Ankara'yı didiklemek (2)

İlki genç bir yazarımızdan. Şöyle diyor: "Bu karikatürlerden hiç hoşlanmadım. Bunlar inanca saygısızlık; cinayet ise büyük bir suçtur." Naif ama net ifadeler bunlar. Bir tarafı "inanca saygısızlık", diğer tarafı da "cinayetle" suçlamış.
Diğeri Cumhurbaşkanımız Erdoğan'dan. O da şöyle demiş: “İnsanları karikatür çizdiler diye
katletmek nasıl terörse, peygamberi resmetmek de en az o kadar terördür”
Bu iki beyanın birbirinden
ne farkı var ? İkisi de hem karikatürlere hem o bahane ile gerçekleşen
cinayetlere olan tepkilerini kendi pozisyonlarından, yuvarlamadan oldukça açık
dile getirmişler. Ki bu tavır şeksiz şüphesiz ülkemizdeki ortalama her müslümanın
gösterdiğine inandığım bir tavır.
Fark yok mu, var. Nedir ? Cumhurbaşkanımız
her ikisini de sert bir üslupla terör olarak niteliyor. Teröre vurgu yapıyor. Yazarımızsa daha çok kötülüğün bulaşıp yayılması üzerinde durmuş. "Bu karikatürlerden hiç hoşlanmıyorum. Fakat cinayetler, o karikatürleri tüm dünyaya yaydı" diyor.

Şimdi düşünelim biri devlet adamı,
temsil makamında, diğeri yazar; sanatçı duyarlığında. Bunun böyle olması gayet
doğal değil mi ? Ya da bir an için şöyle bakalım. Aynı sözleri diğeri
söylemiş olsaydı acaba ne düşünürdük ?
Cumhurbaşkanını oldukça diplomatik ve yumuşak, yazarımızı ise radikal ve ateşli bulmaz mıydık ?
Herkes kendi haleti
ruhiyesini yaşar ve yansıtır. Cumhurbaşkanı aslında küresel çapta teröre vurgu
yapıyor ve en sert biçimde kınıyor. Malum, çağımız terörün çok çeşitli
biçimlerini yaşayıp gördüğümüz hastalıklı bir kaos dönemi içinde. Kimi masum sivil, kadın ve çocukları havadan
uçakla bombalayıp cibilliyetini gösteriyor, kimi vücuduna bomba sarıp
patlatarak çaresizliğini.
Ülkeleri, doğal kaynaklarını ve insanlarını ekonomik dünya düzeni
adı altında soyup soğana çevirenler nasıl bir eşkiyalık içindeler dersiniz ? Ya da ellerindeki medya imkanlarıyla
pireyi deve yapan, ancak dünyanın gözü önünde açlık, kan ve zulme karşı üç
maymunları oynayanlar nasıl bir üçkağıtçı türü acaba ?
Çevirdikleri fırıldaklar
yüzünden islam dünyasında her gün yüzlerce ölüme sebep olanlar, afrikadaki
açlık, sefalet ve kanın baş müsebbibi olanlar, BM güvenlik konseyini beş
ahpap çavuş tiyatrosuna çevirenler nasıl bir "cinayet" suçu
işlemekteler ?
Cumhurbaşkanımız Charlie Hebdo dergisine temsil ettiği
karanlık güçlerin tetikçilerinden biri olarak "terörist"
