13 Kasım 2020 Cuma

13 Kasım 2020 Cuma 23:00 CORONA GÜNLERİ..................................Sözcükleri bırakıverdim

‘Son’ günler

Son günler biraz karmakarışıktı galiba. Corona derdimiz azalacağına artıyor. Küçük torunlarımızla ilgilenmek, bu zor günlerde evlatlarımıza yardımcı olmak zorundayız. Ama düzenli camiye gidemiyorum, sabah yürüyüşlerim aksadı. Kaçak göçek yazmaya çalışıyorum. Fırsat bulunca bırakıveriyorum kendi haline sözcükleri. Bildikleri gibi akıp gidiyorlar. 


ABD'de Trump/Biden seçimi kara komediye dönüştü. Bu sahneler dünya demokrasisi için hiç te iyi örnek olmayacak. Milletçe 10 gün boyu Ermenistan Azerbaycan çatışmasını izledik ve oldukça gerildik. Sonuç bir ateşkes anlaşmasıyla açıklandı. Ermenistan'la birlikte Fransa ve diğer destekçileri de yenildi. Ama şimdi arada Rusya var. Savaşta kazanılan masa başı oyunlarıyla ne hale gelir şüphedeyiz. Al sana işte sevindik derken bir düşünce daha. 


Corona dünyada aldı başını gidiyor. ABD'de günlük vakalar 100 binlerle, Avrupada 10 binlerle ifade ediliyor. Bizde de ufak ufak ama sürekli tırmanma halinde. Eskiye nazaran çevremde daha fazla “kovid oldum”, “pozitif çıktım”, “corona olmuşum” lafları duyar oldum. Bir taraftan aşı çalışmalarında oldu oluyor lafları duyuyor, seviniyoruz. Öbür yanda grip aşısını bile engel üstüne engel koyarak ulaşılmaz kılanlar, covid aşısını üç senede ancak yaparlar diye düşünüp üzülüyoruz.


Eskiden küçük torunlarımız hafta sonları bize gelirdi. İki haftadır Selma hanım Tuna’ya gidiyor. Geçen hafta iki gün bu hafta da üç gün. Bakıcı kadını alıştırmak için. Alışmışım, koskoca evde yalnız olmak zor. Hafta sonu ikişer gün torunlar yine bize gelecek. Şikayetim yok ama o da zor. Ne yapalım corona var, kreşe veremiyorlar. Bakıcı bulmak da zor, birini buldular o da temaslı oldu, sonra da pozitif çıktı. Çocuklarımı anlamaya çalışıyorum; bu şartlarda hayatta başkasına güvenip çocuklarını teslim etmezler. İstifa edip evde kalmayı bile göze aldılar. Bu kışı da böyle geçireceğiz, Allah encamımızı hayr’eylesin.

 

Kasım ayı yarıyı buldu. Yaşam merkezi kapalı. Spor salonuna gidemiyor, havuzda yüzemiyorum. Havalar iyiyken hiç olmazsa haftada üç ya da dört gün parktaki yürüyüş yoluna gidiyordum. Ama artık havalar iyiden serinleşti. Benim sabah yürüyüşlerim de aksamaya başladı tabi. Grip olmayı zaten oldum olası sevmem. Böyle bir dönemde bir de üşütüp hasta olmak isteyeceğim en son şey. 


Susurluk'la ilgili yazılarım neredeyse bir yılını tamamlamak üzere. Yolun yarısını geçtiğimizi düşünüyorum. Ancak, en çok katkı almam gereken bir aşamada karşımda tam bir sessizlik var. Tamam ciddi bir konu, ürküyor çekiniyor olabilirler. Bunu anlarım. Ancak, yazıları 50 kişilik Whatsapp grubumuzdan sadece 5-10 kişinin okuması oldukça düşündürücü. Bazen face paylaşımıma beğeni koyanların bile linki tıklayıp asıl yazıyı okumadıklarını görüyorum. Bu noktaya kadar gelebilmiş olmak beni sevindiriyor ama muhataplarımdan yeterince katkı alamamak hatta okumadıklarını görmek beni üzüyor. 


Bu aralar hem sevinmeye hem üzülmeye hazırım herhalde. Cumhurbaşkanımızın başarıları sevindiriyor. Ama sürekli bir mücadele, sürekli birileriyle gerginlik, devamlı bir didişme hali de yoruyor açıkçası. Anlamaya çalışıyorum, bir tarihe tanık olduğumu düşünüyorum. Arkadaşımla iftihar ediyorum ama çevremde, yöremde duyduklarım, çocuklarımın bile aleyhinde olması beni çok yaralıyor.  Giderek yalnızlaştığımı düşünmeye başladım. Gençken Demirel'e Ecevit'e Özal'a karşı söylediklerim aklıma geliyor. Kendimi o zamanın büyükleri yerine koyuyorum. Onlar da kendilerini "ehven i şer" diyerek savunmaya çalışmıyorlar mıydı?


Böyle bir zamanda inançlı insanların iyi örnek olmaları gerekmiyor muydu? Biz senelerce bu günler için didinmiş, böyle bir zamanı beklememiş miydik? Zengin müslümanların lüks yaşamı, mevki makam sahibi olanların enaniyeti kibri, hele de dava diyenlerin devlet millet malına el uzatması artık midemi bulandırıyor. 


Onca mücadeleden sonra şimdi müslümanların hadisçi, Kur'ancı, şucu bucu diye birbirlerini şirkle, küfürle itham etmesi içimi acıtıyor. Daha önceleri üniversite kapılarına yanaşamayanların binlercesi şimdi prof. oldular. Hepsinin de keyfi kaymak. Değil bu fitneye çözüm bulmak televizyonlarda kendilerine takipçi bulmakla meşguller. Diyanete yönelen suçlama ve saldırılardan ben de alınıyorum ama bürokrasi çarkı içindeki o şaşaalı kadronun kendi cami cemaatine bile layıkıyla sahip çıkabildiğini zannetmiyorum. Üzülmeyeyim de ne yapayım. Sevinçlerim hep boğazıma düğümleniyor.


‘Tünele’ girmek

Sıkıntılı bir döneme giriyor olmak bir “tünele girmek”le teşbih edilir. İçinde bulunduğumuz günler kış mevsiminin kapısı sayılır. Kışa girmek tabiatıyla bahar mevsimine girmek gibi değildir. Bitkilerin sararıp kuruduğu, ağaçların yapraklarını döktüğü, bazı hayvanların uykuya yattığı kış mevsimine girmek üzereyiz. Tabiat nevbaharda yeniden canlanmak üzere adeta hayata kepenk kapatıyor.

