26 Ekim 2019 Cumartesi

27 Ekim 2019 Pazar 00:30 SÜRGÜN......................................................Müfettişler ?!..

Müfettişler ?!..

Bir zamanlar müfettiş olmaya özenmiştim. Ciddi ciddi sınavlara girip o dalda çalışmayı düşünüyordum. Aynı ilkokul çocuğunun öğretmen olmak istemesi gibi karşılaştığım ilk müfettişler bana bu duyguyu yaşatmışlardı. Sonra gelişen olaylar müfettişliğin başka yüzleriyle de tanıştırdı. Çok canım acıdı, adeta hayal kırıklığı yaşadım. Değil müfettiş olmayı, birlikte çalışmayı bile düşünemez oldum. İlerki yıllarda yönetici olduğumda, teftişten gelenlerin sanki genlerine işlemiş vehimli ve güvenilmez halleri daha bir sırıtır olmuştu gözümde. Yakın arkadaşlarım sık sık "üniversite hocalarından ve müfettişten yönetici olmaz !" yakınmamı duymuşlardır.

Memuriyete 1977 yılının 19 Eylülünde kendi memleketimde, ilçemde memur olarak başladım. Zor yıllardı. İki gün sonra Türk Lirası devalüe edildi. Dolar 19,25 lira, mark 8,27 lira oldu. Bu, I. Milliyetçi Cephe hükümetinin bir yılda yaptığı üçüncü devalüasyondu. Takip eden ay, 1 Ekimde maaşım 1700 TL idi. Yani 88 dolar 30 cent. Henüz okulumdan mezun olamamıştım, arada izin ya da rapor alarak İstanbula sınavlara gidip geliyordum. Buna rağmen acemi bir memur olarak oldukça yoğun çalışıyordum. Kasım ayının ilk günü Balıkesir Bölge Müdürü şubeye gelmiş, başarılı performansımızı görüp "Maşallah !" demişti.

Hızımı alamamıştım. 1978 yılının ilk haftasında kendi kendime vazife çıkararak şubenin iki yıllık mukayeseli satış İstatistiklerini derleyip bir kartona çizdim. 12 Ocakta tablo halinde çerçeveleyip şubenin duvarına astık. Benim için önemsizdi ama küçük bir yerde, dünyaları sınırlı insanlara göre muhteşem bir şeydi. Bu arada her akşam tekrarlanan kasa işlemlerini yapabiliyordum. Bu işlem aslında oldukça önemli ve stresli bir işti. Faturalar satışı yapılan mallara göre dökülüyor, satış fiyatlarıyla çarpılıp olması gereken hasılat hesaplanıyordu. Bu miktar ile faturaların toplamları üzerinden çıkan satış icmalinin aynı olması lazımdı. Bu sağlama işin ilk raundu ama sadece bir tarafıydı. Satış hasılatından günün gider ve ödemeleri çıktığında kasadaki parayı vermesi gerekiyordu. İşte yoğunluk durumuna göre normalde 1-2 saat süren akşam muamelesi, kasada çıkan noksanlık ya da fazlalık halinde bütün işlemlerin bir kez daha yeniden yapılmasını gerektirdiği için bazen 3-4 saate kadar uzayabiliyordu. Çok zaman kuruş farklarıyla bir iki saat uğraştığımızı hatırlıyorum.

Bereket, daha önce Şeker fabrikası Pancar muhsebesinde mevsimlik olarak çalışmıştım. Orada öğrendiğim facit kullanma, yekun çekme ve tutturma tecrübem burada oldukça işime yarıyordu. 17 Ocak günü işbaşındaki Hükümetin tayin ettiği Bölge Müdür muavini gelip beni kasa muameleleri hususunda imtihan etti. Sonuç herkes için şaşırtıcı ve müspetti. Şubedekiler nasıl olup ta bu kadar kısa zamanda böyle başarılı olduğumu anlayamıyorlardı. Onlara göre ben buralarda çok kalmayacak kadar yetenekli ve iyiydim.  