nitelendirmesi yapmış, az bile. Bütün dünyaya, Birleşmiş Milletler örgütüne ve Güvenlik konseyine "Dünya beşten büyüktür" hatırlatması yapıyor. Sen misin ezber bozan, sen misin kafa tutan; ne diktatörlüğü kaldı adamın ne de yalnızlığı. Sen ve Ku Klux Klan taifen neredeyse-değil-açık açık benim inancımı toptan "terörist" olarak nitelendireceksin, ben sana "kral çıplak" diyemiyeceğim, öyle mi ? Yok öyle şey !
Hiçbir Türkiye müslümanı,
hiçbir dergiye saldırılmasını ve çizer katliamını "oh olsun !" diyerek karşılamaz. Bir insanı öldürmenin
bütün insanlığı öldürmek olduğuna inanır. Allah emridir; insan
öldürmek ve cinayet büyük suçtur inancımızda.
Ancak bu meselede bile Ankara'yı didikleme şehvetine yenik düşülebiliyor. Nedense laf eğrilip çevrilerek; cumhurbaşkanımızın "Karikatüristlere çokça dava açtığına, kitapların bombalardan tehlikeli olabileceğini söylediğine ve Bakara makara densizliğine ses çıkarmadığına" getirilebiliyor. Buradan da o "peygamber karikatürüne kızmaya hakkı yok" diye çiziliveriyor.
Ses çıkarmadığını, tepki göstermediğini nereden biliyorsun ? Şu anda o bahsettiğin adamın -adından bile söz etmek istemiyorum- siyasi hayatı bitti. Elinin altında, bir anlamda sorumluluğu altındaki biriydi. Mutlaka gereğini yapmış olmalı. Ne söylediğini, ne yaptığını dünya aleme duyuracak değil ya. Tavrını ondan yana koyan milyonlarca insan bu şekilde bekler ve inanır. En azından ben böyle düşünüyorum.
Doğru, Cumhurbaşkanımızın kendine özgü ilginç bir bakış açısı
var. Söylemleri, yaptıkları ezber bozuyor. Ancak, unutmayalım bunun için seçildi zaten, milyonların onayıyla ve -hadi bazıları hoşlanmasa da yineleyelim- %51'le nihayetlenen demokratik bir mücadele sonucunda.
Bire bir her eleştirene benzemesi mi gerekiyor ? Onu her fırsatta didiklemeye çalışanlar önce dönüp kendilerine bakmalılar. Neden % 51 onlar olamadı ?
Neden iki insandan -biraz da olsa- fazlası sandıkta onun için oy kullandı ? Onda ne buldular, ne düşündüler de onu desteklediler ? Ondan ne bekliyor olabilirler ?
Ancak bu meselede bile Ankara'yı didikleme şehvetine yenik düşülebiliyor. Nedense laf eğrilip çevrilerek; cumhurbaşkanımızın "Karikatüristlere çokça dava açtığına, kitapların bombalardan tehlikeli olabileceğini söylediğine ve Bakara makara densizliğine ses çıkarmadığına" getirilebiliyor. Buradan da o "peygamber karikatürüne kızmaya hakkı yok" diye çiziliveriyor.
Ses çıkarmadığını, tepki göstermediğini nereden biliyorsun ? Şu anda o bahsettiğin adamın -adından bile söz etmek istemiyorum- siyasi hayatı bitti. Elinin altında, bir anlamda sorumluluğu altındaki biriydi. Mutlaka gereğini yapmış olmalı. Ne söylediğini, ne yaptığını dünya aleme duyuracak değil ya. Tavrını ondan yana koyan milyonlarca insan bu şekilde bekler ve inanır. En azından ben böyle düşünüyorum.