 

Yalnız insan ki, mevsimlere dayanıyor, uyum gösteriyor. Kışın soğuğuna, yazın sıcağına alışkın. Hastalıklara, belalara sabredip direnebiliyor. Her an her gün her gece türlü cefalarla iç içe. Mutluluğu da dertleri de aynı anda yaşayabiliyor. Allahın izniyle her gece yatarken ölüyor, her sabah uyanarak yeniden diriliyor.

 

Hayat yolu üzerinde kah yüksek köprüler, kah tüneller var. Bir tünele girdiğinde biliyor ki Allah izin verirse o tünelin bir sonu var. Derin vadileri köprülerle geçebiliyor. Uzak mesafeleri yollarla aşıp, deniz ya da hava taşıtlarıyla kat edebiliyor. İnsanoğlu şimdiye kadar ne savaşlar gördü, ne kıtlıklar, ne salgınlar yaşadı. Ne zalimler gördü yer yüzü, ne hainler yuttu toprak. Hepsi geride kaldı, insanoğlu hala yürümekte.   


Evet önümüzde bir kış mevsimi var. Kışın elbette zorlukları herkesin malumudur. Ancak önümüzdeki tek zorluk bu değil. Corona belası gittikçe büyüyor. Her geçen gün dünyada yeni rekorlar görüyor, duyuyoruz. Toplam vaka sayısı 53 milyonu, ölenler 1,3 milyonu aşmış durumda. 31 Ekimde günlük vaka sayısı tüm zamanların en yüksek rakamı olan 598.195’e ulaşmıştı. Sadece bir hafta sonra 7 Kasımda bu rekor 661.104’le egale edilmiş oldu.

Ülkemizde de 13 Kasım itibariyle de maalesef günlük vaka sayısı 3 bini (3.045) aşmış bulunuyor.  Vefat sayısı da ne yazık ki 11 bini (11.326) geçti. Vaka sayısı artmakla beraber elbette ki bir rekor değil. Rekor hala 11 Nisandaki 5.138 kişide. Ancak kış mevsimiyle birlikte o seviyelere ulaşabileceği anlaşılıyor. Komşumuz İran'da dün 11.517 vaka bildirilmiş, bir evvelki gün 11 Kasımda da 11.780 imiş. Görünen o ki önümüzdeki üç ay karanlık bir tünelden geçeceğiz. Tünelin ürkütücü geçeceği aşikar, ancak sonunda bizi nasıl bir tablonun beklediği de belirsiz.


Amerika kıtasına, Avrupa'ya baktığımızda yangının çok daha büyük olduğunu görebiliyoruz. Günlük vaka sayıları ürkütücü boyutlarda. ABD'de bugün günlük vaka 45 bini (44.853) bulmuş. Brezilya'da 11 Kasımda 48.331, 12 Kasımda 33.207 olarak gerçekleşmiş. Son 24 saatte Fransa'da 60 bin 486, İtalya'da ise 37 bin 809 yeni vakanın tespit edilmesiyle salgının başından bu yanan en yüksek günlük vaka kayıtlara geçmiş durumda.


İngiltere'de 12 Kasımda 33.470'le o güne kadarki en yüksek rakam yani bir rekor kırılmış. Aynı gün Fransa'da günlük vaka 33.172 kişiymiş. Ancak Geçen hafta 7 Kasımda 86.852 ile orada da bir rekor kaydedilmiş. Almanya'da 24 Ekimde 14.714, 30 Ekimde 18.681, 7 Kasımda 23.399, 12 Kasımda 21.866 günlük vaka görülmüş. Aynı gün İspanyada da 19.511 vaka varmış. Ancak 4 Kasımda 25.072'in görüldüğünü kayıtlardan öğreniyoruz. İtalya'da ise durum eskisinden çok daha kötü. 7 Kasımda 39.809 vaka tespit edilmiş, 12 Kasımda ise bu sayı 37.977 olmuş.  


"Bu da geçer ya hu!" diyor yüce Allahın rahmet ve şifa ismine sığınıyoruz. Elimizdeki tek koruma kalkanı tedbirlere uymak. Şimdilik daha iyisi bilinmiyor. 

11 Kasım 2020 Çarşamba

11 Kasım 2020 Çarşamba 23:30 CORONA GÜNLERİ.............................Bir ordan bir burdan

Anılar

Çocukluğumun 10 Kasımları hala gözümün önünde. Okulun girişindeki küçük alan tören için hazırlanırdı bir gün öncesinden. Kasımpatı çiçekleriyle çepeçevre donanmış bir Atatürk büstü olurdu orada. Yine süslenmiş boy boy Atatürk portreleri olurdu duvarlarda. 


Pencereler, hemen her yer birinde Atatürk diğerinde bayrağımız olan kağıttan küçük kırmızı beyaz bayraklarla dolu olurdu. Havada bir meşale kokusu olur, her yanda çiçek, şimşir ve defne yapraklarından taze yeşillik rayihaları duyulurdu.  


Şiirler ezberlerdik önceden. Sınıfın en iyileri okurdu sırayla o şiirleri. Öğretmenlerimiz koşuştururlardı heyecanla. Saat dokuzu beş geçe nereden yayıldığını bilemediğimiz tiz bir siren sesi duyardık. İçimiz ürperirdi. O günün olağanüstü bir gün, o saatin çok önemli bir saat olduğunun farkındaydık. “Büyük Atatürk” bizim için ölmemiş yaşıyordu. 


Orta okulda lisede benim de 10 Kasımlarda çıkıp şiir okumuşluğum vardır. Mesela lise birde Nazım Hikmetin “Mavi gözlü sarışın kurt” şiirini okumuştum. Nazım Hikmet’in  kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama bir Atatürk şiiriydi işte. Edebiyatım iyidir, şiirin hakkını vererek şöyle haykırmıştım:

…Paşalar onun arkasındaydılar/O, saati sordu/Paşalar: "Üç" dediler/Sarışın bir kurda benziyordu/Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı/Yürüdü uçurumun başına kadar/eğildi durdu/Bıraksalar/İnce uzun bacakları üstünde/yaylanarak/ve karanlıkta akan/bir yıldız gibi kayarak/Kocatepe'den Afyon ovasına/atlayacaktı.

