilgi veriliyor Kur’anda; "İlliyyûn"un ne olduğunu sen ne bileceksin. O yazılmış bir kitaptır. Ona, Allah'a yakın olanlar şâhit olur. Dosdoğru Kur'an'ı getiren ile onu tasdik edenler var ya, işte onlar Allah'a karşı gelmekten sakınanlardır. Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi."

Hemen arkasından bir müjde geliyor; "Bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükafat hazırlamıştır." Bu müjde; "içinizden iyilik yapan, adaklarını yerine getiren, kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkan, sabreden, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yediren, biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz diyen. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız." diyen İyiler için veriliyor. 

İyiler için vaad edilen şey Naîm cenneti. Kur’anda açıkça Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için, yapmakta oldukları şeylere karşılık Naîm cenneti va'dediliyor; "Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. Onların yüzlerinde, nimetlerin sevincini görürsün. Onlar için Rableri katında diledikleri her sey vardır." 

Ayetlerin devamında “bu şeyler” de ayrıntılı olarak anlatılıyor.

"Koltuklar üzerinde, (etrafı) seyrederler. İşledikleri kötülükleri örtmek ve onlara yaptıklarının en güzeli ile karşılık vermek için Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde gölgeler içinde, pınar başlarında ve canlarının çektiği meyveler içerisindedirler. Katkısı kâfur olan içecekler dolu bir kadehten içerler. Bir pınar ki Allah'ın kulları ondan içer, onu (istedikleri şekilde) fışkırtıp akıtırlar. Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Sabretmelerine karşılık da onları cennet ve ipek(ten giysiler) ile mükafatlandırır." 

"Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler, ne de dondurucu soğuk. Üzerlerine cennetin gölgeleri sarkmış, cennetin meyveleri (kolayca alınacak şekilde) yakınlaştırılarak hazırlanmıştır.

"Etraflarında gümüş kaplar, şeffaf kadehler dolaştırılır. Gümüşten billur kaplar ki, onları (ihtiyaca göre) ölçüp düzenlemişlerdir. Orada kendilerine, katkısı zencefil olan içecekle dolu bir kâseden içirilir. Orada bir pınar ki ona "selsebil" adı verilir. Bir pınar ki, Allah'a yakın olanlar ondan içerler. Onlara, mühürlü (el değmemiş) saf bir içecekten içirilir. Onun (içiminin) sonu bir misktir (ağızda misk gibi koku bırakır) O içeceğin katkısı tesnimdir. "

"Çevrelerinde, gördüğünde saçılmış inciler sanacağın, hep aynı gençlik ve güzellikte kalacak hizmetçiler dolaşır. Orada, görünce (sonsuz)nimetler ve büyük bir mülk (hükümranlık) görürsün. Üstlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüş bileziklerle süsleneceklerdir. Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir." 

Nihayet "Onlara şöyle denecektir:" deniliyor "Şüphesiz bu sizin için bir mükâfattır. Çalışma ve çabanız makbul görülmüştür. Afiyetle yiyin için." [6]

Ne güzel bir sonuç, ne harika bir ödül ! Keşke insanlar anlayabilselerdi, keşke bu öğütlere uyup bu müjdelere inanabilselerdi. Keşke bu nimete bütün insanlar kavuşabilselerdi.

Biz yine de sözü Kur'andan bir dua ile bitirelim; “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik-güzellik ver, ahirette de iyilik-güzellik ver…” [7] Sen lütufkârsın, istediğini verensin. Bizi kötülükten ve cehennem azabından koru. Amin.
------------------------
[1] Âl-i İmrân suresi, 104. ayet, Tevbe Suresi, 71. ve 112. ayetler, Hûd suresi, 116. ayet
[2] Nahl Suresi, 90. Ayet
[3] En'âm Suresi, 84. Ayet
[4] Yûsuf Suresi, 22. Kasas Suresi, 14. Ayetler
[5] Sâffât Suresi, 78-79-80, 103, 105, 108-109-110, 119-120-121,129-130-131.Ayetler
[6] İnsân Suresi, 5-22. İnfitâr Suresi, 13. Mutaffifîn Suresi, 18-27. Zümer Suresi, 33-35. Zâriyât Suresi, 15. Mürselât Suresi, 41-44. Ayetler
[7] Bakara, 2/201



9 Şubat 2014 Pazar

127 10 Şubat 2014 Pazartesi 08:57 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER............Haydi Susurluk !

Haydi Susurluk !


Susurluk küçük, yeşil, yol üzeri ayranıyla meşhur bir belde. Şimdi düşünüyorum da yatılı okurken, üniversitedeyken, memuriyet dolayısıyla gurbetlerde dolaşırken orası benim için hep bir "memleket"ti. 