Bire bir her eleştirene benzemesi mi gerekiyor ? Onu her fırsatta didiklemeye çalışanlar önce dönüp kendilerine bakmalılar. Neden % 51 onlar olamadı ?
Neden iki insandan -biraz da olsa- fazlası sandıkta onun için oy kullandı ? Onda ne buldular, ne düşündüler de onu desteklediler ? Ondan ne bekliyor olabilirler ?
Genç yazarımız biraz ferasetli olabilseydi soruların kasıtlı, tahrik edici ve kurgulanmış olduğunu görebilirdi:
"Suudi Arabistan Kralı’nın ölümünden ötürü Türkiye’de yas ilan edilmesini nasıl karşıladınız?" "Kâbe çevresindeki gökdelenler neden hakaret olarak algılanmıyor?" "Dindarlık bugün çok farklı anlamlara gelebiliyor, neden böyle?" "Ekonomide de mi dini kullanıyorlar?" "Neden dindar aydınlar bu duruma ses çıkarmıyor?"
Bunlar açık bir kışkırtma ve art niyetli sorular. Ama maalesef verilen cevaplar da zembereği boşanmış
gibi ardarda bu tuzağa düşüyor:

Söylediklerinin içinde doğru
şeyler yok mu ? Var, olmaz olur mu. Mesela "Arabistan Kralı, Kâbe’nin çevresini 50’ye
yakın gökdelenle kuşattı. En az 300 sene o gökdelenler Kabe’ye tepeden bakacak!.." "Kral, Peygamber’in
doğduğu sokağı, rezidans yapmak için tahrip etti." "Dindarlık çok çeşitli, rengarenk
olabilir. ..Biri kefen satar, öbürü şov yapar, bir başkası laga lugayla,
zırıltıyla kafamızı şişirir. Ağzını açıp “Dinimiz…” diyerek, tertemiz insanları
yıllarca kandırıp hayatları zehirleyen din tacirlerinden iğreniyorum."
Ama inanın aklından çok öfkesini açığa vurması dikkati dağıtıyor. Dilini otomatik bir tüfek gibi kullanıyor. Hedef gözetmeksizin saldırması ve saçmalamaları benim gibi pekçok mutedil insanın dahi tepesini attıracak boyutta:
"Milyarlarca
Müslüman, kıble diye gökdelenlere yöneliyor! " "İslamcılara ait büyük şirketlerin çoğu
Ponzi Tezgahı’yla ortaya çıkmıştır. Tek fark, reklam sloganı: “İslamî!” "Bugün, muktedir yandaşı bir
yazarın, doğruyu söyleme, riyasız konuşma lüksü yok! Desteklediğin kimse
iktidarda ve senin eleştiri, ifade özgürlüğün yok?!"

Anlaşılan yazarımız doğruyu söyleme ve riyasız konuşma vazifesini/hakkını kullandığını zannediyor. Ancak bu söylem, birileri için saldırıp durdukları muhkem surdan koparılan taşlar anlamına geliyor olmasın ?
Her seferinde aşamayıp yüzgeri döndükleri surlar onlara başka çeşit taktikler düşündürüyor olabilir mi ? Bu olayda genç yazarımız gibilerinin şahsında açılan gediklerin hissettirdiği tamah ve şehveti görebiliyorum ben.
Neden böyleyiz ? Bu ülkenin bir medya mensubuna bakın ki; "Başbakan Davutoğlu, Charlie Hebdo katliamından hemen sonra, “İslam barış dinidir” dedi. İnandırıcı oldu mu ?" diyebiliyor. Konuyu Davutoğlu ve güncel politika üzerinden kurcalama cinliğini bir yana bırakalım, İslam'ın barış demek olduğunu nasıl bilmez ? Biliyorsa, bunu ilk defa Davutoğlu söylemiş gibi bir cümle kurmasını nasıl anlamalıyız ? Hele de "inandırıcı olmak" fiili ortadayken.
Bu her yanı
çarpık cümlenin neresini ele alalım ki ? Önce Charlie Hebdo katliamından bahis
açarak hükümete yükleniyor. Başbakan
“İslam barış dinidir" demiş de inandırıcı mıymış ? Sonra bir çırpıda dört ögeyi; katliam, Başbakan, İslam, barış ve inandırıcılık kelimelerini peşpeşe kullanıp aklınca tersten bir algı oluşturmaya çalışıyor. Aslında söylemek
istediği şu "Charlie Hebdo katliamı İslam adına yapıldı. Zaten bu
müslümanlar böyledir. Hükümet ve Başbakan da onlardan. İslam barış
dinidir dese ne olur demese ne olur. İnanmazlar ki."
Bu mu yani ?
Politika adına, eleştiri adına, yıpratmak adına "İslamı" bile didiklemektir bu. En hafif tabirle ayıptır, günahtır. Saldırıyı görmek ve
cevabını vermek gerekirdi.
Heyhat
! Genç yazarımız nasılsa kucağa düşmüş ya, gaza gelmiş bir defa. Ya da senaryo öyle yazılmış belli ki. Açmış ağzını yummuş gözünü; daha ağır, daha tahrip
edici şeyler söylemiş: "Nasıl inandırıcı olabilir ki? Bugün öldürülen her 10 Müslümandan dokuzunu Müslümanlar öldürüyor. 5,5
milyar gayrimüslimin katledilmesi ve 1,5 milyar Müslüman’ın şehit olması
gerektiğine inanan radikaller var. Herkes ölsün istiyor adamlar. İslam
denilince akla katliam ve hırsızlık geliyor."

Şimdi düşünüyorum da. Evet, söylenmesi gereken pek çok şey var. Doğru, susulmamalı. Doğrular rahatsız edici olsa da söylenmeli ve yazılmalı. Ankara asla tabu ya da dokunulmaz değil.
Ancak, doğruyu söyleme adına eleştiri ve ifade özgürlüğünün böyle tahrip edici bir biçimde kullanılması da doğru mu ? Dahası, ağzınla kuş tutsan hiç bir şekilde seni tam olarak benimsemeyecek ve kabullenmeyecek insanların tuzağına düşmek doğru mu ?