Üniversiteye kadar Atatürk hakkında ders kitaplarından ve böyle törenlerden ezberimde kalan bilgilerden başkası olmadı. Ama üniversitede çok farklı şeyler okudum, farklı görüşler duydum. Kafam karışmıştı. Zaten oldukça ideolojik bir dönemdi 70'li yıllar. Bir cenah ondan "Monark" diye söz ediyordu. Atatürkçü olduğunu söyleyenler bile aslında bambaşka ideolojilerin yolundaydılar. Onlar devrimciydiler, bazıları "Kemalist"ti, birilerine de "Gardrop Atatürkçüsü" deniyordu. 

Atatürk kimdi? Mustafa Kemal mi? Gazi mi? Gazi Paşa mı? Gazi Mustafa Kemal mi? Bu konuda epey kafa yordum. Görünüşe göre herkesin bir Atatürkü vardı. Bunun doğru olması mümkün değildi ki. Talihsiz bir nesiliz. Altmış ihtilali olduğunda henüz bir çocuktum ama aldığım eğitim onun izlerini taşıyordu. 12 Eylül darbesi olduğunda evli, çocuklu bir memurdum. Onlar da Atatürkçü idiler. O kadar ki her sözleri Atatürk, Atatürk diye başımıza birer tokmak gibi iniyordu. Yine her 10 Kasımda bir büst önüne çıkarır tören yaptırırlardı. 


Her kesin, her şeyin bir kemal noktası, olgunluk çağı var. Hani sormuşlar "Yokuşu mu seversin, inişi mi" diye. Adam bunun ortası yok mu "düzüne" ne olmuş diye cevap vermiş ya. İşte ben de şöyle bir noktaya geldim sonunda. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu ülkenin Millet Meclisinin kuruluşunu sağlamış, Kurtuluş savaşına liderlik etmiş, Cumhuriyetin banisi, ilk Cumhurbaşkanımız. Dönemine göre büyük başarılara imza atmış, genç Cumhuriyeti ayakları üzerinde kaldırmış büyük bir devlet adamı. 


Neticede o da bir insandı. Farklı fikirleri, yaşayışı ve kendine özgü bir karakteri vardı. Seveni çok, sevmeyen de olabilir. Ancak bizim inancımız ölen birinin arkasından kötü konuşulmasını hoş karşılamaz. Ona Rahmet dilemekten başka elimizden ne gelebilir ki? Sevgiyi de abartmamalı, sevmemeyi de. Bugün varsak bize kadar gelen nesillerin gayretleri sayesindedir. Şehitler ve gaziler yurdudur burası. Bu millete, vatana ve bayrağa hizmet etmiş her devlet adamı şükranla anılmayı hak ediyor. Yanlışlara bakıp başka bir yanlışa da biz düşemeyiz. Atalarımıza rahmet diliyor, şükranla yad ediyoruz.   


Anmak/yaşatmak

Elbette sevdiklerimizi anacağız. Hakkında iyi ve güzel şeyler söyleyeceğiz. Anıları paylaşacağız. Bunlar çok normal ve insani şeyler. Ancak dünya defterini kapatıp gitmiş o insanların eserleri, düşünceleri, hayır hasenat defterleri daima açıktır. İyiliğe, hayra zerre kadar katkısı olmuşsa onlar zaten ebediyyen yaşar. Seveni olsa da olmasa da, biz onu ansak da anmasak da yaşar.

 

Misal bir çeşme yaptırmış olsun zamanında biri. Ölüm yıl dönümlerinde hep anılsa, unutulmasa. Öbür yanda da o çeşme seneler boyu gürül gürül aksa kurumasa. Gelen geçen yolcu içse, hayvan sulansa, börtü böcek faydalansa ondan. Aktığı yerde çimenler bitse, çiçekler açsa, meyve sebze sulansa, ağaçlar büyüse boy boy. Hangisi daha anlamlıdır?

 

Kimsenin uğramadığı, içine çökmüş, üzerinde dikenli çalı çırpı bitmiş mezarı var ama her yıl sanal dünyada şatafatlı sözlerle, paylaşımlarla anılıyor. Ölüm yıl dönümleri unutulmuyor ama yaptırdığı çeşme tıkanmış, kurumuş, toprağa batmış kaybolmak üzere. Söylediği güzel sözler tekrar ediliyor ama yürüdüğü yolda artık kimse yok. İyi kötü bir şeyler yapıp bırakmış ardında. Çoğu da yarım kalmış herkes gibi, bütün hayatlar gibi. Onu andığını söyleyenler yarım kalanı tamamlamamışlar, bıraktıklarını yaşatmamışlar. Hangisi değerlidir sizce?


Yaşatma; düşünceleri, fikirleri yenileyerek yaşatmaktır. Yaşatma; eser üzerine eserler katmaktır. Yaşatma; yarım kalanı tamamlamak, eksik olanı gidermektir. Yaşatma; ileriyi daha ileri götürmektir. Yaşatma; geleceğe tohum ekmektir, fidan dikmektir. Yaşatma; ekilen tohumu yeşertmek, dikilen fidanı sulayıp büyütmektir. Yaşatma; yıkılanı onarmak, yananın yerine daha iyisini yapmaktır. Yaşatma; geçmişten bugüne köprü, bugünden ebede yol yapmaktır.


Bakın size böyle bir yaşatma örneği vereyim. Malum dün 10 Kasımdı, bugün 11 Kasım. Yani "Milli Ağaçlandırma Günü" Bu yıl çığ gibi büyüyen "Geleceğe Nefes Ol kampanyası" ile 83 milyon fidan toprakla buluştu. Geçtiğimiz yıl Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın himayesinde Tarım ve Orman Bakanlığı ile Orman Genel Müdürlüğü’nün koordinasyonunda başlatılan ‘Geleceğe Nefes’ kampanyası bu yıl da 11 Kasım saat 11.11’de 81 il ve 922 ilçede aynı anda gerçekleşti. Ancak bu yıl ilk defa Azerbaycan, Bosna - Hersek, Malta, Kosova, Senegal, Kazakistan ve Ukrayna gibi yaklaşık 30 ülke de bu bayrama katıldı.  