İşte o kış günlerinde bir müfettiş efsanesi anlattılar bana. Genel Müdürlükte Şu anda Teftiş Kurulu Reisliği yapan bir Baş Müfettiş varmış. Adamın namı o kadar dillerdeymiş ki, şubeden içeri girdiğini gören bir ajans şefi kalp krizi geçirip ölmüş. "Ne olabilir ki ?" diye sordum saf saf. Dediler ki, adam bir şubede kasa muamelesinde çıkan 1 liralık fazlalığı gece saat üçe kadar aratmış. Şube şefinin tepesinde müfettiş saatlerce çıkan bir liralık fazlalığın sebebini aramaktan dermanı tükenmiş ve isyan ederek: "Bu bir lirayı ben koydum kasaya, ver bir liramı gidelim artık" demiş ağlayarak.

Bu hikaye zaten ilgimi çeken müfettiş algımı bir efsaneye dönüştürmüştü zihnimde. Korkmuyordum ama, her akşam işimi öyle bir müfettiş tarafından kontrol edilecekmiş gibi titizlikle yapıyordum. Yalnız bir liranın, üstelik kasa fazlası önemsiz bir meblağın neden bu kadar önemli olabileceğini anlayamamıştım. Çok değil, iki üç sene sonra muhasebe işinde başlangıçta önemsiz gibi görünen bir fazlalığın birden çok başka hata sebebiyle önemli bir noksanlığa dönüşebileceğini de görmüş oldum. Bu o kadar zihnimde yer etti ki ilerki yıllarda Muhasebe Müdürü ve Daire Başkanı olarak Muhasebe elemanlarına sorduğum olmazsa olmaz ilk sorular arasına girmişti.

O Başmüfettişle tam 18 yıl sonra birlikte çalışma imkanı da buldum. Çalıştığım bakanlığın muteber müsteşar yardımcısıydı, ben de İdari ve Mali işler Daire başkanı. Kendisiyle görüşmeye gelenlere ifadesini alır gibi davranıyordu. Çok kısa zamanda ziyaretçisi, gelenin gidenin arkası kesildi. Onunla yapılan her toplantı birkaç dakika içinde soruşturma mizansenine dönüşüyordu. Yine heybetli, saygın ve etkili görünüyordu. Ancak artık yaşlanmıştı ve maalesef yılların meslek alışkanlıklarını üstünden atması mümkün görünmüyordu.

1977-78 siyasal açıdan çalkantılı yıllardı. 1977'nin son günlerinde CHP'nin gensorusu ile 31 Aralık 1977'de Süleyman Demirel başkanlığındaki II. MC Hükümeti devrildi. Ecevit 11 bağımsız milletvekiline, kuracağı hükümete destek karşılığında bakanlık önermiş, 10'u kabul etmişti. Sadece siyasi açıdan değil ekonomik olarak da problemlerle boğuşuluyordu. Akaryakıt sıkıntısı had safhadaydı. O kadar ki akaryakıtı biten hastaneler hasta kabul etmemeye ve yatan hastaları taburcu etmeye başlamıştılar. Acı günler yaşanıyordu. Mesela 09 Ocak 1978'de yalnızca bir günde İstanbul, Ankara, Trabzon ve Afşin'de 14 yer bombalanmıştı.

O günlerde daha sonra tarihe 11'ler ve Güneş motel olayı olarak geçecek gelişmeler sonucu başını CHP'nin çektiği CGP, DP ve AP'den kopan bağımsızların oluşturduğu Üçüncü Ecevit hükümeti 17 Ocak 1978'de Meclis'ten güven oyu almış oldu. Ardından kurumlarda büyük bir tasfiye hareketi başladı. Önceleri ben bunu göremiyor, rüzgarın neden birdenbire ters yönde estiğini anlayamıyordum. Tabi ki tecrübeli olanlar hemen pozisyon aldılar. Hükümetin güven oyu almasından hemen iki gün sonra Bölge müdürümüz veda ziyaretine geldi. Tekrar teftiş kurulu başkanlığına dönüyormuş. Bu halim selim olgun adam bende Müfettiş olma isteğini daha da arttırmıştı. Ama ne yazık ki zamanın çarkları işliyor, dalgalar fırtınaya dönmek üzere büyüyordu.

Bu arada ben dairede daha fazla işi göğüslemiş götürüyordum. 18 Şubatta şubedeki diğer memur da askere gitmek üzere izne ayrılmıştı. Artık hem kasada hem de depo sorumluluğu konusunda yalnızdım. 22 Martta adaylığımın sona ereceğinin işareti gizli tezkiye varakası geldi şubeye. Ardından 13 Nisanda çok genç iki müfettiş yardımcısıyla tanıştım. Dünya tatlısı insanlardı. Onlar da beni müfettişlik sınavına girmem için yüreklendirdiler. Ancak yoğun çalışıyordum ve şube şefi ile Bölgede bir şeylerin değişmeye başladığını sezinliyordum. Nitekim 05 Nisan'da Hükümetin yeni bir Bölge müdürü tayin ettiğini öğrendik. Zamanın çarkları işliyordu. Şefle nedensiz münakaşalar ve yaşanan huzursuzluklarımız artmıştı. Yine de 26-30 Haziran, 3-13 Temmuz ve  2-21 Ağustosta şube vekaleti bana verilmişti. 

Gübre sıkıntısı giderek artıyordu. İhtiyacı karşılamak üzere Bandırma limanından hemen her gün kamyonlarla gübre geliyordu. Bu yüzden Mart, Nisan ve Mayıs aylarında hem teslim tesellüm, hem torbalama, depolama ve ekspertiz işleri yoğunlaşmıştı. Depolarımız ilçenin dört bir tarafında birbirinden uzak, kırık dökük, izbe, uzak ve tavukhane bozması yerlerdi. Gittikçe üzerime daha fazla gelindiğinin farkındaydım. Bir yıl evvel övgü nedeni olan siyasi görüşüm ve inancım her nedense şimdilerde sorun olur hale gelmişti. 14 Mayıs ta ajandama şu notu düşmüşüm: "TZDK'ya girerken ne idiysem şimdi de oyum ve öyle olacağım. İnancım ve fikrimin gereğini yapıyorum. Bundan ötürü bana bir şey gelirse şeref duyarım…"

23 Mayısta şube şefi gizemli bir şekilde Balıkesir'e gitti. Bir hafta sonra 30 Mayısta yeni atanan Bölge Müdür Muavini şubemizdeydi. Yerine atandığı Bölge Müdür Muavinini severdim, ilişkilerimiz iyiydi. Adam bana şöyle bir aşağıdan yukarıya baktı !?. Konuşmadık ama o anda değişimin sadece eski Bölge Müdür Muavini için değil benim için de artık geri dönülmez bir noktada olduğunu anlamıştım.  

25 Haziranda gelişmelere tuz biber ekecek bir haber aldık. Konya'dan kurumda üç dört sene tecrübesi olan bir memur geliyormuş. 07 Temmuz Cuma günü vekalet bende iken Balıkesir Bölge Müdürü geldi. Fazla kalmadı, bir iki cümleden başka bir kelam etmedi ama sanki beni kontrol için gelmiş gibiydi.Temmuzda yeni memur geldi. Sakallı ve dindar biriydi. Anlaşılan onunla çoktan uğraşmaya başlamışlardı. Ağustos maaşını vermediler. Bir süre onunla uğraştık, sonunda maaşını alabildi. Ardından askerlik tecil işini öne sürdüler. Onun için de bayağı sıkıntı çekti. Bu sefer bazı istihkaklarını kestiler. Mecburen onunla ilgileniyorduk. Misafir ettik, birlikte kiralık ev aradık, dertleriyle dertlendik ama dairede hava gittikçe sertleşiyordu. Sık sık izin, rapor alıyor şefle tartışıyordu. Rüzgardan ben de etkilenmiştim. Henüz öğrenci olduğumu biliyorlardı ama tecil konusunda beni de sıkıştırmaya başlamışlardı. Artık daha fazla depolara gönderiliyordum.

Şefle münakaşalarımız sıklaşmıştı. Bir ara ben de onun mesaiye riayet, görevde ihmal ve sorunlu ilişkilerini takip etmeye başladım. Bir süre sonra böyle davranmaktan vazgeçtim. Ne olacaksa olacaktı. Haklı haksız meselesi değildi ki konu. Onların kafalarında bir plan vardı ve her halukârda  görevlerini yapacaklardı.