Böyle söz ederdim ondan. Memlekete gidiyorum, memleketten geldim. 

Tuhafıma giderdi ama neden bilmiyorum yine de ağzımdan böyle çıkardı işte oraya ait sözcükler.

Baudelaire'e atfedilen bir söz var;  "Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi gelir…" Bana da Susurluk hep öyle geldi. Belki de çocuk yaşta oradan çıkıp, hep sıla özlemi içinde yaşamış olmamdı sebep. Yaşadığım yerler de benim memleketimdi elbet, yurdumdu, vatanımdı. Ama oralarda sürekli hayatla başetme, ayakta kalma, dahası başarılı olma mücadelesi verdim. Bayramlarda, tatillerde döndüğüm limandı Susurluk. Köklerimin hala orada olduğu, özlendiğim, sevildiğim, sayıldığım yerdi. 

Manisa'dan trenle gelirken Ömerköy'den sonra ayaklanıp, hatap deresiyle birlikte küçük, aydınlık istasyonuna kavuşurduk. Otobüsle İstanbul tarafından ya da Ankara'dan Karapürçek düzüne indiğimizde, Bandırma kavşağını geçip Şeker fabrikasını gördüğümüzde Susurluğa gelişimize sevinirdik. Yıllar geçti, çocuklarımız büyüdü, hatta torunlarımız var, fakat yine aynı duyguları yaşıyoruz. Biliyoruz ki, hayatta olan büyüklerimiz her yıl biraz daha azalsa da çok şükür köklerimiz hala o topraklarda. 

Susurluk pek büyümedi. İyi mi kötü mü bilmem ama küçülmedi de. On on iki bin nüfuslu bir ilçe iken elli yıl sonra şimdi ancak iki katı olabildi. Ülke nüfusunun büyüme hızına göre bu oldukça yavaş bir büyüme sayılır. Bu durumu ben şahsen hep iki sebebe bağladım. Birincisi İstanbul-Bursa-Bandırma-Balıkesir arasında adeta kör bir nokta olarak kalması. Diğeri de içinden yol ve nehir geçen dar bir boğazda iki çıkış kapısının da kilitli olması. Bu kapılardan biri Şeker fabrikası tarafından öbürü askeriye tarafından tutulmuştu. Genişleyecek konut alanları yoktu.

Aslında konut yapacak, gelişecek bir potansiyeli de yoktu. Çünkü hem gelir hem de genç nüfus açısından Şeker fabrikasıyla sınırlıydı. Yıllarca oranın ekmeğini yedi. 1954'den son on yıla kadar Susurluğun işçisi, memuru, esnafı, çiftçisi, emeklisi her kesim bu kaynaktan beslendi. Sadece bu kurum can verdi Susurluğun ekonomik ve sosyal hayatına. Pancar kokusu hayattı, refahtı, canlılıktı o topraklar için.

Ama göremedi Susurluk geleceğini, hep böyle gitmeyeceğini. Fabrikadan aldığı bol maaşı, yeni model arabalara, yazlıklara harcadı. Çocuğunu, yeğenini fabrikaya sokmak için yarıştı yıllar boyu, ama, bir ikinci fabrika, bir üçüncü tesis için çalışmadı. Sonraları kurulan Yörsan'ı bile değerlendiremedi, geçinemedi nedense. O yüzden gençleri benim gibi hep dışarıya, gurbete çıktı. Kalanlarsa yol boyu mola tesislerinde çalışmaya mahkum oldular. İzmit-İzmir otoyolu yapıldığında bu seçeneğin de ömrü tamamlanmış olacak maalesef.

Artık çocukluğumun Susurluğu yok. Pazar günleri şeker fabrikası otobüsü ile sinemasından dünyayı gördüğümüz fabrika bitmiş. Lojmanlarıyla, şeker mahallesiyle bir zamanların canlı, renkli sosyal hayat merkezi Şeker fabrikası adeta terk edilmiş. Makyajı gitmiş, yüzündeki kırışıkları gizleyemeyen eski bir film yıldızı gibi. Duydum ki bu yıl 400.000 ton pancar olursa çalışacakmış. Zannetmiyorum, taşıma suyla değirmen dönmez. Bu sene çalışsa seneye ne olacak ? Yörsan da sahip değiştirmiş, inşallah Susurluk için yararlı olur. Ancak, Susurluk halkının böyle "umut" lardan çok daha fazlasına ihtiyacı var. Hatta sorumlulukları.