 

Geçtiğimiz yıl Abdullah Enes Şahin'in sosyal medya hesabından paylaştığı "Fidan dikme bayramı" önerisine kulak veren Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla Ekonomik, ekolojik ve sosyal açıdan büyük öneme sahip ormanları korumak, sürdürülebilir şekilde yönetmek ve gelecek nesillere aktarmak amacı ile her yıl 11 Kasım gününün, "Milli Ağaçlandırma Günü" olarak kutlanması kararı alınmıştı.

Kampanya, vatandaşlardan gördüğü yoğun ilgi ile bir seferberliğe dönüşmüş, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan'ın da katılımı ile 81 ilde aynı anda canlı bağlantılarla gerçekleşen organizasyonda 11 milyon hedefi aşılarak yaklaşık 14 milyon fidan, 7'den 77'ye her kesimden vatandaşın gönüllü katılımı ile dikilmişti.

Bu yıl da ülkemizi daha yeşil topraklara kavuşturma amaçlı Geleceğe Nefes Ol kampanyası sosyal medyada yoğun ilgi görüyor. Son zamanlarda ortaya çıkan orman yangınları ile zarar gören alanlar için yeniden ağaçlandırma projesi kapsamında 83 milyon Fidan'ın Türkiye'nin 81 ilinde buluşturulması hedeflenmişti. Online olarak katılım sağlanan kampanyada isteyen fidan sahiplenebilecek, isteyen ise fidan bağışında bulunabiliyor.

Ne güzel bir anma, dahası ne güzel bir yaşatma çabası. Kuru sözle değil, fidanlarla geleceğe nakşedilen anılar ne kadar hayat dolu. Onlar serpilip büyüdükçe anılar da unutulmayacak. Gelecek nesiller kendilerine uzanan bu canlı, yeşil ve hayat menbaı hatıraları daha anlamlı bulacaklar eminim. Onların da sonraki nesillere böyle miraslar bırakmaları için ne kadar iyi bir örnek. İşte iyilikte ve hayırda yarışma böyle şeylerle olur. Katkı veren herkese çok teşekkürler. Unutmayanlar, unutulmazlar. 

11 Kasım 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı187...............................Konum

Konum

İlçemiz coğrafi konum olarak Türkiye’nin ekonomik hareketliliğinin en yüksek olduğu Marmara Bölgesi’nde yer aldığı gibi İstanbul, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirlere oldukça yakın. Aynı zamanda Çanakkale-Bursa-Bandırma-Balıkesir gibi gelişmiş merkezler ortasında yer alıyor. İlaveten yol üstü ve güçlü bir ulaşım ağı arasında. İşte bu konumundan dolayı öncelikle GY.02.1-İstanbul, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlere yakınlık’ açısından avantajlı bir noktada. Kendi bölgesini olduğu kadar Ege bölgesini ve İç Anadolu’yu da Marmara denizine, böylece İstanbul’a, Tekirdağ’a ve dış dünyaya bağlayan bir geçiş koridorunda bulunuyor. Çok yakınımızda, Bandırma’daki deniz ulaşımı ve ulaşıma bağlı taşımacılık ile bu ulaşımın tetiklediği sektörler zaten bölgemizin mekânsal gelişim eğilimlerini önemli ölçüde etkilemekte. İlçemiz bu ortamda Marmara Bölgesi’ni Ege ve İç Anadolu Bölgelerine bağlayan kara ve demir yollarına sahip. Karayolu, otoyol ve demiryolundan oluşan bu kombine ulaşım altyapısı Susurluk topraklarında güçlü bir ağ oluşturuyor. Mevcut ağ bir bakıma mal ve hizmet akımlarının geçiş yaptığı, yönetildiği ve yönlendirildiği bir altyapı anlamına da geliyor. Böylece İstanbul, İzmir ve Bursa gibi önemli merkezlerin karşılıklı etkileşimi Susurluk üzerinde hissediliyor diyebiliriz. Çevresindeki önemli turizm, ticaret ve sanayi merkezlerini birbirine bağlayan konum kendisine çok güçlü bir pozisyon sağlıyor. Söz konusu merkezler tarım ve hayvancılık ürünlerimiz için büyük pazarlar olduğu kadar, aynı zamanda hizmetler ve sanayi sektörlerinde de uzmanlaşmış bölgeler. Bu yüzden ilçemizin sahip olduğu konum lojistik sektörü için de büyük bir önem taşıyor ve bu avantaj orta vadede de devam edecek. Öte yandan FRS.02.4-Büyük merkezler ortasındaki konumu’ ve ‘FRS.02.1-Balıkesir’in büyükşehir olması’ gelecekte de konumumuz için önemli fırsatlar.  ‘İstanbul, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlere yakınlık’ avantajımızın daha da güçlü hale gelebilmesi orta vadede Bursa-Bandırma Yüksek Hızlı Tren projesi’nin, uzun vadede de ‘Bandırma-İzmir Yüksek Hızlı Tren projesinin gerçekleşmesine bağlı. Çanakkale köprüsü ve bağlantılı otoyolların tamamlanmasıyla Susurluk bütün bu yüksek kapasiteli ulaşım can damarlarının tam ortasında kalacak. Bu da bizim üç büyük şehre yakınlığımızı daha da güçlendirmiş olacak. Yakın çevremizde Bandırma, M.Kemal Paşa ve Balıkesir gibi nispeten gelişmiş, daha geniş bir çevrede ise Bursa, İstanbul ve İzmir gibi büyük merkezler bulunuyor. Bu çemberin ortasındaki konumu ilçemiz için hem bir tehdit hem de bir fırsat durumunda. Mevcut ulaşım altyapısı bağlamında İstanbul, İzmir ve Bursa gibi önemli merkezlerin arasında yer almak, üç yöne de kolay erişim imkânı sağlıyor.  Aynı şekilde sosyo-kültürel-ekonomik açılardan gelişmiş bir bölge içinde bulunulması ve bu illerle yakın etkileşim içinde olunması önemli bir avantaj. Gelecekte de bu konumumuz bir fırsat olarak bizi olumlu etkilemeye devam edecek. Öte yandan 2014 yılında Balıkesir ilinin büyükşehir olması ile ilçedeki 44 köy ve 2 kasaba mahalle statüsüne dönüştü. Böylece merkez ilçede bulunan belediye ile toplam 54 mahalle Büyükşehir hizmetlerinden doğrudan faydalanma imkânına kavuşmuş oldu. Artık Büyükşehir’e geçişin başlangıç sıkıntıları da arkada kalmış durumda. Bu, önümüzdeki süreçte bütünüyle Balıkesir ilini yetki ve sorumluluk alanında gören daha aktif bir Büyükşehir göreceğiz anlamına geliyor. Siyasi destek, yatırım planlama, altyapı ve üst yapı hizmetlerinde farkın fark edileceği bir aşamaya geldik.  Özellikle Büyükşehir sınırları içindeki tüm köy-mahallelerine kentsel hizmetlerin ulaştırılması ve mekânsal kalitenin artırılmasını görebileceğimiz bir süreçteyiz. Bu durumun ilçemiz için bir fırsat olarak değerlendirileceğini ümit ediyoruz. ‘AMAÇ.1-BÖLGESİNDE YÜKSELEN, ÖNE ÇIKAN GELİŞMİŞ BİR SUSURLUK’ görmek ve ‘StrA.1.1-Sosyal ve ekonomik kalkınma’ Stratejik Amacımıza varmak istiyorsak ‘Str.1.1.1-Güçlü yanları ve fırsatları kullanma’ stratejimiz çerçevesinde ‘HDF.1.1.1.03-Büyük kentlere yakınlığımızı avantaja dönüştürmek’ ve ‘HDF.1.1.1.04-Büyük şehir kapsamında alt ve üstyapı projelerinden maksimum oranda yararlanmak’ hedefleri bize yardımcı olacaktır.