Yaz dönemi geçti sonbaharla birlikte yeniden bir yoğunluk başladı. Dairede bir taraftan şef öbür yanda Konya'dan gelen memur, iki sorunlu adam arasında çalkalanıp duruyorduk. Biz bu haldeyken 18 Ekim Çarşamba günü şubeye bir Müfettiş daha geldi. Adam iki gün gibi kısa bir sürede teftişini yaptı ve "İyi bir daire, ufak tefek hatalar var" diyerek gitti. Hatta bir ara bana dönüp "Seni Genel Müdürlükte görmek isterim" bile dedi. Ne bileyim, ben de bu sözleri iltifat sanıp moral bulmuştum. Meğer iyi polis kötü polis oynuyormuş, sonra anladım.

23 Ekim 2019 Çarşamba

23 Ekim 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı132...................................Sanal dünya

Sanal dünya

Biz şu yalan dünyayı tam çözememişken 21. Yüzyılda birdenbire kendimizi bir ‘sanal dünya’ içinde bulduk. Uzay çağı, bilgisayar çağı, bilgi çağı, enformasyon çağı, iletişim teknolojileri derken ‘internetli yaşam’ boyutuna geçiverdik boylu boyunca. 

20. yüzyılın sonuna gelindiğinde telefon teknolojisinin özellikle de mobil teknolojinin dünyayı sarması, ardından internetin keşfi yeni bir dünyayı bizlere dayattı. Dünya koca bir köy haline geldi. Günümüzde ise ticaretin şekli, yöntemi, kuralları tamamen değişti. Para bile sanal hale geldi. Elimizle dokunmadığımız, sadece rakamların artması ve azalması ile hesabımızı takip ettiğimiz bir döneme geldik. Takasla alışverişten sanalla alışverişe evrilmiş durumdayız. Elbette her yeni şeyin hayatımıza kattığı faydalar olduğu kadar zararları da var. Bu araçlar bilgiyi elde etme, iş yapma ve paylaşma biçimimizi kökten değiştirdi.

Önümüzde gittikçe şekillenen ve karmaşıklaşan sanal bir dünya var. Bu dünya şiddet, vahşet ve yıkımın bir provası olduğu kadar hayatımızı mahvedecek yeni ve ölümcül hastalığın da ayak sesleri sanki. Çalışan insanların özel hayatları bu sanal dünya tarafından adeta yutulmuş durumda. Ancak bilhassa çocuk yaşta kullanıcılar çok açık bir tehlike altındalar. Bazen bu hal bir şamar gibi suratımıza çarpsa da artık onu değiştirecek gücü artık kendimizde bulamayabiliyoruz.

Uygarlık insanın huzur ve mutluluğa kavuşmasının ölçüsüdür. Ancak ‘çağdaş uygarlık’ sanal dünya denilen bu emrivaki ile bizi çok farklı bir durumla karşı karşıya getirdi. Bu dünyada sahtecilik, hile, abartı, olduğundan farklı gösterme, hile, şantaj almış başını gitmiş durumda. Şiddet ve gayri ahlaki paylaşımlar, hesapların ele geçirilmesi, dolandırıcılık akıllara gelmeyen nice yöntemler başımızın belası oldu.

Nedense insanlar yanlış bilgi ve haberlere daha çok itibar ediyor ve doğruluğunu teyit etmeden paylaşımda bulunuyor. Yanlış bilgi doğru olandan çok daha hızlı yayılıyor. Maalesef düzeltme imkânı da neredeyse yok denecek kadar az. Bugünün insanı gündemi çok çabuk tüketiyor. Bilgi bombardımanı altında hangi bilginin doğru, hangisinin yanlış olduğunu araştırma ihtiyacı da hissetmiyor. Bu arada özellikle 3. dünya ülkelerinde yanlış bilgi ve haberlerin bilinçli olarak topluma pompalandığını da unutmamalıyız. Daha sonra doğru bilgi ortaya çıksa bile yanlış yönlendirilen kişiye ulaşmak artık mümkün olmuyor.

“Sanki bir yarışma programı, çekiyor oyunumuzu / Kameralar nerde? Görsek, anlasak, bilsek sonumuzu / Neler oluyor, sanal mı gerçek mi bütün bunlar? / Neden hissetmiyorum acıyı, nerde o sevgi dostlar ?”