Bu imkanın hala var olduğuna inanıyorum. Susurluğun ileri gelenlerinin, yöneticilerinin hiç değilse kendi çocuklarına, gençlerine bakıp artık geleceği düşünme saati geldi diye düşünüyorum. Bakarlarsa, ararlarsa görürler. İnanırlarsa yaparlar, Susurlukta bu gücün derinlerde, biryerlerde beklediğini biliyorum. Çünkü gördüm.

Bundan onbeş yıl önceydi. Yine böyle bir seçim zamanı Şeker fabrikasının kuzey batısını inceliyordum. Balıklıdere'den bir traktörle köyün yaslandığı tepeye çıktık. Amacım yüksek bir noktadan o araziyi görmekti. Düşüncem, arayışım şuydu; Acaba Susurlukta bir organize sanayi bölgesi kurulabilir miydi ? Şeker Fabrikasıyla birlikte yolun üst tarafı, Şeker Mahallesinin arkası sanki bu iş için uygun gibiydi. Gerçi orman arazisi olarak kayıtlıydı ama, çoktan bu vasfını yitirmişti. Şeker fabrikasının da geleceği karanlıktı ve Bandırmaya açılan bu bölgenin komple organize sanayi bölgesi olması Susurluğun umudu olacaktı.

Traktör toprak yoldan bir noktaya kadar çıkabildi, sonra indik ve tepeye doğru yürüdük. Derinden bir kazma sesi geliyordu. Biraz sonra önümüzde kazılmış bir toprak seti belirdi. Yaklaştık, tepenin fabrikaya bakan yamacında L biçiminde 5 x 3 metre uzunluğunda, bir metre eninde bir yer kazılıyordu. Hemen hemen de üç metreye yakın derinde hala kazma sallayan sakallı bir yaşlı gördük. Ufak bir su sızıntısını genişletmeye çalışıyordu. Selam verdik, aldı ama dikkati o sudaydı. Merak etmiştim, değil gençlerin, iş makinasıyla bile cesaret edilemeyecek bir işe kalkışmıştı bu yaşlı adam. Ne yapmaya çalışıyordu acaba ?

"Amca, kolay gelsin. Hayrola, ne yapıyorsun bu dağ başında ?" Yaşlı adam kim bu münasebetsizler der gibi mecburen kalktı, yine de ak sakallı yüzüne yakışan bir gülümsemeyle "Sağolun, şuncağız bir su buldum. Nasipse bir çeşme yapacağım. Kurda, kuşa, insana hayrım olsun." dedi. Nutkum tutuldu, bir adama baktım, bir yaptığı işe, bir de bulunduğu yere. "Sen mi yaptın bunca işi, nasıl yaptın ?" diyebildim. Yaşlı adam bu sefer güldü sözlerime "Beğenemedin mi, gücüm soluğum yerinde çok şükür. Ama yarın ne olacağımı Allah bilir. O yüzden acele ediyorum, kimseden de yardım almadım. Rabbim nasip etti, suyu buldum. Şimdi bu suya bir hazne yaparak boruyla çeşmeye indireceğim. Siz nerdensiniz ? Hayrola, ne arıyorsunuz burda ?"

Hacı İsmail'le öyle tanıştım. O anlattı ben düşündüm, ben anlattım o dua etti. İnsanın gücünü, inanmanın coşkusunu, gelecek için çaba göstermeyi bir kez daha yaşadım o tepede. Aşağıya fabrikaya, Susurluğa doğru bakarken artık çok daha fazla inanıyordum memleketime. Bir piri fani, küçücük bir su kaynağı, bir çeşme için onca kazma sallayıp çaba gösteriyorsa benimkisi neydi ki. Bu ibretlik sahneyi Susurluğun rehavet içindeki ileri gelenlerine, politikacılarına, yöneticilerine göstermek isterdim. Ayrıca, insanına güvenmeyi, aradığı gücü onda bulabileceğini.

Aradan zaman geçti sağsa ellerinden öperim, rabbine kavuştuysa mekanı cennet olsun. Dilerim Susurlukta göreve talip olanlar artık böyle bir vizyon sahibi olurlar. Çok zaman kaybedildi, Susurluk patinaj yaptı yıllar boyu, gençlerimiz ziyan edildi. Artık buna bir son vermek gerek. 

Gölet yapıldı, çaylak suyu orada.Gidip almanızı bekliyor. Susurluğun en büyük sorunu su olmamalı.Yıllar boyu önünü tıkadı, başka şeyler düşünemedin. Bak, artık şehrin Batı kilidi de açıldı. Askeriye gitti. Bandırma Bursa sanayisi Susurluğa doğru geliyor. Yapılacak otoyolu da Susurluk için bir tehditten fırsata dönüştürecek projelere ihtiyaç var. Rehavet zamanı değil, büyük düşünmek, çalışmak ve geleceği inşa etmek vakti. Haydi Susurluk !