Kuşkusuz “THD.02.1-Bursa-İzmir-İstanbul gibi büyük şehirlerin bölgemizde var olan çekim gücü ve yakınlığının ilçe üzerinde olumsuz etkileri’ ile ‘THD.02.2-Bandırma, Gönen, Kemalpaşa ve Karacabey gibi daha fazla yatırım çeken ilçelere yakınlık’ gibi tehditlerle de karşı karşıyayız. Bu çekim gücü ve yakınlık nedeniyle gelişemiyor, daha fazla yatırım çeken ilçelere nazaran sürekli geri planda kalıyoruz. Bulunduğumuz konum ve coğrafi özellikler elbette ki ilçemizin ekonomisinden kültürüne, ulaşımından geçim kaynaklarına kadar birçok unsuru etkilemiş durumda. Örneğin Tarım ve hayvancılık bölgemiz genelinde ağırlıklı iken, sanayi sektörü Bölgenin kuzeyinde yer alan Bandırma, Gönen ve Biga çevresinde gelişmiş durumda. Edremit Körfezi turizm alanında ön plana çıkarken, iç kesimlerde madencilik ve ormancılık önemli bir geçim kaynağı. Kuşkusuz bu bölgede olmamızın ve yakınlıklarımızın avantajları gibi dezavantajları gelecekte de üzerimizdeki etkisini sürdürmeye devam edecek. Önemli olan fırsatlardan daha fazla yararlanabilmek, oluşan olumsuzlukları ise en aza indirebilmek. Bu risklerin etkisini sınırlamak, Susurluğun bölgesinde yükselen, öne çıkan gelişmiş bir Susurluk’la mümkün. Sosyal ve ekonomik kalkınmayı sağlamak, İstihdamı arttırmak, Üretimi ve Üretim tesislerini çoğaltmak Stratejik Amaçlarımız bu tehditlerin olumsuz etkilerinden de bizi koruyacaktır. Pek çok açıdan bölgede giderek bir cazibe merkezi konumuna ulaşmak zorundayız. O halde yine‘Str.1.1.1-Güçlü yanları ve fırsatları kullanma’ stratejimiz istikametinde HDF.1.1.1.05-Susurluğun kendine özgü, cazip ve mukayeseli üstünlüklerini öne çıkaracak projeler üretmek’ le işe başlayabiliriz.

 Ancak Susurluğun ne yazık ki fark atacak tarihi, turistik ve kültürel manada renkli bir geçmişi yok. Arkeolojik yada sanatsal eserlere de malik değil, bu nedenle Turizm yok gibi. Ayrıca büyük sanayi tesisleri ve ticari yatırımlar da bulunmuyor. Ekonomik olarak bazı sanayi tesislerine sahipse de bunlar daha ziyade orta ve küçük ölçekte işletmeler. Nüfus açısından da Susurluğun durumu pek iç açıcı değil. 1970’de nüfus 39.951 iken 2000’e kadar artarak 43.107’ye ulaşmış. Ancak, sonrasında sürekli azalarak 39 binin altına düşmüş. Yani bir anlamda bugün Susurluk 1965’de 39.763 olan nüfusunun da altına inmiş görünüyor. Susurluk’ta kilometre kare başına 36,6 kişi yaşıyor. Karşılaştırmak için bu yoğunluğun Türkiye ortalamasının 104, Balıkesir ili ortalamasının da 84 kişi olduğunu not edelim. Bütün bunlar bazıları olumsuz, bazıları ikaz işaretleri veren göstergeler. Bu durumda ’GY.02.2-Beldemizin diğer ilçelerle karşılaştırıldığında nispeten daha bakir olması’ acaba orta vadede bir avantaja dönüşebilir mi? Bir başka açıdan daha ‘el değmemiş, kapağı açılmamış bir Susurluk’ tan söz ediyor olabilir miyiz? Arada-derede kalmış olmamız aslında ‘güçlü’ bir avantaj mıdır? Sahip olduğumuz değerler, el değmemiş bir doğa, sanayi ve lojistik yatırımlarına uygun araziler, jeotermal, rüzgâr ve biyoenerji potansiyelimizle ‘cazip’ bir konuma yükselmek ilçemiz için hayal sayılmaz. En azından daha yolun başında olmak bundan sonrası için akıllıca değerlendirebileceğimiz pek çok seçim şansımızın olduğunu gösteriyor. Yeşilelma amaç ve stratejileri uygulandığı takdirde bugün için güçlü görünen bu yönümüzün epey işe yarayacağı açık. Ancak paradoks şu ki gelişme ve büyüme gerçekleştikçe bu özelliğimizin kalmayacağını da anlamamız gerekiyor. Hiç değilse en güçlü yönümüz tarım ve hayvancılık için gerekli alanlara ilişilmesin. Bugün için öğündüğümüz doğal kaynak ve güzelliklerimiz hoyratça tüketilmeyip gelecek nesillerimiz için korunabilsin.  İşte stratejik Plan önerimiz tam da bunun içindir. ‘StrA.1.3-Cazibe merkezi olma’ stratejik amacımızın gerçekleşebilmesi için ‘Str.1.3.2-Konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını değerlendirme’ stratejimizi uygulanmasında ‘HDF.1.3.2.02-Uygun yatırım alanlarını belirlemek’ ve ‘HDF.1.3.2.03-Koruma alanlarını ilan etmek’ hedefleriyle başlayabiliriz. Öte yandan ‘AMAÇ.3-İYİ İNSANLARIN YAŞANABİLİR ŞEHRİ YEŞİL SUSURLUK’ da istiyoruz. Yani bu konuyla alakalı ‘StrA.3.3-Yeşil ve yaşanabilir bir Susurluk’ Stratejik Amacımız ‘Str.3.3.2- Huzur içerisinde yaşanabilen, çevreye duyarlı iyi insanlar şehri olma’ stratejimiz var değil mi? Bu sebeple gelişme, güçlenme ve büyüme arzumuza dengeli olarak ‘HDF.3.3.2.02-Huzuru, çevreyi ve iyiliği yaşatmak’ hedefimiz de olmak zorunda.    
İlçemiz İstanbul, Bursa, İzmir üçgeninin içinde. Özellikle Çanakkale-Balıkesir Bölgesel Planı kapsamında ve iki ana aksta gelişen otoyolların odağında yer alıyor. Buna hızlı tren projesi ve demiryolu aksı da ilave edildiğinde Susurluğun çok önemli bir stratejik konuma sahip olduğu açık. Ancak maalesef ki ilçe sınırları dahilinde uluslararası çapta büyük sanayi tesisleri ve ticari yatırım bulunmuyor. Ekonomik olarak bazı sanayi tesislerine sahipse de bunlar daha ziyade ulusal çapta ve orta-küçük ölçekte işletmeler. Buna karşılık her sektörden yatırıma müsait geniş bir arazi varlığımız var. Söz konusu avantajlar yöremizi GY.02.3-İstanbul sanayisinden ilçemize kayacak olanlar için oldukça uygun bir konum’a yükseltiyor. Diğer yandan ‘FRS.02.2-Yol üstü konum’ ve ‘FRS.02.3-Ulaşım ağlarının güçlendirilecek olması’ gibi fırsatlar ilçemiz için orta vadede etkisini göstermeye devam edecek. Nitekim Susurluk İlçemiz geçmişten bu yana mevcut ulaşım hattı üzerinde önemli bir konumda yer aldığı gibi yeni yapılan İstanbul-İzmir Otoban yolu da içinden geçiyor. Önemli ulaşım güzergâhları üzerinde yer alması, İstanbul, Bursa ve İzmir gibi metropollerin kesişim noktasında bulunması, gelişmiş iç pazarlara ve Bandırma limanı üzerinden de Avrupa’ya ulaşım imkânı bulunması ilçemizi tercih edecek sanayi kuruluşları için değerlendirilmesi gereken son derece cazip bir ortam haline getiriyor.  Kaldı ki otoyolla birlikte birçok tarlanın birileri tarafından satın alınması, İstanbul’u terk etmeyi düşünen bazı sanayicilerin Susurluk OSB’si için girişimde bulunmaları tesadüf değil. Alternatif lojistik bir merkez olması ile ilgili düşünceler de bu yüzden. Kaldı ki içinde bulunduğumuz Güney Marmara bölgesindeki ‘Ulaşım ağlarının güçlendirilmekte olması’ hiç kuşku yok ki bize ilave artılar sağlayacak. Zira yakın civarımızda önemli sanayi, tarımsal ürün potansiyeli ve turizm merkezleri bulunuyor. Özellikle İstanbul ile başlayıp güneye doğru devam eden ve Edremit Körfezi ile İzmir’e bağlanan, oradan da Akdeniz’e doğru devam eden kıyı şeridinde yer alan doğa ve tarih turizminin önemli merkezlerine kara ulaşımı hala ilçemiz üzerinden geçiyor. Aynı şekilde İç Anadolu Bölgesi’nden Batı Anadolu’ya olan kara yolu ulaşım aksları yine bizden geçip Balıkesir’de kıyı kesimlere doğru dağılmakta. Bu da bize bir geçiş güzergâhı olarak ilçemizin ulaşım konusunda geçmişten gelen değerinin canlı kalacağını gösteriyor. Bu nedenle bölgemizde ulaşım konusunda sürdürülen yatırımların yakın gelecekte bir tehdit değil aksine fırsat olarak görülmesi vizyonumuzu aydınlatabilir.  
İlçenin ‘Yol üstü konum’zaten geçmişten beri bize güç ve kaynak sağlayan bir avantajdı. Belki de Susurluğun var oluşunun temel nedeniydi. Bu konumumuz otobanla da devam edecek. İlçemiz halâ İzmir İstanbul, Ankara Körfez bölgesi arası dinlenme noktalarından biri olma özelliğini koruyor. Herkesin bildiği gibi Susurluk, güzel ve lezzetli ayranı ile meşhur. Bugüne kadar Bursa-Balıkesir-Körfez ve İzmir geçişi üzerinde yer alması sebebiyle, pek çok yol üstü dinlenme tesisimiz oldu. Bu konuda tecrübemiz, tanınmışlığımız var. Dinlenme tesisleri ve fabrika satış mağazaları ilçe ekonomisine ve istihdama çok büyük katkılar sağladılar. Görüşümüze göre; hem otoban hem de karayolu bu ilçenin içinden geçtiği sürece bize bu stratejik faydayı sunmaya da devam edecekler. Ancak, ilişkimizin farklı bir şekle gireceği, bizi alıştığımız düzenden farklı bir pozisyona sokacağı kesin. Şu an bu avantajımız biraz zayıflamış gibi görünse de halen devam ediyor. Bu konumumuzu gelecek için bir fırsat olarak görmek ve uyum sağlayarak yolumuza devam etmeyi sürdürmemiz gerekiyor. O halde ‘StrA.1.3-Cazibe merkezi olma’ Stratejik Amacımız ve ‘Str.1.3.2-Konum, doğal kaynak ve çevre imkânlarını değerlendirme’ stratejimiz kapsamında adım atmak ‘HDF.1.3.2.04-Otoyol ve demiryolu bağlantılı üretim pazarlama projeleri geliştirmek’ , ‘HDF.1.3.2.05-Çift taraflı yöresel ürün ve el sanatları standları açmak’ ve ‘HDF.1.3.2.06-Dinlenme tesis geleneğimizi yenileyerek sürdürmek’ hedeflerimize yol almamızın vaktidir.   
            Son olarak yapılan tarama çalışması sonucu ’KONUM’ bahsinde tespit edilen ‘Zayıf yan’ımız; ’ZY.02.1-Deniz ve sahil sınırının olmaması’ olarak belirlenmişti. Susurluğumuz bu açıdan pek talihli değil. Ancak, bölgemizin denize açılan kapısı durumundaki Bandırma limanına olan uzaklığının sadece 55 km. olması, bölge ulaşımının karayolu, otoyol ve demir yolu ile ilçemiz üzerinden sağlanması bu zayıf yönümüzü hafifletiyor. Stratejik bakış açısıyla zayıf yönlerin güçlü hale dönüşüp dönüşmeyeceğine bakmak gerekir. Bu açıdan deniz ve sahil sınırı konusunda çözümü olmayana takılmamak,  mümkün olana yani alternatif avantajlarımıza odaklanmak daha akıllıca olacaktır. 

9 Kasım 2020 Pazartesi

09 Kasım 2020 Pazartesi 21:30 CORONA GÜNLERİ.............................Şiirlere sığınmak

Yurdum insanından Corona şiirleri

Dünyayı saran Korona Virüsü tüm dünyada can almaya devam ediyor. Bizde de öyle. Hepimiz maske-mesafe-temizlik kalkanının arkasına pısmış durumdayız. Böyle bir ortamda “Biden mi/Trump mı” papatya falı çekenler o kadar manasız geliyor ki. Al birini vur ötekine, neyine sevineyim, neden üzüleyim?

 

Bir “felaketten”bir başkasına geçiyoruz.-Malum onlar her yıl nisan ayında bizi Ermeni tehciri vesilesiyle hatırlıyor ve “Büyük felaket” lafını ediyorlar ya- Bu lafı bir kere de ben kullanayım bakalım nasıl bir şeymiş diye düşündüm. Öyle ya sırtımızı sıvazlayarak yapılan açık düşmanlıkla, saman altından su yürütmek arasında ne fark var?  İkisi de fenalık, ikisi de hoş değil.

 

Böyle şeylerle içimiz kararacağına biraz şiirle gözüm gönlüm açılsın İstedim. Bu felaketler yılında birazcık yüzümüz gülüversin artık. Şu lanet olasıca Korona Virüsü'le tanışalı bugün 243 gün oldu. Millet olarak tam 8 ay 3 gündür onun tehdidi altındayız. Kimimiz korkuyor, kimimiz ottan böcekten medet umuyor, kimimiz de oturup kendisi hariç herkese kızıp veryansın ediyor. Ankara’nın Çubuk ilçesinde yaşayan Çorumlu işçi Yusuf Çıtak ise oturmuş bu korona virüs için şiir yazmış:

 

Kiminin elinden aldı kimini dilinden/Kiminin boğazına kilit vurdu birden

Kiminin sevdiğini aldı elinden/Ciğerlere el saldı korona

 

Hayır mı şer mi bilemedik/Dünya bir oldu sırrını çözemedik

Gezme bir yana evden çıkamadık/İnsanları haline bırak git korona

 

Allah’ım nedir kurtulmanın yolu/Dostlar tedbir alacağız belli olmaz sağı solu

Maskeni tak mesafeni koru/Koronadan güçlüdür insanoğlu

 

Kraliçe Elizabeth’i sarayından kaçırdı/Boris Johnson’ı yataklara yatırdı

Çin’den bu yana kırdı geçirdi, bitirdi/Mazlumların ahı mı korona?

 

Sağlık çalışanlarımızla ne kadar gurur duysak azdır/Kışların sonu bahardır yazdır

Her yokuşun sonu düzdür/Senin de sonun gelir inşallah korona

 

Allah’ım sen İslam alemini ve insanlığı koru/Bilmiyoruz ne olacak bunun sonu

Terk eyledik malı mülkü parayı pulu/Zengin fakir ayırt etmiyor korona

 

Şair Yusuf şiirleri yazardı/Dizeleri bir bir dizerdi

Koronasız günler çok güzel günlerdi/Dut yemiş bülbül gibi susturdu korona. 

İskenderun’da yaşayan, emekli öğretmen Hamil Uçum da pandemi dönemine Ankara’da kızının evinde yakalanmış. Seyahat yasak olduğu için İskenderun’da trafik kazası geçiren oğlunu ziyarete gidememiş. Berbere gidemediği için sakalları uzayınca eve gelen torunları onu tanıyamamış, “Sen bizim dedemiz değilsin” demişler. Bu duruma çok içerleyen Hamil Uçum da oturup “Korona” adlı şiiri kaleme almış:

Vuhan'dan çıktın yola vermiyorsun ki mola/Işık hızı mısın sen, Anka kuşu korona

Gençlere gücün yetmez ihtiyarı seçmişsin/Cesaretin bu mudur, seni ödlek korona

Aşımız yok, ilaç yok; meydanı boş bulmuşsun/Evimize hapsettin, gardiyan mı olmuşsun

Eski günlerimizi yaşamak istiyoruz/Mutasyona uğra git, seni yüzsüz korona

Kapımı çalma sakın, soframda sana yer yok/Zaten iban verdiler cebimizde para yok

Hayat eve sığmıyor, gidecek başka yer yok/Düş yakamdan, defol git, kene misin korona

Gözükmeyen düşmansın, siperden çık meydana/Arkanda Trump varsa; bilim de bizden yana

Çok ocaklar söndürdün meramına erdin mi/Cibiliyetin bozuk, seni soysuz korona 


Sen benim derdime devâ bilmezsin

Sekiz aydır Corona derdinin muzdaribiyiz. Fuzûli de divan şiirimizin ızdıraplar şairi olarak biliniyor. Derdi aşkla bağdaştırıp şöyle demiş bir şiirinde:


"Esîr-i derd-i aşk u mest-i câm-ı hüsn çok ammâ/Biziz meşhur olan Leyla sana Mecnûn bana derler" (Aşk derdinin esiri ve güzellik kadehinin sarhoşu çoktur ama asıl meşhur olan biziz, sana Leyla, bana Mecnun derler.)


Hatta aşık olmayı o kadar yüceltmiş ve abartmış ki kendisini bir aşık olarak Mecnun ve Ferhad’dan daha üstün saymış bir başka beytinde: 

"Kıl tefâhur kim senün her var men tek âşıkun/Leylî’nin Mecnûn’ı Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var" (Leyla’nın Mecnun’u Şirin’in Ferhad’ı varsa sen de övün çünkü senin benim gibi tek âşığın var.) 


Divan şairi, kendisini aşk ehli olarak nitelendirir. O, zıtları tevhit etmiştir. Bu yüzden derdi de dermanı da bir görmektedir. Böylece hayata karşı mütevekkil yaklaşan şair, içinde bulunduğu sorunları ya kendi iç dünyasında veya içinde yaşadığı ortamda halletme yoluna gitmiştir.

"Ehl-i ışka küfr ü îmân bir olur/Vasl u hicrân derd ü dermân bir olur" (Hayretî)

Şairin hayal dünyasında sevgili de bir güneştir; âşığı çarpar. Bu güneş, ahlât-ı erbaadan olan sevdâyı artırarak aşk hastalığına sebep olur.

"Ey güneş yüzlü gönül hastalanur kuyunda /Ki başı hoşdur anun sâye-i dîvârun ile" (Mesîhî)

Fuzûlî sevgilinin vefasızlığını da kendisini yalancılıkla suçlayacak kadar vurgular başka bir şiirinde:


"Ger derse ki Fuzûlî güzellerde vefâ var/İnanma ki şâ’ir sözü elbet yalandır"(Fuzuli güzellerde vefa var derse sakın aldanmayın, şairin söylediği söz elbet yalandır.)


Bir başka beytinde ise “Ey sâkî, vücûdumda aşk hevesi sağlık dengemi bozdu. Tamamen hastalanmadan bana ilaç ver” derken, aşkın ahlât-ı erbaanın müvâzenesini bozduğuna işaret etmektedir. Aşk, iyileşme bilmeyen bir hastalıktır:

"Tabî’at inhirâfın gör hevâ-yı ışkdan tende /İlâc it düşmedin sâkî mizacum istikâmetten"

"Tiryâk" divan şiirinde ilaçlı tedavi açısından geçen en önemli mazmundur. Zehirlenmeye ve bazı hastalıklara karşı kullanılan mâcun, panzehir ve afyon anlamlarında kullanılmaktadır. Sancı ve öksürüğü keser, yılan ve akrep sokmalarında panzehir olarak kullanılır. Bu anlamdaki tiryâk, bazı şiirlerde tiryâk-ı erbaa olarak da geçmektedir.


"Görün bu derdli ki tiryâk-ı erbaayla tabîb / Diler ki zahm-ı çehâr-ebruvâna çâre göre" (Nedîm) (Dört kaşlıların kalbinde açtığı yarayla derde düşen şu garibe bakın ki, doktor onu tiryâk-ı erbaa ile tedavi etmek durumunda kaldı)


Şiirimizde  ve diğer edebi eserlerimizde Doktor (Tabip- Lokman- Hekim )  önemli bir figürdür. Doktor ile hasta ilişkisi önemli bir mevzu olduğu kadar, tabib  âşık ve sevgili üçlemesi de sık sık karşımıza çıkar. Bu yönü ile  şiirlerimiz, şarkılarımız ve türkülerimizde hasta doktordan şikâyetçidir.


"El çek tabip el çek yaram üstünden/Sen benim derdime devâ bilmezsin/Lokman hekim gelse bulunmaz çare/Yaram yürektedir sarabilmezsin" (Selahattin  İnal-Hicaz Beste)


Doktor, aşığın yarasını ve derdini iyilileştirmek için gelen  ama bu nedenle aşığa eziyet eden biridir. Hasta o dertten muzdarip ama halinden de memnundur. Hasta kendini öldürecek olan bu dertten kurtulmak istemez:


"Lokman hekim gelse yaram azdırır/Yaramı sarmaya yar kendi gelsin"  (Anonim Türkü)

 

Fuzuli de aşk derdine o kadar alışmış ki doktoru hastalığı geçirmeye gelen, merhem veren, deva getiren biri olarak değil de âşıkla sevgili arasına da giren biri olarak anlatmış bir beytinde:  


"Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb/Kılma dermân kim helâkım zehri dermânındadır" (Aşk derdiyle iyiyim tabib, bana ilaç verme; asıl beni öldürecek olan zehir, senin derman olsun diye vereceğin o ilaçtır.)


Bazı hastalıklar bulaşıcıdır. Bu sebepten böylesi hastalıklara müptela olmuş kimseleri bir arada toplayarak diğer insanlarla ilişkisi kesilir. Tıpkı Coronavirüs bulaşmış hastalar gibi. Şairler de bulaşıcı hastalık fikrine sık sık vurgu yapmışlar.


Geleneksel tıpta, cerrahî müdahale ve ilaçla tedavinin yanında, koruyucu hekimlik ve manevî tedaviye de ehemmiyet verilir. Koruyucu hekimlik, bilhassa beslenme, temizlik ve sosyal hayatta ölçülülük esasına matuf bir faaliyet. Bu anlamda şairler sağlık ve beslenme arasında ilişki kurmaktadırlar. “Sağlığın başı perhizdir” atasözüyle ifadesini bulan beslenme kültürü, koruyucu hâkimlik açısından önemli malzemeler içerir. Dengeli beslenmeye ilişkin en önemli açılımı Fuzûlî’nin aşağıdaki beytinde görmekteyiz:


"Marîz-i ârıza-i naksdur nüfûs-ı tamâm/Kimine fâide perhîz ider kimine gıdâ" (İnsanlar noksanlık arızasının hastalarıdır; bazılarına perhiz, bazılarına da iyi beslenme şifa verir.)


Baş ağrısı, soğuk algınlığından kaynaklanabilir ve geleneksel tıpta soğuk algınlığı, terleyerek tedavi olunur. Bunun için hastanın üzeri kat be kat örtülür. Şair Mesîhî bu uygulamaya telmih ederek, goncayı sarıp sarmalayan yaprakları izah eder. Gonca, soğuk alıp kuvvetten düştüğünden kendisini yapraklarla sarıp sarmalayarak terlemeyi amaçlamaktadır.


"Bolay ki derleyem diyü budur örtündüği kat kat/Ki kendüye sovuk aldurup olmış nâ-tüvân gonca" (Mesîhî)