Ancak, gelen gideni aratmış, Yıldız
yağmasını yapan İttihat ve Terakki'ye bu defa meşhur "han-ı yağma" [1] şiirinde “Yiyin
efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
diyerek saydırmıştı.
O dönemin çoğu muhalifi gibi maalesef Mehmet
Akif de pişman olanlar arasındaydı: Bunu bir şiirinde “Giden semerciyi, derler, bulur
muyuz şimdi? / Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi./ Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: / Semer değilmiş o
rahmetlinin ki devletmiş!“ sözlerinden anlıyoruz.
Feylâsof Rıza Tevfik de zamanında
Abdülhamid'e karşı çıkanlardan. Hatta kendi ifadesiyle bizzat 31 Mart
komplosunu tertipleyenlerden biri. Sonraları o da İttihatçılardan yaka silkmiş.
Önce “Ve İlâllahi'l müştekâ” adlı şiirinde niyetini temize çıkarmaya çalışmış: “Benim
niyyetimde yoktu taksirim / Takdire uygundu rey ve tedbirim.”
Ancak yetmemiş, seneler sonra
Sultan Abdülhamid'den özür dileyen "Sultan Abdülhamid Han'in
Ruhâniyetinden Istimdat” adlı bir şiir[2] daha yazmış.
Rıza Tevfik’in hastane yatağında da şunları söylediği nakledilir:
"Ben bu şiiri Türk milletine
hakaret kasdıyla değil, tamamıyla aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir
zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han'a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım.
31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük
hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef
tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler
arasında bizzat ben varım. 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı
ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak
kabartsın." [3]
Günün modasına, baskın rüzgarlarına kapılmanın, enini sonunu düşünmeden başkalarının hoşuna gidecek şeyler söylemenin dayanılmaz hafifliği bu olmalı. Hatırlayalım feylozof Rıza Tevfik de diğerleri de zamanında Abdülhamit Hana 'Kızıl Sultan' diyenlerle beraberdi. Ama sonra...
Gördüğünüz gibi Ankara'nın kendi hastalıkları kadar, onun didiklenmesinin perde arkasındaki hastalıklar da ilgi çekici. Hangi sebeplerle bilinmez karnı oldukça şişmiş birinin hınçla kusarak midesini boşaltması gibi mesela. Bu konuyu yazmaya devam edeceğiz.
[1] Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama
muntazır / Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki
muhtazır! / Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır... Yiyin efendiler
yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca,
çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde
bellidir / Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla
müftehir! / Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar
yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa
ortalıkta say / Haseb, neseb, şeref,
oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray,
gelin, alay; / Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay... Yiyin
efendiler yiyin, bu han-ı iştiha
sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün
biraz ağır da olsa hazmı yok zarar /
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. / Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar
yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa,
malını / Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. / Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar
yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın
giderayak! / Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar
sıcak, / Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar
yiyin!
[2]Sultan
İkinci Abdülhamid'in aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşçılarından biri
olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile
getiren, "Sultan Abdülhamid Han'ın Ruhâniyetinden İstimdat" adlı
mersiyesinde şöyle feryad ediyor:
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han? / Feryâdım varır mı bârigâhına? / Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, / Şu nankör............ bak günâhına.
Târihler ismini andığı zaman, / Sana hak verecek, ey koca Sultan; / Bizdik
utanmadan iftira atan, / Asrın en siyâsî Padişâhına.
'Pâdişah hem zâlim, hem
deli' dedik, / İhtilâle kıyam etmeli dedik; / Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik; / Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz, / Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz. / Sade deli değil, edepsizmişiz. / Tükürdük
atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk,
ahlâkı fena, / Bir sürü türedi, girdi meydana. / Nerden çıktı bunca veled-i
zinâ? / Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik
didik ettiler, / Katliâma kadar sürüp gittiler. / Saçak öpmeyenler, secde
ettiler. / .................. pis külâhına.
Haddi yok, açlıkla
derde girenin, / Sehpâ-yı kazâya boyun verenin. / Lânetle anılan cebâbirenin /
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.
Çok kişiye şimdi
vatan mezardır, / Herkesin belâdan
nasîbi vardır, / Selâmetle eren pek bahtiyardır, / Harab büldânın şen sabahına.
Milliyet dâvâsı fıska
büründü, / Ridâ-yı diyânet yerde süründü, / Türkün ruhu zorla âsi göründü, /
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.
[3]Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları